Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
53. sayfada kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Ve bihî kâle's-Seriyyu: el-Kulûbü selâsetün: kalbün mislü'l-cebeli lâ yuzîlühû şey'un ve kalbün mislü'n-nahleti asluhâ sâbitun ve'r-rîhu tümîlühâ ve kalbün ke'r-rîşeti yemîlü mea'r-rîhi yemînen ve şimâlen.
Ve bihî kâle dediği, yani aynı rivayet yoluyla, Ali b. Abdilhamid el-Kadâirî kanalıyla gelen rivayet zincirinin yine bize naklettiği bir başka rivayet. Buyurmuş ki Seriyy-i Sakatî kaddesallâhu sırrahu'l-azîz hazretleri;
el-Kulûbü selâsetün. "Kalpler üç tanedir."
"Üçtür" demekten maksadı; "Üç cinstentir, üç seviyededir."
Kalbün mislü'l-cebeli. "Bir kalp vardır ki o dağ gibidir." Lâ yuzîlühû şey'un. "Hiçbir şey onu yerinden oynatamaz, kaydıramaz, zarar veremez." Ve kalbün mislü'n-nahleti [asluhâ sâbitun ve'r-rîhu tümîlühâ.] "Öyle bir kalp de vardır ki o da hurma ağacı gibidir, kökü yerdedir, sağlamdır; ama rüzgar esti mi boyu uzun olduğundan oraya oraya sallanır." Ve kalbün ke'r-rîşeti. "Bir kalp de vardır ki o da kuş tüyü gibidir, tüy gibidir." Yemîlü mea'r-rîhi yemînen ve şimâlen. "O artık rüzgar esti mi oraya buraya eğilir, uçar gider."
Bundan maksat ne?
Bir kere kalpten maksat ne?
Biz kalp deyince ne anlıyoruz, bu sözü söyleyen mübarek kalpten neyi kastediyor?
Kalp, bizim Türkçe'de "gönül" demek. İnsanın göğsünde bir et parçası var, onun adı da "kalp". Ama gönül ondan başka. Belki birbiriyle bazı ilişkileri var; mekân bakımından, mekânı olması bakımından ilişkileri var. Ben şuna benzeterek anlatmaya çalışıyorum:
Akıl nerede?
Akıl elle tutulmaz, gözle görülmez bir şey. "Beyinde" desek, delinin de beyni var, o da yetmiyor. Ama "akıl başta" diye geçip gidiyoruz. Gönül de kalple yani insanın yüreğiyle ilişkili. Arapça'da da böyle, Türkçe'de de böyle, Farsça'da da böyle. Bir et parçası olan uzuv var ama aslında âyetlerde, hadislerde bahsedilen bu değil; bununla bir ilişkisi olan, belki orada bulunduğu için ilişkisi olan görünmeyen varlık. Görünmeyen, tutulmayan, ölçülmeyen, biçilmeyen, eni boyu bilinmeyen esrarengiz varlık; gönül. Mesela Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki;
"İnsanın vücudunda bir küçük et parçası vardır ki o iyi oldu mu bütün vücut iyi olur, o kötü oldu mu bütün vücut fena olur. O kalptir."
İşte burada bahsedilen, "et parçası" dediği halde kastedilen et parçası değil; o et parçasında olan "gönül" dediğimiz şey. Et parçası sağlam olabilir ama adam câni, haydut, eşkiyâ, hain, zalim, günahkâr olabilir. Kalbi istediği kadar sağlam olsun; ama idamlık olabilir. Demek ki Peygamber Efendimiz'in onun bozulmasından kastı, "insanın gönlünün, iç âleminin bozulması" demek.
"Üç çeşit gönül vardır." diyor, Seriyy-i Sakatî hazretleri. "Birisi dağ gibidir, hiçbir şey yerinden kıpırdatamaz." Evliyâullahın kalpleri böyle, bu gruptan olabilir. Dış tesirler, etkiler, telkinler vesaireler; ondaki o mârifetullah nuruyla o sağlamlık kale gibidir, dağ gibidir, asla oynamaz, sapasağlamdır; Allah'a bağlılığı sağlamdır, sevgisi sağlamdır...
Eğer beni öldüreler,
Külüm göğe savuralar,
Toprağım anda çağıra,
Bana seni gerek seni.
Fuzulî'nin şiirlerinde geçiyor mesela; "Doktor beni tedavi etme, ben bu dertten memnunum. Yoksa beni tedavi edersen mahvolurum. Ben bu hastalıkla yanayım yakılayım..." diyor, Allah sevgisini kastederek...
Kahır da gelse, lütuf da gelse, hastalık da gelse sabredebiliyor. Eyyûb aleyhisselam gibi... Vücudunu yaralar sarabiliyor, çoluk çocuğu ölebiliyor, malı mülkü telef olabiliyor... Hiçbir şey değiştiremiyor; sağlam bir gönül, sapasağlam bir yapısı var; ve mârifetullah dolu, Allah indinde makbul bir gönül, kale gibi, dağ gibi...
"Bir kalp vardır ki hurma gibidir." Hurma da yine iyi, makbul bir ağaçtır, hadîs-i şerîflerde methedilmiştir. Kökü yerde ama sağa sola sallanır. Bazı gönüller de böyledir; esas itibariyle mü'mindir, iyidir hoştur ama bazen oradan esen buradan esen rüzgarların tesiriyle hataları, sarsılmaları, tereddütleri, şüpheleri vesaireleri uyanıp, gelip geçebilir.
Bir de bir çeşit daha kalp yani gönül vardır, bu gönül de hiçbir tutamağı yok, bir kuş tüyü gibi rüzgar ne tarafa giderse o tarafa uçuyor.
Sen ne oldu, hani namaz kılıyordun?
"Bıraktım."
Hani sen tevbe etmiştin, sigara bile içmeyecektin?
Yine içmeye başladı...
Hani sen iyi insandın, ya bunu nasıl yaptın? Hani sen bana geçen akşam söz vermiştin, akşamdan söz verip de sabaha dönüş mü olur?
Neden?
Tüy gibi, nereden ne eserse o tarafa gidiyor.
Tabii bunların içinden makbul olanı hangisi?
İnsanın gönlünün kale gibi sağlam olması ve doğru yoldan ayrılmaması.
Fe'stekim kemâ umirte diye Allahu Teâlâ hazretlerinin Peygamberimiz'e emrettiği gibi sırât-ı müstakîmde sabit-kadem olması, Allah'ın yolunda herhangi bir olayla kayacak bir durumu bulunmaması.
Bu gönüllerin sahibi insanlar böylece üç gruba toplanabilir. Birisi çok vefalıdır, çok sâdıktır, âşık-ı sâdıktır, sapasağlamdır; doğru yola girdi mi ömrünün âhirine kadar İslâm'a faydalı olur. Bir kısım insanlar vardır ki esas itibariyle iyidir; ama bazen hata ederler, bazen sevap işlerler, hurma ağacı gibi sallanırlar. Yine esas itibariyle meyvesi tatlıdır, iyidir, hoştur. Bazısı da vardır ki hiçbir yerde durmaz, dikiş tutturmaz.
Tabii kalpler konusunda Kur'ân-ı Kerîm'de âyetlerde "kalp" kelimesi geçiyor: "Öyle kalpler vardır ki taş gibidir. Taş bile makbuldür de bu ondan daha fenadır."
"Öyle insanlar vardır ki onların kalpleri ölü olduğu için onlar hayvandan da aşağıdır."
Ülâike ke'l-en'âmi bel hüm edal. "Daha da aşağıdır." diye bildiriliyor.
Allah bizim kalbimizi dağ gibi, kale gibi sağlam kalp eylesin. Yolunda dâim zikrinde kâim eylesin. Sevgisinden, muhabbetullahtan, mârifetullahtan mahrum etmesin. Hasta duruma düşürmesin.
İnsan bir günah işledi mi kalbinde bir benek hâsıl oluyor, bir günah daha işlediği zaman bu günahtan dolayı yeni bir benek daha hâsıl oluyor. Böylece kalp yani gönlü kararıyor, gönlünde lekeler meydana geliyor, gönül sonunda işe yaramaz bir şey oluyor. Halbuki gönül insanı yöneten, insanı mârifetullaha erdirten, makamını yükselten, Allah indinde evliyâ yapan Allah'ın en büyük vergilerinden birisi kalp...
Ondan sonraki sözü... 23. söz. Bu zât paragraf paragraf böyle numaralamış. 23 numaralı paragraf:
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi.
Tabii bu sözlerin Arapçalarını da, kelimelerini [dikkatle] takip ederseniz, Arapçaları da güzel. Atasözlerini Türkçe'de bilirsiniz, secîlidir, müseccahtır. Onun gibi sözü güzel...
Buyurmuş ki;
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin. "Şüphe üzerine arkadaşına darılma, arkadaşınla alakayı şüphe üzerine kesme."
Sarame-yesrimü, "darılıp akradaşlığı kesmek, küsmek" mânasına geliyor.
Lâ tasrim ehâke. "Kardeşine küsme, darılma, alakayı kesme." Ale'r-tiyâbin. "Şüphelenmek üzerine."
"Şüphe üzerine arkadaşlığı bozma."
Ah kelimesi "kardeş" demek; ama bu hem anne babadan dolayı olan kardeşliğe denilir, hem de mü'minlikten dolayı olan kardeşliğe Arapça'da kullanılıyor. Burada tabii esas itibariyle "darılma" dediğine göre maksadı din kardeşliği
"Din ve tarikat yolundaki, mâneviyat yolundaki, âhiret yolundaki kardeşliğini şüphe üzerine bozma."
Ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi. "Ve arkadaşını kendisi özür diledikten, senin rızanı talep ettikten 'Bağışla beni.' diye söyledikten sonra da terk etme."
Yani "affet" demek istiyor.
"Şüphe üzerine arkadaşlığı kesme, af dileyince de affet."
Madem af diledi, "Tamam, peki." de, unut, üzerinde durma. "Artık seninle ebediyen barışmam! Bitti artık alakamız, bir daha gelme!" Kimisi böyle yapıyor. Demek öyle olmayacak. Bu mübarek efendinin tavsiyesi öyle değil.
Bir kere küseceksen kesin bir bilgin olsun, onun üzerine git. Kulaktan kulağa bir söz yayılmış veya bir hareketi böyle olmuş şöyle olmuş da, ona darılıyor. Canım git, bir söyle bakalım, belki başka bir maksatla yapmıştır. Belki sana iyilik diye yapmıştır, sen onu kötülük anlıyorsundur. Belki o sözü öyle söylememiştir, belki başka maksatla söylemiştir.
Hindistan taraflarında bir hükümdarın veziri varmış, herkese borç para verirmiş.
"Ne zaman ödeyeceğiz?"
"Hükümdar ölünce ödersiniz." dermiş.
"Hükümdar ölsün, öyle..."
Hikâye hoşuma gidiyor. Tabii hemen gitmişler, hükümdara şikâyet etmişler, demişler ki;
"Bu senin vezirin hain, senin ölümünü istiyor. Herkese borç veriyor; 'Hükümdar ölünce geri verirsiniz.' diyor."
"Vay!" Veziri huzuruna çağırmış;
"Ben sana bu kadar imkân verdim, mevki makam verdim, para pul verdim, itimat ettim, yükselttim; sen utanmıyor musun böyle yapmaya? Böyle dedin mi?"
"Dedim efendim. Evet, söyledim efendim. Söyledim ama benim maksadım bunların düşündüğü gibi kötü maksat değildi. Evet, 'Alın bu parayı, hükümdar öldüğü zaman ödersiniz.' dedim, tamam, doğru; ama sizin ölümünüzü istediğim için değil. Bilakis sizin ölmemenizi istediğimden bu fukarâcıklar da cân-ı gönülden dua etsinler diye böyle yaptım. Çünkü kimse parayı çabuk ödemek istemez; 'Hükümdar yaşasın da bu para bizim yanımızda kaldıkça kalsın.' diye cân-ı gönülden size dua ettirmek için yaptım bu işi." demiş.
Bunun üzerine mükâfatlandırmış, yanından ayırmamış.
Tabii bu bir hikâyedir, ben bunu eski vaazlarda da söylemişimdir. Hani bazen dıştan düşmanlık gibi görünür bir şey ama aslında o senin iyiliğini istiyordur. Veyahut bazı insan yaptığı iyiliği söylemek istemez. Âlicenab insanlar yaptığı iyiliği belli etmek istemezler, gizli yaparlar, sessiz yaparlar.
Yine anlatmışımdır:
Büyük zâtlardan birisi bir şehre geliyor, orada bir tanıdığını ziyaret edecek. Diyorlar ki;
"Hapiste."
"Neden hapiste yahu? Bu kötü bir insan değildi, hapse niye düştü?"
"İşte borcu vardı, ödeyemedi, kadı hapsetti. Parası yok."
Gitmiş, alacaklılarını bulmuş, hepsinin parasını ödemiş. Ondan sonra şehirden de kalkmış, kaçmış gitmiş. Şehirde dursa "Kim ödedi?" diye bilinecek, "Şu adam ödemişti." diyecekler; kendisinin ödediğini arkadaşı bilmesin diye parasını ödemiş, hapisten çıkarttırmış, görüşmeden kaçmış. "Ben ödedim." bile demiyor. Yüksek insanlar böyle olur. Bazen yaptığı iyiliği belli etmez.
Bir de "Riya olmasın, gösteriş olmasın." diye insanların bazıları kendisini iyi göstermek şöyle dursun, kötü göstermek yolunu bile seçmişler. Yani kötü değil de aslında, kötü sanacak gibi bir tavırda bulunmaktan korkmamışlar, çekinmemişler. Mesela biraz Kur'ân-ı Kerîm telaffuzunu tecvid kâidesine uygun olarak okumamış veyahut şöyle yapmış, böyle yapmış; arkasındaki adam bunun kemalâtını anlamasın, çok rağbet etmesin, halkın gözünde şöhretlenmesin, etrafına insan toplanmasın diye özellikle kendisini gözden düşürecek şeyi mahsustan yapmışlar. Çünkü onların nazarında Allah'ın sevgisi önemli. Şöhret âfettir, insanların sevgisinin kıymeti yok. El öpecek vesaire; kendi kendisini saklamış, belli etmemiş.
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin. Şüphe üzerine arkadaşlığı kesmeyecek ve özür dilediği zaman da özrü kabul edecek, özrüne rağmen dargınlığı devam ettirmeyecek.
Ve bihî kâl. "Yine aynı rivayet zinciriyle..."
Bu kitabın yazarı ciddi bir insan, mübarek; her şeyi nereden aldığını yazıyor.
"Aynı senet zinciriyle, aynı kanaldan, aynı rivayet silsilesiyle şu da rivayet edilmiş ki, Seriyy-i Sakatî hazretleri şöyle buyurmuş:"
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike febki alâ mâ yenkusu min umrike.
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike. "Eğer malından bir şey eksildiği zaman gamlanıyor, kederleniyor, üzülüyorsan..."
Hani Karadeniz'de gemisi battı mı insan kara kara düşünür. Hatta birisi fazla düşünceli oldu mu, "Ne oluyor, Karadeniz'de gemilerin mi battı? Ne zarara uğradın?" derler.
Arabası kaza yapsa üzülür. Tarlasına, mahsulüne dolu yağdı, telefât oldu; pamuk tam toplanacaktı, yağmur yağdı, kozalar bozuldu... Yani malına mülküne insanın yangın, âfet, telefât, eksiklik geldi mi, parası kayboldu veyahut bir şey aldı, istediği gibi çıkmadı; insan üzülür.
"Eğer malından bir şey azaldığı, noksanlaştığı zaman üzülüyor isen..."
Febki alâ mâ yenkusu min umrike. "Asıl ömründen noksanlaşana üzül."
Çünkü insanın asıl sermayesi, asıl malı ömrüdür. Âhiret ömrüyle kazanılıyor, hayatı boyunca kazanılıyor. Öteki mal gider, beriki mal gelir. Allah ne takdir ettiyse o gelir. Ama ömür geri gelmez. Para, mal, mülk; insan zenginleşir, fakirleşir, kazanır, kaybeder, toparlar...
Bizim arkadaşlardan birisi "ticaret yapayım" diye Suudi Arabistan'a bir kamyon elma götürmüş; yolda çürümüş, orada da satamamış; ziyan... Sonra düşünmüş taşınmış; "Ya elmalar çürüyor, sıcaktan dayanamıyor. Ne götüreyim?.." Bu sefer kazma sapı götürmüş. Odun, kazma sapı... Ondan da epey kâr etmiş.
Kâr eder, zarar eder. Bu ticaretin cilvesidir, hayatın çeşitli halleridir.
"Eğer malının azalmasından, noksanlaşmasından üzüntü duyan bir insansan, asıl ömrünü noksanlaştığına üzül." diye böyle nasihat ediyor.
Çünkü insanın en büyük sermayesi ömrüdür. Hayatı, bir ânı gitse bir daha geri gelmez. Sevaplı işlerle geçerse kazanır, günahlı işler işlerse veya gafletle geçirirse telafisi çok zor olur veya imkânsız olur.
Üstâdın bu sözünde ne var?
"Ömrünün kıymetini bil, bir ânını bile boş geçirme."
Tabii sözün Arapçasını da ezberlese insan, bizim atasözleri gibi secîli...
Lâ tasrim ehâke ale'r-tiyâbin ve lâ teda'hu dûne'l-istiğtâbi.
İni'ğtememte limâ yenkusu min mâlike febki alâ mâ yenkusu min umrike.
Arapça bilenler Arapçalarını da ezberleyebilse, güzel atasözü olarak yeri gelince kullanabilir.
Ve bihî kâle's-Seriyyü: Min alâmeti'l-ma'rifeti billâhi el-kıyâmü bi-hukûkillâhi ve îsâruhû ale'n-nefsi fîmâ emkenet fîhi'l-kudretü.
Yine Seriyy-i Sakatî hazretleri buyurmuş ki;
Min alâmeti'l-ma'rifeti billâhi. "Allah'ı bilmenin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmetinden birisidir." el-Kıyâmü bi-hukûkillâhi. "Allah'ın hukukuna riayet etmek."
"Allah'ın hukukuna riayet eden Allah'ı biliyor demektir. Allah'ı bildiğinin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmetidir."
Allah'ın hukuku nedir? Allah'a karşı biz kullarının yapma[sı] gereken görevler nelerdir?
Edeb meallah diye bizim tekkede kitaplarımızda öyle yazmış.
Edeb meallah, yani dervişin Rabbine karşı kulluk edebleri nelerdir?
Bu bizim Gümüşhaneli tekkemizde -geçen haftalarda da söylemiştim- Mîzânü'l-irfân diye bir kitap var. Bu Mîzânü'l-irfân'ın bir bölümünde de Gümüşhaneli Hocamız'ın veya Hâlid-i Bağdâdî Efendimiz'in öğrettiği üzere "Edeb meallah nedir?" onu madde madde şiir hâlinde yazmış.
Allah'ın hukukuna riayet etmeye başladı mı bir insan, bakıyorsun ki hukûkullaha riayetle yaşıyor; tamam, bu ârif billah, bu Allah'ı bilen bir insandır. Allah'ı bilmenin, mârifetullaha ermiş olmanın alâmeti Allah'ın hukukuna riayettir.
Ve îsâruhû ale'n-nefsi. "Ve Allah'ı nefsine tercih etmektir."
Allah "Şunu yap." buyurmuş, nefsi de "Hayır, yapma." diye içinden öyle istiyor. Tamam, Allah'ın dediğini yapacak. Her hususta Allah'ın emrini kendi nefsinin isteğine tercih edecek. Nefis ne istiyor, onun tersini yapacak.
"Musa aleyhisselam birisine teklif etmiş..." derler eski kitaplarda; "Gel, mü'min ol, bırak gayri yolları, Allah'ın yoluna gir. Ben Allah'ın peygamberiyim, doğru yola gir." demiş.
"Yâ Musa, bana müsaade et, ben yarın sana cevap vereyim." demiş.
Ertesi gün gelmiş; "Tamam, kabul ettim. Senin yoluna giriyorum." demiş.
"Niye bir gün bekledin? Ne oldu da kabul ettin şimdi?" demiş.
Demiş ki;
"Ben, eskiden beri âdetimdi; bir şeyi nefsime danışırım, içim istiyorsa, canım çekiyorsa, arzuluyorsa yapmam, istemiyorsa yaparım. Çünkü biliyorum ki nefis insanın düşmanı, onun için yapmam. Bu sefer de teklif ettim; 'Musa aleyhisselâm'a tâbi olmaya ne dersin?' diye. Danıştım; canım hiç istemiyor, yük altına girmek istemiyor, intizam altına girmek istemiyor. Anladım ki senin yolun doğru yol, ondan girdim."
Kitaplar böyle anlatır.
Nefsin istekleri vardır; yemek, içmek, yan gelip yatmak, eğlenmek, zevk etmek, sefa sürmek, bedavadan beleşten yaşamak, geçinmek... Ama Allah'ın emri vardır; zevkini terk etmek, mihnetlere yüklenmek, müslümanlara faydalı olmaya çalışmak, uyumamak, yememek, içmemek, Allah'ın rızasını kazanmak için çalışmak... Hepsi nefsinin arzularıyla karşı karşıya, onları yendiği zaman insan doğru düzgün bir insan oluyor.
Fîmâ emkenet fîhi'l-kudretü demiş. Yani, "İnsanın kudretinin imkân verdiği konularda, insanın kudretinin mümkün kıldığı sahalarda Allah'ın emrine sarılacak, onu baştâcı edecek, nefse muhalefet edecek, nefsin arzusunu yapmayacak."
Dervişlik de kolaydır, Müslümanlık da kolaydır, ârif olmak da kolaydır, evliyâ olmak da kolaydır; ama gel de yap... Bu yapamamak bilmemekten değil; bu nefsi yenememekten... Yoksa yense zor değil... Nefsini yenerse insan o zaman pekâlâ bu mertebelere çıkabilir.
Demek ki bu basit olan prensipleri, duyduğumuz [nasihatleri] mühim olan duymak değilmiş, hayatına uygulayabilmekmiş; uygulayamayınca olmuyor. Çocuk dersi dinliyor, dinliyor, dinliyor... İyi güzel; ama yazılı imtihan yaptığı zaman hiç cevap veremiyor. Dinledi ama girmemiş kafasına, onun gibi... Veyahut bir çırak ustanın yanında yetişiyor, yetişiyor, yetişiyor, marangoz [oluyor,] "Hadi bakalım, bu sandalyeyi, masayı da sen yap." diyorsun; keresteyi berbat ediyor, atıyor bir tarafa...
Neden?
Görmek başka, yapmak başka. Yapmayınca olmuyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.