Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
İzâ ente lem tesma' nidâallah. ''Sen Allah'ın çağrısını, nidâsını duymadığın zaman''
"Fe keyfe tücîbü de'yellah" Allah 'ın davetçisinin davetine nasıl icâbet edebilirsin.
“Ve menisteğnâ bişey'in dûnellâh” Allah'tan gayri bir şeyle tatmin olan kimse, elde ettiği bir şeyden hoşnut olan, memnun olan, gına duygusuna, doygunluk duygusuna eren, mutmain olan, razı olan, hoşnut olan, Allah'tan gayri bir şeyle mustağni duruma geliveren bir kimse, Cehile kadrallah. ''Allah'ın kadrini bilmiyor demektir.''
Demek ki o hususta cahil. Dilimizin döndüğü kadar bu derin sözleri -açıklamak zor tabii- açıklamaya çalışalım.
Allahu Teâlâ hazretlerinin ''gel, buyur'' diye nidâsını duymayan, ''gel'' denilen yere gidemez. Davetine icabet edemez. Burası anlaşılıyor da Allah'ın nidâsı ne? Ve müellif ''Allah'ın nidâsı'' sözünden neyi kastediyor? Mühim olan burası.
Allah'ın âşikâr nidâsı; mesela herkesin duyduğu ezandır. Allahu Teâlâ hazretleri ezanda müezzine nidâ ettiriyor, bağırttırıyor, müezzine yüksek sesle seslendiriyor ki:
Hayyâ ale's-salâh. ''Haydi kalkın, namaza gelin.''
Hayyâ ale'l-felâh. ''Haydi felaha, kurtuluşa gelin.'' diye bağırıyor.
Ezanı duyup da camiye gitmemek olur mu? Allah davet ediyor da, ''ben gelmem'' demek, tembellik etmek, gevşeklik etmek veya gitmemek olur mu? Ne kadar ayıp olur. Onun için Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki:
''Bir kavim, bir topluluk, bir zümre insan, bir mahalle halkı ki aralarında bir mescit var ama bu mescitte namaz kılmıyorlar. O mescit o diyarda, orada, o beldede gariptir, garibandır, zavallıdır, yerinden yurdundan ayrı kalmış bir garip yolcu gibidir. Allah o mescitte namaz kılmayan mahalle halkına kıyamet gününde rahmet nazarıyla bakmaz.''
Mescit olacak da mescit gariban kalacak, boynu bükük kalacak; etrafında müslümanlar olacak da orada namaz kılmayacaklar. Bu en âşikâr davet.
Daha büyük, daha umûmî davet, Resûlullah'ın daveti. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem tüm insanları kendi çağına ait ve kendi çağından sonra gelecek olan bütün insanları bu zamana kadar ve bizden sonra ileriye doğru var olacak olan insanların hepsini Allah'ın yoluna davetçidir. Hadîs-i şerîflerde böyle buyuruyor:
''Ben Allah'ın davetçisiyim. Sizleri Allah'ın yoluna çağırıyorum.''
Allah'ın davetçisine yani Resûlü'ne, elçisine, peygamberine, sevgilisine, habibine, davet ettiği halde gitmeyen, ''Gel benimle beraber, cennete gidelim, haydi!'' dediği halde katılmayan ne kadar gabî bir insandır, bu ne kadar zalimce bir bîgânelik, ne kadar ayıplanacak bir durum.
Allah bizi Resûlü'ne, Resûlü'nün davetini sezip, hissedip, anlayıp ona en güzel tarzda ittibâ edenlerden eylesin.
, eziliyoruz.
Resûlullah davetçidir, Allah'ın yoluna çağırıyor.
Vallâhu yed'û ilâ dâri's-selâmi ve yehdî men yeşâü ilâ sırâti'm-müstekîm. ''Allah dârüsselâm olan cennetine kullarını çağırıyor ve sırât-ı müstakîmden dilediğini hidayet edip sevk ediyor.''
Bu da Allah'ın doğrudan doğruya ve elçi göndermesi suretiyle davetidir.
Demek ki bir ezan bizim için bir davettir. Görünenden görünmeyene, müşahhasdan mücerrede, somuttan soyuta doğru düşünecek olursak bu âşikârdır. Ezandan çok önemli, tüylerin diken diken olması lazım gelen Kur'ân-ı Kerîm âyetleri var. Günde beş defa okunuyor diye, hayatımızda çok defa duyduk diye ezanın heyecanından mahrum yaşamayalım, insan her seferinde ezanın heyecanını kalbinde hissetmeli, ürpermeli, her seferinde tüyleri diken diken olmalı.
Lebbeyk, Allahümme lebbeyk. ''Yâ Rabbi, çağırdın, duydum, geliyorum.'' diyebilmeli.
Resûlullah, Allah'ın yoluna çağırmış, gideceğiz. Bu da âşikâr bir davet, topyekün bir davet, bütün insanlığı Cenâb-ı Hakk'ın yoluna davet.
Ayrıca Allah'ın kullarına, her şahsa ayrı özel davetleri vardır. İşaretler, emareler vardır, rüya-yı sâliha, salih rüyalar vardır, vâkıalar, yani uyuklarken, uyanıkken, uykuyla uyanıklık arasında duyduğu gördüğü şeyler vardır. Etrafındaki olayları müşahede edince, zihninde Allah tarafından husule getirilmiş çağrışımlar vardır. Evliyâullah çevrelerindeki olaylardan nasıl ibret alıyor, nasıl etkileniyor? Onu görelim.
Allah'ın nidâsı vardır. Belki bir radyo yayını gibi fezada yankılanıyor ama cihazları bozuk olanlar bu nidâyı duyamıyorlar, alamıyorlar. Şu anda da bir nidâsı var, duyan duyuyor, duymayan duyamıyor. Sağır gibi veya radyosu bozuk, düğmesi bozuk, dalgası bozuk, cihazı kusurlu veya ceryanı kesik. Allah'ın nidâsını duyamıyor. Allah'ın bu nidâsını duyamayan, Allah'ın davetçisine nasıl ''Geliyorum, tamam.'' diyebilir? Diyemez.
O zaman Hâris-i Muhâsibî ne demek istiyor?
Hâris-i Muhâsibî demek istiyor ki;
''Cihanın şu hay huyundan kendini biraz kenara çek, Allah'ın nidâsını duymana mâni olan mâsivânın tangırtısından, tungurtusundan, gürültü ve patırtısından biraz sıyrıl. Allah'ın bizzat özel nidâsını sen kendi içinde, şuurunda duy.'' demek istiyor.
''Allah'ın bir nidâsı var. O nidâyı sez, duy ve bunu yapmayacak olursan nasıl davete icabet edeceksin.'' diyor. Çok pratik, elle tutulur, alaşağı şekilde söylememiz gerekirse demek ki insanın dehrin hay huyundan kendisini sıyırıp Cenâb-ı Mevla'sıyla baş başa olacağı zamanları olmalı. Bu patırtının içinde bu hay huy ile Mevla'yı bulamazsın. Sakin bir kafayla, sakin bir zamanda, sakin bir yerde o nidâyı duymak için içine, kalbine, gönlüne yönel. Gönül âleminde Cenâb-ı Hakk'ın huzurunda el pençe divan dur, nidâyı sen de işit. Aksi takdirde davete icabet edemezsin, varılacak yere varamazsın, demek istiyor.
O bakımdan bu zamanın insanlarının en büyük kusuru nedir?
Bu zamanın insanlarının en büyük kusuru, Allah'ın nidâsını duyacak bir kulak kabartması yok, bir zamanı, bir tenha vakti yok, tenhalıktan ödü patlıyor, yalnızlıktan korkuyor, yalnızlıktan canı sıkılıyor. Allah'ın varlığını bilen insan yalnızlık çeker mi? Yalnızlıktan korkar mı? Ürperir mi? Kaçar mı? Kalabalığa çıkar mı? Allah'la ünsiyet eden, Allah'ı bırakıp da mâsivallaha gider mi? Gitmez! Normal olarak bu soruların hepsinin cevabı gitmez. Ama insanoğlunu öyle bir gaflet basmış ki inkarından, inançsızlığından, edepsizliğinden, haram yemesinden, haramın mayasına adamakıllı işlemesinden kendisini olaylardan sıyırıp yapamıyor. Onun için uzlet yani bir kenara çekilmek, halvet yani hiç kimsenin olmadığı boş bir yerde kalmak, büyük insanların, büyük grupların gıdasıdır. Bunlarla gıdalanıyor, bunlarla hayat buluyorlar. İnsan kendisi tenhalara çekilmeli, sakin yerde içindeki nidâyı duymaya çalışmalı. Allah'ın davetine icabet edebilmek için davetini duyabilecek bir dikkati, teyakkuzu takınmalı.
Bir insan Allah'tan gayri bir şeyle tatmin oluyorsa, oyalanabiliyorsa, eğlenebiliyorsa, öyle bir şeye razı olabiliyorsa demek ki Allah'ın kadrini kıymetini bilmiyor.
İnsanoğlunun, sizlerin, bizlerin ve başkalarının, çoğunun bugünkü durumu nedir?
Allah’tan gayrısıyla meşgul olmaktır.
ticaretle, keyifle, sayfiyeyle, ihtirasıyla, kavgasıyla meşgul olmaktır; insanların uğraşları, gayretleri, çabaları, çalışmaları hep dış dünyasıyla.
Yirmi dört saatin indeksini yapacak olursanız, yaptığı faaliyetleri şöyle alt alta koyacak olursanız, başkasını bırakın kendi kendinize bakın. Kendiniz her saat ne yaptığınızı, bir haftalık meşguliyetinizi kaydedin. Göreceksiniz ki Allah'tan gayri şeylerle yetiniyorsunuz. Bu Allah'ın kadrini bilmemektir. Allah'la beraber olmanın kadrini bilmemenin alâmetidir. Böyle insanlar Allah'ın kadrini bilemez. Allah'tan gayri bir şeyle yetinen, onunla oyalanan, asıl hedefe gitmeyen, Allah'ın kadrini hiç bilemeyecek demektir.
Peş peşe gelen bu iki sözü bu izahlarla birbirine bağlayacak olursak; Allah'ın her zaman, her yerde ve herkese yönelik bir gizli nidâsı vardır. ''Kulum bana gel.'' diyen bir nidâsı vardır. Sen bu nidâya kulak verecek dikkati takınmazsan, pür dikkat kesilmezsen bu daveti nasıl duyup da ona icabet edeceksin?
Bu durumda Allah'ın kadrini nasıl bileceksin? Bilemezsin, böyle olursa bilemezsin. Arayacaksın ki bulacaksın, bulacaksın ki tadacaksın. Tadacaksın ki zevkine varacaksın. O zaman bu mübarek zatların durumu hasıl olabilecek. Tabi hepimiz için çok büyük ikazdır. Masivaullahla meşguliyetleri tasfiye edin.
Bizzat Allah'la meşgul olmaya gayret edin, Allah'ın kitabını, dinini, rızasının yolunu öğrenin. Allah'ın sevdiği, razı olduğu işleri yapmaya yönelin. Allah'tan gayri şeylerle boş yere eğlenip oyalanmayın.
Kâle ve kâle'l-Hârisü: ez-Zâlimü nâdimün ve in medehahü'n-nâsü ve'l-mazlûmu sâlimun ve in zemmehü'n-nâsü. Ve'l-kâni'u ğaniyyün ve in câ'e ve'l-harîsu fakîrun ve in melek.
''Aynı zât Hâris b. Esed el-Muhâsibî buyurmuş ki:''
''Zalim insan, zulüm yapan insan'' mâdimün. ''Pişmandır.'' Peşimandır. Pişman olacaktır, yaptığına nadim olacaktır. Ve in medehahü'n-nâsü. ''İnsanlar onu methetseler bile.'' Ve'l-mazlûmu sâlimun. ''Mazlum kimse de selamette olacaktır, salim olacaktır, selamete çıkacaktır. ''İnsanlar onu kötülese bile''
O halde zalim olmamak, mazlum olmaya çalışmak lazım geliyor. Zalim, zulüm yapan kimse.
Zulüm sözü nedir?
Zulüm; hakka aykırı iş yapmaktır, hakkı yapmamaktır. Haksızlığı yapmaktır. Bu haksızlık başkasına karşı olursa insan o kimseye zulmetmiş olur. Hakkını çiğnemiş, malını almış, canını yakmış olur, zulmetmiş olur. Kendi kendisine karşı da olabilir. Günah işlerse insan o zaman da kendi kendisine zulmetmiş olabilir. İnsan başkasına karşı onların haklarını çiğnemek suretiyle olursa zulmetmiş olsun mutlaka pişman olacaktır. Dünyada da vicdan azabıyla pişman olur. Âhirette de cezayı, azabı gördüğü zaman muhakkak pişman olacak. Bu dünyada insanlar methetse bile, onu hayırlı, mübarek bir insan sansa bile ve yahut alkışlasa bile.
Başkasına zulmeden kimseyi başkalarının methetmesi pek olmaz. Belki bu mübarek zâtlar günah işlemek nefse zulmetmek olduğuna göre burada bunu kastetmiş de olabilirler. Sen günahlara dalarak, haramlara bulaşarak, kendi nefsine zulmederek yaşıyorsun; isterse insanlar seni methetsin. ''Ne kadar iyi insan'', '' Ne kadar sofi, derviş'', ''Ne kadar âbid, zâhid'', ''Ne kadar sağlam, iyi müslüman'' desin. Ama sen aslında öyle şeyler yapıyorsun ki bunlar zulüm oluyor kendi nefsine zulüm oluyor. O zaman sonunda pişman olacaksın. Demek ki herkes pişman olmayacak şekilde hareket etmeye çalışmalı.
Mazlum, zulme mâruz kalan kimse aslında zulme mâruz kalmışsa selamette değil gibi görünüyor ama aslında o salimdir.
Neden?
İnsanlar onu zemmetse de salimdir, selamete ermiştir, selamete çıkacaktır. Çünkü Allah mazlumun yanında yer alıyor. Mazlumun âhını zalimden çıkartıyor, hakkını alıyor. Mazlum zulme uğramasından dolayı sevap kazanıyor, derece, mertebe kazanıyor. O halde zalim olmamaya, zulüm yapmamaya, başkalarının haklarını çiğnememeye günahlara dalarak, günahlara bulaşarak kendi kendimize de zulmetmemeye dikkat etmemiz lazım. Tarifleri devam ediyor.
el-Kâniü ğaniyyün. ''Kanaatkar, gönlü tok olan insan zengindir.'' Ve in câ'a. ''Aç bile olsa.'' Ve'l-harîsu fakîrun. ''Hırs sahibi insan fakirdir, muhtaçtır.'' Ve in meleke. ''Malik dahi olsa'', malı mülkü bile olsa, elinde bir şeyler bile olsa harîs olduğu zaman muhtaç demektir. Kanaatkâr olan kimse de zengin demektir.
Bütün bunlar da Hâris-i Muhâsibî hazretlerinin tavsiyesi. Zalim olma çünkü zalim olan pişman olur. Kanaatkâr ol, harîs olma demiş oluyor. Konuyu söyleyiş tarzından bize o mâna, o nasihat çıkmış oluyor.
Kâle ve kâle'l-Hârisü. ''Aynı rivayet kanalıyla Hâris b. Esed el-Muhâsibî hazretleri gene buyurdu ki:''
Seveytü Abdallah b. Aliyyi Tûsî. Abdullah b. Ali et-Tûsî bu kitabı yazana şöyle rivayet etmiş. Semi'tü'l-Huldî. O el-Huldî isimli zâttan duymuş. Semi'tü Ebâ Osmân el-Beledî. Ebû Osman el-Beledî'den o işitmiş. O da Hâris b. Esed el-Muhâsibî'den işitmiş. İşte bu rivayet zinciri bizim dersimizin başından, 17. paragraftan itibaren duyduklarımız bu kanaldan geliyor.
Bu kitabın yazarı, her söylediği sözün kaynağını, kendisine kadar nereden geldiğini tespit titizliğini gösteren alimlerden. Tam hadis alimi gibi çalışıyor. Rivayeti nereden, kimden, ne zaman aldığını tespit ediyor. Bilimsel zihniyeti kavramış, hareketi öyle olan bir kimse. Biz bu terbiyeyi, tabii ki sizin de almanızı istiyoruz. Hepinizde bu terbiyenin olmasını istiyorum. Sözü kimden duyduk bilmeliyiz, aslını öğrenmeliyiz ve sağlam asıllı yerden söz alıp söylemeliyiz. Çürük söz söylememeliyiz, kaynağını göstermeliyiz, aramalıyız, kaynağının sıhhatli olması titizliğine sahip olmalıyız.
Men sahhaha bâtınehû bi'l-murâkabeti ve'l-ihlâsi zeyyenellâhu zâhirahû bi'l-mücâhedeti ve'ttibâ'i's-sünneh.
Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu sözünde diyor ki:
''Kim bâtınını, içini murakabe ve ihlâs ile sahih yaparsa, sahihleştirirse, sıhhatli yaparsa, sağlıklı hale getirirse'' Zeyyenellâhu zâhirahû... ''Allah onun zâhirini de mücahede ve sünette ittiba ile ziynetlendirir.''
Bu kelimeleri izah etmemiz lazım, bilmeyenler bunlardan bir şey anlayamazlar. Tercüme ediyoruz ama tercümede kullandığımız kelimeleri de anlayamayınca mâna kapalı kalmış olur.
İnsanın bir iç âlemi var. Hepimizin; sizin de var, bizim de var. Yani bilseniz de bilmeseniz de insanın bir dışı, bir içi var. Dışı hem görünümüdür hem de hareketleridir. Oturuyoruz, kalkıyoruz, kızıyoruz, bağırıyoruz, çağırıyoruz, koşuyoruz; bunlar zâhirde başkasına görünen taraflarımız. Bizi görüyor: ''Koşmakta, şimdi oturdu, şimdi konuşuyor, şimdi sustu, şimdi yattı.'' filan diye… ''Yüzü güzel, boyu uzun, saçları sarı, sakalı kıvırcık.'' filan gibi. İnsanın dışındaki manzarası, başkası tarafından gözle görülebilen dış görünümü ve dışa akseden hareketlerine zâhir denir.
Benim namaz kılmam, senin hacca gitmen; bu da zâhirî bir hareket. ''Uçağa bindi, dün falanca yere gönderdik. Umreye gittiler. 20 gün sonra gelecek.'' filan diyoruz. Bu da zâhir. Yüzü de zâhir. Namazın, orucun, haccın, zekâtın hepsinin bir zâhiri vardır. Bunu ilmihal kitapları anlatıyor. Abdestin, orucun, namazın zâhiri vardır; ''Şeklen şöyle olacak, şöyle duracaksın, elini şöyle bağlayacaksın, Allahu Ekber derken şuraya kadar kaldıracaksın.'' vesaire gibi, bunlar zâhir.
Zâhiri ve bâtını öğrendik.
Bilmediğimiz ne kaldı?
''Allah, bâtınını murakabe ve ihlâs ile sağlıklı ve sıhhatli yapmayı başaran insanın zâhirini de mücahede ve sünnete ittiba ile ziynetlendirir.'' diyor.
Demek ki o mübarek insanların nazarında dışın süslenmesi, zâhirin süsü, ziyneti neymiş?
İki şeymiş: Bir mücahede, iki sünnet-i seniyyeye ittiba. Burada bu cümle, gerçek sofilerin zihniyetini gösteriyor.
Zâhir süsü diye biz ne biliriz?
Elbisenin güzelliği, boy pos, kavuk, cübbe, sakal sürme vesaire, biz bunu biliriz.
Ebû Abdirrahman es-Sülemî'yi ya da Hâris b. Esed el-Muhâsibî'nin devrinin müslümanının zâhir deyince zâhirde gördüğü süsü neymiş?
Bir mücahede, iki sünnet-i seniyyeye ittiba. Demek ki bir insan sünnet-i seniyyeye uygun hareket ediyorsa onların nazarında en güzel, en süslü insan. Mücahedede ise en kıymetli insan. Dikkat ediyor musunuz ne kadar önemli bir nokta? Tasavvuf konusunda ileri geri söz söyleyenler var. Hatta haddi, hakkı, bilgisi, ilmi ve irfanı olmadığı halde tasavvuf hakkında yekün çizgisi çekip hüküm vermeye kalkışanlar var.
O devrin insanının, müslümanının nazarında süs neymiş? Sünnet-i seniyyeye ittiba ve mücahedeymiş.
Mücahede nedir?
Sünnet-i seniyyeye uymayı anladık. Sakallı sarıklı olacak, namazları camide kılacak, sünnet-i seniyyede belirtilen âdaba riayet edecek, hayatı sahabe hayatı gibi olacak. Her hareketi, her hali sahabe gibi olacak.
Mücahede nedir?
Düşmandan bahsedilmediği için buradaki mücahede çok net olarak insanın kendi nefsi ile mücahedesidir. Gidip düşmanla hudutlarda, savaş alanlarında çarpışmak değil; kişinin nefsiyle çarpışmasıdır.
Bu arzu edilen şey nasıl hasıl olacak, bunu nasıl sağlayacağız?
Hâris b. Esed el-Muhâsibî bu sözünde bize onun anahtarını veriyor.
''Ben kabul ettim, bu iki hedef Kur'ân-ı Kerîm'in iyi müslümana ‘şöyle ol' diye gösterdiği hedeftir, benim amacımdır. Peygamber Efendimiz'in sünnetine uyacağım ve nefsimle cihat eden bir kimse olacağım. Nefsimi kahreden, tezkiye eden bir insan olacağım. Tamam ama bunun yolu nedir?''
Bunun yolu tasavvuftur.
Men sahhaha batınehû bi'l murabake ve'l ihlâs
İhlas ile murakabe ile batınını sağlıklı sıhhatli yapan bir insanın Allah dışına mücahedeyi ve sünneti seniyyeye ittibayı nasip eder. O süslerle müzeyyen hale gelir. Adamın davranışları, ibadetleri sünnete uygun düşer. Ve nefsin esiri olmayan olgun bir insanın hali ve ahlakı durumuna gelir.
Anahtar neymiş?
Murakabe ve ihlâsmış.
İhlâsı bilirsiniz; amelin halis niyetle yapılması, kalbin niyetinin temiz pâk olması, içinin tertemiz olması, çok iyi duygulara sahip olması.
Murakabe nedir?
Murakabe; kısaca kontrol demek. Gözlemek, gözetlemek demek. İyi bir müslüman olmak için, içini müşahedeye ve gözleme alacak, kalbini tarassut altına alacak, koruyacak, kollayacak, gözleyecek, savunacak.
Neye karşı?
Hatarâta karşı, havâtıra karşı. Kalbine gelen eğri büğrü fikirlere, yalan yanlış düşüncelere, vesveselere, aklına gelen abuk sabuk hatıralara, tehlikeli tehlikeli bir takım düşüncelere vesairelere karşı uyanık olacak ve onları gönlüne yanaştırmayacak, dikkat edecek. Kalbinde kötü duygu, kötü fikir olmayacak, kötü, eğri büğrü hatıralar aklına gelmeyecek.
Ve in tübdü mâ fî enfüsiküm ev tuhfûhu yuhâsibküm bihillah. ''Nefislerinizdeki şeyleri gizleseniz de âşikâre eyleseniz de'' saklasanız da saklamasanız da, gösterseniz de göstermeseniz de Allah sizi onunla hesaba çekecek.''
İçinizden geçenlerden dolayı hesaba çekileceksiniz. Bu âyet-i kerîme indiği zaman sahabe-i kirâm mahvoldular, ağlaştılar, fevkalade üzüldüler. ''Eyvah, içimizden geçenden dolayı da muahaze edileceksek yandık!'' diye çok perişan oldular. O hususta hafifletici âyet-i kerîmeler indiği de rivayet ediliyor ama o rivayetleri de makbul, kabul ediyoruz. Fakat insanın içindeki duyguları da murakabe, kontrol etmesi, kötü duygulara gönlünde yer vermemeye dikkat etmesi, geleni de savuşturup sürüp çıkarması lazım. İşte buna murakabe diyoruz.
Tasavvufta çok önemli bir nokta. Ve bizim kardeşlerimiz bunu yapmıyorlar. Yıllar yılı 40 yıl, 50 yıl, 60 yıl derviş olarak yaşamış, derviş olarak hayata gözlerini yummuş insanlar bu işlerini yapmıyorlar; yapılmıyor, yapmıyorsunuz, yapmıyorlar. Yani konuşuyorsun; arkadaşlarına karşı niyetlerine, davranışlarına, kalbindeki fırtınalara bakıyorsun, berbat. Bunları temizlemesi lazım.
İnsan şâirâne sözlerle işin hakikatini ne derecede anlar, bilmiyorum ama;
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Padişah konmaz saraya, hâne ma'mûr olmadan.
Bu şahane bir sözdür. Sür çıkar ağyârı dilden. Dil, gönül demek. Gönlünden Allah'tan gayrı olan şeyleri defet, sür çıkar, önüne kat sürüp çıkar.
İnsan sürüyü sürüp ekin tarlasına sokar mı? Sürüp çıkardığı gibi, Sür çıkar ağyârı dilden; ''Gönlünden ağyârı, yabancıları temizle, çıkart, defet, kalmasın.'' diyor.
Eski insanlar, bu devrin insanları Hâris b. Esed el-Muhâsibî gibi büyük zâtlar, büyük evliyâullah, tasavvufu bilenler, büyük öğreticiler ve büyük öğrenciler. O zaman talebeler de büyük, öğreticiler de büyük. Onlar gözlerini kapatırlar, iç âlemlerine teveccüh ederler ve iç âlemlerine yalan yanlış vesveselerin, fikirlerin, hatıraların, düşüncelerin, hayallerin gelmesine bile müsaade etmezlerdi. Onlarla mücadele ederlerdi. Bu murakabe haline özen gösterirlerdi, dikkat ederlerdi. Siz de dikkat edeceksiniz ki dışınızda o istenilen alâmetler belirsin. Sünnet-i seniyyeye uymak, nefisle mücadelede başarı kazanıp en büyük mücahit sıfatına ermek mümkün olsun.
Gönlünü kontrol edeceksin, silahı eline alıp gönlünde nöbet tutacaksın, gönlüne yabancıyı sokmayacaksın. Gönül kaleni muhafaza edeceksin. İçine düşman girmesin, o şehre düşman saldırmasın, surları yıkıp içeri girmesin diye gönül kaleni muhafaza edersen ve halis niyetli, ihlâs sahibi olursan o zaman sünnet-i seniyyeye ittiba ile dışın ziynetlenir. Tam bir sahabe müslümanlığı gibi bir müslümanlığa sahip olursun ve tam bir mücahit olursun. Hiç nefsinin oyununa gelmeyen, esir olmayan, kale gibi sağlam bir insan olabilirsin. O halde bu kadar izahtan sonra sözü bir daha okuyalım.
''Kim bâtınını murakabe ve ihlâs ile sağlıklı sıhhatli yapmaya muvaffak olursa Allah da onun zâhirini o zaman mücahede ve sünnete ittiba ile ziynetlendirir.''
O zaman dış hareketleri de güzel olur. İçi güzel olunca dışı da güzel olur. Kısaca şöyle söyleyelim. Bir testinin içine neyi koyarsan gözeneklerinden dışarıya o sızar. Sirke koyarsan sirke sızar, su koyarsan su, gaz koyarsan gaz sızar.
Eskiden her kap topraktan yapıldığı için ''her kap'' demişler.
Küllü inain yetereşşehu bi-mâ fîhi. ''Her kap içinde ne varsa dışına onu sızdırır.''
''Dış tarafından o ıslaklığı belli olur.'' demişler. ''İçini düzelt ki dışın güzel olsun.'' demiş oluyor kısaca Hâris-i Muhâsibî bu sözüyle.
İçini nasıl güzelleştireceksin?
İhlâsa çok dikkat edeceksin, yaptığın her şeyi Allah rızası olsun diye yapmaya gayret edeceksin. Bir de elinde silah, kalbine düşman gelmesin diye pür dikkat bekleyeceksin, murakıb olacaksın, murakabe edeceksin. Kalbini kontrolsüz bırakmayacaksın. Bu iki şey oldu mu o zaman dışında sünnet-i seniyyeye uygunlukta muvaffak olursun. Sözlerin, hareketlerin, işlerin güzel olur, nefsini yenebilen bir insan olursun demiş oluyor. Sözlerin mânası bu kadar kısa, bu kadar derin, Allahu a'lem.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.