Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ve bihî kâle Şakîkun.
"Yine aynı rivayet yoluyla Şakîk şöyle buyurdu:"
ez-Zâhidü ellezî yukîmu zühdehû bi-fi'lihî ve'l-mütezehhidü ellezî yukîmu zühdehû bi-lisânihî.
Zahid, bu kelimeyi de çocuklarımıza isim olarak veriyoruz. Hocamız'ın ismi de Zahid olduğundan birçok çocuğa da Mehmed Zahid adını verdik.
Zahid ne demek?
"Aldırmayan, önem vermeyen, gönlünden değer vermeyen" demek. Zahid; dünyaya metelik vermeyen, dünyanın nimetlerine, süslerine aldırmayan, âhireti tercih eden insan.
"İşte bu kadar dünyalık var, bu kadar zevk var, bu kadar keyif var; gel alsana."
"Senin olsun ya, benim nazarında kıymeti yok!" diyebilen insan.
Zahid demek, "bir şeyi sevmeyen, ona aldırmayan, ona itibar etmeyen, ona değer vermeyen, ona sırtını dönen, 'İstemem, senin olsun!' diyebilen insan" demek.
Bir zahid var… Yani müslümanın zahid olması lazım, âhireti sevmesi var, dünyayı itmesi lazım, "İstemem dünyayı!" demesi lazım, dünyayı sevmemesi lazım.
Peygamber Efendimiz de öyleydi. Cebrail aleyhisselam bir keresinde geldi:
"Allahu Teâlâ hazretleri beni sana gönderdi. Sana selam söylüyor. Yâ Resûlallah, buyurdu ki; istersen şu şehrin etrafındaki şu dağları senin için Allah altın yapacak."
"İstemem." dedi Peygamber Efendimiz.
"İstemem. Bir gün bulayım, elime bir şeyler geçsin, yiyeyim; iki gün bulmayayım, sabredeyim. Yiyince şükredeyim, bulamayınca sabredeyim."
Peygamber Efendimiz mütevâzı yaşamayı tercih etti. Tabiî, mütevâzı yaşamayı tercih etti.
Bir Süleyman aleyhisselam gibi hükümdar, izzetli, itibarlı, saraylı… Hani Belkıs Sabâ'dan gelmiş de Süleyman'ın tahtına, saltanatına hayran kalmış… Böyle bir hükümdar peygamber olmakla bir kul peygamber olmak… Allah'ın kulu, Abdullah; Peygamber Efendimiz'in en çok sevdiği vasfı. "Hükümdar peygamber mi, bir kul peygamber olmayı mı istersin?" diye kendisinden ikisinden birisini tercih etmesi istendi. Peygamber Efendimiz kul Peygamber olmayı tercih etti. Saltanatsız, sade, mütevâzı, gösterişsiz, fukarâyla düşüp kalkan, onlara yardım eden, onların arasına sokulan, halkın içinden, halkı seven, halk için yüreği çarpan, herkesin iyiliğine yardımına koşan bir insan olmayı tercih etti. Öyle yukarılarda aristokrat, sosyetik, saraylı, izzetli, itibarlı, muhafızlı, devletli, şevketli olmayı istemedi Peygamber Efendimiz. Bu bir gerçek.
İşte bunu istememek, dünyayı istememek; buna zühd deniliyor, dünyayı istemeyene de zahid deniliyor.
Diyor ki Şakîk-i Belhî Efendimiz hazretleri;
ez-Zâhidü. "Hakiki zahid." Ellezî yukîmû zühdehû bi-fi'lihî. "Zahidliğini fiiliyâtına istinat ettiren kimsedir."
Yani fiiline baktığın zaman onun zahid olduğunu gördüğün kimsedir. Fiiliyâtı, tatbikâtı zahidâne olan kimsedir. Evi mütevâzı, kıyafeti mütevâzı, boynu bükük, hâli tavrı öyle, fukarâ ile beraber düşüyor kalkıyor; budur.
Ve'l-mütezehhidü. Bu da bir başka tabir. Mütezehhid, "zahidlik taslayan" demek. Kendisi zahid değil aslında ama işte zahidlik taslıyor. Bazı insanlar öyledir; alimlik taslar, zahidlik taslar, şeyhlik taslar, kerâmet göstericilik taslar, kerâmetfüruşluk yapar vesaire… Bir şeyi yapmaya heveslenmek. Fuzulî ne diyor şiirinde, çok hoşuma gidiyor, o beyti de her zaman söylerim:
Pehlevanlar bâd pâlar seyridende her yana
Tıfl hem cevlan eder emmâ ağaçtan âtı var
O devrin ifadesiyle böyle söylüyor. Fuzulî'nin ifadesi böyle… Pehlivanlar; kahraman, asker, güçlü kuvvetli insanlar… Bâd pâlar; ayakları rüzgar gibi atlar… Yani pehlivan gibi süvariler ayakları rüzgar gibi olan atlara binmişler. Pehlevanlar bâd pâlar seyridende her yana; oraya seyirtiyor, bu tarafa seyirtiyor, er meydanında… Bakıyorsun dıgıdık dıgıdık birisi gidiyor, gözünle takip edemiyorsun. Ötekisi arkasından dıgıdık dıgıdık gidiyor. Hani savaş oyunları vesaire… İşte adamlar hünerli. Atın altına geçiyor mesela, arkasından onu mızrakla kovalıyor. Cirit oyununda atsa mızrağa değdirse kazanacak, ötekisi mağlup olacak. Son sürat giderken atın altına geçiyor, karnına saklanıyor, üst tarafına çıkıyor, üzerine atılan mızrağı havada yakalıyor, o kazanıyor. Yakalayabildi mi, atan değil o kazanıyor. Darbeyi yedi mi o mağlup oluyor. Nedir bunlar?
Savaşta her türlü tehlikeye karşı ata binmeyi, silah kullanmayı ve korunmayı tâlim bu. Bu tâlimi Peygamber Efendimiz tavsiye etmiş, müslümanın bunları öğrenmesi lazım diye. Eskiler bunları çok güzel öğrenmişler.
Pehlevanlar bâd pâlar seyridende her yana… Her tarafa böyle koşuşunca… Etrafta seyirciler var; ihtiyarlar var, çoluk çocuk var. Çocuk da; Tıfl hem cevlan eder ammâ ağaçtan âtı var. Tıfıl da, o da cevlan eder. "Deh arslanım, hadi arslanım!" Dıgıdık dıgıdık… Ama nesi var; ağaçtan ata binmiş, o da eline bir çomak almış, "deh!" diyor, "hadi!" diyor.
Neden?
Bir heves. Ötekiler hakikisi, bu sahtesi.
Bir zahid var, hakiki, Allah'ın sevdiği, dünyaya kıymet vermeyen, işi hazmetmiş, fiiliyâtı öyle olan insan; bir de mütezehhid var, çomağa binmiş, taklitçisi, yani hakikisi değil. Bir şeyh var, kerâmet sahibi, makam sahibi, ilim irfan sahibi; bir de müteşeyyıh var, şeyhlik taslıyor vs. vs…
Misal olarak söyleyelim. Her devirde oluyor. İnsan korkuyor da, Allah saklasın. Hocamız'ın sağlığında bizim oralara gelir gidermiş bir ara… Yalnız bizim oradaki bazı kimseler onun kötü hâlini görmüş, duymuş. Yanına yanaşmış; -biraz da pehlivan bir kimse- "Bir daha seni burada görmeyeyim, bacaklarını kırarım!" demiş. "Bir daha buralara gelme!" demiş. Böyle bir adam, müteşeyyıh olmuş, yani şeyhlik taslamış. Şeyh değil, ilmi irfânı, makamı, sahih bir eli yok; ama şeyhlik taslamış. Bir kolunda bir kadın bir kolunda bir kadın gezerken görmüşler. Fesübhanallah! Olacak şey değil! Sonu ne olmuş?
Sonunu anlatıyorlar: Bir şehirde -hangi şehir olduğunu söylemiyorum- grand tuvalet giyinmiş, boynuna kravatı takmış, başına fötrü takmış… Bu ne kıyafet ya?! Batı kıyafeti, niye buna heves ediyorsun? Ondan sonra çıkmış sandalyenin üzerine, boynuna ipi geçirmiş, sandalyeye bir tekme, kendisini asmış, intihar etmiş. Şu hâle bak!
Allah korusun. Allah hiçbir kimseyi yanıltmasın, şaşırtmasın, yoldan çıkartmasın, sevmediği duruma düşürtmesin.
Çünkü sonunda ceza nasıl büyük geliyor; kendisini öldüren, intihar edenin akıbeti cehemmem.
Dünyada intiharın en az olduğu ülke Türkiye imiş.
Neden?
Müslüman ülke de ondan. İntihar edince cehenneme gideceğini bildiğinden millet intihar etmekten korkuyor. Ama Avrupa'da, lüks ülkelerde, modern ülkelerde, zengin ülkelerde intihar çokmuş. İsveç'te çokmuş mesela. Sosyal garantisi var adamın, çalışmasa bile maaşı çalışıyor, tedavi bedava, yoksulluk diye bir şey bahis konusu değil. Ama dayanamıyor, intihar ediyor, kendisini öldürüyor.
Geçenlerde Amerika'da bir bâtıl tarikat çıkmış, adam etrafına müritlerini, -"mürit" demek de doğru değil- taraftarlarını, kandırdığı insanları toplamış. "Tarikat" demek de doğru değil. Sapık bir din çıkartmış. Etrafına onları toplamış, hepsi bir ormana gitmişler, hepsi orada topluca intihar etmişler. Yüzlercesi; başlarındaki koca şeytan reisleri ve hepsi birden intihar etmişler mesela… Sapık sapık şeyler…
Bir zahid var, bir mütezehhid var. Hakiki zahid nedir?
Zahidliğini fiiliyâtına istinat ettiren, yani tatbikatı fiilen fiiliyatı zahidâne olandır. Hakiki zahid budur. Hareketine bakarsın, yaşayışına hâline bakarsın; o.
İkincisi; ve'l-mütezehhid. "Zahid olmayıp da zahidlik taslayan, gösteriş yapan, halkın nazarında zahidler makbul diye…" O da zahidlik taslayan. O nedir?
Ellezî yukîmu zühdehû bi-lisânihî. "O da zahidliğini diline dayamıştır."
Ötekisi fiiliyâtına, tatbikatına dayamıştır; bu da laf ebeliğine, gevezeliğine, dil kalabalığına dayamıştır. Yani ne demek?
"Dilinde var, fiiliyâtında yok." demek.
Kitaplardan okuyor millet, bir şeyler öğreniyor, -edebiyat- söylüyor; atıyor tutuyor, esiyor, tavırlar, edalar… Geçen gün birisini daha söylediler, Allah saklasın, insan üzülüyor. Sonunda Allah cezasını veriyor tabii, cezası oluyor.
Hocamız cennet-mekân derdi ki;
"Bu gibi insanlar âhiret yolunun haramîleridir. Ve dünya yolunun yolcularının haramîlerinden bunlar daha fenadır."
Çünkü dünya yolunun yolcusunun haramîsi bir geçitte yola bir kütük koyar, iki tarafından tutar, silahları çeker; "Davranmayın!" der, kervanı durdurur. Yol kesici haramî soyar, parasını alır. Cascavlak bırakır kervanı, gider. Çok inat edenleri de öldürür. İnsan ya malından olur ya da canından olur. Ama böyle birisi zulmen gelip de insanın malını, canını alsa şehit sayılıyor. Bir insan malını korumak uğrunda, canını korumak uğrunda mütecâvizle mücadele ederken ölürse şehit sayılıyor. Hadîs-i şerîf var. O demek ki şehit sayılıyorsa âhireti kurtuluyor. Ama âhiret yolunun haramîsi insanın nesini alıyor?
İtikadını alıyor. İmanını alıyor. Yolunu sapıttırıyor. Cehenneme düşürüyor. Çok daha fena! Çok daha büyük kötülük yapıyor! Âhiret yolunun haramîsi yolunu kestiği insana dünya haramîsinden çok daha büyük kötülük yapıyor. Allah saklasın…
Onbirinci paragraf bu:
"Hakiki zahid zühdünü fiiliyâtına istinat ettirendir. Sahte zahid, mütezehhid de zühdünü palavrasına, diline istinat ettirendir. Laf var, fiiliyâtı yok."
Yalnız Peygamber Efendimiz zühdle ilgili bir hadîs-i şerîfini burada da konunun boyutları tamam olsun diye söylememiz lazım. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
"Zühd, zahitlik, dünyaya metelik vermemek Allah'ın helal kıldığını haramlaştırmak değildir."
Dikkat edin, Allah'ın helal kıldığı şeyleri kendi kendine zorla haram yapmak, kendi kendine haram etmek değildir zühd. Allah neyi helal kılmış; yemeyi helal kılmış. Yemeği varsa yesin. Kıyafeti varsa giysin. Kıyafeti varken giymiyor, yamalı giyiyor. Yemeği varken yemiyor, aç duruyor. Ne lüzum var, Allah vermiş.
"Allah'ın verdiği, normal gördüğü, helal gördüğü şeyi kendi kendine zoraki haram kılmak değildir. Allah'ın vaadine elindeki kadar itimat etmektir." diyor.
Allah "Ben sana rızkını vereceğim ey kulum." diye vaat etmiş Kur'ân-ı Kerîm'de, "Allah bana rızkımı verir." diye Allah'a tevekkül edip sağlam duruyor. Öyle bir telaşa düşmüyor ve "Dünya malı devşireceğim, biriktireceğim." havasında olmuyor. Yani "Kanaat önemli, Allah'a bağlılığı önemli ve tevekkülündeki sağlamlık önemli." demiş oluyor.
Bu neyi açıklar?
Sahabe-i kirâmdan öyle kimseler vardı ki zengin idiler. Mesela Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz Kureyş'in zenginlerindendi, şu kadar bin altını vardı. Hepsini Allah yoluna verebiliyor. Osman-ı Zinnûreyn… Yapabilir mi insan; 100 develik malı getirebilecek kadar sermayesi olan bir kimseydi. Demek çok daha fazla parası var ki 100 develik mal Medine'ye geldiği zaman malları tasadduk ediyor, develeri kestiriyor, etlerini de dağıtıyor. 100 deve, kolay mı? Bir deve bir kamyon demek o zaman, kamyon olmasa bile kamyonet demek. O kadar kıymetli… Öyle zenginler vardı.
Onun için demişler ki;
"Zühd dünya sevgisinin insanın kalbine girmemesidir. Kalbinde dünya arzusunun, şevkinin olmamasıdır."
Asıl zühd odur. Yoksa Allah bir insana dünyalık verebilir. O gönlüne onu yerleştirip gönlünün tahtına dünya sevgini malını koyup da onunla oyalanıyorsa dünya ehlidir. Ona metelik vermiyor da zamanı geldiği zaman Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz gibi tamamını verebiliyorsa…
"Ey Ebû Bekr, her şeyi vermişsin, ne bıraktın çoluk çocuğuna?"
"Allah'ı ve Resûlullah'ı bıraktım." diyor.
Öyle vermiş ki hasır örtünmüş! Üstündeki kıyafeti de vermiş, "Bu benim üstümde kalsın." dememiş. Peştamal yerine hasıra bürünmüş.
"Hiçbir şey bırakmamışsın kendine, çoluk çocuğuna ne bıraktın?"
"Allah'ı ve Resûlullah'ı bıraktım." diyor.
Gönlünde hiç yok.
Evliyâullahtan birisinden birisi gelmiş, demiş ki;
"Al sana 4 bin altın, vereyim."
Demiş ki;
"Senin böyle çok altının olmasını ister misin?"
"İsterim. Param olsa iyi olur." demiş.
"İyi o zaman, o para sende kalsın, ben hiç istemiyorum. Demek ki sen istediğine göre sen daha muhtaçsın, ben hiç arzu duymuyorum, demek ki benim paraya ihtiyacım yok. Sende kalsın." demiş.
Metelik vermiyorlar. Para gelmiş; "Koy şuraya, yastığın altına koyuver." Başka fakir geldiği zaman "Al." diyor, gidiyor. Öyle yaşamışlar.
Bilmiyorum, biraz perdeyi aralayıp onların hâlini anlatabiliyor muyuz?
Ve bi-isnâdihî kâle Şakîkun. "Yine aynı rivayet-isnat zinciriyle Şakîk-i Belhî hazretleri dedi ki;"
Men lem ya'rifi'llâhe bi'l-kudreti fe-innehû lâ ya'rifuhû. Kîle: Ve keyfe ya'rifuhû bi'l-kudreti? Fe-kâle: Ya'rifu enna'llâhe kâdirun izâ kâne meahû şey'un en ye'huzehû minhu ve yu'tiyehû ğayrehû ve izâ lem yekün meahû şey'un en yu'tiyehû.
Bu sözler şu mânaya geliyor. Önce tercümesini yapalım, sonra açıklayalım.
Men lem ya'rifi'llâhe bi'l-kudreti fe-innehû lâ ya'rifuhû. "Allah'ın kudret sahibi olduğunu bilmeyen Allah'ı bilmiyor demektir."
Tabii biz hep biliriz, "Allah kudret sahibidir." deriz. Herkes der, onlar da diyorlardır muhakkak ki…
"Allah'ın kudret sahibi olduğunu, kâdir olduğunu bilmeyen Allah'ı bilmiyor demektir." diyor.
O zaman sormak zorunda kalıyorlar, diyorlar ki;
Ve keyfe ya'rifuhû bi'l-kudreti? "Allah'ın kudret sahibi olduğunu bilmesi ne demektir?"
Açıklıyor:
Ya'rifu enna'llâhe kâdirun izâ kâne meahû şey'un en ye'huzehû minhu ve yu'tiyehû ğayrehû. "Şunu bilecek ki; yanında kendisinin bir şeyi varken Allah onu ondan alıp başkasına vermeye kâdirdir. Yanında bir şey yokken de Allah ona olmayan şeyi temin etmeye kâdirdir."
Bu kudret... Adam zengin, malına güveniyor, her şeyim var sanıyor. O zaman Allah'ın kâdirliğini tam anlayamadı. Çünkü Allah bu malı kendisinden alıp onu cascavlak fakir bırakmaya kâdirdir. Malına güvendiği zaman bunu bilemiyor. Elinde var olan şeyi Allah'ın alıp da başkasına vermeye kâdir olduğunu bilen, yanında bir şeyi olmadığı zaman da dilerse Allah'ın esbâbını halk eyleyip onu vereceğini bilen Allah'ın kudretini biliyor demektir. Ötekisi Allah'ı tam bilmiyor demektir.
Tabii bu söz esas itibariyle nereye çıkıyor?
Allah'a tevekküle gidiyor. Hani "Bu Şakîk-i Belhî tevekkül konusunu çok işlemiş bir mutasavvıf." diyor. Bak böyle [söylüyor.] Yani elinde mal var, güvenmeyecek; elinde mal yok, korkmayacak. İşte Allah'ı bilen asıl bu. Allah'ın kâdir olduğunu bilmeyen Allah'ı bilmiyor sayılır.
Allah'ın kâdir olduğunu bilmek nasıldır?
Allah'ın senin yanında bir şey varken onu çekip almaya, başkasına vermeye kâdir olduğunu bilmek ve olmadığı zaman da sana onu bir yerden temin ederek verebilmeye kâdir olduğunu bilmek O'nun kâdir olduğunu, kâdirliğini tam bilmek demektir. Bu da Allah'ı tam bilmek demektir. Yani bu inançta ise tam âriftir, bu inançta değilse ârifliğe ulaşamamış demektir.
Onüçüncü [paragraf:]
Ve bihî kâle Şakîkun. "Şakîk-i Belhî hazretleri yine buyurdu ki;"
Men erâde en ya'rife ma'rifetehû billâhi fe'l-yenzur ilâ mâ veadehu'llâhu ve veadehu'n-nâsu bi-eyyihimâ kalbuhû evsaku.
"İnsan kendisinin Allah'ı ne kadar bildiğini ölçmek istiyorsa, bilmek istiyorsa, 'Benim mârifetim, mârifetullah seviyem, Allah'ı bilme tanıma seviyem ne derecedir?' diye bunu bilmek istiyorsa…"
Fe'l-yenzur ilâ mâ veadehu'llâhu ve veadehu'n-nâsu bi-eyyihimâ kalbuhû evsaku. "Allah'ın vaadine mi güveniyor, kulların kendisine vaadine mi güveniyor? Kalbi hangisine daha sağlam bağlı? Allah'ı bildiği buradan anlaşılır."
Eğer Allah'ın vaadine kalbi daha bağlıysa Allah'ı biliyor. Kulların verdiğine güveniyorsa Allah'ı bilmiyor demek.
Bunu neden söylüyor?
Biraz kapalı bir söz. Her sözü kapalı da oturup bir ders anlatmak lazım ki ancak o zaman anlaşılabilir. Müslüman var, okumuş müslüman var, alim müslüman var; alimlerin üstünde ilmi hazmettikten sonra ârif olmuş müslümanlar var. İlkokul, ortaokul, lise, üniversite, bu işin profesörlüğü, artık birinci sınıf dünyaca tanınmış mütehassısı… Bunlar mütehassıs insanlar, konuştukları o perdeden. İlkokulda çocuk "1 1 daha 2 eder. 1 elma 2 elma daha 3 elma eder." bunu biliyor. Üniversitede, yüksekteki insanlar, adamlar ayın yörüngesini, denklemleri, açıları, tanjantları, kosinüsleri, vesaireleri, neleri neleri biliyorlar... Bunlar öyle.
"Allah'ın vaat ettiği", "kulun vaat ettiği" ne demek?
Allah diyor ki;
Ve fi's-semâi rızkukum ve mâ tûadûn.
Mâ urîdu minhüm min rızkin ve mâ urîdu en yut'imûn. İnna'llâhe hüve'r-rezzâku zü'l-kuvveti'l-metîn.
Ve izâ raev ticareten ev lehveni'nfaddû ileyhâ ve terekekû kâimâ kul mâ inda'llâhi hayrun mine'l-lehvi ve mine't-ticareti.
Bu gibi âyetler gösteriyor ki: Allah kullarına vaat etmiş; "Ben size rızkımı vereceğim. Rızkı ben size göndereceğim." diye vaat etmiş. "Allah Rezzak'tır." diye bildirmiş. Allah'ın vaadi bu.
"Verecek ama, Rezzak ama; ne mâlum verecek mi vermeyecek mi?" diye tereddüt ediyorsa Allah'ı bilmiyor. İşte Allah böyle vaat etmiş; "Ben Rezzâkım, sana rızkını veririm." diye vaat etmiş Kur'ân-ı Kerîm'de. Kul da diyor ki;
"Şu kadar şey yaparsan ben de sana şu kadar maaş vereceğim. Gel bana çalış, benim dediğimi yap, sana şunu vereceğim, bunu vereceğim..."
Meşru veya gayrimeşru bir iş…
Kulun vaat ettiğine mi kalbin, gönlün bağlı, yani kula mı kul oluyorsun; yoksa Allah'ın vaat ettiğine mi daha bağlısın? Allah'ın vaadine inanıp tevekkül mü ediyorsun?
Eğer Allah'ın vaadine bağlı, "Allah Rezzak'tır, bana rızkı verecek." diye Allah'a güveniyorsan işte mârifetullah sahibisin, Allah'ı biliyorsun. Kula bağlıysan, bu vaade güvenemiyor da kula kul olmuşsan o zaman Allah'ı bilmiyorsun demektir.
İşte zaten bütün patırtı buradan çıkıyor. Dünya üzerindeki zulümler neden oluşuyor?
Bir zalim oluyor, etrafındaki avanesi, dalkavuğu, yardımcısı oluyor. Mafya çeteleri, koca [çeteler] zulmü böyle götürüyorlar. Yani zulüm teşkilatlı oluyor.
Ama Allah'a güvense millet; "Ya bana Allah rızkımı verir, haramdan istemem." dese, "Kula kul olmam!" dese o zaman hiçbir zalim şımarmayacak, gelişemeyecek, büyüyemeyecek, hiçbir böyle kötü insan destek bulamayacak. Hep Allah'ın vaadine güvenmemekten, kula kul olmaktan, kuldan beklemekten oluyor. Bütün eğilmeler, dalkavukluklar, tabasbuslar ondan oluyor. Hani şairin birisi karşısındaki hükümdara ne demiş:
"Ben seni bu hâlinle hiç metheder miydim? Sana methiye yazar mıydım? Yazmazdım. Sana kasideler yazıp da senin neyini methedeyim? Yazmazdım ama ne yapayım ki viran olası hanede evlâd ü iyâl var. Evde çoluk çocuk var."
"Sana palavra bir şeyler yazacağım, sen de bana bir kese para vereceksin. İşte çoluk çocuk evde geçinecek. Ben seni methetmezdim ama ne yapayım, evde çoluk çocuk var." diyor.
İşte bundan oluyor her şey. Dünyanın bozulması bu gibi şeyden oluyor. Yoksa Allah ehli insanlar olsa, Allah'a güvenmiş, kimsenin parasına puluna tenezzül etmiyor, kula kul olmuyor, dobra dobra konuşuyor ve sağlam basıyor, alnı yukarıda; işte o zaman her şey düzelecek.
Bir insan kendisinin Allah'ı ne kadar bildiğini, mârifetullah seviyesinin ne kadar olduğunu anlamak istiyorsa, baksın kalbi Allah'ın vaat ettiğine mi daha çok bağlı, kulların vaat ettiğine mi daha çok bağlı? Allah'a mı kul oluyor, tevekkül ediyor; yoksa kula mı kul oluyor, hizmet ediyor?
Hep menfaat grupları ve büyük organizasyonlar. İşte bunlar hep haramdan korkmayan, Allah'ın vaadine güvenmeyen, kula kul olma zihniyete sahip insanların teşkil ettiği [gruplar…]
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.