Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ebu Yezide'l Bistami.
Minhüm Ebû Yezîde "Ebû Yezîd onlardan biridir, onlardandır."
Şu kitapta ismi yâd edilecek olan mübarek şeyhlerden, mürşitlerden, evliyâullahtan birisi de Ebû Yezîd'dir. Ebû Arapça'da babası demek. Yezîd de fazl-u kemâli ziyade olan, arttıkça artan demek. Fiil vezninde olduğu için gayr-i munsarif bir kelimedir; Zâde, yezîdü, ziyâdeten fiiline benzediğinden, fiil sîgası olduğundan Türkçe'de de fiil sîgasından isimler oluyor. Mesela çocuk doğuyor; adını Yaşar koyuyoruz. Yaşar bir fiil sîgası. "Yaşarım, yaşarsın, yaşar. Yaşarız, yaşarsınız, yaşarlar." İşte Araplar fiil sîgasını böyle isim olarak koyarlarsa o zaman gayr-i munsarif olur. Sonu cer ve tenvin kabul etmez. Onun için Ebû Yezîde diyoruz, Yezîdin diyemiyoruz. Adı Zeyd olsaydı o zaman "Ebû Zeydin" diyebilirdik. Ama bu gayr-i munsarif olduğu için memnû mine's-sarf olduğundan Ebû Yezîde diyoruz. El Bistâmî de nisbesidir. Ona bağlanırken Ebû Yezîde'l-Bistâmî deniliyor. Ya duracağız Ebû Yezîd el-Bistâmî diyeceğiz veya bağladığımız zaman Ebû Yezîde'l- Bistâmi diye bağlayacağız. Bistam, başlıkta geçiyor.
Aşağıda Bi'l-kesri sümme's-sükûn demiş. Be harfi esreli, sin harfi cezimli demek. Bistam diye okunacak. Bazısı Bestam okuyor.
Beldetün kebîratün bi-Kûmis "Büyük bir şehirdir." Alâ câdeti't-tarîki ile Nîsâbûr "Kûmis denilen yerde, büyük kervan yolu üzerinde büyük bir şehirdir." Ba'de Damgan bi-merhaleteyn "Damgan şehrinden iki menzil daha ötesidir."
Eskiler mesafeleri menzille sayarlardı. Bir kervan bütün gün gidip bir yerde konaklıyor, ertesi gün gidip bir daha konaklıyor. Her konakladığı yere bir menzil diyorlar. Bir günlük mesafe. Umumiyetle 30 küsur kilometredir. Bir menzil 35-36 km. bir mesafedir. Buna fersah da derler. Farsça ferseng de derler. Demek ki; "Damgan şehrinden iki menzil ötede; iki kez konaklayarak gidilen yer." demek. Bir insan kervana katıldı mı, iki gece yatacak, ondan sonra gidecek demek. Ama mesafe de nihayet buradan Körfez kasabası kadar; yani İzmit bile değil. Ancak o kadar yürüyebiliyorlar. Hatta bir günde o kadar yürüyemiyorlar da o kadar mesafeyi ancak iki günde alıyorlar.
Fütühat maa'r-Reyyi ve Kûmis. "Rey ve Kumis şehriyle beraber müslümanlar tarafından aynı zamanda fethedilmiş."
Rey neresiydi?
Bugünkü Tahran'a yakın bir mıntıka; Tahran'ın kenarı, mahallesi gibi diyebiliriz.
Rey şehrinin nisbesi nasıl gelir, nasıl Reyli, Rey şehrinden diyeceğiz?
Hiç aklınıza gelmeyecek şekilde; Râzî geliyor. Fahreddîn, Rey şehrindendi, Fahreddîn er-Râzî diyoruz. Bu Râzî "Ben senden hoşnut ve razıyım." mânasına olan o râzı kelimesi değil. Bu Râzî Rey şehirli demek. Keskin ze ile Fahreddîn-i Râzî. Bazıları bunu bilmez; bir de bilgiçlik taslar. Fahreddin-i Râdî der; dad harfi çıkarmaya kalkar, halbuki dad 'la ilgisi yok.
Demek ki Araplar, müslüman ecdâdımız, müslüman nesiller, Peygamber Efendimiz'den sonra bu Horasan'ı fethederken, Rey şehrini Tahran'ın olduğu yeri, Kumis'i ve Bestâm'ı aşağı yukarı aynı zamanlarda fethetmişler.
Alâ yedi naîmi'bni mukrîn. Tabii hareke yok çeşitli şekillerde okunabilir: Naîm okunabilir, nuaym okunabilir, mukrîn, mukarrîn diye okunabilir. İsimlerin nasıl okunduğunu tahmin etmek kolay kolay da mümkün değildir. En iyisi eski veya yeni iyi bir Arap ansiklopedisine bakmaktır. Orada güzelce harekelerlerle. Okunuşu karşına senin tahmin etmediğin bir şekilde gelebilir hiç belli olmaz. Bakmak lazım!
Fî-ahdi Ömere'bni'l-Hattâb "Hz.Ömer b. Hattâb zamanında fethedilmiş."
Ebû Bekir es-Sıddîk Efendimiz iki sene halife olarak kaldı, vefat eyledi. Arkasından Hz.Ömer halife oldu. Buralar onun zamanında fetholunmuş. Çünkü o zamanın mübarekleri, başlıca vazifeleri İslâm'a hizmettir diye düşünüyorlardı. Bizim gibi miskin, durgun, gevşek, rahata dalmış, dünya zevkini almış, kolunu kıpırdatmayan insanlar değillerdi.
Senete tis'i aşrete ev semâniye aşrete. "Buralar hicretin 18. veya 19. senesinde fethedilmiş."
Nerede Medine-i Münevvere, nerede Nîşâbur, nerede Bistam, nerede bu Damgan veyahut Tahran?
Muazzam bir süratle fethetmişler.
Tabii bu fetihte mücahitlerin iman kuvveti var; bir.
İki; mücahitlerin temsil ettiği fikir hak fikir olduğundan karşı tarafın hakkı kabul etmede gösterdiği kolaylık var. İkisi de rol oynuyor. Düşünüyorum da biz de bugün çok sağlam, çok halis muhlis müslümanlar olsak, Amerika'ya, Avrupa'ya gidip pek çok kimseyi müslüman edebiliriz. Mümkün.
Güzel bir hikâye anlattılar ama gerçek bir hikâye. Hem de bizim Ömer Ziyâeddin Hocamız hazretlerinin oğlu... Prof. Dr. Yusuf Ziya Binatlı.
Yusuf Ziya Binatlı, bizim tekkenin silsilesinden Ömer Ziyâeddin Efendi hazretlerinin mahdumu, kendisi de hâfız, profesör, hukukçu, işletmeci mâşaallah.
Diyarbakır'da savcıyken, Albay veya binbaşı rütbesinde; tamamen Allah'ı, Peygamber'i, Kur'an'ı, dini, imanı reddeden, kabul etmeyen "şâribü'l-leyli ve'n-nehâr" birisi varmış. Bu da mü'min bir kimse olarak onun doğru yola gelmesi için gayret edermiş, çalışırmış. Hiçbir şey kabul etmiyor. Müslüman falan değil islamdan cıkmış. Kendisi savcı, ötekisi de herhalde bir askerlik şubesinde Jandarma komutanı veyahut oradaki birlikte komutan. Onun doğru yola gelmesini istermiş; zaman zaman yalvarırmış; ötekisi kaçarmış, yan çizermiş, alay edermiş.
Bir gün demiş ki;
"Ne olur cumaya gel! Bak Allah'ın farzı, Allah'ın emri." O da demiş ki:
"Gelirim ama sen de bana bir şişe viski ısmarlarsan."
Yusuf Ziya Bey savcı. Camiye gelsin diye;
"Tamam, viskiyi alacağım." demiş. O da;
"Tamam, geliyorum." demiş.
Müftüye gitmiş, demiş ki:
"Aman camiye mühim bir şahsı getireceğim, bu cuma ezanı çok tatlı okuyan bir müezzin bul. Camide çok güzel vaaz veren bir vaiz bulundur; çok güzel hutbe okusun. İmam şöyle olsun, vaiz, hatip böyle olsun." Çok tembihlemiş. Müftü de anlayış göstermiş:
"Tamam savcı bey; meraklanma!" demiş.
Hakikaten çok güzel ezanlar okunmuş, vaazlar verilmiş, hutbe okunmuş ve namazı kılmışlar, çıkmışlar. Tıs yok. Biraz yürümüşler, hiç konuşma yok. Biraz daha yürümüşler bir şey yok. Yusuf Ziya Bey ses çıkarmıyormuş. Ötekisi bakalım neler duydu, neler hissetti, ne diyecek? Böyle 3-4 dakika yan yana hiç ses çıkarmadan yürümüşler. Belli bir noktaya gelince demiş ki:
"Hani sen bana viski alacaktın ya, hadi bakalım al!"
Tabii başından aşağıya kaynar sular dökülmüş gibi olmuş, çok üzülmüş. "Ben buna bu kadar hutbe, vaaz dinlettirdim, cuma namazı kıldırdım yine huylu huyundan vazgeçmedi." diye düşünmüş ama söz verdim diye almış.
Almış ama bu durum şehirde duyulmuş. Diyarbakır Müftüsü bastonuyla gelmiş, demiş ki:
"Sen nasıl olur da böyle bir şâribü'l-leyli ve'n-nehar, Allah'ı Peygamber'i inkâr eden bir herif-i nâ-şerîfe viski alırsın? Ne biçim müslümansın sen, utanmıyor musun? Bir de şeyh çocuğu olacaksın!" diyerek onunla üç ay konuşmamış. Çok üzülmüş. Tabii insan bir taraftan işin olmadığına, adamın ıslah olmadığına üzülür; bir taraftan da söz verdim diye ona viski ısmarladı, ona da üzülür.
Birbilerinden ayrılmışlar, aradan yıllar geçmiş. Bir gün İstanbul'da Beyazıt Camii'nin önünde karşılaşmışlar.
"Oo! Savcı bey nasılsın?"
"Oo! Albayım nasılsın, iyi misin?" merhabalaşmışlar.
"Ben seni çok merak ediyorum, özledim. Şu bizim aşağıda bir kıraathânemiz, kahvehânemiz var. Orada oturur, sohbet ederiz gel gidelim."
"Tamam sen önden git ben geliyorum."
"Yok, ben seni yıllar yılı bulamadım, şimdi buldum, bir daha elden kaçırmam, beraber gidelim."
"Yok, benim bir işim var. Sen git ondan sonra ben gelirim." Demiş.
"Bırakmam, nerde işin varsa beraber gidelim ama senden ayrılmayayım, öbür tarafa da beraber gideriz."
"Yok, sen git."
"Nedir işin, nereye gideceksin?"
Albay söylemek istemiyor. Nihayet çok tazyik karşısında ağzından baklayı çıkarmış.
"Ezan okundu ya namazı kılıp da öyle geleyim dedim." demiş. Mahcubiyetinden ona namaz kıldığını belli etmeden kendisi gizli kılıp gitmek istiyor. Allah neden sonra kalbine bir yumuşaklık veriyor,
Allah'ın lütfu çok.Yere küçücük bir tohum, şu kadarcık bir şey atıyorsun; kocaman bir bitki oluyor, bazen ağaç oluyor.
Düşünün, incirin çekirdeği ne kadardır?
Toplu iğne başı gibidir. Bundan koca incir ağacı oluyor. Allah'ın lütfu o kadar çok ki bir tohuma neler veriyor... Onun için müslümanın İslâm'ı yaymak için bu çalışmayı yapması lazım. Bu tohumları, bu irşat ve nasihat tohumlarını, bu tebliğ ve bu îlâ-yı kelimetullâh çalışmalarını yılmadan, ümitsizliğe düşmeden yapmak lazım. Çünkü tilkinin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânıdır. Münkirler bile sonunda işin mahiyetini anlayıp imana geliyorlar; gelirler. Tabii nasibi yoksa, Allah nasip etmiyorsa mahrum ölebilir; gelebilir de çalışmak lazım. Onun için bakın onsekizinci yüzyılda, o imkânsızlıklar içinde o muazzam mesafeler nasıl kat edilmiş, nasıl alınmış? Şuraya bir harita açsak da Medine-i Münevvere, Suudi Arabistan neresi, bu bahis konusu Bestam şehri nerede, Nişâbur nerede, şöyle bir göstersek de mesafenin büyüklüğünü bir anlasanız. Bunların çalışmaları, bu isimler, bu tarihler, bu konuşmalar bize birer ibret olsun. Allah bize dinini yayma konusunda şevk ve gayret versin. Biz de böyle güzel çalışmalar yapalım.
Minhüm Ebû Yezîde Tayfuru'bnu Îse'bni Serûşan. "İşte bu evliyâullahtan, salihlerden sûfî taifesinden birisi de Ebû Yezîd Tayfuru'bnu Îsa İbni Serûşan'dır."
Nisbesi Bistâmî, Bistam'lı demek. Künyesi Ebû Yezîd, Yezîd'in babası demek. Belki o isimde oğlu olduğundan veyahut da fazl u kemâli ziyâde olduğundan Ebû Yezîd denmiş de olabilir. İsmi Tayfur, babasının ismi İsa. Tayfur b. İsa b. Serûşan; dedesinin ismi de Serûşân. Farsça'da Ebû kelimelerinin e'leri düşer. Hani bizde "Beşiktaş" diyecek yerde "Beştaş'a gittim." diyoruz ya; Beşiktaş, Beştaş gibi oluyor. Yani biraz düşüyor. Ahmet diyecek yerde Âmet diyoruz, "h" harfi düşüyor. Onun gibi Ebû'nun e'si düşer. Bû Yezîd veya Bâyezîd kalır. Beyazıt Camii diyoruz ya... O da Ebâ Yezîd'dir. Ebû Yezîd, Ebâ Yezîd, Ebî Yezîd cümledeki yerine göre hepsi olabilir. Bu, i'rabtaki şekline göre değişebilir.
Bayezid ne demekmiş?
Beyazıt Camii var, Sultan Bayezid var, Ebû Yezîd demek. İsim aynı, fakat "e"si düşmüş. Bu da hatırınızda kalsın. Kendisinin adı Tayfur, babasının adı İsa, dedesinin adı Serûşan.
Ve kâne ceddühû Serûşân hâzâ Mecûsîyyen fe-esleme. "İşte bu dedesi Serûşân, mecûsî idi, müslüman oldu."
Dedeleri Mecûsî idi. Mecûsî ne demek?
İranlılar'ın bir dini var. Bu dinde Yezdan ve Ehrimen adında iki, dualist yani ikili... İyilik tanrısı, kötülük tanrısı; nur tanrısı, ateş tanrısı; aydınlık tanrısı, karanlık tanrısı gibi –hâşâ, sümme hâşâ- bir inanç var. Onun için onlar güneşe, ateşe saygı gösteriyorlar; tapıyorlar. Yani ateşe tapıcılar. Dikkat ederseniz İran, İran olmuş da hâlâ bayraklarından güneş gitmemişti. Şah zamanındaki bayraklarında bir aslan; elinde bir kılıç, bir güneş resmi vardı. Güneş güya nur tanrısını temsil ediyordu. Hâşâ, sümme hâşâ! İşte bu inançta olan; ateşe, güneşe tapan o kavme mecûs deniliyor. Oradan bir kişi olunca mecûsî deniliyor.
Fe-esleme "İslâm'a girdi, müslüman oldu." Ve hüm selâsetü ıhve. "Bunlar üç kardeşti." Âdemü ve Tayfûru ve Aliyyün. "Adem, Tayfur ve Ali."
Üç kardeşin ismi böyleydi.
Ve küllühüm kânû zühhâden. "Bunların hepsi zahidler idi."
Zühhâd ne demek?
Zâhid kelimesinin çoğulu zühhâd geliyor. Kâfir kelimesinin çoğulu küffâr geliyor. Sâkin kelimesinin çoğulu sükkân geliyor. Dükkân gelmiyor; dükkân çoğul değil; benziyor. Kâtib, küttâb geliyor. Arapça'da ism-i fâilin cem-'i mükesserlerinden birisi de böyle fuaal vezninde gelir.
Zahid, zühd sahibi demek. Zühd; bir şeye karşı ilgi duymayan, önem vermeyen demek. Zâhidler; dünyaya aldırmıyorlardı, önem vermiyorlardı. Paraya pula, mevkiye makama kulak asmıyorlardı, rağbet etmiyorlardı. Onun için zahid, dünyaya meyletmeyen, içinde dünya sevgisi olmayan kimse mânasına geliyor. Evliyâullahın hepsinde mevcut olan bir sıfat.
Dünya ne?
Ed-dünyâ dâru men lâ dâre lehû. "Dünya evsizlerin evi, yurtsuzların yurdu." Ve mâlu men lâ mâle lehû. "Malsızların malı."
Kıymeti yok.
Ed-dünyâ sicnü'l-mü'mini ve cennetü'l-kâfir. "Dünya mü'minin zindanıdır, kâfirin cennetidir."
Mü'min dünyadan kurtulduğu zaman zindandan çıkmış gibi öbür âleme bayram ederek gidecek. Kâfirin de cennetidir. Gördüğü göreceği; nimet lütuf, işte burada yaşadığı kadar. Âhirete gitti mi felakete uğrayacak. Cehenneme atılacak, cayır cayır ebedî yanacak. Dünyanın bir kıymeti yok. Onun için dünyaya hiç metelik vermemişler. Sonra hadîs-i şerîfler var;
"Kim dünyaya değil de âhirete rağbet ederse Allah onun gönlüne zenginlik verir. İki yakasını bir araya getirir. Dünyalıktan da nasibi neyse onun arkasından o kaçsa bile yine gelir."
Çünkü nasibi. Yazılmış olan kısmeti kaçmaz; nasıl olsa gelir. Havadan gelir, ağzına, kesesine, cebine girer; yine gelir. Nasibi olmayan da olmaz tabii. Onun için Allah, âhirete rağbeti olan kimsenin iki yakasını bir araya getirir; işlerini kolaylaştırır, güzelleştirir ve gönlüne zenginlik verir. Hiç korkusu olmaz. Cömertlik yapar, verir. Sonra dünyalık da yine peşinden gelir.
Gayesi, hedefi dünyalık olan insana gelince; Allah fakirliği onun gözü önüne mücessem bir halde getirir. Fakirlikten ödü patlar. "Sadaka verirsem, zekat verirsem fakir olacağım. Çalmazsam, çırpmazsam, rüşvet almazsam aç kalacağım." gibi devamlı fakirlik korkusu, onu devamlı günaha iter.
Ve ferreka'l-lâhü aleyhi emrehû. "Allah onun işlerini darmadağın dağıtır."
Bir türlü iki yakası bir araya gelmez. Ömür boyu telaş, koşturma; bir türlü derleyip toparlayamaz.
Ve lem ye'tihî mine'd-dünyâ illâ mâ kütibe lehû. "Bu kadar gayretine rağmen de dünyalıktan eline ne geçer? Fazla bir şey geçmez, kısmetinde kaderinde ne varsa o geçer." Zaten o kadar geçecek.
Onun için hakîki mü'minler dünyaya rağbet etmemiş; Peygamber Efendimiz de öyle... Elinde para bulundurmamış, yarına bir şey biriktirmemiş. Rahata iltifat etmemiş.
Ebû Yezîd ve kardeşleri hepsi de zahid imiş; dünyaya meyletmeyen, ibadet ehli, âhirete rağbetli kimselermiş.
Zühhâden,ubbâden.
Ubbâd ne demek?
Ayn ile o da âbid demek. Demek ki mübarekler gece gündüz çok ibadet ediyorlardı. Gece namazı, teheccüd namazı, tesbihler, Kur'ân-ı Kerîm kıraatleri, ibadetler, taatler...
Ebû Yezîd, 30 küsur kez hacca gitmiş. Haccı yaya olarak yapmış. Kolay değil! Tabii dile kolay; o rakamlar öyle kolay kolay bitmez, dolmaz.
Erbâbu ahvâlin. "Hâl sahipleriydiler."
Mânevî halleri, dereceleri vardı. Hâlleri evliyâ hâliydi. Evliyâ hâllerine sahip kimselerdi.
Ve hüve min ehli Bistam. "İşte bu tercümesi anlatılmakta olan Ebû Yezîd, Bistam ahalisindendi."
Başlıkta Bistâmî dediği o. Neşreden köşeli parantez içine koymuş. Demek ki istifade ettiği nüshada başlık yok. Sekiz numaralı tercüme, hayat hikâyesi, Ebû Yezîd el-Bistâmî. Köşeli parantez olunca; "Metinde yok, ama burada olması lazım." diye neşreden koymuş demektir.
"Bu evliyâullahtan, sûfiyye taifesinden birisi de Ebû Yezîd'tir. Tayfur b. İsa b. Serûşân. Dedesi Serûşân mecûsî idi; müslüman olmuştu. Bu Tayfur'un, Ebû Yezîd'in iki kardeşi vardı: Adem ve Ali diye. Üç kardeşin hepsi zahid idiler, âbid idiler, hal sahibiydiler. Hepsinin mânevî halleri, makamları, mertebeleri vardı. Bistam ahalisinden idi. Bistamlı"
Ahmed Yesevî olmaz, Ahmed-i Yesevî olacak. Bayezîd-i Bistâmî; Farsça kaideye göre böyle olacak.
Niye biz Farsça kaideyi bu isimle kullanalım?
Türkçe söyleyeceksen o zaman Bistamlı Ebû Yezîd demen lazım. Yesili Ahmed demen lazım. Madem Yesevî, Bistâmî diyorsun, madem sıfatı isimden sonra kullanıyorsun o zaman mecburen Bayezîd-i Bistâmî, Ahmed-i Yesevî gibi kullanacaksın, Celaleddîn-i Rûmî, Cüneyd-i Bağdadî diyeceksin. O "i" Farsça kaideye göre cümlenin düşük olmaması için şart.
Mâte senete ihdâ ve sittîne ve mieteyn. "261 Senesinde öldü."
Senete ihdâ bir, ve sittîn altmış, ve mieteyn iki yüz. Araplar'ın rakamları nasıl söylediğini öğrenmiş oluyoruz. Biz yukarıdan başlıyoruz, aşağı doğru gidiyoruz. Yüzler hanesinden başlayıp "iki yüz altmış bir" diyoruz. Onlar bir, altmış, iki yüz diye söylüyor. "Bir, altmış, iki yüz senesinde öldü; 261'de öldü." demek oluyor.
Semi‘tü Abdallâhi'bne Aliyyin yekûlü semi‘tü Tayfûre'bne Îsâ sağîra yekûlü semi‘tü Ümeyyeni'l Bistâmiyye yekûlü semi‘tü Ebî yekûlü mâte Ebû Yezîde senete ihdâ ve sittîne ve mieteyn.
Semi‘tü. "İşittim."
Kim işitmiş?
Şu kitabı yazan Ebû Abdirrahman es-Sülemî, Nişâburlu. Büyük alim. Arap asıllı. Hayatını anlatmıştık. Diyor ki;
"Ben işittim."
Niye böyle söylüyor?
Bu mübarekler bu bilgileri bizim gibi böyle kitaplardan hazır bulup da lup diye yutmadılar. Bunları topladılar. Malzemeyi araştırdılar, incelediler. Damla damla biriktirdiler; bu kitaplar öyle oldu. Biz şimdi çok rahatız. Onlar belki şu bir haberi toplamak için bir seyahat yapmıştır, bir yerden bir yere gitmiştir; ne kadar para, ne kadar zaman harcamıştır. Biz lup diye okuyoruz, hop diye yutuyoruz, kulağımızdan da fırt diye kaçıp gidiyor; ondan sonra da unutuyoruz. Onlar çilesini çektiği için haberi de unutmuyorlar.
Semi‘tü. "İşittim ki."
Ciddi insanlar! Biz bir laf söyleyeceğimiz zaman diyoruz ki;
"Vallahi birisinden işittim ama şu muydu, bu muydu? O sene miydi, şu sene miydi? Şu muydu, bu muydu, o muydu?"
Bizim ilmimiz her şeyde tereddüt. Onlar; "Ben falancadan işittim, şu şöyledir." diyerek delilli konuşuyor. Ciddiyet budur. Bunların bu ilim zihniyeti ve ciddiyeti olmasaydı İslâmî ilimler böyle gelişemezdi. Müslüman hadisçilerin, tarihçilerin, alimlerin, müfessirlerin ciddiyeti, dünyanın başka hiçbir yerinde yok.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.