Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semîtü Mansure'bni Abdullahi yekûlü semîtü Ebâ İmran Musa'bne Îsâ el meğrûf bi Umeyy yekûlü semîtü ebî yekûlü ezzene Ebû Yezîde merraten sümme erâde en yukîme fe nezara fi's-saffı ferâa racülen aleyhi eserü sefer. Fe tekaddeme ileyhi kellemehû bi şey fe kâle racülü küntü fi's-seferi felem ecidi'l mâ' feteyemmemtü ve nesîtü ve dehaltü meşide fe kalelî Ebu Yezîde lâ yecüzüt- teyemmümü fî hazar ve zekertü zâlike ve haractü.
Bu hadiseyi müellif Mansûre'bni Abdillâh'tan; "Abdullah oğlu Mansur'dan" duymuş. O da künyesi Ebû İmrân olan Ümey lakaplı -amcacık demek- Musa b. İsa'dan; o da babasından duymuş ki babası şöyle nakletmiş:" Ezzene Ebû Yezîd merraten. "Bâyezîd-i Bistâmî bir gün, bir kere ezan okudu." Sümme erâde en yukîme. "Sonra da kâmet getirmek istedi."
Ezanı okudu artık farza duracaklar; kamet getirmek istedi.
Fe-nazara fi's-saffi. "Döndü, safa baktı."
Arkasında saf bağlayan cemaat durumunda olan insanlara şöyle bir baktı.
Fe-raâ racülen aleyhi eserü seferin. "Baktı ki orada seyahatten gelmiş, yabancı bir insan duruyor." Fe-tekaddeme ileyhi. "Onun yanına vardı." Fe-kellemehû bi-şey'in. "Ona bir şey söyledi." Fe-kâmet racülün. "Bunun üzerine adam kalktı." Ve harece mine'l-mescid. "Mescitten çıktı gitti." Fe-seelehû ba'dü men hazara. "Orada olup da durumu görenlerden birisi ‘Bâyezîd-i Bistamî sana ne söyledi ki kalktın mescitten çıktın?' diye sordu." Fe-kâle'r-racülü. "Bu adam dedi ki" Küntü fi's-seferi. "Yolcuydum, seyahatteydim, yoldan geliyordum." Fe-lem ecidi'l-mâ'e. "Çeşme yoktu, kuyu yoktu, su bulamamıştım." Fe-teyemmemtü. "Teyemmüm abdesti almıştım." Ve nesiytü. "Şehre gelince teyemmümle abdest aldığımı unuttum, mescide girdim. Beyazıd o zaman ona dönmüş demiş ki " La yecûzü't-teyemmümü fi'l-hazari. "İnsan bir seyahat bitip de beldesine, şehrine geldi mi teyemmüm caiz olmaz." Fe-zekertü zâlike. "Ben de böylece yolda teyemmümle abdest aldığımı bu hatırlatma üzerine anladım da…" Ve haractü. "Onun için abdest almak üzere mescitten çıktım."
Bâyezîd-i Bistâmî keramet gösteriyor.
Hani Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz halifeyken birisi yanına gelmiş de, Hz. Osman bin Affan ona;
"Ben senin gözünde zina emareleri, izleri görüyorum" demiş. Adam afallamış demiş ki:
"Yoksa Peygamberlik bitmedi mi? Peygamber Efendimiz âhirete göçtü. Ebû Bekir halife oldu, Ömer halife oldu, sen halife oldun. Yoksa Peygamberlik devam mı ediyor, vahiy mi geliyor? Nereden bildin? Benim gözümde zina izlerini nasıl gördün?"
Meğer yolda gelirken açık bir kapıdan içeriye bakmış. Tabii bakmaması gerekiyor; kapıdan, pencereden içeriye bakılmaz. Kapıdan, pencereden içeriye bakan izinsiz oraya girmiş gibidir bakmayacak.
Nazar ber kadem. "Pabucunun ucuna bakacak."
Ayağına bakacak. Etrafına baktı mı gözü takılır. O etrafa bakmış ve içeriyi görmüş. Kapıdan bakmakla kapıdan içeri girmek aynı şekilde yasaktır. İkisi de doğru değildir. Açık diye başkasının kapısından içeri giremezsin. Kapısından, camından bakamazsın.
"Ne yapayım, açmasaydı!"
O açmış bir kabahat işlemiş, sen de bakmışsın bir kabahat işlemişsin. İkisi de kabahat ikiniz de yapmayacaktınız. O kapısını kapatacaktı, camına, penceresine perde yapacaktı; sen de bakmayacaktın. Herhangi bir şekilde açılmışsa da ötekisi bakmayacak. Birisi uyumuş, görünmemesi gereken yerleri açılmış.
Ne yapacak insan?
Örtecek, çünkü o farkında değil.
Bir cünüb hâli, abdestsizlik hâli olsa da hadi desek ki "Bu adamın yüzünde abdest nuru yok, Bâyezîd-i Bistâmî oradan anladı." Hayır! Adamın abdesti var; yolcuyken teyemmüm abdesti almış. Mâlum İslâm kolaylık dinidir zorluk dini değildir. Dinimizde insan ibadet yaparken su ile abdest alacak. Elini, yüzünü, ayaklarını belli usul ile abdest alarak yıkayacak; namaza öyle gelecek. Abdestin farzları var. Abdestin kendisi farz, abdestsiz namaz olmaz.
Su bulunmazsa müslüman ne yapacak?
O zaman toprak veya toprak cinsinden bir şeyle teyemmüm abdesti alacak. Su olmadığı halde adetâ sembolik bir abdest alacak. Toprağa elini vuracak, yüzünü sıvazlayacak. Toprağa elini bir daha vuracak, ellerini sıvazlayacak; abdestli olacak. Su yok, kuyu yok, çeşme yok; su bulma imkânı yok. Böyle yapınca yine abdestli olur. Buna teyemmüm abdesti derler. Kur'ân-ı Kerîm'de geçer:
Fe-teyemmemû saîden tayyiben ve'msehû bi-vücûhiküm ve eydîküm diye bir abdest alma şekli olarak âyet-i kerîmede sarahaten bildirilmiş.
Adamcağız yolda su bulamadığı için ne yapsın?
Hicaz'ın yollarında çeşme, su imkânı buralardaki gibi olmadığından susuz. Toprakla teyemmüm abdesti almış, sonra teyemmüm abdesti aldığını unutmuş. Halbuki suyu bulunca teyemmüm biter. Suyu gördüğü zaman normal olarak abdest alması lazım. Unutmuş, mescide girmiş. Üzerinde teyemmüm abdesti var; unutmak da mazeret. İnsan unutarak yese, içse orucu bozulmuyor; unuttuğu için mazeret oluyor. Ama o mübareğin -Bâyezîd-i Bistâmî'nin- gözü nasıl bir göz, gönlü nasıl bir gönül, hâli nasıl bir halse o şahsın abdestsiz olduğunu; teyemmümlü olduğunu biliyor.
Abdestsiz olduğunu bilir de neden abdestsiz olduğunu bilmez.
Ama teyemmümle abdestli olduğunu da biliyor. Kulağına eğilip diyor ki:
"Şehre geldin artık, şehirde teyemmüm abdesti caiz değildir."
Onun üzerine adam çıkıyor, dışarıda abdest alıp geliyor öyle namaz kılıyor.
Hani gayrimüslimin birisi tebdîl-i kıyafet eylemiş, Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerinin yanına mescide gelmiş; demiş ki:
"Yâ Şeyh! Bir hadîs-i şerîf var, Resûlullah; ‘Mü'minin ferasetinden korkun!' diyor."
İttekû firâsete'l mü'mini fe-innehû yenzuru bi-nûri'l-lâh. "Mü'minin ferasetinden kork çünkü o baktığı zaman Allah'ın nuruyla bakar."
Görülmeyecek, bilinmeyecek şeyleri görür, anlar. Tabii bu, kerameti gösteren bir hadîs-i şerîftir. Gelmiş, bunu sormuş. Kendisi gayrimüslim, belli olmayacak bir şekilde tebdîl-i kıyâfet eylemiş. Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine bu hadîs-i şerîfi sormuş. O da ona diyor ki:
"Haydi bakalım, şimdi kelime-i şehadet getir, müslüman ol! Müslüman olmanın zamanı geldi."
Bunu rivayet eden alimler; "Burada iki keramet gösterdi." diyorlar. Adamın müslüman değil gayrimüslim olduğunu bildi, bu bir. İkincisi; "Haydi bakalım müslüman ol! Çünkü müslüman olmanın zamanı geldi." dedi. Artık kâfirliğinin müddetinin bittiğini ve müslümanlığının zamanının geldiğini de bildi. Tabii adam bu kerameti görünce kelime-i şehâdet getiriyor, müslüman oluyor.
Demek ki Allahu Teâlâ hazretleri kullarına böyle meziyetler, böyle imkânlar, böyle görüşler, sezişler veriyor. İşte buna keramet derler. Keramet kelime olarak "Allah'ın ikramı" mânasına geliyor. Tabii hadîs-i şerîflerde vardır:
"Bir kul farzları yaptı mı Allah onu sever. Nafile ibadetleri yapa yapa da Allah'a yakınlaşması devam eder. Nihayet Allah'ın sevdiği bir kul olur. Allah'ın sevdiği kul olunca Allah onun gören gözü, işiten kulağı, söyleyen dili, tutan eli, yürüyen ayağı olur."
Allah ile görür, Allah ile işitir, Allah ile tutar, Allah ile yürür. Yani olağanüstü görüş kâbiliyeti, olağanüstü duyuş kâbiliyeti, olağanüstü söyleme meziyeti ikram eder.
En büyük pehlivan, geldi herkesi devirdi devirdi, Peygamber Efendimiz dedi ki: "Gel bakalım, bir de benimle güreş!" Peygamber Efendimiz küt onu devirdi.
Neden?
Öyle aşırı yapılı bir kimse değil ama Peygamber!
Peygamber Efendimiz'e vahiy geldi mi deve çökerdi. Peygamber Efendimiz'in dizi birisine değse o şahsın dizi parçalanacak gibi olurdu. Olağanüstü birtakım şeyler oluyor. İşte bunlar haktır ve gerçektir.
"Keramâtü'l-evliyâi hakkun."
Kur'ân-ı Kerîm'de vardır, hadîs-i şerîfte vardır, menâkıbnâmelerde, evliyâullahın hayatında vardır. Burada da râvî Bâyezîd-i Bistâmî hazretlerinin kerametini söylemiş oldu. Adama gitmiş; "Sen teyemmümlüsün, teyemmüm abdestinin hükmü olmaz. Git şimdi dışarıda abdest al öyle gel!" demiş.
Kâle ve kâle Ebû Yezîd, amiltü fi'l-mücâhideti selâsîne seneten fe-mâ vecedtü şey'en eşedde aleyye mine'l-‘ilmi ve mütâbeatihî velev le'htilafu'l-ulemâi le-bakîtü va'htilafu'l ‘ulemâi rahmetün illâ fî tecrîdi'd-tevhîdi.
Amiltü fi'l-mücâhideti selâsîne seneten. "Müellife kadar aynı rivayetle geldiğine göre, Bâyezîd-i Bistâmî buyurmuş ki: Mücâhede konusunda, sahasında, mücâhede işinde 30 sene çalıştım."
Mücâhede ne demek?
Cehd etmek, cihat eylemek demek.
Ama kimle?
Nefsiyle, Allah yolunda fedakârlık yaparak, arzularıyla, heva-i nefsiyle mücâhede etmek. Düşmanla savaşmak var; kılıcı alıyorsun, çarpışıyorsun. Bu düşmanla kıtâl veya muharebe... Düşmanların en büyüğü, insanın içindeki kendi nefsidir, nefsinin arzularıdır; onunla da mücâhede etmesi lazım. "Yat!" diyor, "Hayır! Yatma, kalk!" diyeceksin. "Ye, oruç tutma!" diyor, "Hayır! Tutmam lazım." diyeceksin, tutacaksın. "Zikri boş ver, sonra yaparsın." diyor, "Hayır! Şimdi yapmam lazım!" diyeceksin, yapacaksın. "Bırak şu şeyi." diyor, "Hayır! Bu işi yapmam lazım, vazife!" diyeceksin, yapacaksın. Veyahut "Yap şu işi!" diyor, "Hayır! O günah, onu yapmamam lazım." diyeceksin, yapmayacaksın. Yani nefisle, kendinle cenk edeceksin. İradenle, arzularınla mücadele edeceksin. Şeytanla, nefsinle, nefsinin arzularıyla, aklınla cenk edeceksin, savaşacaksın. İşte buna mücâhede-i nefs, nefisle mücâhede diyorlar.
Bu da cihâd-ı ekber, en büyük cihat oluyor. Çünkü düşmanla çarpışmaktan daha zor. İnsan kendi kendisini yenecek. Kendi arzusunu kendisi dinlemeyecek. Aklı, mantığı onu gösterdiği için kendi gönlünün muradını değil de aksini yapabilecek.
"30 sene mücâhedede çalıştım." diyor.
Femâ vecedtü şey'en eşedde aleyye mine'l-ilmi ve mütâbeatihî. "İlimden ve ilme uymaktan daha zor olan bir şey bulamadım."
İlme uymak ve ilmin gereği olan şeye uymak çok zor gelmiş.
Neden?
İki sebepten. Bir kere; "Bir konuda ilim ne diyor?" onu bilmek kolay değildir. Alim olmak lazım. Kolay kolay tespit edilemez. Onun için herkes fetva verecek adam arıyor. Herkese güvenemiyorlar, gidiyorlar; "Bu işi kim bilir?" diye soruyorlar. Gerçeği bulmak, ilmî bir meseleyi tam uygun bir şekilde çözümlemek kolay değildir. İlim zordur; çok çalışmak, araştırmak, soruşturmak lazım. İnsanın çok derin bilgisi olması lazım; ilim zor. Bir de ilmin gereği olan işi, aklın mantığın söylediği işi yapmak da zor. İlim şunu şöyle yapmayı söyledi; "Gıybet etme!" dedi ama millet gıybet etmeye devam ediyor. Veyahut; "Kur'ân-ı Kerîm'e çalış!" dedi ama Kur'ân-ı Kerîm'e çalışmıyor. Veyahut; "Git dargınla barış!" dedi ama barışmıyor. Veya; "Amellerini ihlâsla yap; dünyaya dalma, âhirete hazırlan, tevbekâr ol!" dedi ama yapamıyor. Bildiğini yapmak kolay bir şey değil. Bu vaazları dinleyen insanlar bildiğini yapsaydı şimdiye kadar hepsi evliyâ olurdu. Dinliyor, dinliyor; yapmıyor. Dinliyor, dinliyor; yapmıyor. "Dinlediğini, duyduğunu, öğrendiğini, bildiğini yapmaktan daha zorunu görmedim." diyor. İnsan bildiğini yapacak.
Ve lev le'htilâfü'l-ulemâi le-bakiytü. "Eğer alimlerin birbirleriyle ihtilafı olmasaydı öylece kalırdım."
Yani alimlerin ihtilafının olması insana bir rahatlık veriyor.
Va'htilâfu'l-ulemâi rahmetün. "Alimlerin ihtilafı rahmettir." İllâ fî tecrîdi'd-tevhîdi. Tabii ihtilaf çeşitli fıkhî meselelerde olur, ama "Tevhidin ortaya konulması konusunda ihtilaf olmaz."
Allah'ın vahdâniyetini sezmekte, tevhîd-i hakîkiyyeye ermekte ihtilaf olmaz. Orada ittifak olması lazım. Orada şaşırmak ve çeşitli sözler söylemek bahis konusu olamaz. Öteki şeylerdeki ihtilaf; "Şöyle mi yapmalı, böyle mi yapmalı? O alim şunu demiş, bu alim bunu demiş." Bu bir vüsat ve genişlik getiriyor. İnsanları biraz rahatlatıyor.
Ve kâle Ebû Yezîd: Lâ ya'rifu nefsehû men sahibethu şehvetühû.
Lâ ya'rifu nefsehû. "Nefsini bilmemiştir veya bilemeyecektir. Bilmemiştir de, bilmesi mümkün de olmayacaktır." Men sahibethu şehvetühû. "Şehveti kendisine hâkim olan kimse."
İnsan nefsini bilip de ne olacak?
"Nefsini bilen Rabbini bilir." de onun için nefsinin mahiyetini bilmesi lazım, nefsini tanıması lazım ki mârifetullâha ersin. Ama bir insan şehvetinin esiri ise, şehveti kendisine yâr ise, şehvetiyle beraberse, şehvetini kesememiş, ona karşı olamamışsa o zaman nefsini hiç bilemeyecek demektir. Nefsini bilemeyince de mârifetullâha eremeyecek demektir. Demek ki insanın şehevât-ı nefsâniyyesinin her türlüsünün tasallutundan, baskısından kurtulması onları yenebilmesi lazım.
Şehevât-ı nefsâniyye çeşitlidir. Yemek iştihâsı bir şehvettir. Karşı cinse karşı hissedilen meyil, sevgi bir şehvettir. Mala karşı olan arzu bir şehvettir. Uykuya karşı olan arzu şehvettir. Mevkiye, makama karşı olan istek ve meyil bir şehvettir. Bunlar nefsin arzusu demek. Şehvet; arzu demek. İştihâ yani kuvvetli arzu demek.
Nefsin kuvvetli arzuları vardır. O kuvvetli arzular kişiye yâr iken, kişide o arzular var iken kişi kendini bilemez, anlayamaz, mahiyetini kavrayamaz. Kendisini bilemeyince de mârifetullâha eremez; Rabbini hiç bilemez.
"Men arafe nefsehû fe-kad arefe Rabbehû" sırrına eremez. Onun için şehvetlere hâkim olabilmek, şehvetlerden kurtulmak, şehvetlere dur diyebilmek lazım.
Ne zaman dur demek lazım? İnsanda hiç mi şehvet olmayacak?
Hiç şehvet olmazsa hiç yemek yemeyecek; kahvaltı etmeyecek, öğle yemeği, akşam yemeği yemeyecek; insan bir haftada ölür. Bir haftada ölmezse on beş günde ölür. Meşru çizgiden fazla, gayrimeşru olarak ve aşırı dozda arzulara yüz vermeyecek. "Şu kadar yemeye hakkın var, ye bakalım!" diyeceksin. Adamı hapsediyorlar, yine de gardiyan yemeğini getirip veriyor. Yemeksiz bırakmıyorlar, ihtiyacını veriyorlar.
Kişi de nefsinin gerekli olan ihtiyacını karşılayacak ama nefsinin arzuları bitmez, tükenmez, kesilmez. Üstelik nefsin arzuları verildikçe artar.
Ben kendimden biliyorum; sabahleyin kahvaltı etmezsem öğleyin canım hiç yemek istemiyor. Sabahleyin birazcık kahvaltı ettim mi öğleyin kurtlar gibi acıkıyorum.
Neden?
Nefsi biraz tatmin ettin, yemek verdin. Öğlene daha azdı. Öğlene versen ikindiye yemek ister. İkindiye versen akşama bir kuzuyu çevirip pişirsen yiyecek bir hale gelir. Nefsin arzuları verildikçe artar; azalmaz. Tatmin oldukça kesilmez, gittikçe artar. Onun için vermemek lazım.
En-nefsü ke't-tıfli in tühmilhü şebbe alâ hubbi'r-radâi ve inteftımhu yenfatımi.
"Nefis çocuk gibidir. Meme vermeye devam edersen, kazık kadar olur yine emmek ister. Ama kesersen kesilir."
Belli bir noktadan sonra kesmek lazım. Kazık kadar çocuk olduktan sonra da meme emecek değil ya. O zamanda kesmek lazım. O halde şehevât-ı nefsâniyye ki; yemektir, içmektir, cinsî arzudur; mal, mülk, makam sevgisidir; rahat, eğlence, keyif sevgisidir; kuvvetli arzulardır. İnsanın içinde binlerce arzu kıvranır, kaynaşır; "Şöyle yap, böyle yap!" diye insanı dürter durur. Demek ki bunlara dur demeyi bileceğiz, bunları dizginlemeyi öğreneceğiz. Öğrenemezsek mârifetullah'ta ilerleme, tasavvufta yükselme olmaz. Nefsine hâkim olamıyor, pat diye düşer. Birazcık tırmanır; ayağı kayar, yine uçurumun aşağısına düşer. Birazcık tırmanır, yine aşağı düşer. Nefsinin esiri olan ilerleyemez; aşağı düşer, yerinde sayar. Yerinde saymakla da kalmaz; geri gider.
Kâle ve kâle Ebû Yezîd, el-cennetü lâ hatara lehâ inde ehli'l-mahabbeti ve ehlü'l-mahabbeti mahcûbûne bi-mahabbetihim. "Bâyezîd-i Bistâmî diyor ki; cennetin, muhabbet ehlinin yanında bir ehemmiyeti yoktur." Ve ehlü'l-mahabbeti. "Ve muhabbet ehli." Mahcûbûne bi-mahabbetihim. "Muhabbet ehli de muhabbetleri dolayısıyla hicablanmıştır."
Perde ve engel onların sevgileridir. Âbidler, zahidler, ârifler var bir de âşık-ı sâdıklar var. Allah'ı seven, Allah'ın âşık kulları var. Allah'ı sevdi mi gözü hiçbir şeyi görmez. Cenneti bile görmez.
Minküm men yürîdü'd-dünyâ ve minhüm men yürîdü'l-âhireti. "Mü'minlerin bir kısmı dünyayı isterler, bir kısmı âhireti isterler."
Bir de yüksek derece mü'minler vardır ki onlar da Allahu Teâlâ hazretlerini isterler. Bunlar hakkında Kur'ân-ı Kerîm'de âyet-i kerîme var.
Va'sbir nefseke mea'l-lezîne yed‘ûne Rabbehum bi'l-gadâti ve'l-aşiyyi yürîdûne vechehû. "Ne dünyayı istiyor, ne âhireti istiyor."
Yürîdûne vechehû. "Allahu Teâlâ hazretlerinin vech-i pâkine âşıklar, onu istiyorlar."
Yed‘ûne Rabbehüm bi'l-gadâti ve'l-aşiyyi. "Sabah akşam Allah'a dua ediyorlar, yana yakıla zikir yapıyorlar, ibadet ediyorlar; Allah'ın zât-ı pâkini istiyorlar. Gözleri başka şey görmüyor; Mevlâlarını istiyorlar."
Minküm men yürîdü'd-dünyâ. "Sizden bir kısmınız dünya ehlidir, dünyayı istersiniz." Ve minküm men yürîdü'l-âhirete. "Ve sizden bir kısmınız da vardır ki âhiret peşindedir; cennet peşindedir." Ve minküm men yürîdü'l-Mevlâ. "Bir de Mevlâ'yı isteyenler vardır."
Mevlâ'yı isteyenler âşık-ı sâdıklardır, Allah âşıklarıdır. Hâlis muhlis muhabbet ehli olan kullardır. Bunların nazarında cennetin büyük bir değeri yoktur. Onlar cenneti de pek düşünmezler. Sadece Allah'ı düşünürler; Allah'ın rızasını kazanmayı düşünürler. Ve muhabbet ehli de bu muhabbetleri dolayısıyla perdelidir.
Muhabbet de bir perde oluyor. Demek ki onu da geçmek lazım. Bu sözden o anlaşılıyor; Allahu a'lem. Muhabbet de insanın ayağına takılır. Hakikaten insan bir şeyi fazla sevdi mi o da kendisini normal bir insandan başka bir duruma getirir. Ondan da geçmek lazım. Daha da istikrarlı bir hâle gelmek lazım. Hani ne derler; "Aşkın, muhabbetin gözü kördür."
Hubbuke şey'e yu‘mî ve yusımmu. "Bir şeyi sevmen senin gözünü kör eder, kulağını sağır eder." denir.
Sevdiği şeyde, sevgisinin çokluğundan dolayı bazı şeyleri görmez, duymaz hâle gelir. Sevgi insanı köreltir. Bazı şeyleri görmesini engelleyebilir. O da bir çeşit hicâb yani perde oluyor.
Demek ki onu da geçmek lazım. Oradan da yükselip daha temkinli, istikrarlı, basiretli bir hâle gelmek lazım ki vech-i pâkine hiçbir şey perde olmasın; ârifin Cenâb-ı Mevlâ'yı âşikâre, hicâbsız seyretmesi mümkün olsun.
Allahu Teâlâ hazretleri şu güzel halleri siz ve biz mü'minlere de lütfuyla keremiyle ihsân eylesin. Allah-u Teâlâ Hazretleri gafletten uyandırsın.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.