Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük âlim. Ve bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
“Gâle ve suile Ebû Yezîde”
"Râvi dedi ki; 'Ebû Yezid'e şöyle bir soru soruldu:'"
“Bi mâzâ na'lu'l-ma'rifete”
Yani "Bu ârifler ne yaptılar da mârifetullaha erdiler?"
“Gâle bi tadyı'ı mâlehum ve’l-vugufi mea mâlehu”
-Tabi insan Arapça bilecek ki, bunları tadını çıkarta çıkarta ezberlesin.-
“Bi mâzâ na'lu'l-ma'rifete”
Yani “O kavim, arifler zümresi o mârifetullaha ne yaptılar da erdiler?” diye sorunca diyor ki:
“Gâle bi tadyı'ı mâ lehum ve’l-vugufi mea mâlehu”
Şimdi bunu izah edelim:
Bayezid-i Bistâmî’ye Mârifetullaha ermenin nasıl olacağını sordular, iki cümleyle kısaca cevap verdi.
Birinci cümlesi şu:
“Bi tadyı'ı mâ lehum”
"Neleri varsa zâyî ederek"
Tadyı'; "yok etmek, vermek, harcamak" demek.
Neleri varsa vererek.
Mârifetullaha nasıl ermişler?
Sadaka olarak paralarını vermişler, zamanlarını vermişler, verebilecekleri her şeyi vermişler.
“Ve'l-vugûfi mea mâ lehû”
Yani "Allah için olan şeyin üzerinde durarak. Kendilerinin nesi varsa vererek ve Allah için olan şeyin üzerinde durarak, onunla beraber olarak."
Kendilerininkini feda ediyorlar ve Allah için olan şeye iyice sarılıyorlar, sebat ediyorlar, onun yanında tam durarak elde ediyorlar.
Demek ki mârifetullahın bedeli, insanın büyük fedakârlıklar yapmasıymış. Neleri varsa Allah yolunda verecek. Parası varsa fukaraya verecek.
Mesela Peygamber Efendimiz'i ziyaretin âdâbında bile ilk önce Medine'nin fukarasına sadaka dağıtmak hususundan bahsedilir.
Neden?
Onların duasını alırsın, onları sevindirmiş olursun; Allah sever. Vaktini verecek, zamanını harcayacak, uykusunu feda edecek, kitap okuyacak, koşturacak, filanca âlimin meclisine gidecek, dinleyecek, hizmet edecek ve saire. Yani çalışmadan olmuyor. Nesi varsa feda edecek sonra da onun olan ne varsa o orada iyice sabit duracak. Yani bekleyecek, tam durması gereken yerde duracak.
“Semi'tu Ebâ Nasrini'l-Hereviyye yegûlu; semi'tu Ya'kûbe'bne İshâga yegûlu; semi'tu İbrâhîme'l-Hereviyye; semi'tu Ebâ Yezîde yegûl:”
"Başka bir rivayet zinciri ile müellif diyor ki; ‘Ben Heratlı Ebû Nasr'dan duydum ki, şöyle diyordu:’"
“Semi'tu Ya'kûbe'bne İshâga yegûl; semi'tu İbrâhîme'l-Hereviyye yegûl.”
"O da İbrahim el-Herevî'den, Heratlı İbrahim'den duymuş."
“Lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn.”
"Müslümanlar orada korkmayacaklar. Cennette korku, mahzunluk yok."
"Yâ Rabbî! Bu dünyadayken ve senden korkuyorken; takvâ üzereyken, havf üzereyken seninle ferahım, sevincim, şenliğim böyle, orada artık korku bahis konusu olmadan, emin ve emniyette iken sevincim kim bilir nasıl olacak?" diye böyle bir söz söylemiş.
Burada ehafeke diye üstün okunsa, ehafe-ihafe den "korkutmak" demek.
Yani “Ve ene ehafeke.”
"Ben seni korkutuyorken" gibi bir mâna olur, doğru olmaz.
“Hâzâ ferahıy bike ve ene ehâfuke fe-keyfe ferâhıy bike izâ emintuke” Olacak.
Allah'ı korkutmaya kimsenin gücü yetmediğine göre onun ‘ehafuke’ olması şart.
Onun izahı şöyle:
“Ve’l-vugufi”
“Durmak”
“Mea mâ”
“Şu şeyle beraber”
Ma mavsule orada; “Şu şeyle beraber durmak ki;”
“Lehû”
“O’nundur”
Yani mevsuleden sonra gelen, cer ve mecrurdan ibaret olan mal manasına, “Malihi” değil.
17. paragraf, 72. gayfaya geçtik.
“Ve bi-hâze'l-isnâdi gâle: Semi'tu ebâ Yezîde yegûl: Yâ Rabbu! Efhimnî anke ve innî lâ efhemu anke illâ bike.”
"Aynı rivayet zinciri ile Ebû Yezid'in şöyle dediğini duydum:" demiş.
Demek ki ahbabı, arkadaşı, yanında bulunan bir kimse.
“Yâ Rabb!” Burada “Yâ Rabbu!” demiş, ötre koymuş. Tabi ötre koyunca "Ey Rab!" demek olur. Ama esre olunca, "Yâ Rabbi!" diye yazılınca "Rabbî" nin kısaltılmışı olur; "Ey benim Rabbim!" demek olur.
Onun için burada Yâ Rabbu demek yerine "Yâ Rabbi!" deseydi daha iyi olurdu ama ikisi de caiz.
Yani insan "Ey Allah" mı der, "Ey Allah'ım" mı der? "Ey Rabb" mı der, "Ey Rabbim" mi der? "Rabbim" demesi daha uygun olduğundan; "Yâ Rabbi!" deseydi, burada harekeyi öyle yapsaydı daha iyi olurdu.
“Ya Rabbi!”
"Ey benim Rabbim!"
“Efhimni”
"Bana anlat."
“Anke”
"Kendini"
“Bana kendini sezdir, fehmettir.”
“Fe inni”
"Çünkü ben."
“Lâ efhemu anke illâ bike”
"Seni sen olmadan anlayamam, sen anlatmayınca anlayamam."
"Yâ Rabbi! Sen bana kendini bildir, anlat, fehmettir çünkü sen fehmettirmezsen ben seni fehmedemem, anlayamam, kavrayamam."
Hakikaten böyledir. Bir insanın kendisinin düşünüp taşınıp Allah u Teâlâ hazretlerini anlaması muhaldir, imkânsızdır; Allah bildirirse anlar.
Allah u Teâlâ hazretleri;
“Leyse kemislihî şey'un”
"Kendisi gibi hiç bir şey olmayan bir varlık."
“Leyse kemislihî şey'un”
"Hiç onun gibisi yok."
Nasıl anlatacaksın?
Hani biz bir şeyi anlatırken diyoruz ki;
"Şuna benzer, şöyledir, şundan biraz küçüktür, bundan biraz büyüktür. Rengi şundan farklıdır; kurşunîdir, şarabîdir veya laciverttir."
Daima bir şeyle tarif ederiz ama emsali olmayan, hiç bir şeye benzemeyen bir şeyi nasıl tanıtacaksın, nasıl anlatacaksın?
Bunu biz anlayamayız ve anlatamayız. Ama Allah, kendisini kuluna kendisi anlatır. O'nun kudreti. Burada da onu istiyor.
"Yâ Rabbi! Ey benim Rabbim!"
“Efhimnî anke”
"Sen'i bana duyur, hissettir, fehmettir, anlattır çünkü ben Sen'i, Sen'siz anlayamam. Sen yardım etmezsen, nasip etmezsen, kapıyı açmazsan, mârifetullahın perdelerini kaldırmazsan anlayamam." demiş oluyor.
Ve 18. Paragraf.
“Gâle ve gâle Ebû Yezîde: Araftu'llâhe bi'llâhi ve araftu mâ dûna'llâhi bi-nûri'llâhi azze ve celle”
Bu da bir başka cümle:
“Araftu'llâhe bi'llâhi”
"Allah'ı Allah ile bildim."
İşte deminki mânanın kendisi üzerindeki uygulaması:
"Allah'ı Allah ile bildim."
Yani kendisi mârifetullaha ermiş, Allah'ı bilmiş.
Nasıl, neyle bilmiş?
Allah'ın bildirmesi sayesinde, Allah'ı Allah ile bilmiş.
“Ve araftu mâ dûna'llah”
"Allah'tan gayrısını da bildim."
“Bi-nûri'llâhi azze ve celle”
"Allah'ı Allah ile bildim. Allah'tan gayrısını da Allah'ın nuruyla bildim."
Yani Allah bir insana mârifetullahı verdi mi, insan hakiki bir ârif oldu mu ondan sonra mâsivâyı da Allah'ın nuruyla bilir. Bu hususta hadîs-i şerîf var.
Ne buyuruyor Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem?
“İttegû firâsete'l mu'min”
"Müminin ferasetinden, anlayışından, sezgisinden kork!"
“Ve innehu”
"Çünkü o mü'min."
“Yenzuru bi-nûri'llâhi”
"Baktı mı Allah'ın nuruyla bakar."
Allah'ın nuruyla baktığı için gizliyi de anlar. Burada o hadis-i şerifin manası görülmüş, karşımızda belirmiş oldu.
“Semi'tu Mensûre'bne Abdillâhi yegûl; semi'tu Ya'kûbe'bne İshâga yegûl; semi'tu İbrâhîme'l-Hereviyye yegûl; semi'tu Ebâ Yezîd el-Bistâmiyye ve suile: Mâ alâmetu'l-ârif? Fe-gâle ellâ yeftura min zikrihî ve lâ yemelle min haggıhî ve lâ yeste'nise bi ğayrihî.”
"Müellif Mansur ibni Abdillah'tan duymuş; o da Yakub ibni İshak'tan duymuş; o da İbrahim-i Herevî'den duymuş."
İbrahim-i Herevî'nin hayatını az önce okumuştuk. Güvenilen, çok oruç tutan zâttı. O da Bayezîd-i Bistamî'den duymuş ki, kendisine sormuşlar:
“Suile mâ alâmetu'l ârifu”
"Ârifin alâmeti nedir? Arif-i billâh, mârifetullaha ermiş, irfan sahibi, mânevî ilmi kazanmış olan evliyânın, erenin alâmeti nedir?"
“Fe-gâle ellâ yeftura min zikrihî.”
Üç alâmet söylüyor:
Ellâ, en la demek.
“Ellâ yeftura min zikrihî.”
"Arifin alâmeti üçtür. Bir, Allah'ın zikrinden fütur getirmez. Gevşemeden, bıkmadan, yorulmadan, severek ve daima Allah'ın zikrinde olur."
Tabi ona zikr-i müdâm hâli diyorlar. Yani devamlı Allah'ı zikreden, hatırlayan, unutmayan; Allah daima kalbinde, dilinde, aklında olan kimse, bir.
“Ve lâ yemelle min haggıhî”
"Ve onun hakkında hiç bıkkınlık duymamak."
Tabi “Haggıhî” dediği nedir? Allah'ın hakkı nedir?
Allah'ın kul üzerindeki hakkı ibadettir. Kula her şeyi Allah veriyor, her şeyimiz Allah'tan.
Kuldan istediği nedir?
İbadet.
“Ve mâ halâktu'l-cinne ve'l inse illâ liya'budûn”
"Ben azîmuşşân, cinleri ve insanları başka bir şey için yaratmadım ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."
Demek ki ibadet için yaratıldığına göre, Allah'ın kul üzerindeki hakkı, kulun Allah'a ibadet etmesi imiş.
“Ellâ yemelle min Haggıhî”
"Allah'a olan kulluğunda hiç bıkkınlık göstermeyecek."
Ne namazdan, ne oruçtan, ne zekâttan, ne hacdan, ne cihattan, ne Allah için yapılan bir başka ibadetten. Hiç fütur getirmeyecek.
Neden?
E arif işte. İnsan o seviyeye geldi mi ârifin alâmeti. Allah'ın hakkı konusunda hiç bıkkınlık duymamak. İkinci vasfı bu. Zikrinden hiç fütur getirmemek, daima zikretmek. Allah'ın hakkı olan güzel kulluk etme konusunda da hiç fütur getirmemek daima, severek ve âşıkâne bıkmadan ibadette olmak, iki.
“Ve lâ yeste'nise bi-ğayrihî”
"Allah'tan gayrıyla da ünsiyet tutmamak."
Başkasını sevememek, başkası ile ünsiyeti olmamak. Yani asıl sevdiği Allah, ötekilerle işte dünya hayatının icabı oturur, kalkar, konuşur, gelir gider, ziyaret filan ama asıl ünsiyeti Allah ile.
Mesela biz doktora tezi yaptık, doçentlik tezi yaptık. Masamızda yazımız, kalemimiz, çalışmamız… Bir telefon gelse; "Şu telefon hemen bitse de masanın başına otursak." Bir ziyaretçi gelse yine; "Hemen bitse de masamızın başına otursak."
Neden?
Yani o vazifemizdi. "O vazife bitsin, bir an evvel bu işi yapalım." diye idi.
Veyahut içeride insanın çok sevdiği bir şey var. Mesela adamın evinde televizyon var. Çok heyecanlı bir film izliyor. Dokuz hafta devam etmiş, sonu gelmiş, herkesin merakı zirvede. Bizimki tam televizyonun başına oturmuş; kapıya birisi geliyor.
Fesubhanallâh! Söylene söylene kapıya gidiyor. Kapıda birisi bir şey söylüyor filan. "Konuşmasını kısa kesse de şu televizyonun başına gitsem." diye düşünüyor.
İşte bu; nefsin ona olan bağlılığı, zevki, sevgisi. Onunla ünsiyeti var, onu seviyor.
Ârifin de üçüncü vasfı Allah'tan gayrıyla ünsiyet etmek istememesi. Ya yatsı olsa, herkes dağılsa, evine çekilse de ben de Rabbimle baş başa kalsam. İşte birisi gelse, ziyaret bitse de hemen Allah’la başbaşa olsam filan gibi.
Ve 20. paragrafa geldik. Bunları ezberleyin.
“Gâle ve gâle Ebû Yezîde: "İnna'llâhe Teâlâ emera'l-ıbâde ve nehâhum fe-edâûhu fe-halea aleyhim, hıl'ahû, fe'şteğalehû bi'l-hıleı anhu ve innî lâ urîdu mina'llâhi illa'llâhe"
Ebû Yezîd-i Bistâmî bu sözünde şöyle buyuruyor:
“İnna'llâhe Teâlâ”
"Allah u Teâlâ hazretleri."
“Emera'l-ıbâd”
"Kullara bazı emirler verdi."
“Ve nehâhum”
"Bazı yasaklar koydu."
"Namaz kılın, içki içmeyin, helal yiyin, haram yemeyin, ibadet edin, şirk koşmayın, riyâ yapmayın." dedi.
Çeşitli emirler, yasaklar...
“Fe-edâûhu”
"Kullar da bu emir ve yasaklara itaat ettiler."
“Fe-halea aleyhim hıl’ahû”
-Allah u Teâlâ hazretleri bu şeyleri yapanlara- “Ve hil'atlerini çıkardı, perdelerini kaldırdı.” diyelim.
“Fe'şteğalû bi'l-hıleı anhu”
"İnsanlar bu hil'atlerle, perdelerle meşgul oldular."
“Ve innî lâ urîdu mina'llâhi illa'llâh”
"Hâlbuki ben hil'atlarle, örtülerle, perdelerle değil, bizzat Allah ile meşgul olmak istiyorum."
Tarih kitaplarında; "Harun u Reşid'in bir âdeti var." diye okumuştum. Senede bir defa bir salona çeşitli hediyeler koyarmış. Bütün hizmetlilerini çağırırmış.
"Herkes beğendiği bir şeyin üstüne elini koysun." dermiş.
Kumaş, ibrik, leğen, tespih... neyse yani. Herkes bir eşyanın üzerine elini koysun. Yine bir sene o salonu böyle hediyelerle doldurmuş; bütün cariyelerini, hizmetçilerini, yakın adamlarını oraya çağırmış.
"Herkes, sevdiği şeyin üstüne elini koysun." demiş.
Neyin üstüne elini koyarsa o, onun olacak. Cariyelerden bir tanesi gelmiş, elini Harun u Reşid'in başına koymuş.
"Ne yapıyorsun?" demiş.
"Ben de seni seviyorum, ben de seni istiyorum." demiş.
Ona çok büyük mükâfât vermiş. Şimdi ben bunu 14. yüzyılda yazılmış, tasavvufî bir kitapta okumuştum.
Yani “Kimisi Allah'ın mükâfâtları ile sevapları ile meşgul olur, kimisi bizzat Allah ile meşgul olur.” mânâsını anlatmak için yazmıştı o tasavvufi kitapta bunu. Allah u a'lem burada da Bayezîd-i Bistâmî bu mânayı kastediyor.
Yani "Ben Allah'tan bizzat Allah'ı istiyorum. Yoksa hil'atleri, perdeleri değil."
21. paragraf, 73. sayfaya gelmiş oluyoruz.
“Ve gâle Ebû Yezîd: ‘Ğalidtu fi'btidâî fî erbaati eşya' tevehhemtu ennî ezkuruhû ve a'rifuhû ve uhibbuhû ve edlubuhû fe lemme'nteheytu raeytu zikrahû sebega zikri ve ma'rifetehû tegaddemet ma'rifetî ve mehabbetehû egdeme min mehabbetî ve dalebuhû lî evvelen hattâ dalebtuhû.”
Ebû Yezîd-i Bistâmî bu sözünde diyor ki:
“Ğalidtu fi ibtidaî fî erbaati eşya'e”
"Bu yola girişimin başında dört şeyde hata ettim, yanlış düşündüm, yanlış zannettim. Sonradan, ilerleyince bu düşüncelerimin yanlış olduğunu anladım."
Neymiş bu yanlışları sıralıyor:
“Tevehhemtu ennî ezkuruhû”
"Vehmettim ki, sandım ki ben O'nu zikrediyorum." Bir. Birinci hatası.
“Ve a'rifuhû”
"Yine vehmettim, sandım ki, ben O'nu biliyorum."
“Ve uhıbbuhû”
"Yine vehmettim ki ben O'nu seviyorum."
“Ve edlubuhû”
"Ve yine vehmettim ki ben O'nu talep ediyorum."
Yani bu tasavvufa girdiğim zaman, başlangıçta 4 şeyde yanıldım, hata ettim. Onlar nedir?
"Ben O'nu zikrediyorum, ben O'nu biliyorum, ben O'nu seviyorum, ben O'nu talep ediyorum sandım."
“Fe lem men teheytu”
"İşin sonuna ulaştığım, tecrübe kazandığım, tasavvufta derinleştiğim, yükseldiğim zaman."
“Raeytu”
"Gördüm ki"
“Zikrahû sebega zikrî”
"O'nun beni zikri, benim O'nu zikrimden evvel imiş."
“Ve ma'rifetehû tegaddemet ma'rifetî”
"O'nun beni bilmesi, benim O'nu bilmemden önceymiş."
“Ve mehabbetehû”
"O'nun beni sevmesi"
“Egdeme min mehabbetî”
"Benim O'nu sevmemden önceymiş."
“Ve dalebuhû lî”
"Ve O'nun beni istemesi."
“Evvelen hattâ dalebtuhû”
"O daha evvelmiş ki, ondan sonra ben O'nu talep etmişim."
Şimdi bak burada geniş söyledi.
Şimdi şairin birisi diyor ki:
Aşk odu evvel düşer ma'şuka, andan âşıka.
Şem'i gör kim yanmadan yandırmadı pervâneyi.
"Aşk ateşi evvela sevgiliye, maşuka düşer; onun içinde başlar. Sonra âşıka geçer. Şem u pervâne, yani "mumla kelebek" hikâyesinde dikkat et ki mum önce yanıyor, etrafa ışık saçıyor da ondan sonra kelebek ona geliyor, yanıyor. Yani önce ışık, mum; ondan sonra pervane."
Gümüşhaneli Efendimiz hazretlerine, Bağdat'tan, Trablusşam'dan Trablus Müftüsü Ahmed ibni Süleyman et-Trablu's-şâmî, İstanbul'a geliyor. O zamanın imkânlarını düşünün, seyahat imkânları ne kadar zor. Gümüşhaneli hazretlerini buluyor. Diyor ki:
"Benim görevim, seni irşad etmek. Ben seni irşad etmeye geldim."
Yani bir adama bir şeyh. Bir tek kişinin irşadına bir şeyh tahsis ediliyor.
Neden?
Çünkü Gümüşhaneli hazretleri çok büyük zât.
Gümüşhaneli hazretleri, Gümüşhane'deyken bir rüya görüyor:
Bir yangın çıkmış, kendisi bir caminin kubbesinin zincirine tutunarak kurtulmuş. İstanbul'a geliyor, bakıyor ki o cami aynen Süleymaniye Camii. Daha önce o camiyi hiç görmemiş olduğu halde Gümüşhane'de o rüyayı görüyor. Onun da içine o ateşi düşüren yine Allah. Yani önce istiyor, seviyor, ondan sonra kulda öyle bir talep hâsıl oluyor; yoksa kulda bir şey yok.
Bâyezîd-i Bistâmî, "Bunu anladım." diyor.
"Ben işin başında sanmıştım ki; 'Ben O'nu zikrediyorum, ben O'nu seviyorum, ben O'nu istiyorum, ben O'nu biliyorum. Sonradan anladım ki meğer O beni zikrediyormuş, meğer O beni biliyormuş. O'nun beni bilmesi, benim bilmemden önceymiş. O'nun beni sevmesi, benim O'nu sevmemden önceymiş. O'nun beni talep etmesi, benim O'nu talep etmemden önceymiş."
Tabi bu böyledir; çünkü kâinatı yaratan Allah'tır. Her işi tanzim eden Allah'tır. Elbette böyle olduğu aşikâr. Tabi bunlar büyük insanların hayat tecrübeleri. Tabi insanın hatırına ister istemez şöyle bir soru geliyor:
"Madem asıl talep O'ndan, o halde biz ne yapacağız?"
Yani o halde biz önce Allah'ın bizi sevmesini sağlayacak bir tavra gireceğiz. O bizi isteyecek ki biz ona gidebilelim. O bize yazacak, nasip edecek ki biz onun camisine gidebilelim, ibadeti yapabilelim.
Allah u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ’da Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'im eylesin.