Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Ahberenâ Abdullahi'bnü Muhammedi'bni Abdillahi'bni Abdirrahmâne'r-Râzî.[Abdirrahmanir-Razi olacak ,hareke yanlış olmuş.] Kâle: Ahberenâ İshakü'bnü İbrahime'bni Ebî Hassane'l-Enmâtî, kâle: Semi'tü Ahmede'bne Ebi'l-Havâriyye, kâle: Semi'tü Ebâ Süleymân ed-Dârâniyye, yekûl: Men ahsene fî nehârihî kûfie fî leylihî. Ve men ahsene fî leylihî kûfie fî nehârihî. Ve men sadaka fî terki şehvetin, zehebe'llâhu bihâ min kalbihî. Va'llâhu ekremü min en yüazzibe kalben bi-şehvetin türiket lehû.
Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Abdurrahman er-Râzî, müellif Sülemî'ye söylemiş, haber vermiş. O da, İshak b. İbrahim b. Ebû Hassan el-Enmâtî'den duymuş.
Bağdatlı imiş bu zât, güvenilir bir alim imiş. Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den ve başkalarından çok rivayetler yapmış. Sağlam. Ondan Ebû Amr es-Semmâk ve başkaları sözlerini alıp nakletmişler, kitaplara geçmiş. Pazar günü vefat etmiş.
Mâte yevme'l-ehad li-ihdâ aşrete leyletin halet mine'l-Muharrem. "Muharrem ayının on birinde vefat etmiş." Seneti'sneteyni ve selâse mie. 302 senesinde.
Bunlar hep hicrî-kamerî seneler.
Bu, Ahmed b. Ebi'l-Havârî'den, o da Ebû Süleyman ed-Dârânî'den duymuş.
Ebû Süleyman ed-Dârânî kim?
Hayatını okuduğumuz, yazılarını okuduğumuz kimse.
O ne demiş?
Yekûlü. Râvi, Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şöyle dediğini duymuş. Men ahsene fî nehârihî. "Gündüzünde iyilik yapan, iyi kulluk yapan, iyi iş yapan kişiyi." Kûfie fî leylihiî. "Allah gecesinde tatmin eder, ona kâfi gelir."
Nasıl taltif edeceğini Allah bilir, ona yeter. Allah gündüzünde iyi kulluk yapınca, gecesinde onu kollar, gözetir.
Ve men ahsene fî leylihî. "Gecesinde kim iyi kulluk ederse, iyi bir gece geçirir, ibadet, taat, zikir, tesbih, namaz gibi iyi işler yaparsa." Kûfie fî nehârihî. "O zaman Allah tarafından gündüzünde kollanır, işleri ve mâneviyatı yönünden iyi bir duruma mazhar olur."
Demek ki her zaman parçası kendisinden sonrası için bir garanti oluyor. Sen gece çalışırsan, Allah senin gündüzünün güzel bir gündüz olmasına destek veriyor, lütfediyor. Gündüz çalışırsan, gecenin hayırlı bir gece olmasına destek veriyor. Ne güzel! Böyle arkasından gelenin iyi olmasına sebep oluyor.
Ve men sadaka fî terki şehvetin, zehebe'llâhu bihâ min kalbihî. "Kim sıdk ile gönlünden bir arzuyu, bir şehveti atmak istiyorsa, Allah onu gönlünden giderir. O atmak istediği şeyi çıkartır."
Hakikaten, yeter ki candan istesin.
Şehvet, bizim bugünkü Türkçe'mizde sadece cinsel arzu mânasına kullanılıyor. Hâlbuki öyle değildir. Arapça'da yemeğe karşı olan iştihaya da şehvet derler. İştiha, zaten şehvetin iftial bâbıdır. O bâbtan geliyor, o kökten geliyor. Yemeğe karşı olan arzuya Şehvetü'l-batn, "Midenin şehveti." derler. Cinsel arzuya ise Şehvetü'l-ferc derler. İnsanın gönlünde çeşit çeşit arzular olur. Şairin birisi Farsça diyor ki;
Veh ki yek dildârem u der dil hezârân ârzûst.
Mânası şu;
"Ne yazık ki bir tanecik gönlüm var; ama gönlümde bin tane arzu var."
Veh ki yek dildârem. "Bir gönlüm var." Der dil hezârân ârzûst. "Ama gönlümde bin tane arzu."
İnsanın iç âleminde bir gönlü var, şu kadarcık bir kalbi, ama binlerce arzusu var.
Arzu, Farsça bir kelimedir, Arapça değil. Arzunun Arapça'sı şehvettir. Yemeğe karşı, çalışmaya karşı, eğlenceye karşı, gezmeye karşı, spora karşı şehvet. Her şeye karşı olan arzuya şehvet denir.
Kalbinde olan bu şehvetlerle insanın mücadele etmesi ve onları yenebilmesi lazım. Onların önünde sürüklenmemesi veya peşinde sürüklenmemesi lazım. Onlara hâkim olabilmesi lazım.
Mesela, komşunun bahçesinde güzel güzel meyveleri görür, canı çok isteyebilir. Çok arzu ediyor, kıvranıyor. Yememesi lazım. Haram çünkü, başkasının malı.
Arzuların tutulması, engellenmesi, bastırılabilmesi gerekiyor. Kişi bastırma gücüne sahip olmalı. İçinden bir arzu gelirse, onun esiri olmamalı. Hapse düşenler veya mahkemeye çıkanlar hâkime mazeret olarak diyor ki;
"Ne yapalım, dayanamadım, şeytana uydum yaptım."
Dayanmak, şeytana uymamak lazım. Nefsin arzusuna yenilmemek, mağlup düşmemek lazım.
Bu nasıl olacak?
Aşk ile, sıdk ile gerçekten içinden, gönlünden böyle bir arzunun atılmasını istiyorsa bir kimse, Allah onu atar. O arzuyu onun gönlünden giderir. Yeter ki aşk ile istesin. Ebû Süleyman ed-Dârânî garanti veriyor.
Va'llâhu ekremü min en yüazzibe kalben bi-şehvetin türiket lehû. "Allah celle celâlüh, kendi rızası için bir arzusunu terk eden bir gönlü azaplandırmaktan daha müteâlîdir, daha yücedir." Azaplandırmaz.
Bir kimse, gönlünde Allah'ın razı gelmediği bir şiddetli arzuyu görüyor ve frenleyebiliyorsa Allah o gönlü muazzeb etmez. Hem dünyada muazzeb etmez, hem âhirette.
Hakikaten de bazı insanlar diyorlar ki;
"Hocam, tesbih çekiyorum tadını duyamıyorum. Namaz kılıyorum, eskiden çok güzeldi, ilk zamanlarda şöyle aşkla şevkle, tatlı namaz kılardım, şimdi olmuyor."
İbadetin tadını bulmanın sırrı budur.
Şehvetini, arzusunu frenledi, terk etti mi, Allah o zaman ibadetin zevkini, şevkini verir. Artık o gönlü azaplandırmaz. Hem dünyada azaplandırmaz, o şehveti ondan çeker. İstiyor çünkü, sıdk ile ondan kurtulmayı istiyor. Hem de o terkten sonra artık bir taltif gelir; şehvetini, arzusunu, nefsinin hevâsını terk eden bir insan, ibadetin lezzetini duyar. İbadeti o zaman tekrar zevkle yapmaya bakar.
O halde ne yapacağız?
İçimizde beliren günah temayüllerini, arzuları, istekleri irademizle yeneceğiz. O zaman ibadet aşkı, zevki, şevki hâsıl olacak. Ağzımız bir tatlanacak. Kulluğun tadını anlamaya başlayacağız. Onu yapmadığı zaman, zaten ondan kaçmıştır. Yani iyiydi, bir günah işledi, ibadetin tadı kaçar.
Günahın pek çok zararı vardır. Zararlarının başında, ibadetlerdeki zevki, lezzeti, tadı alıp götürmesi gelir. Kişi artık namazı kılmak istemez, camiye gelmek istemez, Kur'an'ı okumak istemez, tadı kalmadı.
Neden?
Bir günah işledi de ondan. Günahlar ibadetlerin zevkini söndürür.
Günahlardan vazgeçmek, bir gayret gösterip Allah rızası için bir şehvetten, bir arzudan, bir günahtan vazgeçmek, ibadetlerin zevkini geri getirir. İkram olarak Allah onu artık o konuda azaplandırmaz, içi dışı dünyada âhirette iyi şeylere mazhar olur, hâli hoş olur.
Haddesenâ Abdullah. Yukarıdaki, Abdullah b. Muhammed b. Abdullah b. Abdurrahman er-Râzî, demek istiyor. Haddesenâ İshâk. Ondan sonraki, İshak b. İbrahim b. Ebî Hasan el-Enmâtî'yi kastediyor.
Aynı rivayet zinciri demek.
Kâle: Haddesenâ Ahmed. Ahmed dediği de, Ahmed b. Ebi'l-Havârî'yi kastediyor. Aynı rivayet zinciri ile. Kâle: Semi'tü Ebâ Süleymâne, yekûlü. "Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şöyle dediğini şu kulaklarımla işittim." Diyor, Ebi'l-Havârî.
Ne demiş?
Hayrü's-sehâi mâ vâfaka'l-hâcete.
İnsan biraz Arapça bilmeli. Bu derslerin zevki o zaman daha çok çıkar; keyfine, tadına doyum olmaz. Bir de güzel atasözlerini yazmalı. Bunlar ezberlenecek sözler.
"Cömertliğin, ikramın en hayırlısı; ihtiyaca denk, onu karşılayan cinsten olandır."
Adam bostan tarlasında oturmuş.
Esselamu aleyküm, diyorsun, heybenden çıkartıp bir karpuz veriyorsun. Zaten benim tarlamda görmekten bıktığım kadar karpuz kavun var. Şimdi orada onun ihtiyacı yok. Ama mesela onun o anda neye ihtiyacı olduğunu sezip, anlayıp da onu verebiliyorsan, en büyük ikram o oluyor.
Bakıyor mürid, şeyhinin sıcak suya ihtiyacı var, hava soğuk, abdest alacak; ısıtıp getiriyor.
"Tamam, hay Allah razı olsun. Allah ne muradın varsa versin."
Bir yığın dua alıyor.
Yazın da suyu kaynatıp getirse, o zaman makbul olur mu?
Olmaz. O zaman da bir soğuk su mesela, belki hoşuna gider. Belki bir meyve veya karpuz, kavun hoşuna gider.
Karşındaki insana bir iyilik, cömertlik yapacaksın, sehâvet yapacaksın, -sehâ ve sehâvet cömertlik demektir-, bir bağışta, ikramda bulunacaksın; ama halıcıya seccade hediye etmek, karpuzcuya karpuz vermek, tereciye tere satmak tatlı bir şey değil. Onun ihtiyacı olan şeyi bulup onu verirsen, "Hah! Hay Allah razı olsun." diye, o zaman gerçekten duayı alırsın.
Hayrü's-sehâi mâ vâfaka'l-hâcete.
"Cömertliğin en hayırlısı, ihtiyaca tam uygun düşendir."
Onun için iyi dervişlik de iyi kulluk da zekâ işidir. Bayağı insanın aklını kullanması, bulması, anlaması, çakması lazım işi. "Çaktım!" diye, zehir hafiye gibi çakması lazım.
Böyle anlayıp ona göre hareket etmesi icap eder.
Ve bihi kâle Ebû Süleymân. Aynı rivayet zincirinden gelen habere göre, yine Ebû Süleyman ed-Dârânî bir seferinde şöyle demiş;
İzâ sekeneti'd-dünyâ fî kalbin terahhalet minhü'l-âhiretü.
Allah korusun! "Bir kalbe dünya iskân oldu mu, yerleşti mi, dünya bir insanın kalbini mesken edindi mi, geldi yerleşti mi." Terahhalet minhü'l-âhiretü. "Âhiret oradan eyvallah, 'Hadi Allah'a ısmarladık!' der, kalkar gider."
"Dünya gelip insanın gönlüne yerleşti mi, âhiret oradan kalkar gider."
Ne demek dünyanın gelmesi, âhiretin gelmesi? Yani bu yerküresi mi geliyor?
Hayır! İnsanın gönlü, bu hayatın keyifleri, zevkleri, istekleri, hedefleri ile dolarsa, hedefi bu dünya olursa, o zaman âhiret, yani cennet, Allah'ın rızası, ebedî hayatla ilgili şeyler kalkar gider. İkisi bir arada olmaz. Dünya arzusu gelirse âhiret arzusu gider.
Onun için bu konuda çok sözler söylemişlerdir.
Ama millet "dünya" deyince, meridyenli ve paralelli, çizgili yuvarlak küreyi hatırlıyor. Bilmiyor ki dünya dediğimiz, işte şu bizim hayatımızdır. Hepimiz de şu hayatın tadını çıkartmak ve şu hayatta birtakım amaçlara ulaşmak için harıl harıl çalışıyoruz. Talebeler mezun olacağım diye çalışıyor. Adamlar, ev bark sahipleri, evini geçindireceğim, zengin olacağım diye çalışıyor. Herkes aslında dünyaya çalışıyor.
[Mehmed Zahid] Hocamız;
"Bana birçok kimse geliyor; bir âhiret sorusu soranı görmüyorum." derdi.
"Herkes 'İşim bozuldu, bilmem ne oldu. Kız alacağım, bilmem vesaire…' hep dünya diyor, yani bir âhiret meselesi sormuyor." derdi.
Aslında hepimiz bir bakıma, bu ana meseleyi belki atlamış ve kaçırmış olabiliyoruz.
Asıl mesele ne?
Şu hayat değil! Asıl mesele; âhiret! Onu güzel hâle getirmek, orada kazanmak, cenneti kazanmak, orada Allah'ın sevdiği bir durumda olmak daha önemli. Bunu unutur da insan bu dünyaya dalarsa; "Paramı nerede daha iyi işletebilirim; Yoksa döviz mi alsam, satsam, versem? Altın mı daha iyi, araba mı daha çok pirim yapıyor? Bugün nereye gitsem, nerede eğlensem? Yazlığı hangi köyde geçirsem?.."
Hayrola? Bunlar hep burayla ilgili, bu hayatla ilgili. el-Hayâtü'd-dünyâ; hep kafandaki meseleler. Şöyle tasnif edip şurası dünya, burası âhiret diye ayıracak olsak; hep sen bu hayatla ilgili şeyleri düşünüyorsun.
Hani öbür hayatla ilgili şeyler?
Burada dünya ve âhiret dediğimiz zaman iki şeyi düşüneceğiz. Dünya bu hayat, yaşamakta olduğumuz.
Şimdi biz neredeyiz?
Dünyadayız. Nefes alıyoruz, yaşıyoruz, ölmedik daha. Ölünceye kadarki âlem, dünya. Öldükten sonraki, âhiret.
Herkes kolay anlasın diye, şöyle söyleyebiliriz: Sen, ölümden sonran için hazırlanıyorsan, iyi, akıllı bir insansın. Sadece ölümden evvelki, ölünceye kadarki hayatınla ilgileniyorsan, onun meseleleri kafanı, kalbini, gönlünü doldurmuşsa, o zaman çok yanlış bir şey yapıyorsun, küçücük bir şeyle uğraşıyorsun. Öbür taraf ne olacak, düşünmüyorsun. Çünkü öbür taraf ebedî. Onu düşünmediğin için çok yanlış bir şey yapıyorsun. Bu taraf muvakkat. Kırk sene olsa daha bunun üstüne ömrün, iyi, elli sene olsa, altmış sene olsa, seksen sene olsa, sonra bitecek. Seksen sene! Diyelim ki yüz yaş, yüz on yaş, yüz elli yaş yaşadın, yani daha fazlası çok görülen bir şey değil.
Sonra ne olacak?
Öleceksin.
Ondan sonraki hayat ne?
Ne bin sene, ne on bin sene, ne yüz bin sene, ne milyon sene; sonsuz seneler! Sen bu sonsuz seneleri, ölümden sonraki âlemi, âhireti düşünmüyorsun; hep bu dünyayı, yani seksen seneyi düşünüyorsun. Bu çok büyük ahmaklık, bu çok yanlış bir şey! Hepimize -yani mü'min de olsak- farkına varmadan bu kâfirlerin hastalıkları bulaşıyor. Onu düşünmesinden kaynaklanıyor. Hâlbuki kâfirler, biz âhireti düşündüğümüz zaman bizim karşımızda duramazlar. Bizim en büyük gücümüz âhiret ehli olmamızdandır. Adam iyi mü'min oldu mu, ölmeye gider. Avrupalılar'ın hiçbirisi böyle bir şeye yanaşmaz.
Neden?
Tam dünya ehlidir onlar. Ölümden sonrası ile ilgili, "Peh, ehh, aman.. Neymiş?" diyor, inanmıyor.
Anlatamazsın, çünkü ileride olacak bir şey! Daha şu anda bir şey değil ki. Kedinin ensesinden tutup da, sütün içine burnunu sokup da, "Ye, işte bu süt!" der gibi diyemiyorsun ki.
"Olacak." diyorsun.
"Peh, ehh, aman." diyor.
"Sen bilirsin." diyorsun o zaman.
İnanmıyor, inanmayınca ne diyeceksin? Ne yapalım, var bir cezası, Allah iman vermemiş.
Dünya deyince, lütfen meridyenli, paralelli, çizgili, beş kıtalı filan bir şey aklınıza gelmesin. Dünya, ölüme kadarki zamanımız. Âhiret, ruhumuzu teslim ettikten sonraki sonsuz zaman. Onu düşünmek lazım. Çok kimse bu tarafı düşünüyor. Milattan önce, milattan sonra gibi. Vefattan önceyi düşünüyor.
Vefattan sonra?
"Pehh... Ne mâlum... Var mı yok mu acaba?"
Böyle gidiyor işleri. O zaman, o en büyük hatayı işliyor. "Bir insanın gönlüne dünya girerse, âhiret oradan eyvallah der, göç eder gider." diyor.
Kitaplara ismi geçmiş, tarihe nâmı yazılmış bütün büyüklerimiz hep âhiret ehli insanlardır. Hep ölümden sonra için çalışmışlardır, bu dünyaya aldırmamışlardır. Veyahut çok büyük dediğiniz insanları şöyle gözünüzden perde kalksa, dünyevî hayatını görseniz; kulübede yaşıyordur, kırk yamalı hırka giyiyordur, malı yoktur, mülkü yoktur. Selman-ı Fârisî, Ebû'd-Derdâ hazretlerinin evine gitmiş, bakmış, acımış; hanım perişan, ev perişan, onun üstü başı perişan.
Neden?
Âhireti düşünüyor. O dengelemiş. Demiş ki; "Tam böyle âhireti düşünmek olmaz, dünya hayatında yaşıyorsun, bu tarafı da biraz idare edeceksin. Ama âhireti hiç hatırından çıkartmayacaksın."
Ve bihî kâle, semi'tü Ebâ Süleymâne,yekûlü: Aynı rivayet zinciri ile, râvi Ahmed b. Ebi'l-Havârî demiş ki; "Ebû Süleyman şöyle söyledi, duydum ben."
el-Vâridü's-sâdiku en yesduka mâ fî kalbihî mâ nataka bihî lisânuhû.
Vârid, insanın gönlüne vürûd eden düşünce veya fikir. Yani bir şey içine doğuyor, aklına bir şey geliyor. Aklına bir fikir, bir duygu, bir düşünce geldi.
Nereden geliyor?
Şeytandan gelir, şeytanın vesvesesi.
Nefisten gelir, nefsin vesvesesi.
Bir de, gerçekten Allah'tan ilâhî bir bilgi olarak gelir, hayal değildir. Bir gerçek tarafı vardır, hakikattir. Bu gerçek vârid, nasıl belli olur?
En yesduka mâ fî kalbihî mâ nataka bihî lisânuhû. "Kalbinde olan şeyin doğru olmasıdır, dilinin söylediği şeye uygun olmasıdır."
Burada yesduka diye hareke koymuş. Ben olsaydım yusaddıka diye okurdum. "Kalbinde olan şeyin, diliyle söylediği şeyi tasdik etmesidir." derdim. Ama zaten anlatılmak istenen aynı mâna. Yani gönlündeki ile dili aynı olmasıdır. İkisi arasında fark olmamasıdır, içi dışı bir olmasıdır demek istiyor.
O zaman o adamın dilinden dökülen fikirler, gerçek bir vâridattır, ilhâm-ı ilâhîdir, vâridât-ı ilâhiyedir, içi dışı eşit. Ama kalbi başka düşünüyor, dili başka söylüyor; o zaman yalan, gerçek değil.
Ve bihî kâle: Semi'tü Ebâ Süleymâne, yekûlü. "Aynı rivayet zinciri ile Ebû Süleyman ed-Dârânî'nin şöyle söylediğini işittim." dedi, Ahmed b. Ebi'l Havârî.
Men sadaka kûfie Ve men ahsene ûfiye.
"Kim doğru sözlü, doğru özlü olursa; işleri Allah tarafından görülür, ihtiyacı giderilir, Allah'ın yardımına mazhar olur." Ve men ahsene ûfiye. "Ve kim iyilik yaparsa, yani kulluğunu iyi yaparsa; o zaman afiyet ehli olur, kendisine afiyet ihsan olunur."
Demek ki doğru sözlü, doğru özlü olursa Allah onun maddî-mânevî ihtiyaçlarını karşılar ve o, iyiliğinin, doğruluğunun mükâfatını görür. Kim iyilik yaparsa yani kulluğunu iyi yaparsa veya başkasına hayır, hasenât, iyilik yaparsa, o zaman o da afiyete mazhar olur.
Semi'tü'l-Hüseyne'bne Yahyâ, yekûlü: Semi'tü Ca'fere'bne Muhammedi'bni Nusayr, yekûlü semi'tü'l-Cüneyd, yekûlü: Kâle Ebû Süleymâne'd-Dârânî:
Demek ki bu rivayet zincirinde Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Süleyman'dan duymuş.
Rubbemâ yekau fî kalbî en-nüktetü min nüketi'l-kavmi eyyâmen, fe-lâ akbelü minhü illâ bi-şâhideyni âdileyni: el-Kitâbü ve's-sünnetü.
Buna çok dikkat edelim! Bu tasavvufta çok mühim bir şeydir!
Rubbemâ yekau fî kalbî en-nüktetü min nüketi'l-kavmi eyyâmen. "Bazen gönlüme, kalbime şu tasavvuf erbabının nüktelerinden, inceliklerinden, güzel fikirlerinden bir fikir, bir bilgi geliyor. Günlerce o beni meşgul ediyor." Fe-lâ akbelü minhü illâ bi-şâhideyni âdileyni. "O gönlüme gelen ve günlerce kafamı meşgul eden o fikri, o ârifâne duyguyu kabul etmiyorum; ancak âdilâne iki şahit olursa kabul ediyorum." el-Kitâbi ve's-sünnetü. "Kur'an ve Peygamber Efendimiz'in sünneti."
Burada, tasavvuf erbabının şeriate bağlılığını görüyoruz. Adamlar mübarek insanlar, Allah'ın sevgili kulları. Allah bunların gönüllerine fütûhât, füyûzât, vâridât, keşfiyât veriyor. Nice şeyler akıllarına geliyor, gönüllerine doğuyor, kabul etmiyorlar. Günlerce geldiği halde, ancak Kur'an'dan, hadisten şahit gelirse, şahit desteklerse o gelen nükteyi, o zaman kabul ediyor. Şeriate ne kadar bağlılar.
Hâlbuki, "Erbâb-ı tasavvufum." diyen pek çok insanı, bu gayreti göstermeyen insanları şeytan böyle aldatır.
Demek ki senin gönlüne bir şey doğuyor; doğuyor ama sen bu Ebû Süleyman hazretlerinin sözünü bilseydin, kendini kontrol edecektin. Sen gözünü kapatıyorsun, bir fikir geliyor, şeytandan gelen şeyi Rahman'dan geliyor sanıyorsun. Şeytan seni namazdan, ibadetten alıkoyuyor da hâlâ uyanmıyorsun!
Demek ki tasavvufî çalışma yapan kimseler, akıllarına gelen fikirleri Kur'an ve sünnet ölçüsünden geçirecekler.
"İçime doğdu, tamam, Allah içime getirdi, tam tesbih çekiyordum, gözüme bir şey göründü, bir şey oldu; şunun hakkında şöyle düşündüm. Acaba o öyle mi, böyle mi?"
Öyle olmaz!
Bunun ölçüsü şeriattir, Kur'ân-ı Kerîm'dir, hadîs-i şerîflerdir. Bunlara uyuyorsa öyledir, aksi takdirde değildir.
"Çok defa zehir içmek geliyor, o kadar sıkıyorlar ki mânevî bakımdan işte şu derecem yükselsin." diye.
Zehir içmek geliyorsa, bil ki şeytandan! Yüzde yüz şeytandan! Çünkü intihar, insanı ebedî cehennemde yanmaya götürür. Sen zehri içer de intihar edip ölürsen cehennemlik olacaksın. Şeytan seni arkandan cehennemlik olacak şeye itmek üzere, uçurumun kenarındasın! Hop, itti mi aşağı, cehenneme 70 yıllık yola uçarsın!
Demek ki tasavvufun büyükleri, tasavvufu böyle yaşamışlar.
"Aklıma bir vâridât geliyor, gönlüme bir duygu, fikir geliyor ama Kur'an'dan, hadisten iki şahit olmadıkça söylemiyorum." diyor.
Adam uçuyor, koşuyor bile olsa, olmaz kıymeti yok!
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.