Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Şimdi 105. sayfa 14. paragraftan okuyoruz.
Kâle. "Evvelki rivayet zinciri ile kitabın müellifi olan Ebû Abdirrahman es-Sülemî'ye geldi ki." Ve kâle racülün li-Ahmede'bni Hadraveyh. "Adamın birisi Ahmet b. Hadraveyh'e; Evsınî! 'Bana nasihat eyle.' dedi."
Bu, büyüklerin yanına giden insanların umumiyetle söyledikleri bir sözdür. "Efendim, bana bir nasihat et." derler. Onlar da o anda, o şahsın durumuna uygun bir nasihat söylerler. Tabi nasihatler farklı olabiliyor.
Ama kelâmü'l-kibâr, kibârü'l-kelâm denildiği gibi "Büyüklerin sözleri de büyüktür." Nasihatin kısası, özlüsü makbuldür.
Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sözleri cevâmiü'l-kelîmdir. Çok kısadır; ama çok ve derin mâna ihtiva eder.
Allah, Peygamber Efendimiz'e "az sözle çok mâna ifade etme" meziyeti de vermiş. Çok söylerseniz çok söz, dinleyenin kulağında kalmaz, unutverir, başını unutur, sonunu unutur. Onun için nasihati veciz yapmak lazım, kısa söylemek lazım. Zaten ârif olan bir kimse de çok söze ihtiyaç bırakmaz da leb demeden leblebiyi anlayıverir. Dinleyen de kabiliyetli ise çabuk anlar.tu
Onun için Yunus Emre;
"Çok söz eşek yüküdür." diyor.
"Fazla söze lüzum yok. Ârif hemen anlar." demek.
Ahmet b. Hadraveyh hazretleri nasihat isteyen kişiye demiş ki;
Emit nefseke hattâ yuhyiyehâ!
Emit. "Öldür." Nefseke. "Nefsini"
Sen nefsini öldür de;
Hattâ yuhyiyehâ. "Allah onu diriltsin."
Yuhyiye'nin faili zikredilmemiş ama Allah.
Hattâ yuhyiyehallah demek.
"Sen nefsini öldür de Allah diriltsin." diye nasihat etmiş.
Müslümanlar biliyor; çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de geçiyor. İnsanoğlunun bir nefsi var. Terbiye edilmemiş hâli ile bu nefsin adı; nefs-i emmâre.
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi illâ mâ rahime rabbî buyurulmuş.
Kur'ân-ı Kerîm'de, âyet-i kerimede, Yusuf aleyhisselam'ın kıssasında böyle geçiyor.
İnne'n-nefse. "Hiç şüphe yok ki nefis." Le-emmâretün bi's-sûi. "Bize kötülüğü çok emredici bir yapıya sahiptir."
Tembellik yap, içki iç, keyfe dal, zevke dal, uyu, eğlen, gez, boş ver, aldırma, gam çekme, tasalanma!
Emmâre, "çok emredici" demek.
İnne'n-nefse âmiretün bi's-sûi. "Nefis, insana kötülüğü emreder." denmiyor.
Emmâre yani fa'âl sîgası ile söylenmiş. Fa'âl "çok yapan" demek; nefis onu meslek edinmiş.
Nefis müennes olduğundan emmâretün denmiş.
İnne'n-nefse le-emmâretün bi's-sûi. "Nefis dediğimiz içimizdeki varlık, bize kötülüğü çok emretmek huyunda olan bir varlıktır."
İçimize, bize vesvese veriyor. İçeriden birtakım duygular veriyor.
Niye bunu böyle yaptın? Utanmadın mı, sıkılmadın mı, âkıbetinden korkmadın mı veya hapse gireceğini, ceza yiyeceğini düşünmedin mi?
Suç işleyenler;
"Nefsime hâkim olamadım, nefsime uydum, çok pişmanım ama ne yapayım?" diyorlar.
Nefis böyledir. İçeriden insana kötülükleri duygu olarak, his olarak emreder, çok emreder. İşi gücü bu... Onun o emirlerini duyup anlayıp onlara tâbi olmamak, onlara muhalefet etmek, nefse karşı çıkmak lazım.
Nefsine yan çıkmamak, karşı çıkmak lazım. Nefis, bir insanın içinde olduğundan, kendi benliği olduğundan onunla uğraşmak zordur.
İnsanın kendi kendisi ile uğraşması zordur ama uğraşmak lazım. Uğraşmazsa bu nefis, insanı kötü yollara sürükler, iyi işler yapmaktan alıkoyar. Sabah namazına kaldırmaz, abdest aldırmaz, namaz kıldırmaz, oruç tutturmaz, helâl kazandırmaz, cefa çektirmez; Allah yolunda sevap kazanmak için sıkıntıya girmesine izin vermez, el vermez. Engel, içimizde bir engel...
Ne yapmak lazım?
Kad efleha men zekkâhâ. "Terbiye eden kurtulur."
Bunu terbiye etmek lazım.
Terbiye etmek ne demek?
"Bu nefsi öldürmek lazım!"
Burada öyle diyor:
Emit nefseke! "Nefsini öldür!"
Ne demek yani, nasıl öldürürüm?
Karnıma bıçak soksam intihar etmiş olurum, cehenneme giderim; haram. İnsanın kendisini öldürmesi de haram.
Nasıl öldüreceğim?
Nefsin sana kötü bir şeyi emredemeyecek hale gelsin, o duruma gelsin. Emredemeyecek kadar dermansızlaşsın. Yığılsın kalsın. Bir şey diyemeyecek hâle gelsin.
Bu nasıl olur?
Tasavvufî terbiye ile olur.
Kad efleha men zekkâhâ. "Kim nefsini terbiye ederse bunu başarırsa felah bulur."
Ve kad hâbe men dessâhâ. "Kim nefsini terbiye edemezse, günahlara dalar; nefsinin esiri olduğundan, günahları işlediğinden dünyası ve âhireti harap olur."
Nefsi terbiye etmek, Allah'ın bize Kur'ân-ı Kerîm'deki emridir, boynumuzun borcudur; bunu yapmak lazım…
Bunu yapmanın yolu, bir ilimle olacak. Kolay olmaz.
Arabanın motorunun motorcu ustası var. Kaportasının yamukları için kaporta ustası var. Boyası için boya ustası var. Aküsü, elektriği için elektrik ustası var. Döşemesi için başka usta var. Hepsi de araba ile ilgileniyor ama olmuyor. Döşemeci motordan anlamaz, motorcu boyadan anlamaz, kaportacı döşemeden anlamaz.
Onun gibi İslâmî ilimlerin içinde, Allah'ın bize emrettiği şu nefsi terbiye etmenin yolunu gösteren İslâmî ilim de tasavvuf ilmidir. Bunun karşısına çıkan ya İslâm'ı bilmiyor ya Kur'an'ı bilmiyor ya da niyeti Allah'ın rızasını kazanmak değil, felah bulmak değil.
Çünkü felah bulmanın yolu, nefsi terbiye etmekten geçiyor. Nefsi öyle bir hale getireceğiz ki bizim karşımızda diklenemeyecek, bize muhalefet edemeyecek, bizim aleyhimizde çalışamayacak. Bize kötü şeyleri vesvese olarak fısıldayamayacak, söyleyemeyecek, isteyemeyecek. Karşımızda dik duramayacak hâle getirmeye, "nefsi öldürmek" deniyor.
Ondan sonra bir de bunu güzelleştirmek, olgun bir hâle getirmek var. Mutmainne, râdıyye, merdıyye, sâfiyye, kâmile bir nefis haline getirmek var. Bu da güzel bir şey…
"Yâ Resûlallah! Sizin nefsiniz ne âlemde, sizin nefsiniz var mı, yok mu, nasıl?"
Peygamber Efendimiz'in nefsi tabi var, herkesin nefsi var; ama o nefsini öyle bir seviyeye çıkarmış ki kâmil, olgun, pırıl pırıl bir nefis olmuş. İşte o hâle getirmek, bir terbiye işi.
Nefsi terbiye etmek için umumî iki prensip vardır:
Nefsin kuvvetini kesmek.
Bu nefis nereden kuvvet alıyor?
Yemekten kuvvet alıyor.
Yemekten mi kuvvet alıyor? O zaman ben onun arpasını kısarım; o da o kadar hoplayıp zıplayamaz. Oruç tutmak ve az yemek suretiyle nefsi biraz frenlemek mümkün olur.
Ramazan'da oruç tuttuğumuz günleri hatırlayalım; öğleden sonra, ikindiden sonra hafif bir gevşeklik gelir. Kötü şeylere bakacak hâlimiz kalmaz. Kötü şey söyleyecek halimiz olmaz. Karşımıza birisi dikilse "git işine" deriz. Bir yumuşaklık olur. İkindide camiye gitsek bir vaaz dinlesek gözlerimiz yaşarıverir, ağlamaya başlayıveririz. Bir rikkat, bir incelik meydana gelir.
Demek ki aç durmak faydalı.
Sonra, çok uyumak da nefsi kuvvetlendirir. İnsan çok uyudu mu nefsin şehevâtı çok kuvvetlenir, takviye olur. En büyük takviyeyi oradan alır. Hatta insan yemek yemese bile çok uyuduğunda kalktı mı kaplan gibi kalkar. Çünkü çok uyudu. Çok uyuyunca da nefsi kuvvetlenir.
Onun için uykuyu azaltmak, asgariye indirmek yolunu; uyku zamanını, gecenin tamamını uyumakla değil de Allah'ın istediği ibadet ve taatlerle geçirmek yolunu tercih etmişlerdir.
Az yemek yeyince az uyumak da kolay olur. Çok yemek yiyip de az uyumak olmaz. Çünkü zaten gözleri bayılır. Yatsıdan sonra akşam yemeğini yedi mi televizyonu seyrederken koltukta uyuyor. Sigarası yere düşüyor, koltuğu yakıyor. Sigarasını söndürmeye vakti olmuyor. Dalıyor, gidiyor. Televizyonu kapatamıyor. Televizyon kendisi kapanmasa sabaha kadar hışırdayıp cızırdayıp duruyor.
Neden?
"Hocam öğle yemeğini az yemiş de tepe gibi karnını doyurdu da bayıldı."
Keyfinden, zevkinden. Çok yedi mi uyur, uyanık duramaz. Az yedi mi uykusu da az gelir.
Bir de az konuşmayı tavsiye etmişler.
Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerinde de vardır. Peygamber Efendimiz, sükûtun ibadet olduğunu bildiriyor. Sükût etmek ibadettir.
Demek ki çok konuşmayacak, kendisine hâkim olacak. Ekseriyetle günahlar dille işlendiği için bir insan dilini tutabilecek. Az yemek taklîl-i taâm, az uyumak taklîl-i menâm, az konuşmak taklîl-i kelâm. Az konuşuyor, az zarara uğruyor.
Sonra uzlet-i enâm. "İnsanlardan biraz ayrı durmak" iyidir. Çünkü insan insanı azdırıyor.
"Kişi refîkinden azar." demişler. Aynı okula giden iki çocuk; birisi iyi arkadaş ediniyor, sınıfın birincisi oluyor. Ötekisi kötülerle arkadaş oluyor; haylaz oluyor, sınıfta kalıyor.
Aynı ailenin iki çocuğu, ikiz çocuğu oluyor. Edindiği arkadaşlardan başarı veya başarısızlık oluyor.
Neden?
Kişi, arkadaşının tesiri altında kalıyor. Muhakkak bu tesir vardır.
Hatta büyüklerimiz demişlerdir ki;
"Gafil müridin yanında bile durmamalı. Gafil müridin gafleti bile uyanık müridin kalbine tesir eder de onu karartır."
Esnemeye başlar; o bile tesir eder. Demek ki bir işe yaramayacak insanlardan da sıyrılmak lazım. Onlardan da kenarda durmak lazım…
O zaman ne oluyor?
Az konuşuyoruz. İnsanlardan da ayrıldık; kahve yok, sinema yok, vesaire yok. O zaman bol zaman oluyor. İnsan zikrediyor, tefekkür ediyor, Kur'ân-ı Kerîm okuyor, ibadet ediyor. Güzel bir yol açılıyor.
Bunlar nefsi azdıran yollar olduğundan bunları kestiğimiz zaman nefis yavaş yavaş ıslah oluyor. Bu bir yoldur. Buna riyâzetü'n-nefs derler. "Nefsi zabt u rabt altına alma, ona idman yaptırma, egzersizle, riyâzatla hizaya sokma."
Bu kaç gün sürecek?
Ramazan'da on gün süren bir "itikâf" vardır. Kırk gün süren bir "halvet" vardır. "Çile" denilen, 1001 gün süren bir halvet vardır.
Kırk gün insanlardan ayrı, bir kenara çekilip ibadet ederse insanda büyük bir değişme olur. Helâl lokma yiyecek, ibadet edecek, abdestli gezecek, gündüzleri oruçlu olacak, tenha bir köşede ibadetle meşgul olacak. İnsan kırk günde değişir; eti kemiği, her şeyi değişir, iyi bir insan olur. Halvete girdi, çıktı; o zaman güzel bir insan olur. Bu bir yol; nefsi kuvvet kazandığı yerlerden çevirip muhasara altına alıp zayıflatmak, söz dinler hale getirmek…
İkinci bir yol da aşk ve muhabbet yoludur. Ruha kuvvet vermek yoluyla, ruhu zikirle, aşkullah ve muhabbetullaha erdirmek yoluyla insana bir Allah sevgisi, bir Allah'ın emrini tutma aşkı ve şevki gelir ki bağlasan durmaz. Nefsi ona kötülüğü gösterse de o adam aldırmaz.
Neden?
O zevki, o şevki tattı; o muhabbet ile gidiyor. Bu da bir yoldur. Buna tarîk-i rûhânî, ötekine de tarîk-i nefsânî derler. Nefsi terbiye etme yolu, ruhu kuvvetlendirme yoludur.
Ama şöyle ama böyle bu nefsin terbiyesi, Kur'an'ın emridir. Hepimizin, hepinizin boynuna borçtur. Bunun bir kaçamak tarafı yok. Kur'an'da var, hadîs-i şerîfte var, sahabe-i kirâmın rıdvanullâhi teâlâ aleyhim ecmaîn hayatında var. Peygamber Efendimiz'in hayatı böyle...
Peygamber Efendimiz Hira mağarasında ne yaptı?
Hatice validemiz aylarca oraya yemeğini getirdi.
Peygamber Efendimiz'in hayatını okumadınız mı?
Evi nasıldı, eşyası nasıldı, gıdası nasıldı, gündüzü nasıldı, gecesi nasıldı?
Gece sabahları buluncaya kadar ayakları şişinceye kadar ibadet etmez miydi?
Zevceleri;
"Anam babam sana feda olsun ey Allah'ın Resûlü! Niye bu kadar kendini üzüyorsun? Allah senin gelmiş ve gelecek günahlarını affettiğini Kur'ân-ı Kerîmi'nde bildirmiş. Zaten suçun yok, günahın yok. Niye böyle yapıyorsun?" dedikleri zaman ne buyurmuştu?
E felâ ekûne abden şekûrâ? "Niye Allah'a çok şükreden bir kul olmayayım?"
"Madem Allah bana Habîbullah olma sıfatını vermiş, ihsan eylemiş, niye çok şükredici bir kul olmayayım?"
Resûlullah Efendimiz, kurretü aynî fi's-salâh. "Gözümün nuru namaz." buyuruyor; namaza âşık.
Biz öyle miyiz?
Tabi biz Resûlullah ile boy ölçüşecek durumda değiliz; ama Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, kurretü aynî fi's-salâh buyurdu.
"Gözümün, gönlümün şenliği, hoşluğu, mutluluğu namazda; namazı çok seviyorum." demek. "Namaza âşığım." demek.
Var mı içimizde namaza âşık olan?
Namazı kılıyoruz tabi; ama "vazife" diye kılıyoruz, "angarya" diye kılıyoruz. Az olduğu zaman seviniyoruz, kıldığımız zaman "Oh, yük kalktı!" diyoruz.
O öyle demiyor! Bir kılıyor, bir daha kılmak istiyor, bir daha kılmak istiyor. Arada fark var. Sevmek, Allah'ın divanında durmayı, namazı sevmek...
Nefsin ıslah edilmesi bir farizadır, felah bulmanın yoludur, başka çare yoktur. Bu nefis ıslah olmazsa insanı beladan belaya bulaştırır, çok zararlara sokar, çok günahlara daldırır çıkarır. Allah'ın rızası yolundan ayağını kaydırır, cehenneme götürür, cehenneme gitmesine sebep olur. İnsanın kendi içindeki nefis, benim nefsim, benim aleyhimde!
A'lâ adüvvüke nefse beyneke cenbeyke. "En büyük düşmanın -dışarıda arama- senin kendi iki yanın arasındaki nefistir."
Nefsin, en büyük düşmanın!
Neden?
Bu bir şey söyledi mi buna itiraz olmuyor.
Niye böyle yaptın?
"Canım istedi, ondan yaptım."
"Canım istedi." demek, "Nefsim emretti de ondan yaptım." demek.
Niye böyle yaptın yahu?
"Canım istedi de ondan yaptım."
Nefsim istemiş de ondan.
Hoşuma gidiyor;
Bir kardeşimiz, Abdülaziz hocamıza intisap etmiş.
"Evladım, dargınlarla barış, devamlı abdestli gez, hak sahiplerine haklarını ver, herkesle helalleş." demiş.
Aradan birkaç gün geçmiş, yeni bir mürid tabi. Şeyh efendi sormuş:
"Evladım, ne oldu, tavsiyelerimi tutabiliyor musun?"
"Tutuyorum efendim; abdestli geziyorum, emrettiğiniz namazları kılıyorum, 'Sevap kazanayım.' diye tesbihlerimi çekiyorum ama dargın olduğum insanlarla gidip barışmak nefsime çok ağır geliyor, izzet-i nefsime dokunuyor." demiş.
Hakikaten size de ağır gelebilir. Dargın insan gidecek, dargın olduğu insana;
"Ben sana darılmaktan vazgeçtim, barışmak istiyorum, uzat elini." diyecek.
Yalvarıyor gibi olacak. Kim olsa; "Ya ben ona yalvarmam, sülalesi gelse yalvarmam." der; böyle bir şeye karşı çıkar.
"İzzet-i nefsime dokunuyor." demiş.
Bu ifade doğru mu?
Bize göre doğru. Ama hocaefendi onun hasta tarafını hemen yakalamış, ne diyor?
Diyor ki;
"A evladım, nefsin izzeti olur muymuş hiç?"
Nefsin izzeti olur mu?
Nefis; nefs-i emmâre, hain düşman, sana düşman, onun izzeti mi olurmuş?
Çal kalb-i nefse seyf-i celâli. Ne güzel söylüyor: "Nefsin kafasına seyf-i celali çal, kafası kırılsın."
Ne güzel söylüyor. Lâ ilâhe illallah de; kafası gitsin, düşsün.
Nefsin izzeti, itibarı mı olurmuş?
"A evladım, nefsin izzeti mi olurmuş?" demiş.
Çok hoşuma gidiyor. İkaz! Biz onu yola getireceğiz, biz çekeceğiz; ona tâbi olmayacağız.
Emit nefseke! "Nefsini öldür!"
Nefsini öldür; yani nefsinin sana muhalefet edecek bir mecali kalmasın. Ölsün, ölmüş gibi olsun. Hani ölüyü şu tarafa döndürsen döner, bu tarafa döndürsen döner.
Ke'l-meyyiti beyne yedeyi'l-ğassâl demişler.
Yıkayıcının önünde ölünün hâli ne?
Şu tarafını kaldırıyor, şurasına su döküyor. Burasını kaldırıyor, burasına su döküyor. Ölü, gık diyemiyor. Nefis itiraz edemeyecek hâle geldi mi, öldü mü güzel. Sen nefsini böyle öldür. Sana kötülükleri emredemesin, itiraz edemesin, iyiliklerin karşısına çıkamasın, kötülükleri sana fısıldayamasın, vesvese veremesin; onu öldür!
Hattâ yuhyiyehâ. "Ki Allah onu diriltsin."
Sen nefsini öldürürsen nefis tamamen ölmez, insan nefissiz yaşayamaz.
Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; -çok ince bir nokta bu-
Nefsüke matıyyetike. "Nefsin senin bineğindir."
"Şu bineğine yumuşak davran!"
Onun da kuvvetli olması lazım. Bir süvari, atına arpasını vermezse atı koşturamaz. Arpasını verecek, ona bakacak.
Nefsüke matıyyetike. "Nefsin senin bineğindir."
Üstüne bineceksin. Ta âhir ömrüne kadar nefsinin üzerinde hayatı süreceksin; ama önce bir öldür, hizaya sok.
Hattâ yuhyiyehâ. "Allah, o zaman onu bir başka türlü diriltir."
Bir başka güzel olur; nefs-i mutmainne olur. Nefs-i mutmainne oldu mu artık korkma.
Allah'ın onu güzel bir şekilde diriltmesi için ilk önce senin onu öldürmen lazım. İradenin, nefsin vesveselerine uymayacak kadar kuvvetlenmesi lazım. Bu terbiyeyi alan bir insanın nefsi de güzel şeyleri emretmeye başlar, ıslah olur, iyi bir nefis haline gelir. Güzel bir tavsiye, tabi anlayana, çok güzel bir tavsiye…
Buradan şunu anlıyoruz ki kişi, Allah yolunda cihat etti mi Allah onun işini düzeltiyor. Bu da âyet-i kerîmeye uygundur.
Ve'llezîne câhedû fînâ le-nehdiyennehum sübülenâ. "Kim bizim uğrumuzda cihat ederse terlerse gayret ederse biz ona yollarımızı gösteririz, yollarımızı açarız."
Gideceği menzil-i maksuda ulaşabilir, muradına erebilir, kâmil insan olabilir, sevgili kul olabilir; ama cihat edecek.
"Sen onu öldür ki Allah onu diriltsin."
"Sen cihat et, nefsine hâkim ol da Allah sana güzel bir iç hâli nasip etsin." demek oluyor.
O halde bu nasihatten hisse almak geriyorsa ne yapacağız?
Nefsimizle cihat edeceğiz.
"Hocam, ben bu cihadı bilmiyorum."
Yok, sen biliyorsun da bildiğinin farkında değilsin. Sen nefsinle cihat ediyorsun.
"Ne zaman ediyorum hocam? Ne kılıç aldım elime, ne silah aldım; ne yüzünü gözünü gördüm şu nefsin, ne çarpıştım, vuruştum."
Yok, sen onunla Ramazan'da cihat ediyorsun. Oruca niyetleniyorsun; yemek istiyor, vermiyorsun, su istiyor, vermiyorsun. Sızlanıyor, aldırmıyorsun. "Yapma, etme" diye yalvarıyor, aldırmıyorsun. Şehevât-ı nefsâniyeden; yiyecekten, içecekten, meşru olan arzulardan ve kötü huylardan kendini uzak tutuyorsun, bir mücadele veriyorsun. Bu mücadele bir ay sürüyor.
Ramazan'da bunun nefisle bir mücadele olduğunu çok kimse bilmiyor. Bir şey yapıyor ama muhatabının kim olduğunu bilmiyor, yani karanlıkta yumruk sallıyor.
İşte Ramazan'da uğraştığın bela, nefis... İnsanın nefsi acıktığı zaman içeriden; "Benim karnım acıktı, yemek istiyorum." der.
Hacivat-Karagöz'ün oyunu gibi, sahneye çıkıp da Karagöz'ün "Yar bana bir eğlence!" dediği gibi, nefis de karnı acıktığı zaman;
"Bana bir yiyecek! Çok acıktım, kebap isterim, baklava isterim, börek isterim, çörek isterim." demeye başlar. Ramazan'da; "Bana bak, hiç boşuna çırpınma, ben niyet ettim, ne kahvaltı vereceğim, ne öğle yemeği vereceğim, ne 5 clock tea, ikindi çayı vereceğim, akşama kadar boşuna sızlanma!" diyorsun. O da öğleye kadar sana iki nazlanıyor. Öğleden sonra bakıyor ki bu çok babayiğit, beni dinlemiyor, hakikaten vermeyecek, akşama kadar ses çıkarmıyor, artık yemek de istemiyor.
Hakikaten sabahleyin insanın biraz karnı acıkır. Ramazan'ın birinci günü biraz acıkır, ikinci günü alışır. Onun için orucu bütün sene tutmak doğru değil. Savm-ı dehr uygun değil.
Neden?
Alıştığı zaman ibadetin kıymeti kalmaz.
Alışmayacak, arzuları ölmeyecek, arzuları devam edecek de sen onu yenmeyi öğreneceksin:
Buzlu su var, hava da güneşli, yaz günü de uzun. Bak ne kadar güzel su, meşrubatın dışı buğulanmış, buğuları aşağı damla damla gidiyor. Yutkunup duruyorsun burada. Kebabı görüyorsun, tatlıyı görüyorsun, suyu görüyorsun. Mücadele veriyorsun; içinden gelen bir arzuyu yapmama mücadelesi. Bu, nefisle mücadele...
Bu mücadeleyi yapacağız, o kadar yapacağız ki nefsimiz ölecek; bize kötü şey söyleyecek bir canı kalmayacak. O zaman Allah, bize bir başka güzel nefis verecek. Biz nefisle böyle cihat ettiğimiz zaman, nefsi öldürdüğümüz zaman, yerine ibadeti seven, namazı seven, zikri seven güzel bir nefis gelecek.
Şimdi millet zikirden bucak bucak kaçıyor.
Zikret!
Ben demiyorum, Allah celle celâlühü;
Yâ eyyühe'llezîne âmenû! Üzkurullâhe zikran kesîrâ. "Ey iman edenler! Allah'ı çok zikredin."
Herkes çok zikredenlerin karşısında... Çocuk tarikate girecek, "Allah" diyecek. Anası babası, "Tarikate girme, deli olursun." diyor. "Çok zikretme." diyor. "Bu kadar da ibadet fazla." diyor. "Bu kadar namaza niyaza düşme." diyor.
Annesi babası; "Çocuğuna bir şey olacak." diye korkuyor.
Evet, bu kadar bilgi, özlü bilgi, Kur'ânî bilgi, imanî bilgi hepimize lazım da onun için söyledim.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.