Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Yahyâ İbnü Muâzi'bni Ca'fer er-Râziyyü'l-vâizü.
Harekelerini yutmadan telaffuz ediyoruz ki Arapça bilenler anlasınlar ve harekelesinler:
Yahyâ İbnü Muâzini'r-râziyyü.
Râzî, Yahya'nın sıfatı olduğu için merfû olarak okunacak.
Ve minhüm. "Müellifin, hayatlarını anlatmak istediği büyük evliyâullah sûfîlerin birisi de.” Yahyâ İbnü Muâzi'bni Ca'fer er-Râziyyü'l-vâizü. "Cafer oğlu Muâz'ın oğlu Yahya ismini taşıyan ve Rey şehrine mensup vaiz zâttır.”
"Bu da o sûfîlerden, meşhurlarından birisidir; anlatacağım meşhurlardan birisi de budur.” diyor.
İsmi Yahya, babasının ismi Muâz, dedesinin ismi Cafer.
Yahya İbn Muâz İbn Cafer.
Nisbesi, nereye mensup olduğunu bildiren kelime er-Râziyyü.
Râzî, gayr-i kıyâsî bir ism-i nisbedir. İsm-i nisbelere semâî denilir; yani "Kaideden bilinmez de kulaktan nasıl duyulmuşsa o dili konuşanlar nasıl söylemişse öyledir.” denilir.
Rey şehrinin ism-i nisbesi "Râzî” olarak geliyor, keskin z ile. Bazıları bunun böyle olduğunu bilmiyorlar. Mesela Tefsîr-i kebîr'in sahibi büyük müfessir Fahrettin er-Râzî var. Onun ismini söylerken dat gibi telaffuz ediyorlar, Râzıyy diye. Halbuki öyle değil; bu, rıdâ mastarından gelen kelime değil. Rey kelimesinden "Rey şehrine bağlı” mânasına "Râzî” diye gelir. Keskin z ile ra'ya benzeyen z ile.
Rey şehri neresi?
Rey şehri, bugünkü Tahran'ın kenar mahallesi durumunda, yani "Tahran şehri” diyebiliriz. Tahran'ın olduğu yerde eskiden "Rey şehri” vardı; orada büyük alimler yetişmişti. O büyük zâtlardan bir tanesi bu şahıstır, Yahya b. Muaz er-Râzî. Çok meşhur, büyük bir zâttır.
Bir de Tefsîr-i kebîr sahibi Fahreddin er-Râzî vardır. Tefsiri çok büyüktür, çok hacimlidir. Daha ziyade ilm-i kelâm sahasında temayüz etmiş bir kimsedir. O da bu şehirden.
Bir de Ebû Bekir er-Râzî vardır. O da meşhur bir kimyagerdir. Eskilerin ilm-i hikmet dedikleri tabii ilimlerde, kimyada sülfürik asidi bulmuş.
Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyyâ er-Râzî, Avrupalıların da tanıdığı bir insandır. O da öyle bir zâttır.
Demek ki büyük alimler yetişiyor ve her birisi de kendi sahasında epey meşhur kimseler oluyor. Tabi maksat evliyâullahı anlatmak olduğundan, başlıkta böyle başlayıp Tefsîr-i kebîr sahibi Fahreddin-i Râzî ile ilgili İslâm Tarihi kitabını yazan Âsım Köksal hocaefendiden duyduğum bir fıkrayı, menkıbeyi, hikâyeyi veya kıssayı size nakledeyim. İbretli olduğu için naklediyorum.
Râzîler anlatılırken Fahreddin-i Râzî'ye geçtik; onunla ilgili bir fıkra anlatıyoruz. Tasavvufî bir fıkra…
Fahreddin-i Râzî, Necmeddin-i Kübrâ hazretlerine gitmiş. Necmeddin-i Kübrâ hazretleri, evliyâullahtan ve Kübreviyye tarikatimizin de kurucusu, pîri. Çok büyük zât. Selam vermiş, yanına girmiş. Tabi Fahreddin-i Râzî ihtişamlı bir alim.
"Efendim, müsaadenizle halimi size arz edeyim. Ben elhamdülillah ulûm-i şer'iyyede çok çalıştım. Allah da bana ihsan etti.” demiş.
Allah zenginliği istediğine verirmiş de ilmi isteyene verirmiş, kim isterse ona verirmiş. Çünkü ilim daha önemli. Zenginliği bazen veriyor bazen vermiyor. Bazen zenginlik insanı azdırır; fakir olması daha iyi. Onun için her şeyin hayırlısını istemek lazım. Ama ilmi isteyene verirmiş.
Fahreddin-i Râzî;
"Ben de çalıştım, çabaladım. Elhamdülillah Tefsîr-i kebîr diye tefsirde çok büyük bir eser yazdım, meşhur oldu. Kocaman ciltlerle, sayfalar dolusu bir tefsir. Falanca ilimde şu eseri yazdım, fıkıh ilminde şu eseri yazdım, falanca ilimde şu eseri yazdım.”
Birçok ilim saymış; "Ama tasavvufa çalışma fırsatı bulamadım. Zât-ı âliniz de çok büyük bir sûfîsiniz, çok büyük bir mürşitsiniz. Lütfeyleseniz beni talebeliğe kabul eder misiniz?” demiş.
Necmeddin-i Kübrâ gayet ciddi bir şekilde demiş ki;
"Evladım hay hay, olur. Seni talebe, mürid, derviş olarak kabul edeyim; ama bu saydığın ilimler var ya; tefsirde bilgin büyük, fıkıhta vesairede alim olmuşsun, allâme olmuşsun. Bizim tasavvuf yoluna girince hepsi kafandan gider, kafan bomboş kalır. Bizim yolumuza girince hepsini unutacaksın. Buna razı olursan gel. Bence bir mahzuru yok, buyur ama senin ömür boyu emek verdiğin ilimler kafandan gidecek, uçacak. Haberin olsun, önceden söylüyorum.”
Fahreddin-i Râzî düşünmüş, pabuç pahalı;
"Efendim, o halde bana müsaade buyurun, ben biraz düşüneyim.” demiş.
Necmeddin-i Kübrâ hazretlerinin huzurundan savuşmuş, bir daha da yanına gitmemiş.
İnsan o ilimlerinden vazgeçer mi?
Koca koca kitaplar yazmış, bilgisi var, ilmi var, herkes "büyük profesör, müderris, üstad, allâme” diye hürmet ediyor. Bir şey soracaklar, hiçbir şey bilmeyecek, cahil bir kimse gibi olacak.
Razı olur mu?
Olmamış tabi.
Tabii mi, gayri tabii mi?
Onu da bilmiyorum da razı olmamış; razı olmayınca da yanına gelmemiş. Ve böylece tasavvufa bağlılığı olamamış. Necmeddin-i Kübrâ'dan el alıp da tasavvufa girememiş.
Vefatı gelmiş. Hâlet-i nezî' diyorlar; insanın canının bedeninden çekilip çıkarıldığı zaman... Artık can boğazdan çıkıp gidecek, beden cansız kalacak. İntizâ' da deniliyor veyahut hâlet-i nezî' deniliyor. O hâlet-i nezî'de Allah hepimizi korusun. Son nefeste iman selametliği ihsan eylesin.
Verelim iman ile tâ cânımız.
Şeytan karşısına dikilmiş, o telaşlı, terli, acılı, ıstıraplı zamanında demiş ki;
"Yâ Fahreddin! Sen Allah'ın varlığına inanıyor musun, Allah celle celâlüh var mı?”
"Tabi var.” demiş;
Kaşını kaldırmış;
"Nereden malum, delilin var mı?” demiş.
"Elbette var. Ben o hususta müstakil bir kitap da yazdım; yüz tane delilim var.” demiş.
İlm-i kelâmcı ya. Hakikaten de vardır, bilgisi kuvvetlidir.
Şeytan müstehzi bir ifadeyle yine kaşını kaldırmış, boynuzu ile kuyruğu ile kıpkızıl, kapkara, karşısında duruyor.
"Neymiş o delil?” demiş.
"Hudüs delilim var. Âlem hâdis'tir. Her hâdis bir muhdis'e muhtaçtır. Binaenaleyh, o muhdis de Cenab-ı Hak'tır.” demiş.
Allah'ın varlığı ile ilgili "hudüs delilini” söylemiş.
Şeytan demiş ki;
"Falanca alim ona şöyle bir itiraz yapmıştı ya.”
Tabi itiraz yapılır, her şeye itiraz ediliyor, güneş de balçıkla sıvanmaya çalışılıyor; ama güneş yukarıda duruyor. O, onu cevaplandırmak yerine;
"Öyleyse imkân delilim var.” demiş.
"O nedir?” demiş.
Onu söylemiş,
"Ona da falanca alim şöyle itiraz etmemiş miydi?”
"Öyleyse hareket delili var. Yani kâinatta bir hareket var, her hareket de muharrike muhtaçtır, muharrik-i hakikî de Allahu Teâlâ hazretleridir.” demiş.
"Ona da şu böyle demişti.” demiş.
Derken böyle o delilden bu delile doksan dokuzuncu delile gelmiş, yüzüncü delile dayanmış. Buram buram terlemiş, şeytanla boyuna mücadele ediyor, Allah'ın varlığını ispata çalışıyor. Şeytan da şeytanlığını yapıyor; son nefeste imanını almaya çalışıyor. Bunalmış artık, iyice terlemiş, sırılsıklam olmuş.
Öbür tarafta Necmeddin-i Kübrâ hazretleri, kilometrelerce uzakta başka şehirde müritleri ile oturuyormuş. Murakabede gözünü kapatmış, demiş ki;
"Kardeşiniz Fahreddin-i Râzî, bize mürid olmaya gelmişti. Biz ona 'İlimleri unutursun.' deyince o ilimlerden fedakârlık yapamamış, geri dönmüştü. Şimdi şeytan onunla ilim konusunda çekişme yapıyor, vesvese veriyor. Allah'ın varlığı hakkında onu tereddüde düşürüp imansız götürmeye çalışıyor. Ama bize geldi, bizden yardım istedi, mürid olmak istedi; bu onun hüsn-ü niyetini gösteriyor. Mürüvvetimize yakışmaz; bize müracaat etmiş bir kardeşimizi böyle güç bir zamanda yardımsız bırakmak bize yakışmaz; ben şimdi onun yardımına gideyim.”
Fahreddin-i Râzî kilometrelerce uzakta… Oraya mâneviyat yolu ile tayy-i mekân yolu ile varıvermiş. Fahreddin-i Râzî, karşısında Necmeddin-i Kübrâ hazretlerini görünce çok sevinmiş. "Evladım, bu mel'una şöyle desene!” diye ne diyeceğini ona öğretmiş. Şeytan, Fahreddin-i Râzî ile uğraşırken kabadayılık yapıyordu; ama Necmeddin-i Kübrâ gelince ufalmış, kenara büzülmüş, ondan sonra da kaçıp gitmiş. O da;
Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh diyerek ruhunu teslim etmiş.
Ondan sonra Necmeddin-i Kübrâ mâneviyat yolu ile yine müridlerinin yanına geldikten sonra demiş ki;
"Biz onu; 'Varlıktan vazgeçebilecek mi, benliğinden sıyrılabilecek mi, övündüğü, beğendiği şeyleri fedakârlık yapıp verebilecek mi?' diye imtihan için demiştik. Evet, hakikaten kafasından bütün ilimleri silinirdi; ama biz hakikilerini doldururduk. O fedakârlığı yapıverseydi gönlüne, kalbine mârifetullah dolardı, hepsinden daha iyi olurdu.”
Kulakları çınlasın, Allah ömür versin, sıhhat afiyet versin; Ankara'dan dostumuz, Âsım Köksal hoca böyle anlatmıştı. İşte bu Râzîlerden birisi de Fahreddin-i Râzî. Birisi "kimyacı” diyelim, biri de bu; Yahya b. Muaz er-Râzî. Rey şehrinden, Tahranlı ama sünnî. Şia oralara sonradan yayılmış; orada çok büyük sünnî alimler yetişmiş.
el-Vâiz "Meşhur bir vaiz.”
Vaazına binlerce insan toplanırmış, mest olurlarmış, ağlayarak dinlerlermiş. Bu mübarek, rahmetli çok tesirli, çok güzel vaaz edermiş.
Tekelleme fî ilmi'r-recâ. "Yahya b. Muaz er-Râzî hazretleri, recâ ilmi konusunda çok sözler söyledi, çok konuştu.”
Recâ ilmi ne demek?
Recâ, "ummak” demek. Malum bir havf var, "korkmak; havfullah, Allah'tan korkmak.” Bir de recâ var, "ümit beslemek.”
Korkanın hali nedir?
Tir tir titremektir.
Acaba Allah beni affedecek mi? Acaba günahlarımı silecek mi? Acaba azap etmeden, cehenneme düşürmeden beni cennetine alacak mı?
Yüzü gülmez insanın, hayattan tat almaz, ödü patlar. Allah'tan korkan insan; "Allah'a asi geleceğim.” diye tir tir titrer.
Re'sü'l-hikmeti mehâfetullâh. "Hikmetin başı, Allah'tan korkmaktır.”
Korkamak lazım; zaten yasak da değil. Allah'tan korkmayanın hali haraptır. İnsan korkmadan gitti mi felaketlere bulaşır. Korkmak lazım; Allah'ın makamı korkulacak bir makamdır, Allah'ın cezası korkulacak bir cezadır.
Korkmak lazım; ama bunun da bir dozajı var. İnsan çok fazla korktu mu, o zaman psikolojik bakımdan dermansızlaşır, hiçbir şey yapamayacak hale gelir.
Korkmayı emreden âyetler var. Ümitten bahseden âyetler de var.
Mesela bir tanesi;
Bismillâhirrahmânirrahîm
Kul yâ ibâdiye'llezîne esrefû alâ enfüsihim. "Ey günahlara dalıp çıkıp da nefislerine zulmetmiş olan günahkâr kullarım!” Lâ taknetû min rahmeti'llâh. "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Ümidiniz kopmasın. Ümitsiz duruma düşmeyin.” İnna'llâhe yağfirü'z-zünûbe cemîâ. "Allah günahların hepsini birden, toptan affediverir.” İnnehû hüve'l-ğafûrun rahîm. "O çok mağfiret edici, rahmeti çok geniş olan zât-ı celildir; onun için affedicidir, mağfiret edicidir.”
Biz de; "Sizlere müjde olsun.” diye ğafûrun rahîm âyet-i kerîmelerini okuduk.
Korkmayın! Allahu Teâlâ hazretleri gafûrdur, rahîmdir; günahkârsak da yüzümüz karaysa da ne kadar suçluysak da afv u mağfiret isteyelim, Allah affeder.
Tehditli âyet-i kerîmeler de var;
Nebbi' ibâdî ennî ene'l-ğafûrün rahîm ve enne azâbî hüve'l-azâbü'l-elîm.
Bismillâhi Allahu Ekber diye Hacerü'l-esved'i istilam eyledikten sonra Kâbe'yi tavafa başlarsınız. Kâbe'nin altın kapısının olduğu tarafı döndünüz mü oradaki yazılar kalabalıktır, ayırt edemezsiniz. Ama hâtim tarafına, altınoluk tarafına geldiniz mi, başınızı Kâbe'ye doğru çevirdiniz mi, dualarla tavaf ederken o âyet-i kerîmeyi görürsünüz, erirsiniz, tüyleriniz diken diken olur, gözlerinizden yaşlar boşalır.
O âyet-i kerîmeyi Kâbe'nin örtüsüne öyle yazmışlar ki...
Nebbi' ibâdî. "Ey resûlüm! Kullarıma bildir, haber ver.” Ennî ene'l-gafûrün rahîm. "Ben gafûrün rahîm'im.” Kullarıma bildir.
Tamam, elhamdülillah ferahladık. Orada yazmıyor ama âyet-i kerîmenin devamı var:
Ve ennî azâbi hüve'l-azâbü'l-elîm. "Bana asi olanlara da azap var. O da elem verici, çok müthiş bir azaptır.”
O da var. Demek ki korkmak da gerekli, ümit de gerekli.
Nasıl olacak, ne yapacağız? İki zıt bir araya gelir mi? Mütekellimler, alimler, mantıkçılar içtimâ-i zıddeyn muhal demişler. Bu ikisi mümkün…
Biraz ondan olur, biraz ondan olur; mümkün.
Niye olmasın?
Hem korkarsın hem ümit duyarsın. Korkarak ümitlenirsin. Ümitlenerek korkarsın. Bu karışım mümkün. Bazı şeyler karışmaz ama bazı şeyler karışır; o mantık burada sökmez. Onun için büyükler demişler ki; Kul nasıl olmalı, biliyor musunuz?
Beyne'l-havfi ve'r-recâ'. "Korku ile ümit arasında olmalı.”
Ne çok korkup dermanı kesilip sararıp solup hazan yaprağı gibi titremeli, hayatı zehir olup sıhhatini kaybedip de mezara gitmeli ne de çok ümitlenip keyiflenip göbeklenip gülüp oynayıp âhiretin tehlikelerini nazar-ı dikkate almayıp hazırlıksız gidip de âhirette hüsrana uğramalı; ikisi de doğru değil.
Beyne'l-havfi ve'r-recâ'.
İnsanın bu ikisini beraber üzerinde toplaması mümkündür; öyle olacağız.
Sülemî hazretleri bu zât-ı muhteremin hayatını incelemiş, kitaplarını okumuş, bu zâtı biliyor, belki mânevî bakımdan da biliyor. Şöyle diyor:
Tekelleme fî ilmi'r-recâ'. "Ümit ilmi hususunda çok konuştu.”
Demek ki Yahya b. Muaz er-Râzî hazretleri ümit tarafı, neşe tarafı galip, halkı ümitlendirici; "Korkmayın, şevke gelin, aşka gelin.” diye o tarafı fazla konuşan bir insanmış; bunu anlıyoruz. Bu sözlerin mânası o.
Ve ahsene'l-kelâme fîhi. "Recâ konusunda konuşmayı da pek güzel yapmıştır.”
Recâ konusunu insanların iyice ikna olacağı, kabul edeceği, neşeleneceği, keyifleneceği bir şekilde anlatmayı da başarmış Yahya b. Muaz er-Râzî hazretleri. Vaiz tabi.
Vaizlerin, kürsüye çıktığı zaman her tarafı düşünmesi lazım… Kendisini dinleyenleri ne kırıp geçirmeli ne de gevşetmeli; orta kıvamda tutmalı. Bir başarı ister. Öyle de zarar böyle de zarar; dengede tutmasını bilmeli.
Ve kânû selâsete ihve. "Üç kardeş idiler.”
Kimler?
Yahya ve İsmâilün ve İbrâhimün. "Birisi Yahya, birisi ağabeyi, birisi kardeşi.”
Bu ortanca imiş; İsmail ve İbrahim…
Ve ekberühüm sinnen İsmâîlü. "Yaşca en büyükleri İsmail isimli kardeşi idi.” Ve Yahyâ evsatühüm. "-Bizim hayatını okuduğumuz- Yahya b Muaz er-Râzî, ortancaları idi.” Ve asğarühüm İbrâhîmü. "En küçükleri de İbrahim er-Râzî idi.” Ve küllühüm kâne zühhâden. "Hepsi de sûfî, zahid insanlar idi.”
Zühhâd, "zahidler” demek, "sûfîler” demek; hepsi de dünyayı terk edip âhirete rağbet edip ibadetle ömrünü geçiren; dünyanın malına mülküne, devletine, makamına, parasına puluna itibar etmeyen zahid kimselermiş. Üç kardeş de öyle imiş. Demek ki sülale soydan böyle, takvâ ehli insanlar...
Ve İbrâhîmü haraca mea Yahyâ ilâ Horasâne. "Yahya ile -bu ortanca- küçük kardeşi İbrahim, Horasan'a beraber çıktılar.” Ve tüveffiye fî mâ beyne Neysâbûre ve Belh. "Nişabur ile Belh şehri arasında bir yerde ölüvermiş.”
Allah rahmet eylesin, küçük kardeş ölmüş. Herhalde ilim öğrenmeye bir şehirden bir şehre giderlerken Yahya, kardeşini de yanına almış; fakat kardeşi Nişabur ile Belh arasında vefat etmiş.
Belh, Mevlânâ'nın şehri biliyorsunuz, İbrahim b. Edhem'in şehri. Nişabur da Hacı Bektaş-ı Velî'nin şehri. Bu kitabı yazan Sülemî de Nişaburlu.
Ve kıyle innehû mâte fî ba'dı bilâdi Cüzcan. "-Bir başka rivayet de var.- Denildi ki bu İbrahim adlı kardeş Cüzcan beldelerinin birisinde vefat etti.”
Ba'd. "Birisi” demek, gayr-i muayyen.
İnnehû mâte fî ba'dı bilâdi Cüzcan. "O, Cüzcan beldelerinin birisinde vefat etti.”
"Bazısında” değil, "birisinde” demek, ba'd.
Cüzcan neresi imiş?
Aşağıda, bakalım;
Cüzcan, el-Cûze cân; ismü kûretin vâsiatin, min kûri Belh. "Belh'in mahallelerinden, civarındaki kasabalarından büyük bir kasaba idi.”
"Cüzcan, Horasan'daki Belh'in kasabalarından birisi idi.”
Ama yine doğru oluyor. İlk söz de doğru oluyor. Zaten "Nişabûr ile Belh arasında öldü.” demişti.
İkinci söz de; Cüzcan'da Belh'e bağlı bir yer olduğuna göre yine doğru olmuş oluyor; ama biraz daha netleşmiş oluyor. Öldüğü yeri kesin söylemiş oluyor.
Ve hiye beyne Mervü'r-rûz ve Belh. "Mervrûz ve Belh arasında bir yerdir.” dedi.
Demek ki bir kardeş, Belh'e giderken vefat etmiş, Allah cümle geçmişlerimizle beraber ona da rahmet etsin. O da zahidlerdenmiş; ârif, salih bir kimse imiş.
Ve ekâme bihâ müddeten. "Orada bir müddet ikamet etti, kaldı.”
Kim?
Kardeşi ölmüş ama Yahya bir müddet orada ikamet etmiş.
Sümme racea ilâ Nisâbûr. "Sonra Nişabûr şehrine geri dönmüş.”
Bizim "Nişabûr” dediğimiz şehre Araplar Neysâbûr diyorlar, aslı Neyşâpûr, Farsça'sı şın ve p iledir, ama Arapça'da p harfi olmadığından böyle telaffuz etmişler. Onlar Neysâbûr demişler.
Neysâbûr, Arap fatihlerin fethettikleri ve ordugâh yaptıkları bir şehir ve orada çok Arap var. Etrafı çevrili, kalesi olan, ordugâhı olan bir şehir…
Ve mâte bihâ senete semânîne ve hamsîne ve mieteyn. "Orada 258 senesinde vefat etti.”
Kim?
Yahya. Vaiz olan Yahya b. Muaz er-Râzî, 258 hicrî senesinde vefat etti. Yani Peygamber Efendimiz'in hicretinden 258 kamerî sene geçtikten sonra vefat etmiş.
Tabi kamerî sene ile hicrî sene aynı değil; arasındaki farkı nasıl bulacağımızı daha önce söylemiştik. Ama kesin olarak bilmek için hicrî tarihi miladîye çevirmek için çevirme kılavuzları vardır. O, alim kardeşlerimizin, ilme meraklı kardeşlerimizin masasında bulunur. Orada 258'i bulurlar; hicrî, miladî ne oluyor, orada görürler. 258'de, yani hicrî üçüncü asrın ortasında vefat etmiş.
Ve reve'l-hadîse. "Hadis de rivayet etmiş.”
Vaiz ya kendisi; ilm-i hadîs ile meşgul olmuş. Tabi herkes hadis okur. Ben de okuyorum, siz de okuyorsunuz. Ama hadisi okumak başka; bir de gidip alimden hadisi alıp rivayet salahiyeti olup kendisinin de başkasına rivayet etmesi başka. O zaman ismi hadisi rivayet senedine giriyor. O daha önemli, kıymetli.
İmam Mâlik, Mâlikî mezhebinin kurucusu, imam… Hem fakîh, fıkıh ilminde üstat, mezhep sahibi; hem de muhaddis, hadis alimi imiş.
İmam Mâlik, birisi kapısını çaldığı zaman kapıyı açıp, "Hoş geldiniz, arzunuz nedir? Buyurun.” dermiş.
"Fıkıhtan bir mesele soracağım hocam, bir fetva soracağım.” derse, "Buyur, sor bakalım.” dermiş, cevaplandırırmış.
Bakın bu çok önemli. İmam Mâlik, Mâlikî mezhebinin imamı, el-Muvattâ'yı Kitâbü'l-muvattâ'yı yazan alim.
"Yok, efendim ben mesele sormaya gelmedim. 'Siz Peygamber Efendimiz'den hadis topluyorsunuz da nakil ve rivayet ediyorsunuz.' diye duydum. Sizden hadis yazmaya geldim. Sizden hadis alacağım, yazacağım, ben de başkasına rivayet salahiyetine sahip olacağım, sizden imza alacağım, icazet alacağım, ben de başkasına vereceğim.”
Şerefli bir şey…
"Öyle mi? O zaman, buyur otur minderde.” dermiş.
Kendisi içeri girer, gusül abdesti alırmış. Zaten abdestli mübarek, temiz geziyor; ama "Hadis rivayet edeceğim.” diye, "Peygamber Efendimiz'in sözünü rivayet edeceğim.” diye tekrar alırmış. Hürmete, sevgiye, saygıya bakın. Peygamber Efendimiz'in hadisine bile hürmetine bakın; kendisine değil, zâtına değil, mübarek hayaline, görüntüsüne değil, kabrine değil, "Bir hadîs-i şerîfini ağzından ötekisine söyleyecek.” diye içeri giriyor, gusül abdesti alıyor.
Başka hiçbir zaman giymediği en güzel cübbesini giyermiş, başına en güzel sarığını sararmış, yani "bayramlık” diyelim. Bayramlık da değil; ancak hadis rivayet ederken giydiği elbisesini giyermiş.
Ondan sonra içeriye güzel kokular, tütsüler yaktırırmış, en güzel rahleyi kurdururmuş. En güzel rahlesi artık cevizden miydi, sedefle işlemeli miydi neyse, hayalinizde canlandırın. Üstüne en güzel örtüleri örttürürmüş. Gusül abdesti almış, güzel kokular sürünmüş, misvaklanmış olarak gelirmiş. Edeple, diz çökermiş otururmuş, karşısındakini de diz çöktürtürmüş;
"Ben falancadan işittim. O falancadan işitmiş, o falancadan işitmiş, o da falanca sahâbeden duymuş ki Peygamber Efendimiz şöyle dedi.” diye, hadisi tane tane senedi ile beraber rivayet edermiş.
O da yazarmış, meclis öyle dağılırmış. İmam Mâlik'in hadis ilmine verdiği kıymete bakın. Bizim halimize bakın.
Biz nasılız, onlar nasıl?
Biz niye böyleyiz, onlar niye öyle, anlaşılıyor.
Sevgi, saygı, hürmet, kıymet bilme onlarda nasıl, bizde nasıl?
Ve reve'l-hadîs.
Yahya b Muaz er-Râzî için "Hadis de rivayet etti.” diyor.
Sülemî ne demek istiyor?
"O kıymetli bir zât; hadis de rivayet eden bir insan” diyor.
Medih için söylüyor; "Sıradan bir alim değil, ciddi bir kimse, Peygamber Efendimiz'den hadis de rivayet etmiş bir râvî” diyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.