Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Haddesenâ Muhammedü'bnü Ahmede'bni'l-Haseni Sülemî söylüyor; "Bana Hasan oğlu Ahmed oğlu Muhammed söyledi.” Kâle haddesenâ Aliyyü'bnü Muhammedini'l-Ezraku. "Ona Muhammed el-Ezrak oğlu Ali söylemiş.”
Haddesenâ Muhammedü'bnü Abdik. "Ona da Abdik oğlu Muhammed söylemiş.” Kâle semi'tü Yahye'bne Muâzini'r-râziyye el-vâize. "Abdik oğlu Muhammed de demiş ki; 'Ben o meşhur vaiz olan Yahya b. Muaz er-Râzî'den işittim ki.” Yezküru an Hamdâne'bni Îse'l-Belhiyyi.
En son râvî "kulağımla işittim ki” demiş: Hamdan bin İsa el-Belhî. "Belhli İsa oğlu Hamdan.” Ani'z-Zebrikan, an Şa'bî. "O da Şa'bî'den.” An İbni Abbas. "O da İbn Abbas radıyallahu anhümâ'dan.
Kâle. "Şöyle dediğini naklediyor.”
Demek ki kâle, Resûllullah'a kadar gelmedi, İbn Abbas'a kadar geldi.
et-Takvâ keramü'l-huluki ve tıybü'l-mat'ami.
Tabi İbn Abbas sözü kendisi de söylemiş olabilir. Peygamber'den de nakledilmiş olabilir; ondan da söylemiş olabilir. Ama bazı alimler, sahabenin sözüne eser derler veyahut onu da hadis kısmına dahil ederler. Onun için İbn Abbas radıyallahu anhümâ'nın sözünü "Hadis de rivayet etti.” dedikten sonra söylüyor.
İbn Abbas ne demiş?
Bu sözü ya dini bilgisine dayanarak söyledi ya da Peygamber Efendimiz'den duyarak söyledi. O belli değil. Diyor ki;
et-Takvâ keramü'l-huluki ve tıybü'l-mat'ami.
Takvâ, çok duyduğumuz bir kelime ama çok önemli bir kelime. Duymak yetmez. Künhünü anlamak ve uygulamak lazım... Çünkü Allah emrediyor.
İtteku'llah, fe'tteku'llah diye nice nice âyet-i kerîmede emrediyor.
Takvâ ile ilgili tüyleri diken diken eden âyet-i kerîme hangisidir?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yâ eyyühe'llezîne âmenû itteku'llâhe hakka tükâtihî. Ve lâ temûtünne illâ ve entüm müslimûn.
"Ey iman edenler!”
İnsanın tüyleri diken diken oluyor.
"Ey iman edenler!”
İttekullâhe hakka tükâtihî. "Allah'tan nasıl korkmanız, nasıl sakınmanız gerekiyorsa öyle sakının.”
Ve lâ temûtünne illâ ve entüm müslimûn.
Sakın ha başka türlü ölmeyin!
İllâ ve entüm müslimûn. "Ancak tam müslüman olarak ölün.”
"Allah'tan hakkıyla korkun, öyle yaşayın ve tam müslüman olarak ölün.”
Âyet-i kerîmede tehdit var.
Hakka tükâtihî. "Nasıl korkmak gerekiyorsa öyle korkun.”
Nasıl sakınmak gerekiyorsa gerektiği gibi hakkıyla sakının.
Bir şeyi hakkıyla yapmak kolay mı?
Yani bir sanatı, bir mesleği; demirciliği, kömürcülüğü, sıvacılığı, marangozluğu hakkıyla yapmak kolay mı?
Hakkıyla takvâ...
Yani yapabildiğin kadar yapmayı emretmiyor da, hakka tükâtihî, hakkı neyse, hakkıyla takva ehli olmak nasılsa öyle.
Tabi o âyet-i kerîme indiği zaman sahâbe-i kiram; "Takvâyı hakkıyla yerine getiremezsek mahvoluruz.” diye erimişler, sızlanmışlar, ağlamışlar.
Onun üzerine âyet-i kerîme inmiş.
Ve'tteku'llâhe me'steta'tüm. "Gücünüzün, takatinizin yettiği miktarda takvâya sarılın, takvâ ehli olun.”
O birincisine aykırı değil ama hatırlatıyor. Allahu Teâlâ hazretleri insana –Amenerrasûlü'de okuyoruz- takatinin üstünde bir şey yüklemiyor.
Ve lâ tahmil aleynâ isran ke-mâ hameltehû ale'llezîne min kablinâ. Ve lâ tuhammilnâ mâ lâ tâkâte le-nâ bih.
"Yâ Rabbi! Biz zayıfız, bizim üzerimize takatimizin üstünde bir yük yükleme!” diye dua ettirdiğine göre takat esas. Onun için ve'ttekullâhe me'steta'tüm "Gücünüzün yettiği kadar” yapacaksınız. Yine hakkıyla olacak da, gücünün yettiğince yapmak mânasında Allahu a'lem.
Tefsirin çok incelikleri var.
Takvâ bu. Takvâyı gücümüzün yettiğince, hakkıyla yapmaya çalışmakla emrolunmuşuz. O halde takvâyı bilmemiz lazım.
Takvâ ne demek?
Takvâ tasavvufun da özüdür, esasıdır, direğidir. Takvayı bilmeyen tasavvufu hiç bilmez. Boşuna sarık sarıp kavuk takıp cübbe giyip ortalıkta dolaşmasın. Takvâ önemli!
Takvâ ne?
"Sakınmak.”
Neden sakınmak?
Bazı âyetlerde buyruluyor ki;
İtteku'llah. "Allah'tan sakının!”
Bazı âyet-i kerîmelerde de deniliyor ki;
Fe'tteku'n-nâr. "Allah'ın cehenneminden sakının!”
O da onun kahır yeri. Yine Allahtan sakınmak... Demek ki "korkulacak bir şeyden sakınmak” demek. Müslümana takvâ emrediliyor. İlerde tehlikeler var, cehennem var, Allah'ın hesabı var, mahkeme-İ kübrâ var.
Fe men ya'mel miskâle zerratin hayran yerah. Ve men ya'mel miskâle zerratin şerran yerah.
"Zerre ağırlığı kadar bir hayır yapsa karşılığını görecek. Zerre ağırlığı kadar hafif gibi görünen bir günah işlese onun da cezasını çekecek.” diye ince hesap var.
İnsan bu hesaptan korkar. Allah'ın lütfu varsa insan onun elinden kaçmasından korkar. Güzel tecelliler vesaireler varken nurları görüyorken kalbi nurlanmışken kalbi kararıverse ondan korkar. Elindeki imkânları kaçırmaktan korkar.
Korkacak, sakınacak. Takvâ "sakınmak” demek. Havfullah "korkmak” demek, takvâ da "kendisini sakınmak, korumak, o duruma düşmemek için kollamak” demek.
Kollamak, "sakınmak” mânasında...
Burada korkmayı tarif ediyor.
Kim?
Abdullah b. Abbas radıyallahü anhümâ.
Genç sahâbi. Peygamber Efendimiz'in yanında bulunmuş; Efendimiz zaman zaman onu devesinin arkasına bindirmiş, hacca beraber gitmişler. Hem zeki hem de gençliğinde Efendimiz'in sohbetinde bulunmuş, yanına oturmuş. Amcası Abbas'ın oğlu olduğundan, akraba da olduğundan kıymetli bir kimse... Takvâyı tarif ediyor.
Sahâbe-i kiram takvâyı çok merak etmişler. Siz merak etmiyorsunuz ama sahâbe-i kiram bu işin peşine çok düşmüş; "Allah bize takvâyı emrediyor, nedir?” diye çok merak etmiş.
Hz. Ömer soruyor.
Kime soruyor.
Übeyy b. Ka'b radıyallahu anh'a Allahu a'lem.
"Takvâ nedir?” diye soruyor.
Hz. Ömer takvâyı bilmez mi? Arapça bilmiyor mu?
Onlar Arap lisanını konuşan insanlar.
Bizim kadar Arapça bilmiyorlar mı? Niye birbirlerine soruyorlar?
İnceliğini tam kavramak için.
Hz. Ömer bile soruyor.
Onun için burada niçin takvâdan bahsediyor?
O zaman en çok konuşulan konulardan biri olduğundan. O zaman takva konuşuluyor.
En mühim amaç cenneti kazanmaktı, Allah'ın sevdiği şeyleri bulmaktı, Allah'ın yolunda yürümekti. İnsanlar bugün parayı düşünüyor, politikayı düşünüyor. Gönlümüzde ve kafamızda en büyük olan şeyler bunlar değil.
"Müslümanız elhamdülillah, camiye geliyoruz, namaz kılıyoruz, ramazan geldiği zaman orucumuzu da tutuyoruz, paramız olursa hacca da gidiyoruz, zekâtımızı da veriyoruz. İslâm'ın şartları; kelime-i şehâdet getirmek, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek. Tamam, beşini de yaptık, bitti sanıyor; bunlarla İslâm'ın bittiğini sanan insanlar var. Bilmiyor ki en mühim emirlerinden birisi takvâ, bilmiyor ki tasavvuf konusu olan birçok mânevî huy var, hal var. Onlar çok önemli, ihlas çok önemli, takvâ çok önemli, gıybet etmemek çok önemli.
Millet harıl harıl gıybet ediyor. Âyet-i kerîmede "ölü eti yemek” diyor. Millet gıybetten geçmiyor, ölü eti yemekten vazgeçmiyor.
Ve lâ ya'teb ba'dukum ba'dâ.
Allahu Teâlâ hazretleri; "Biriniz ötekisini gıybet etmesin.” diyor, "baş üstüne” diyeceğiz. Müslümanlardan "baş üstüne” demeyen yok; dili ile "baş üstüne” diyor da bunu tutan yok. Dili ile gıybet etmeyen insan yok.
E yuhibbu ehadüküm en ye'küle lahme ehîhi fe-kerihtumûh.
Kardeşiniz ölmüşse onun etini hatır hutur yemeyi sever misiniz? İster mi sizden biriniz, istemez. Bak nasıl yüzünüzü buruşturdunuz, iğrendiniz. "Ayy, öyle bir şey istemem!”
O zaman niye gıybet ediyorsun?
Etmemek lazım.
Gıybeti bilmiyor, ihlâsı bilmiyor, sadakati bilmiyor, vefayı bilmiyor.
İnne'l-ahde kâne mes'ûlâ.
Allah celle celalühü buyuruyor ki "Ahd edenin ahdinde durmasını isterim. Ahdinde durmazsa hesabını sorarım.”
Ahdine sadakat gösteren var mı?
Ticarî anlaşmalar havada, kira anlaşmaları havada, arkadaşlık sözleri havada, hani nerede vefalılar?
"Ben Vefa'lıyım. Rahatlıkla söyleyebilirim. Kimsede inkâr edemez; ben vefalıyım; çünkü Vefa Lisesi'nden mezunum.”
Millet bu kadar vefalı! Veya Vefa semtinde oturuyor, bozacının yanında. Tamam Vefa'lı.
Öyle şey olur mu?
Ahdine vefa gösterecek. Allah'a ahdi var. Yaptığı anlaşmalar var, ticarî anlaşmalar var, verdiği söz var.
Bizim Bahtiyar Amca hep hatırıma gelir, söylerim. Allah cümle geçmişlerimizle beraber ona da rahmet eylesin. Fatih'te üç katlı evini satıyor. Akşam birisi gelmiş, konuşmuş; "Tamam, sattım sana.” demiş, gitmiş. Ertesi gün bu evin satıldığını bir başkası duymuş, Bahtiyar Amca'nın yanına gelmiş,
"Bahtiyar amca.” demiş.
"Buyur evladım.” demiş.
"Evini satıyormuşsun?”
"Sattım.” demiş.
"Kime sattın?”
"İşte birisi geldi konuştum, sattım.”
"Parasını aldın mı?”
"Yok, daha almadım.”
"Kaça sattın?”
"Şu kadara sattım.”
Yani diyelim ki bugününün parasıyla 400 milyona sattı; Fatih'te üç katlı bir ev...
Demiş ki,
"Ben sana 650 vereyim; yüzde elli daha fazla vereyim. Zaten daha ötekinden de para almamışsın.”
Bahtiyar amca kaşlarını çatmış, yerinden şöyle bir arslan gibi doğrulmuş;
"Bana bak! Sen benim 'Sattım.' dediğimi duymadın galiba, yıkıl karşımdan, ben söz verdim.” demiş.
Nur içinde yatsın, mekânı cennet olsun. İşte ahde vefa. Daha kapora almadı. İslâm'da alışverişten cayma hakkı da var. O hak da var.
Bizim yakınlarımızdan birisi, malını satmış. Ev halkı "Evimizi niye sattın?” diye ağlamaya başlamışlar. Sattığı adama gitmiş;
"Vallahi ben utanıyorum. Evi sana sattım ama evdekiler ağlaşıyorlar.” demiş.
Satın alan da;
"Peki, öyleyse iade ettim.” demiş.
Allah rahmet eylesin, o da nur içinde yatsın. O da güzel bir şey; satın almış, "geçmiş ola” demiyor.
Köylünün birisi Hacı Bayram camiine gelmiş. Oradaki birine bir yüzük göstermiş;
"Bu yüzüğü alır mısın?” demiş.
"Vallahi ben yüzükten anlamam, seni bir tanıdık kuyumcuya götüreyim. Bu yüzüğü gösterelim. Nereden buldun?” demiş.
"Tarlayı kazarken buldum, şöyle bir yüzük, üstünde de kırmızı bir taş var. Kırmızı taşın içinde de aslan motifi var.” demiş.
Bir tanıdık kuyumcuya götürmüşler, kuyumcu mütehassısa vermiş. Tezgâhın arkasındaki mütehassıs da yakından dürbün gibi, büyüteç gibi bir şeyle incelemiş. Dükkânın patronuna eli ile "tamam, iyi yüzük” demiş. Rakamları söylediler, ama unuttum. Getiren köylüye beş bin lira vermişler; o da sevinerek gitmiş. O zamanın parası, mesela şimdinin beş yüz bini diyelim. Kuyumcuya götürenin de kapıdan çıkarken cebine ellerini bir sokmuşlar, bir çıkarmışlar. O da Hacı Bayram'ın oraya, dükkânına gelince bakmış ki cebinde bir zarf var. Zarfı açmış, onun da içinde beş bin lira…
"Sen bu adamı bize getirdin.” diye beş bin lira, "yüzüğünü sattı” diye satana da beş bin lira. Bundan otuz sene öncenin beş bin lirası ne kadarsa artık. O zamanın çok parası.
Adam sevinmiş; "oh” demiş, aracı olduk, kısa yoldan köşeyi döndük, para kazandık. Zarfın içinde aylık değil belki de yıllık gelir var; çünkü aslî maaşlar 35 lira. Ben ilk girdiğim zamanlar 350 lira maaş alırdım. On mislisi 3500 lira, bir senelikten fazla o zamanlar. Bir asistanın bir senelik maaşından fazla...
Oturmuş, içeriye kalantor bir müteahhit gelmiş; zeki, giyimli, kuşamlı.
Bunları neden söylüyorum?
Fıkra anlatıyorum; ama dertlerimizi dile getirmek için, bir de Müslümanlığımızın ne olduğunu göstermek için söylüyorum.
Selamün aleyküm, aleyküm selam, tanışıyorlar.
"Yahu, bugün bir köylü geldi, yüzük satacak, bana gösterdi, ben de kuyumcuya götürdüm. Tek bir yüzüğü beş bin liraya aldı. Kuyumcu, bana da zarfın içinde beş bin lira bahşiş verdi.” demiş.
Adam ilgilenmiş; "Nasıl bir yüzüktü bu?” demiş.
"Şöyle bir yüzüktü, şöyle bir taşı vardı, kırmızı renkli idi. Üstünde de aslan motifi vardı.” demiş.
"Behey şaşkın! O yakut, kırmızı. Yakut olmasa beş bin lira zaten verilmez. Yakut da çok sert bir kıymetli taş olduğundan işlenmesi zordur. Onun üstüne aslan motifi yapılabilmişse onun değerini kat kat artırır; bir de tarihi değeri var. Git, o yüzüğü geri al, ben sana yüz bin lira vereyim.” demiş.
Bu sefer yirmi misli fazlasını söylüyor.
Adam kalkmış, kuyumcuya gitmiş;
"Yahu, sen bizi aldatmışsın, ver yüzüğümüzü, al beş bin liranı.” demiş.
Kuyumcunun adamları başına dikilmişler;
"Hadi bakalım, çok dırıltı yapma, kapıdan dışarı çık, gözümüze görünme!” demişler.
Onlar da ona kabadayılık yapmışlar, atmışlar.
İkâle diye bir şey var İslâm'da, "satışından cayma” diye bir şey var. Sonra, "aldatma” yok! Gabn, yani bir gabn-ı fâhiş yok, "müşteriyi aldatmak” yok. "Bilmiyor.” diye malı ucuz fiyata almak yok.
Ne oldu? Hani İslâm nerede?
Demek ki insanın asıl Müslümanlığı muamelesinde belli olacak, ahdine vefasında belli olacak, ahlâkında belli olacak. Yoksa namaz kılmak kolay, oruç tutmak kolay... Hatta doktor perhizi emrettiği için orucu seve seve tutuyor. "Bir de para da harcanmıyor. Bir de kolaylık oluyor, bir de hafiflik oluyor, bir de başım dinç oluyor!”
Yahu bunlar için oruç tutulmuyor ki… Oruç Allah rızası için tutuluyor; ama millet orucu tutuyor, namazını kılmıyor. Namaz biraz daha zor. Oruç tutanların nispeti, namazı muntazam kılanlardan fazladır. Çünkü herkesin keyfi yerinde, göbeği büyük, zayıflamaya herkesin ihtiyacı olduğundan oruç tutanların nispeti çoktur.
Mesela ben yedek subay okulunda iken; "Kim oruç tutacak?” diye sordular. Hocalar, tahsilliler, 1412 kişinin üçte biri oruç tutmaya razı oldu; ama namaz kılanlar çok az, bir avuç. Oruç tutmak kolay, namaz biraz daha zor…
Kolay oldu mu yapıyorlar, zor oldu mu kaçırıyorlar, ama daha zorları var. Tam müslüman olmak, ahdine sadık olmak, ihlâslı olmak, yaptığı işi Allah rızası için yapmak.
Yine bir fıkra anlatayım; -Bugün artık ders olmuyor da fıkralarla geçiyor nedense.-
Evliyâullahtan bir zâtın dervişi gelmiş;
"Bana miras kaldı, buyurun, mirasımı size veriyorum, fakirlere dağıtın.” demiş.
Babasından kalan mirası, bilmem kaç bin altını getirmiş, vermiş. Tabi dervişlerin bir sürü ihtiyacı var, hayra sarf edilecek bir sürü yer var.
O hocaefendi, şeyh efendi vaazda;
"Falanca kardeşimizden Allah razı olsun, şu kadar bin altını hayır olarak verdi, Allah kabul etsin.” diye söylemiş.
O delikanlı oradan kalkmış;
"Hocam, çok özür dilerim, ben size o altını vermiştim; ama sonra annem bana bir kızdı bir kızdı... Razı olmadı, onu geri verin.” demiş.
"Peki evladım.” demiş, altını geri vermiş.
Bütün cemaat dağıldıktan, herkes gittikten sonra çocuk, şeyh efendinin yanına tekrar gelmiş, demiş ki;
"Hocam, şu altını alın, Allah aşkına beni halka meşhur etmeyin. 'Halk bir şey bilmesin.' diye yalan söyledim. Ben Allah rızası için veriyorum, şöhret istemiyorum. Altını alın, kimse de bilmesin.”
Beni "Şu kadar hayır yaptı.” elâleme diye ifşa etmeyin; "Ecri, sevabı kaçmasın.” demiş. "Ben, 'Halk bilmesin.' diye aldım, tekrar veriyorum.” demiş.
Bunlar başka duygular, bunlar tasavvuf, bunlar mertlik, bunlar ricâlullahın, er kişilerin, erenlerin işi… Herkes yapamıyor. Herkesin yapabildiği bir şey değil, ama İslâm bu.
Takvâ dedik; bu sözleri takvâdan açtık. İbn Abbas radıyallahu anhüma takvâyı iki şeyde anlatıyor:
et-Takvâ keremü'l-huluki. "Ahlâkın asaletidir. Huyların güzel, asil olmasıdır.”
Bir.
Ve tîbü'l-mat'ami. "Lokmanın helal olmasıdır.”
İki.
İki şey söyledi. Biz kendimizi ölçelim, ahlâkımız güzel mi? Onu ölçmek biraz zor, çünkü ahlâk çoktur; vefa olacak, cesaret olacak, sabır olacak, cömertlik olacak, arkadaşını kendisine tercih etmek olacak, merhamet olacak vesaire güzel huylar.
"Hocam, güzel de bunları nereden öğrenebilirim?”
İmam Gazzâlî'nin İhyâ-yı Ulûmiddîn eserinden öğrenebilirsiniz. Hepsi var, yeter ki okunsun.
Çünkü birçok kimse parayı nereden kazandığını düşünmüyor, sadece kazanmayı istiyor. Piyangodan, rüşvetten, hileden, aldatmadan, kandırmadan, dolandırmadan, milyarları kapan kapana, kaçan kaçana…
Halbuki İslâm, lokmanın helâl olmasını istiyor.
"Haram lokma yenirse haram yiyen insanın vücudunda haramdan bir şey hâsıl olur. Ve onu da ancak cehennem ateşi yakarsa temizlenir.” buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Ebû Bekir Sıddîk hazretlerinden gelen rivayetler böyle. Binaenaleyh, haram yiyen cehenneme mutlaka düşecektir. Mutlaka yanacak; artık bu işin ümit tarafı kalmıyor.
Neden?
"Yediği haramlardan hâsıl olan haram etler cayır cayır yansın da öyle temizlensin.” diye.
Ateşle temizleme de vardır.
Tavuğu neyle temizliyorlar?
Yoluyorlar, ondan sonra "ütülemek” denilen işlemi yapıyorlar.
Ne demek?
Ateşte cızır cızır cızır... İşte o da ateşle temizleme. Bazı şeyler ateşle temizleniyor, ateşe attığın zaman temiz oluyor. Haram lokma yemiş vücut da cehenneme girip temizleniyor, yanarak temizleniyor.
Binaenaleyh bu işin ümidi kalmadı, recâsı kalmadı. Hapı yuttuğunun resmidir, bitti! Çünkü haram yediğinden mutlaka cehenneme girecek.
O halde ne lazım?
Helal lokma yemeğe dikkat etmek lazım, çoluk çocuğuna helâl lokma yedirmek lazım…
Kızını, "evine helâl lokma getirecek” damada vermek lazım. Oğluna, "torununa helâl süt emzirecek” gelin almak lazım.
Millet onu düşünmüyor, başka şeyler düşünüyor; boyu düşünüyor, rengi düşünüyor, saçın rengini düşünüyor, gözün rengini düşünüyor vesaire. Yalan yanlış şeyler düşünüyor. Ailelerin âhireti mahvoluyor.
Bir düğün yapıyorlar. Hacı babanın hiç layık olmayan bir düğünü olmuş oluyor.
Takvâ yok, helâl lokma yok. O zaman bu insanların hâli harap, perişan ve vahim. Ve sonuç feci… Allah celle celalühû kurtarsın.
Kurtulmak nasıl mümkün olur?
Tevbe ederek, çok sadakalar vererek, çok yalvararak... Cehennemin ateşini gözyaşı söndürürmüş; geceleri seherlerde gözyaşı dökerek, ağlayarak, tabi hak sahiplerine haklarını vererek belki kurtulmak mümkün olabilir.
Sayfayı bitirelim. Bir paragraf daha okuyup keselim.
Ahberene'l-Hüseynü'bnü Ahmede'bni Esedini'l-Hereviyyü, kâle haddesenâ Muhammedü'bnü Aliyyi'bni Hüseyni'l-Belhiyyü, haddesenâ Nâsru'bnu'l-Hârisi, haddesenâ Yahye'bnü Muâz, haddesenâ İsmetü'bnü Âsım, haddesenâ Sa'dânü'l-Halîmî, haddesene'bnü Cüreyc, an Ebî Zübeyr, an Câbirin kâle: Kâne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem dâime't-tefekkürü tavîle'l-ahzâni kalîle'd-dahiki illâ en yebtesim.
Vaazımız güzel bitecek.
Kitabı yazan Sülemî hazretleri diyor ki;
Ahberenâ. "Bize haber verdi.”
Kim?
Hüseynü'bnü Ahmedi'bni Esedini'l-Hereviyyü. "Herat şehrinden olan Esed oğlu, Ahmed oğlu Hüseyin haber verdi.”
Burada Esed sözü geçmişken onu da hatırlatayım. Esed başkadır, Es'ad başkadır. Benim ismim Es'ad; yani ayn var, saadetten geliyor. Esed, "arslan” demek, o başka; elif-sin-dat.
Hafız Esed. Suriye başkanının kendisinin adı Hafız, babasının adı Esed, kardeşinin adı Rıfat. Baba adı ile söylüyorlar; "Hafız Esed, Rıfat Esed” diyorlar. Yani "Esed'in oğlu Rıfat”, "Esed'in oğlu Hafız” demek. O Es'ad değil, ben Esed değilim. Karıştırmayın; çünkü çok üzülüyorum.
Ahberenâ el-Hüseynü'bnü Ahmedi'bni Esedini'l-Hereviyyü. "Heratlı Esed oğlu, Ahmed oğlu Hüseyin bize haber verdi.”
Herat şehri Afganistan'ın meşhur bir şehri. Kabil, Kandahar, Herat. İsmi nisbesi nasıl geliyor?
Herevî geliyor. Bilmeyen bulamaz. Lugatte arayacak, "Herevî ne demek? Herevî ne demek?..” bulamayacak. Herevî, "Heratlı” demek.
Kâle haddesenâ Muhammedü'bnü Aliyyi'bni'l-Hüseyni'l-Belhiyyü. "Belhli Hüseyin oğlu, Ali oğlu Muhammed ona söylemiş.” Haddesenâ Nâsru'bnu'l-Hârisi. "Ona da Hâris oğlu Nasr söylemiş.” Haddesenâ Yahye'bnü Muâz. "Ona da Yahyâ İbnü Muâz söylemiş.”
Yani tercüme-i hâlini okuduğumuz şahıs söylemiş. Ondan duyan râvi o.
Niye ben bu rivayetleri okuyorum?
Eski insanlar ilmi böyle öğrenir, böyle öğretirlerdi. Havadan söylemezlerdi. "Şöyle olmuş, böyle gitmiş...” Yalan yanlış yok; her şeyin senedi sepeti, kaydı var. Şahısların ismi var. Hangi haberi kimden duyduğunu söylüyor, sağlam. Onun için "kaynak kitap” diyoruz. İlmî menbâlardan birisi.
Yahyâ İbnü Muâz söylemiş ama o da başkasından duydu.
Haddesenâ İsmetü'bnü Âsım. "Âsım oğlu İsmet ona söylemiş.” Haddesenâ Sa'dânü'l-Halîmî. "Sa'dân el-Halîmî ona söylemiş.” Haddesenâ İbnü Cüreyc. "Ona da İbnü Cüreyc söylemiş.” An Ebî Zübeyir. "Ebû Zübeyir'den naklen.” An Câbirin. "O da Câbir radıyallahu anh'ten duyarak söylemiş.”
Kâle. "Demiş ki Câbir radıyallahu anh:”
Kâne Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. "Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz...” Dâime't-tefekkürü. "Devamlı tefekkür hâlinde, tefekkürü dâimî olan bir insandı.”
Resûlullah Efendimiz tefekkürü, düşünmesi devamlı olan bir insandı.
Tavîle'l-ahzâni. "Üzüntüsü, hüznü uzun olan bir insandı.”
"Mahzunluğu” diyelim, daha yakışacak... Mahzunluğu uzun olan bir insandı. Tefekkürü çok olan, mahzunluğu uzun olan bir insandı.
Ahzân, hüznün çoğulu; "mahzunluklar” demek.
Külbe-i ahzân diye de Yakup aleyhisselâm'ın evine derler.
Neden?
Yusuf aleyhisselâm'ı kardeşleri bir oyun ettiler, sattılar. O da onu çok seviyordu. Çok ağladı, ağladı, ağladı, ağladı; Yakup aleyhisselâm'ın gözleri görmez oldu, perde indi. O çok ağlamasından Yakup aleyhisselâm'ın evine külbe-i ahzân derler, yani "hüzünler kulübesi” demek. Edebiyatta öyle geçer.
Ahzân, "hüzünler” demek.
Tavîle'l-ahzân. "Peygamber Efendimiz hüzünleri, mahzunlukları çok olan bir insandı.”
Tefekkürü dâimî olan, mahzunlukları çok olan bir insandı.
Kalîle'd-dahiki. "Gülmesi az olan bir insandı.” İllâ en yebtesim. "Yalnız tebessüm etmesi müstesna...”
Mütebessimdi. Peygamber Efendimiz'in isimlerinden bir tanesi Besim idi.
Besim ne demek?
"Tebessümlü” demek.
Efendimiz'in bir sıfatı da "besim” idi. Efendimiz güleç yüzlü idi, mütebessimdi.
Ama Efendimiz'in ana görünüşü; devamlı tefekkür hâlinde idi. Dâim tefekkürlü olan ve hüzünleri, mahzunlukları uzun olan, gülmesi az olan bir insandı, tebebbüsümü müstesna... Güleç yüzlü idi, mütebessimdi, gül yüzlü idi ama böyleydi işte...
Tabii bu nedir, nedendir, onun üzerinde durmamız lazım.
Peygamber Efendimiz;
Lâ ibâdete ke't-tefekkür buyuruyor. "Tefekkür kadar sevabı çok olan ibadet bulunamaz.”
Hoppala... Ne kadak geç duymuşuz biz bunu... Namaza koşuyoruz, Kadir gecesinde camileri dolduruyoruz, hacca gidiyoruz, ibadeti şevk ile yapıyoruz, geceleyin tesbih çekiyoruz, Allah diyoruz, lâ ilâhe illallah diyoruz, vs. vs... Lâ ibâdete ke't-tefekkür. Meğerse tefekkür kadar kıymetli, sevabı çok olan ibadet yokmuş!
Neyi düşünecek?
Allah'ın nimetlerini düşünecek. Mahlukâtındaki hikmetleri düşünecek. Neler yapması gerektiğini düşünecek. Eski günahlarını düşünecek. Yapacağı sevaplı işleri düşünecek.
Zihnimizi, beynimizi Allah niçin vermiş?
Hayrı bulalım, hakkı işleyelim diye vermiş. Bunu kullanacak.
Birçok kimse kullanmıyor. Beynini kullanmıyor, düşünmüyor. Düşünmenin bir ibadet olduğunu bilmiyor. Ben bunları okudukça, öğrendikçe dergilerde kardeşlerime yazıyorum.
Mesela sükûtun da ibadet olduğunu biliyor musunuz?
Onu da çoğu kimse bilmiyor. Ben dergide yazdım. Elhamdülillah, sükut da ibadet. Birçok insan bunun ibadet olduğunu bilmiyor. Sus mübarek! Dır dır dır, vır vır vır, zır zır zır... Olmaz. Gırgır geçmek, dırdır etmek, vırvır etmek... Bununla insanların ömrü geçiyor. Halbuki sükut ibadet.
Sükut ne oluyor?
İnsan susunca tefekkür çalışmaya başlıyor. Tefekkür gidince dırdır, vırvır, dedikodu, yalan, kalp kırmak, malayani başlıyor. Halbuki sükut ibadet. Tefekkür en kıymetli ibadet.
Tefekkürü sâatin hayrun min ibâdeti senetin. "Bir saatlik, bir miktarcık bir tefekkür, bir senelik ibadetten hayırlı.” diyor.
Bir senelik ibadeti insan nasıl yapar?
O halde biz de mütefekkir olalım!
Resûlullah Efendimiz ne idi?
Dâime't-tefekkür. Kesîrü't-tefekkür demiyor, "çok düşünürdü” demiyor; dâime't-tefekkür, "Tefekkür ediş hâli dâimî olan bir insandı.”
Bundan ibret alalım, biz de mütefekkir olalım.
Tavîlü'l-ahzân. Tavîl, "uzun, tûl sahibi” demek.
Niye gülüyoruz?
Bizim büyüklerimiz biraz yüksek sesle gülen, kahkaha savuran birisini gördüler mi, derlerdi ki;
"Ne gülüyorsun be mübarek! Sıratı geçtin de mi gülüyorsun?”
Eskiden kahkaha ile gülmek ayıptı. Şimdi şen kahkahalar her yerden taşıyor; duvarlardan, balkonlardan, bahçelerden, gazinolardan, pavyonlardan kahkahalar taşıyor. Ortalığı kahkahalar boğdu. Kah kah kah, kih kih kih... Uzun kahkahalar, gürültülü kahkahalar; salonlar çınlıyor, koridorlar inliyor.
Çalıştığımız yerlerde öyle arkadaşlar vardı; mübarek nezle görmemiş sesiyle, gür hâli ile bir kahkaha attı mı koca binanın her yerinden duyulurdu, "Tamam, falanca gülüyor.” diye...
Ne oldu, sıratı geçtin de mi gülüyorsun? Gülünecek hâlimiz mi var?
"Güleriz ağlanacak hâlimize” demiş şair. Ağlanacak hâlimiz çok ama gülüyoruz işte.
Allah âhirette güldürsün. Burada da mahzun etmesin, mahrum etmesin; âhirette de güldürsün...
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.