Eûzu billâhi mine’ş-şeydânirracîm. Bi’smi’llâhi’r-rahmâni’r-rahıym.
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz ve muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Yani tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş bu büyük âlim. Ve bu eseri çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Bu Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
121. sayfada 27. paragrafa gelmiştik. Biraz uzun olduğu için orada kesmiştik. Şimdi onu okuyacağız ve devam edebildiğimiz kadar edeceğiz.
“Kâle:”
“Râvi dedi ki:”
“Ve suile an ahkâmi'l-fakr.”
“Suile.”
“Kendisine soruldu.”
“Kime?”
Bölümün hayatına dair olduğu Ebû Hafs-ı Haddâd en-Nisâburî Hazretlerine; terceme-i hâli ve sözleri yazılan şahsa soruldu:
“An ahkâmi'l-fakr."
“'Fakr'ın hükümleri nelerdir?' diye soruldu."
"Fakirliğin esasları, şartları nelerdir?" demek istiyor.
Buradaki fakirlik, bizim anladığımız mânâdaki fakirlik değil. Buradaki fakirlik, "dervişlik" demek. Derviş de zaten, "kapı kapı dolaşan fakir" demek. Mutasavvıflar kendilerine "derviş" adını vermişler, "fakir" adını vermişler, "fukarâ" demişler. Şeyh efendiler de kendilerine; hâdimu'l-fukarâ’ demiş.
"Sen kimsin be adam?" dedikleri zaman bazen,
"Ben efkâru'l-fukarâyım." demişler.
Efkâr, "en muhtaç" demek. Efkâru'l-fukarâ, "muhtaçların en muhtacı, fakirlerin en fakiri." "Hâdimu'l-fukarâ, yani fukarâya hizmet eden kimseyim." demişler.
Tekke var; fukarâ yani dervişler orada toplanmış, bu da "Ben onların hizmetçisiyim." diyor. Mütevazı, büyük insanlar tabi.
Yani “Ve suile an ahkâmi'l-fakr.” Ne demek?
Bizim bugünkü sözlerimizle tam yerine oturtarak tercüme etmemiz gerekirse bu ne demek?
"'Tasavvufun esasları nelerdir hocam? Tasavvuf ne demek?' diye soruldu." demek.
Ama kendi özel terminolojisi, tabirleri içinde; "Fakr'ın ahkâmından kendisine soru soruldu:" diyor.
Böyle tercüme edersek halk anlamaz. Çünkü fakrın ne manaya geldiğinde aklı kayar. Fakr deyince, fakirlik deyince bugünkü mânâsını anlar.
"Tasavvufun esasları nelerdir? Dervişliğin ahkâmı, esasları nelerdir?" diye soruyorlar.
“Başka ne sormuşlar?”
Ahkami’l-fakr’ın hükümlerini, ahkamını, şartlarını sormuşlar..
“Ve âdâbihâ ale'l-fukarâ.”
"Bu tasavvufun dervişlerin boyunlarına borç olan âdâbı nedir? Yani 'Dervişim.' diyen insanın nasıl olması gerekir?" diye sormuşlar.
Çok önemli sorular.
"Tasavvufun ahkâmı nedir? Şartları, esasları nelerdir? Dervişlere düşen vazifeler nelerdir, nasıl olmaları lazım, nasıl bir âdâba sahip olmaları, nasıl bir ahlâka sahip olmaları lazım?" diye, bu zât-ı muhtereme sordular:
“Fe-kâle.”
Saymış, üç-beş tane cümle sıralamış.
Hıfz u hurumâti'l-meşâyih ve hüsnü'l-işreti mea'l-ihvân. Ve'n-nasîhatü li'l-esâğır. Ve terkü'l-husumâti fi'l-erzâk. Ve mülâzemetü'l-îsâr. Ve mücânebetü'l-iddihâr. Ve terkü suhbeti men leyse min tabakâtihim. Ve'l-muâvenetü fî umûri'd-dîni ve'd-dünyâ.
Arapça bilenler; "Sözün önü sonu nedir, biraz anlasınlar." diye Arapçasını okudum. Şimdi açıklamağa çalışalım. Çünkü gerek Kur'ân-ı Kerîm'in, gerek hadîs-i şerîflerin, gerek böyle eski önemli metinlerin tercümelerinde kelimelerin, -mümkündür ki hâlâ bugün de kullanılan kelimeler olabilirler ama bugün bizim kullandığımız mânâsı başkadır- o zamanki mânâsı başkadır, Kur'ân-ı Kerîm'deki mânası başkadır. Bugün bizim kullandığımız manası başkadır. Onun için dikkatli tercüme etmek lazım.
"Dervişliğin esası, tasavvufun esasları nelerdir? Dervişlerin nasıl bir ahlâka sahip olması lazım, hayatta nasıl bir tarzda düşünüp yaşamaları lazım?" diye sormuşlar. Şunları sıralamış:
“Hıfzu hurumâti'l-meşâyih.”
“Bir kere yolun büyüklerine saygıları tam olacak.” Ayaklarının tozu olamayacağın kimseleri, sözlerinin manasının derinliğini kavrayamayacağın kimseleri, yazdıkları eserlerin binde birini yazamayacağın büyük âlimleri tenkit ediyorsun sen. Böyle bir şey var yani. Onların devrinin ortamı, çevresi, beldenin şartları şimdiki gibi değil. O zaman, sabah akşam gezilen tozulan, gidilen gelinen yerde ilim öğrenilir. Büyüklerin sözünden, sohbetinden “Ha! Falanca âlim şöyle buyurdu, filanca zat şöyle dedi, şöyle bir konu münakaşa edildi de beldenin en büyük âlimi şu kararı verdi.” deniliyor. Yani çevre, insanı besler. O zamanın insanları, çevresi, muhiti insanın imanını kuvvetlendiren, hatasından döndürten, sözü-sohbeti, hali-hareketi, sükûtu-konuşması ilmini, irfanını arttıracak malzeme veren kimseler, her şeyiyle büyük insanlar.
Şimdi burada birinci cümlede birçok kimse eleniyor. “Sen derviş olamazsın.” ‘Neden?’ “Daha birinci barajı aşamadın.”
“Neden? Ne diyor?”
“Hıfzu hurumâti'l-meşâyih.”
Bu yolun büyüklerinin, ulu kişilerin hürmetini, hürmetine riayet etmek lazım.
“Mevlânâ kimmiş yahu?”
Mevlânâ, Mevlevî tarikatının pîri, büyük zât.
“Ee Abdu’l-kâdir-i Geylânî kimmiş yani, Bahâeddîn Nakşibend kim oluyormuş?”
Ziya Paşa’nın bir beyti var, diyor ki:
“Anlar ki verirler lâf ile âleme nizâmât,
Bin türlü teseyyib bulunur hânelerinde.”
O insanlar ki, âleme lafla ahkâm kesip nizam vermeye kalkışırlar, evlerinde bin bir türlü bozukluk vardır.
Düzen sağlayıcı bir adamsan şu evine bir çeki düzen sağla, kendine bir çeki düzen ver de görelim. Cihanı düzene sokmak için evvela insanın kafasında, evinde, gönlünde, çevresinde düzen olması lazım. Bu bir.
“Bu gerekli mi?”
“Gerekli.”
“Niye gerekli?”
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri buyuruyor ki;
"Bizim büyüklerimize hürmet etmeyen, -yani toplumumuzun yaşlı başlı büyüklerine hürmet etmeyen- küçüklerimize merhamet etmeyen, şefkat göstermeyen, bizden değildir!"
Peygamber Efendimiz siliyor.
Peygamber Efendimiz'in defterden sildiği insandan ne hayır gelir?
Peygamber Efendimiz'den feyiz alacak.
Peygamber Efendimiz bir insanı defterden silerse ondan bir hayır gelir mi, mümkün mü? Peygamber Efendimiz'in hoşnutsuzluğuna, rızasızlığına rağmen bir insanın tasavvuf yolunda, mâneviyat yolunda bir zerre bir şey kazanması, bir kademe ilerlemesi mümkün mü?
Mümkün değil!
Büyüklere hürmet edecek, küçükleri sevecek, şefkat gösterecek.
Tabi burada meşâyih sözü iki mânaya gelebilir:
Bir; "tasavvufun büyükleri" demek. Burada ilk anlaşılan mânâ budur. Elbette bu yolun tecrübeli üstatlarına hürmet etmesi lazım. Bir doktor, tıp fakültesine girmiş bir öğrenci, elbette profesörlere saygı, sevgi gösterecek. Eser yazan, dünyaca meşhur olan, madalya kazanmış büyük üstatlara bakacak, onların eserlerini okuyacak, makalelerinden istifade edecek, tıp mecmualarını, Batı'dan gelen yayınları karıştıracak, Batı'yı Doğu'yu bilecek. Onun gibi bir şey bu; şart. Hem akıl yoluyla şart olduğunu hem din yoluyla şart olduğunu anlıyoruz.
İkinci mânası da; "yaşlı başlı insanlar" demek. O da var. İslâm'da, yaşından dolayı da insan bir kıymet ve hürmet kazanıyor. Kırk yaşına gelince Allah ona inayet nasip ediyor, elli yaşına gelince daha büyük bir takım mükâfâtlarla taltif ediyor. Altmışa gelince daha güzel oluyor, yetmişe gelince daha güzel oluyor, seksene gelince daha güzel oluyor, doksanı geçtikten sonra; "Ben bu kulumu hesaba çekip de terletmem, serbesttir." diye Allah u Teâlâ hazretleri o kadar büyük mükâfatlar veriyor.
Yaşından dolayı insanın itibarı var, önemi var. Onun için o da doğru.
Yaşlılık bakımından hürmet de doğru; ama yol büyüklüğü, ilim irfan büyüklüğü bakımından yücelik de önemli.
Bu hususta sahabeden bir zâtın zarif bir sözünü hatırlarım ve çok beğenirim, Allah şefaatine erdirsin. Aşağı yukarı Peygamber Efendimiz'in emsali imiş, yaşıtıymış.
Birisi Peygamber Efendimiz'e ait bilgi kazanmak için soruyor:
"Siz galiba Peygamber Efendimiz'in doğduğu zamanlarda doğmuşsunuz; o mu büyük, siz mi büyüksünüz, yaşınız nasıl?" diye sahâbeden bir zâta soruyor.
Onun cevabı çok kesin, çok güzel:
"Peygamber Efendimiz benden büyük; ama ben ondan birkaç yaş yaşlıyım." diyor.
Evet, böyle olabilir.
Hâlid-i Bağdâdî efendimiz otuz küsur yaşında şeyh oldu. Altmış, yetmiş yaşındaki kimseler onun etrafında, emrinde oldular. Bu bir mânevî derecedir, olabilir. Yaşı küçük olup ama mânevî mertebesi, irfanı yüksek olabilir. Biz her ikisine de riayet edeceğiz.
Bize düşen, bu büyüğümüzün güzel sözünden çıkaracağımız mâna; bizden yaşça büyük olanlara hürmet edeceğiz. Ama derviş isek, tasavvufu seviyorsak, mâneviyat yolunun, ilim irfan yolunun âşıklısı isek, bu yolun büyüklerine de saygı göstereceğiz, bağlılık göstereceğiz. O büyükleri seveceğiz ki onların feyizleri bize gelsin. Tasavvufta feyiz almanın önemli şartlarından biri, onlara muhabbet etmektir.
İkincisi;
“Ve husnu'l-ışrati mea'l-ihvân."
“Derviş kardeşler ile -ki biz onlara 'ihvan' diyoruz, burada da aynı kelime kullanılmış- ihvan ile güzel geçimde bulunmak."
Emsali ihvan ile geçimi güzel olacak. Kavga, gürültü, küçümseme, üzme vs. yok.
Bundan da birçok kimse kaybediyor. İhvan kendi arasında birbirlerine ihvan olmalarının gerektirdiği sevgiyi, saygılılığı, bağlılığı göstermezlerse o da olmuyor.
Saymıyor, sevmiyor, aldırmıyor, dinlemiyor; olmaz!
Sevecek, sayacak ve onlarla tatlı, hoş, âdâba uygun bir tarzda yaşamını, muamelesini sürdürecek.
“Husnu'l-ışrah” yani muaşeretin, tasavvuf, tarikat muaşeretinin âdâbına riayet edecek. Âdâb-ı muaşeret-i tasavvuf'a riayet edecek. İhvanıyla münasebetleri de hoş olacak. Hepsi kendisini sevecekler, kendisinden incinmeyecekler.
“Ve'n-nesıyhati li'l-esâğıyr.”
“Esâğıyr”, “asgâr” kelimesinin çoğuludur. Yani "Kendisinden yaşça küçük olanlara karşı da nasihat halinde olacak. Onlara nasihat edecek."
Tabi "nasihat" sözünü de mutlaka açıklamamız gerekiyor.
"Nasihat" deyince biz bugün ne anlıyoruz?
Karşısına birisini alıp da; "Otur evladım, dinle beni. Bak şöyle yapıyorsun, yanlıştır." filan demek, "öğüt vermek" mânasına anlıyoruz.
Nasihat sözünden, bizim bugün anladığımız o.
Hâlbuki hadîs-i şerîflerde ve muhtemelen buradaki cümlede nasihat bu mânaya değildir. Nasihat; "samimi, açık kalpli muamele etmek, içten olmak" demektir.
Onun için Peygamber Efendimiz sahih bir hadîs-i şerîflerinde buyurdular ki;
“Ed-Dînu en-nasıyhatu.”
"Din, tamamen açık kalplilikten, nasihatten ibarettir."
Kime karşı açık kalplilik?
“Kâlû: Li-men yâ Resûlallah?”
"Müslüman, kime karşı açık kalpli olacak?"
“Kâle: Li'llâhi.”
"Allah'a karşı."
“Ve li-rasûlihi.”
"Rasûlullah'a karşı."
“Ve li-kitâbihi.”
"Allah'ın kitabı Kur'ân'a karşı."
Bu sıralamadan anlıyoruz ki nasihatin mânası; kul Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a nasihat edemez; "Onu sevecek, candan bağlı olacak, açık kalpli, temiz yürekli, iyi duygularla meşgul olacak." demek.
Onun için buradaki mânası da odur.
“Ve'n-nasîhati li'l-esâğır.”
“Kendinden küçükleri sevecek, onların iyiliğini isteyecek, onlara karşı tatlı olacak” demek.
Büyükleri saymak, küçüklere karşı şefkatli olmak, ihvan ile yaşıtlarla iyi bir geçim ve âdâb-ı muâşerete riayet etmek.
Üçüncüsü;
“Ve terki'l-husumâti fi'l-erzâk.”
"Rızıklar konusunda çekişmeyi terk etmek."
İnsanlar arasındaki kavgaların, gürültülerin çoğu menfaattendir. Menfaati zarara uğradığı zaman insanlar birbirleriyle mücadele ediyorlar, rekabet ediyorlar, kavga ediyorlar.
İki köy, bazen öküzlerini otlattıkları otlaktan ve tarlalardan dolayı silah çekip birbirlerine giriyorlar. İki komşu, bir tarlanın hududundan dolayı birbirlerine tabanca çekiyorlar. İki kardeş, mirasın taksiminden dolayı birbirlerine düşman oluyorlar. İki komşu, iki paralık dünya menfaati için birbirlerine küsüyorlar. İki dükkân komşusu, müşteri meselesinden dolayı alt alta, üst üste kavga ediyorlar.
Hepsi nedir?
Dünyalık, geçim, rızık, kazanç konusunda bir ihtilaf, husumet.
Haa! Derviş nasıl olacak?
Böyle maddî meselelerden, kazanç meselelerinden doğabilecek ihtilaflara girmeyecek.
“Terki'l-husumâti fi'l-erzâk.”
Rızıklar konusundaki çekişme, çatışma ve düşmanlıkları terk edecek. "Tamam, kardeşim buyur, mübarek olsun, al. Çoğu senin olsun, daha fazlası senin olsun." diyebilecek.
Demek ki gözü tok olmak, maddiyat yüzünden onunla bununla kavga etmemek gerekiyor.
“Ve mulâzemetu'l-îsâr.”
“Îsâr'a devam edecek.” Îsâr prensibine sımsıkı yapışıp, tutacak, sürdürecek.
Geçmiş derslerimizde Îsâr’ın ne olduğunu söylemiştik, 0 derslerimizde bulunmayan kardeşlerimiz vardır. Îsâr peltek 's' ile, i'si uzun.
Îsâr; "kişinin arkadaşını kendisinden önce düşünmesi, arkadaşını tercih etmesi" demek.
Ebû Hafsı Haddâd hazretlerine soruldu ki:
"Tasavvufun esasları nelerdir, dervişe düşen âdâb nelerdir?"
Dedi ki:
"Şeyhlere hürmet etmeye, riâyet etmeye devam. İhvan ile güzel geçinmek. Daha küçüklere samimi, açık kalpli, iyi niyetli, tatlı olmak, sert olmamak, onları haşlamamak vs. Geçim konusunda öteki insanlarla çekişip çatışmayı terk etmek. Îsâra mülâzemet etmek yani arkadaşını kendisine tercih etmek."
Çölde bir bardak su var; birisi içecek kurtulacak, ötekisi ölecek. "Al kardeşim, sen iç, varsın ben öleyim, sen yaşa."
Birisinin doyacağı kadar bir tabak yemek var, birisi aç kalacak; "Al kardeşim, sen ye." diyecek.
Denilebilir ki; "Bu böyle olmaz. Hocam, bardağın yarısını birisi içsin, yarısını birisi; yemeğin yarısını birisi yesin, yarısını birisi."
Şöyle; mesela gemi kalkıyor, bir kişilik yer var, düşman arkadan kovalıyor, mecburen birisi binecek birisi kalacak, başka çare yok, o zaman diyor ki; "Sen bin, ben kalayım."
Ölümü tercih ediyor, kardeşini kurtarıyor. Yemiyor, yediriyor, giymiyor, giydiriyor. Kardeşine fedakârlık yapıyor ve kardeşini kendisine tercih ediyor.
Bir büyük zât-ı muhteremi, bu işleri çok iyi bilen büyük evliyâullahtan birisini anlatıyorlar. Üç-beş arkadaş yola çıkacaklarmış. Yolda birkaç kişi seyahat ettikleri zaman birisinin önder olması, başkan olması, yani dini tabiri ile imam olması esastır. Yolun imamı; namazın imamı değil. Yolun başkanı, seyahatin başkanı, yolun imamı olması esastır. Bu bir kaide.
Büyük, yaşlı, pîr-i fâni zât; “Biriniz başkan olun. Yani biriniz imam olsun.” demiş.
Kendisinden daha küçük gençlerle bir yere seyahate gidecekler. O şeyh efendi, büyük zât, yaşlı, pîr-i fâni; "Biriniz yolun, seferin önderi olun." diyor.
"Aman efendim, estağfirullah. Zât-ı âliniz varken bize başkanlık mı düşer, siz başkan olun." demişler.
"Yok, siz başkan olun." demiş.
"Yok, olmaz efendim! Siz olun." denilince;
"Pekâlâ." demiş.
Başkana da itaat etmek lazım, yani imama muhalefet olmaz. Bizi öne geçiriyorsunuz, namazı kıldırıyorsunuz, ondan sonra sözümüzü dinlememek olmaz. Başkansak başkanlığımızı dinleyeceksiniz; madem bizim için o makamı tercih ettiniz, itaat edeceksiniz.
O da demişki: "Tamam, pekâla."
Yola çıkmışlar. Uzun maceralar olmuş. Mesela müthiş bir yağmur yağıyor, çölün kenarında yağmurun gelmediği sığınacak bir yer, şöyle biraz eğri bir kaya bulmuşlar. Hepsini o gölgelik yere tıkmış, kendisi açıkta kalmış. Herkes sığmıyor, kendisi açıkta kalmış.
"Aman efendim, siz böyle buyurun."
"Yok, siz girin, geçin bakayım oraya."
"Olmaz efendim."
"Sözümü dinleyin, geçin."
Başkan ya, "Geçin bakalım oraya." demiş, kendisi sırılsıklam ıslanmış ama ötekileri ıslatmamış, orada gölgelendirmiş. Buna benzer birçok olay geçmiş.
"Demek ki imamlık, başkanlık, hizmet makamıymış, safa makamı değilmiş. Keşke biz başkan olsaymışız da onu rahat ettirseymişiz. Ona başkanlığı verdik, o bizi rahat ettirdi, meşakkati o çekti." diye, o zaman anlamışlar.
Îsâr; işte bu olayda görüldüğü gibi, arkadaşını tercih etmektir.
Tasavvuf büyüklerinin hâli budur. Yemezler, yedirirler; giymezler, giydirirler. Dertlerini söylemezler, "Birisinin işi görülsün." diye her türlü fedakârlığı yaparlar, gık demezler, anlatmazlar.
İki kişiden birisi hacca gidecek; "Buyur, sen git." derler. Paraları yetmiyor, parayı ona verir; "Al benim param da seninkine katılsın, sen git." derler. İsâr denilen olay, bu.
Îsâr kelimesi Kur'ân-ı Kerîm'de geçiyor. Sahâbe-i kirâm hakkında bu kelime geçmiş, kullanılmış.
“Ve yü'sirûne alâ enfüsihim velev kâne bihim hasâsah.”
“Yü'sirûne" kelimesi, îsâr'dan geliyor. O sahâbe-i kirâm, o mübarek insanlar, kendilerinin muazzam bir ihtiyacı olsa bile arkadaşlarını kendilerine tercih ederlerdi.
İmam Gazâlî, İhyâ'sında anlatıyor:
Bir çoluk çocuk sahibi kâmil zât-ı muhterem ve çoluk çocuğu günlerce açmış; evde yiyecek içecek bir şey yok, aile perişan, çocuklar ağlaşıyor, birisi bir kurban başı göndermiş. Tabi kurban başını hazırlayacaklar, pişirecekler, ütüleyecekler, kızartacaklar; çoluk çocuk yiyecek.
Göndermiş; "Buyurun pişirin, çoluk çocuk yesin."
O bu hediyeyi alınca pişirmeye koyulmamış.
Demiş ki;
"Falanca arkadaşım var; o benden daha fazla zamandan beri aç."
Ona göndermiş, kendisi fakir ama arkadaşına göndermiş, bu nedir?
Îsâr'dır işte.
Kendisinin ihtiyacı olduğu halde ona göndermiş.
O ikinci şahıs da almış, birincisi üç günden beri açsa bunlar beş günden beri aç, o da almış, pişirse, yese açlıkları gidecek, kim var başka daha muhtaç, falanca arkadaşımız var, hediyeyi, kelleyi ona göndermiş. Üçüncü şahıs dördüncü şahsa, dördüncü şahıs beşinci şahsa tercih ederek kendisine göndermiş.
Altıncı şahıs, Allah'ın hikmetine bakın ki o da hediyeyi almış; "Evet, ben şu kadar gündür açım ama filanca kardeşimizin durumu daha perişan, ben tek başıma açım, onun çoluk çocuğu var, ailesi hepsi birden aç, hadi ona göndereyim." demiş, yedinci şahsa göndermiş.
Ama yedinci şahıs kim?
Birinci, ilk verilen. Dönmüş dolaşmış, tekrar birinci şahsa gelmiş; işte bu îsâr.
“Ve mulâzemetu'l-îsâr.”
"Derviş îsâr'a mülâzemet edecek."
Mülâzemet, "sımsıkı yapışmak, sarılmak" demek. Îsâr'a sımsıkı sarılacak. Yani arada sırada yapmak değil, bu prensibin sevaplı olduğunu bildiği için devamlı böyle yapacak. Yemeyecek, yedirecek; giymeyecek, giydirecek; arkadaşının ihtiyacını öne alacak, arkadaşını kendi nefsine tercih edecek.
“Ve mucânebetu'l-iddihâr.”
Mücânebe, "sakınmak, yanaşmamak" demek. İddihar da, "erzak depolamak" demek. "Mutfaklarda, kilerlerde, çuvallarda rızık depo etmekten, saklamaktan, evinde yiyecek saklamaktan şiddetle sakınmak."
Mücanebet edecek; "Aman, öyle şey yapmam!" diyecek, yapmayacak.
Bu bize çok garip geliyor; çünkü hepimizin mutfakları, merdiven altları, kilerler, depolar, çuvallar, tenekeler vardır. En fakirimizin evinde bile yine bir orduyu besleyecek bir şeyler vardır. Bizim beğenmediğimiz, küçümsediğimiz bir şeyler mutlaka vardır.
Biz buna alışmışızdır; olmaması bize garip gelir. Ama o devirde böyle bir şey yok.
“Yevmu'n-cedîd, rızku'n-cedîd.” diyorlar;
"Yeni gün, yeni rızık!"
Allah verir. Yaygın bir yoksulluk var; üretim az.
Şimdi traktörlerin filan faydası çok büyük. Teknolojinin tarıma girmesi, kamyonların gelmesi, yolların yapılması çok önemli. Bir kişinin gücüyle yapamayacağı yerler sürülüyor, büyük mahsuller alınıyor, büyük nakliyeler yapılıyor.
Biz eskiden, köydeki buğdayımızı öğütmek için günlerce sıra beklemek üzere kaç köy öteye giderdik; "Buğdayımız değirmende öğütülecek de un olacak, gelecek." diye beklerdik. Eskiden bu işler kolay değildi.
Bizim Ege bölgesi, zeytin memleketiydi, orası portakalı bilmezdi. Kars mıntıkası zeytini bilmezdi. Samsun, balığı bilirdi de, Antalya'nın portakalını bilmezdi. Her bölge kendi içinde mahsur, kendi şartları ile yetinme durumunda idi.
Şimdi tabi çok büyük nimetler var. Adana'daki karpuzu kamyonlara yüklüyorlar, getiriyorlar, köşe başında satıyorlar. Kütür kütür kesiyorsun, sıcak günde güzel güzel yiyorsun. Zeytin toplanıyor; ta nerelere kadar götürülüyor. Sebze, domates seralarda, Antalya'da yetiştiriliyor, Trabzon'a gidiyor. Trabzon'da çıkarılan tereyağı kamyonlara yükleniyor; İzmir'e, İstanbul'a geliyor. Edirne'nin peyniri Konya'ya gidiyor. Bunlar büyük nimetler, bolluk var. Bu devirde, bu mübarek şahısların yaşadığı eski devirlere göre muazzam üretim var, bolluk var. Biz bunun farkında değiliz. Ama o devirlerde çok kıtlık ve zorluk varmış. Yeri geldikçe bunların birkaç misalini anlatmıştım.
O insanlar bir hurmayla bir gün geçirirlermiş, günlerce aç dururlarmış. Üç gün, beş gün, yedi gün yemek yemedikleri olurmuş. Çok sıkıntılar çekerlermiş. Bundan otuz-kırk yıl önce Medine-i Münevvere'de yaşayan arkadaşların büyükleri, babaları, yaşlılar anlatıyorlar:
"Burada kurtsuz buğday, kurtsuz un yoktu. Ekmekler hep onlardan yapılırdı. Bilirdik; böcekli, kurtlu ama yerdik. Başka türlü mümkün değildi; çünkü depolama imkânı yoktu. Gelen, gelinceye kadar kurtlanıyordu. Sıcak su, soğuk su yoktu. Mevcut şeyleri tulumlarda ne kadar soğutabilirsek onu içerdik. Geceleyin soğutma, aircondition imkânımız yoktu; yukarıdan aşağıya bir teneke su boşaltırdık, ıslanırdık; yatağın içine de bir teneke su boşaltır, yatağı da ıslatırdık, yatardık. Onlar kuruyuncaya kadar yarım saat uyuyabilirdik. Yarım saat sonra onlar kuruduktan sonra yine sıcaktan çırpınarak öyle kalkardık." diyorlar.
Şimdi tabi aircondition var, ulaşım var, üretim var; yiyoruz, içiyoruz, keyfimize bakıyoruz. Eskilerin hallerini bilmiyoruz. Ama eskiler o yoklukta diyorlar ki; "Depolamak yok; depolamaktan kaçınmak prensibi var." Nesi varsa; "Sen hele yanındaki çuvalı ver bakalım; fukaraya bir dağıt bakalım, herkesin bu akşam bir karnı doysun. Sen bir aylık gıdayı yanına depo edeceğine, bu akşam kırk-elli kişinin karnı doysun." denilirdi.
"Yarın ben ne yapacağım?"
"Allah kerim. Yarın yeni bir rızk gelir." diyorlardı.
Depolamak ayıptı.
Kadının birisi, derviş bir hatun, derviş bir efendiye varmış; onu nikâhına istemiş.
Ne diye varmış?
"İyi bir derviş, ârif bir kimse" diye varmış. Evlenmişler. Bir de bakmış ki dolabında yiyecek-içecek var.
"Seni sahtekâr seni, ben de seni derviş sanıyordum! Sen evinde yemek depo ediyormuşsun!" demiş. Beğenmemiş; sonu nasıl olduysa artık... Eskilerin hâli böyleydi.
Allah u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ’da Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'im eylesin.