Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kitabın 16. terceme-i hali, 16. konusu.
Hamdûn el-Kassâr; yine bu Ebû Hafs-ı Haddâd'ın şehrindendir.
Ve minhüm Hamdûnü'bnü Ahmede'bne İmâra, Ebû Sâlihini'l-Kassâru'n-Neysâbûriyyü.
Minhüm. "Allah'ın sevgili kullarından birisi de Hamdûn b. Ahmed b. İmâre'dir."
Dedesinin adı İmâre, babasının adı Ahmet, kendisinin adı Hamdûn, künyesi Ebû Salih, "Salih'in babası" demek.
Nisbesi; en-Nisâburi.
Ne demek?
"Nişâburlu" demek.
Nişâbur da Horasan'da çok önemli bir şehir. Araplar Horasan'ı fethettiği zaman oraya ordugâh, kışla yapmışlar. Orası müslümanların kalesi. Nişâbur, Horasan'da önemli bir yer. Oradan çok alimler yetişmiş; İslâm etrafa oradan yayılmış.
Şeyhü ehli'l-melâmeti bi-Neysâbûra. "Hamdûn el-Kassâr, Nişâbur şehrinde melâmet ehlinin şeyhi idi, üstadıydı."
Ve minhü inteşere mezhebü'l-melâmeh. "Melâmet neşesi, yolu, anlayışı, - burada mezhebi diyor - ondan neşet etti."
Bu melâmet, tasavvufta önemli bir yol ve koldur. Önemli bir zihniyettir. Melâmet ehline melâmî derler.
Melâmet kelimesi nereden gelir?
Levm kelimesinden gelir. Bunun mastar-ı mîmisi; "melâm ve melâmet." Arefe fiilinden, "irfân ve mârifet" gibi.
Lame, yelümü, levm. Levm ve melâmet. Melâmet; "ayıplamak, kınamak" demek.
Tasavvufun içinde ehl-i melamet var, melâmî meşrep insanlar var.
Bunların zihniyeti nedir?
Bu şahıslar ihlâsa, ameli sırf Allah rızası için yapmaya çok önem veriyorlar. Riyakârlığa düşmemeye çok dikkat ediyorlar.
Eski zamanlarda bir adam varmış; büyük bir zât. Her gün namazı camide, birinci safta imamın arkasında kılarmış. Her gün böyle yapıyor. Demek ki camiye erken geliyor; orayı, en sevaplı yeri kazanıyor. Her gün orada kılarmış. Senelerce bu böyle devam etmiş de, bir gün bir mazereti olmuş. İnsan, olur ya hani, midesi bulanır, abdesti tutmaz, kusar, yeniden abdest alması gerekir, burnu kanar filan ne sebeple ise camiye yetişememiş. Abdesti geç almış, camideki alışkın olunan yerine yetişememiş; en ön safı başkası kapmış. Namaza başlanmış. Bu, ta en arka safta namaz kılmış.
Böyle haller olur mu?
Olabilir. Böyle bir hal hepimizin başına gelebilir.
Bu, en arkada namaz kılınca hem üzülmüş hem de korkmuş:
"Eyvah! Beni burada görürlerse ne derler. 'Bu mübarek zât, çok büyük alim, hep en önde namaz kılardı. En arka safta namaz kılıyor, vay be!' diye beni ayıplarlar." diye, içine bir ürküntü gelmiş.
İnsanların kendisini görüp de ayıplamasından, bir an içine böyle bir düşünce gelmiş. "Keşke kimse görmese de, belli olmasa" diye, insanların, en arka safta namaz kıldığını görmesini, bilmesini istememiş. Çünkü hep en ön safta namaz kılıyordu.
Sonra kendi kendine birden bir şimşek çakmış kafasında, bir düşünmüş:
"Aa! Ben ne yapıyorum; insanlardan çekiniyorum ve utanıyorum. Niçin utanıyorum? En ön safta namaz kılamamışım da, en arka safta hani havâî, mahallenin, öyle sünnete pek itibar etmeyen, arka safta namazı kılıp fırt kaçan haylazlarının safında, orada namaz kılmaktan utanıyorum. Kimden utanıyorum? İnsanlardan utanıyorum. Neyi istiyorum? Beni en ön safta görmelerini. Demek ki insanların benim iyi ibadet etmemi görmelerini istiyorum. Demek ki kötü bir durumda olmamı görmelerini istemiyorum. Demek ki bende gösterişçilik var. Demek ben insanların fikrine önem veriyormuşum. Demek ki ben riyakârmışım. Demek ki benim ömrüm boyunca en ön safta namaz kılmam insanlara gösteriş içinmiş; içimde gizlice bu arzu varmış." diye kendi kusurunu yakalamış.
O düşüncesinin hatalı olduğunu anlamış da; "Benim bu namazlar olmadı." diye bütün ömrü boyunca kıldığı namazları ödemeye, kaza etmeye başlamış!
Bu gibi şeyler başka türlü anlaşılmaz da, misal ile anlatmaya çalışacağım.
Bir başka misal:
Bayezid-i Bistâmî, bizim silsilemizde adı geçen şeyhlerimizden, otuz yıl peş peşe, her sene haccetmiş. Hem de her haccını yaya olarak yapmış!
Yaya olarak haccetmek ne demek?
"Her attığı adıma yedi yüz Mekke hasenesi verilecek." demek.
Mekke hasenesi, başka yerlerin hasenesine göre yüz bin misli fazla. Adımcık adımcık hacca giderken her adımına yetmiş milyon hasene veriliyor.
Peygamber Efendimiz'in bir sözünü size hatırlatmak isterim. Kelimeleri bilmediğiniz için meseleyi anlayamazsınız.
"Allah, bir kulun bir tek hasenesini kabul ediverse cennete girer." diyor Peygamber Efendimiz.
Bir hasenesi bile kulun cennete girmesine yeter.
Her attığı adımda yedi yüz Mekke hasenesi kazanıyor. Yedi yüz çarpı, yüz bin Mekke hasenesi. "Yüz bin misli" demek.
Ne demek?
Yetmiş milyon. Attığı her adımda böyle sevaplar kazanıyor. Otuz sene böyle adımcık adımcık yetmiş milyon, yetmiş milyon kazana kazana haccetmiş. Kuvvetli hafızmış. Her gün de ezberinden bir hatim indirirmiş.
Arafat'a çıkmışlar. Arafat'ta vakfede iken içinden bir ses gelmiş:
"Ey Beyazıt! Ne mutlu sana ya, otuz yıl yaya olarak haccettin, bu kadar sevap kazandın! Her gün de hatim indirdin, şu kadar sevap kazandın. Artık yaşadın be, ne mutlu sana, ne çok ibadet ettin!" diye içinden bir düşünce gelmiş.
Şeytanın işi yok; böyle zararlı fikirleri insanın kafasına sokuyor.
Şöyle bir düşünmüş; insanın ibadetini sevmesi, beğenmesi, ibadetine mağrur olması doğru değil. Hemen;
"Ey nâs! Ey insanlar!" demiş.
Herkes, "Buyur." demişler.
"Otuz yıl yaya olarak haccettim ve her gün hatim indirdim. Bunların sevabını satıyorum. Yok mu alan?" demiş.
Herkes birbirine bakmış. Güneş mi vurdu Beyazıt'ın başına, bu ne biçim şey. Çünkü "Sevap veriyorum." dedin mi, verilir; şakası yok. Allah'ın işlerinde şaka olmaz. "Sevabı veriyorum." dedin mi, gider. Oyuncak değil bu. Birbirlerinin yüzlerine bakmışlar. Bir şey de diyememişler.
Oradaki börekçi demiş ki;
"Tamam, ben müşteriyim, alıyorum. Kaça?"
"Ver birkaç börek." demiş.
O börekçi, çörekçi üç tane çörek vermiş.
Beyazıt da;
"Tamam, sattım." demiş.
Orada bir köpek duruyormuş; o çöreklerin birisini köpeğin önüne atmış. Köpek onu yutmuş. Şu kadarcık çörek, poğaça, ne olacak.. Yine bakınıyor. Ötekisini de atmış; onu da yutmuş. Üçüncüyü de atmış; onu da yutmuş.
Otuz yıllık haccının sevabını, şu kadar hafızlık hatminin sevabını verdi, üç tane çörek aldı. Çöreği de köpeğe verdi.
Kendi kendine demiş ki;
"Ey Beyazıt kaldın mı şimdi ortada? Var mı bir sevabın? Yok. Verdin. Hiçbir şeyin yok. Hadi bakalım, şimdi ne yapacaksan yap!"
İbadetine mağrur olmak fena olduğundan, kendisini ondan kurtarmak için böyle yapıyor. Cesaret işi; bu işler öyle kolay işler değil!
"Ey nefsim, hadi bakalım, şimdi ne yapacaksan yap!" demiş.
"Şimdi neye mağrur olacaksın bakalım? Allah'ın rahmetinden başka seni kurtaracak bir şey var mı?"
Neden böyle yapıyor?
Muhterem kardeşlerim!
Bizim dinimiz çok ince; herkes anlayamaz. Bizim bu kitabın konusu dolayısıyla ister istemez böyle ince konulara giriyoruz. Bunlar herkesin anlayacağı şeyler değil.
Bayezid-i Bistamî neden böyle yapıyor?
Benî İsrail'den bir âbid varmış. Dağ başına çekilmiş bütün ömrü boyunca mağarada Allah'a ibadet etmiş, günahlara bulaşmamaya çalışmış, sonra ölmüş. Ölünce Allahu Teâlâ hazretleri ona buyurmuş ki;
"Ey kulum, sana rahmetimle mi muamele edeyim, yaptığın ibadetlerin karşılığını mı vereyim?"
E adam, aklın varsa Allah rahmetiyle muamele edecek; "Rahmetini isterim yâ Rabbi! Rahmetinle muamele et." desene.
Allah rahmetiyle muamele ederse rahmet ederse yetmez mi?
O da demiş ki;
"Yâ Rabbi! Ömrümce sana hiç âsi olmadım, hiç günaha dalmadım, ömrümü gece gündüz ibadetle geçirdim. Sen de mahrum etmezsin. Hani zerre kadar hayrı olsa mükâfatını verirsin. İbadetlerimin sevabını ihsan et yâ Rabbi!" demiş.
"Peki kulum."
Allahu Teâlâ hazretleri ibadetlerinin sevabını vermiş. Teraziye koymuşlar, bayağı bir amel tabii.
Allahu Teâlâ hazretleri buyurmuş ki;
"Ey meleklerim! Şimdi bu tarafa da benim şu kuluma verdiğim göz nimetinin kıymetini koyun bakalım."
Bir göz nimetini koymuşlar, bütün bu ibadetler havada kalmış, göz nimeti hepsini bastırmış.
Ne demek?
Bir insan ne yaparsa yapsın, Allah'ın verdiği göz nimetinin, görme nimetinin bedelini bile ödeyemez.
Ödeyebilir mi?
Bir âmâ insana sorun bakalım. Çocuğu hasta oluyor da, baba diyor ki; "Tek benim çocuğum iyi olsun. Avrupalara gideyim, Amerika'ya gideyim, fabrikamı satayım. Yeter ki çocuğum sıhhatli olsun."
Bir gözün nimeti ödenmez.
Onun için Peygamber Efendimiz buyurdu ki;
"Hiçbir kimseyi ameli cennete sokmayacak."
"Seni de mi yâ Resûlallah?"
"Evet, beni de. Allah, hepimizi rahmetiyle cennetine sokacak."
Bizim yaptığımız bu ibadetler beş para etmez. Bizimkiler değil, herkesin yaptığı beş para etmez. Çünkü gücü kuvveti veren Allah, koruyan Allah, sıhhat veren, akıl fikir veren Allah'tır. Her şeyimiz O'ndandır. İbadetlerimiz de O'nun dergâhına layık değil. Onun dergâhına layık ibadet yapmaya biz takat getiremeyiz. Haddimizi bileceğiz.
Biz ibadetleri neden yapıyoruz?
"Allah emretti." diye yapıyoruz.
Allah'ın rahmetini dileriz. Yoksa tutulacak yanımız yoktur. Bizi kurtaracak bir çare yoktur. Bizi kurtarırsa Allah'ın rahmeti kurtarır.
Onun için Bayezid-ı Bistamî öyle yaptı. "Seni nankör nefis seni! Hani sen ibadetini bir şey sandın. İçine böyle bir duygu geldi. Ben seni o ibadetlerden mahrum bırakayım da gör!" dedi.
İbadetlerini sattı, cascavlak kaldı. Allah'ın rahmetine muhtaç.
O zaman boynunu bükecek, ne diyecek?
"Yâ Rabbi! Hiç bir şeyim yok. Âcizim, nâçizim, elim boş, yüzüm kara, hiçbir şeyim yok yâ Rabbi! Ancak senin rahmetin var. Aman yâ Rabbi!" diyecek.
O zaman Allah'ın rahmetine böyle candan sarılması, insanın ibadetine mağrur olmasından daha iyidir.
Bütün bunları neden anlattım?
İnsanın ibadetine mağrur olması iyi değildir. Ama ekseriyetle insanlarda bu arzu vardır. Yaptığı hayrı göstermek, yaptığı hayra isim, imza atmak ister. "Başkaları bilsin, alkışlasın, 'Aferin' desin." ister. Mevki, makam, iltifat, şöhret ister.
Bu; hocalarda da vardır, şeyhlerde de vardır, sultanlarda da vardır, herkeste vardır. Bunların önemsizliğini anlayıp bunlardan geçebilmek, kolay bir şey değildir.
Bir de, insanoğlu umumiyetle nasıldır?
Yaptığı ibadetleri göstermek ister de, yaptığı kabahatleri saklar.
Kimden saklıyorsun?
İnsanlardan.
Allah görmüyor mu?
Görüyor.
Sen Allah'ın gördüğü günahı, Allah'ın gördüğünü bile bile işliyorsun, utanmıyorsun da, insanlar duyacak diye utanıyorsun ha!
Böyle samimiyet mi olur?
Kuldan utanıyor, Allah'tan utanmıyor.
Ve tahşe'n-nâse vallâhu ehakku en tahşâhü.
İnsanlardan korkuyorsun; Allah'tan korkman daha uygun değil mi?
"Binaenaleyh, riyâ, ameline güvenmek doğru değil. Günahını saklamak da doğru değil." diyorlar.
"Allah'ın bildiğini kuldan ne saklayayım? İşte ben şöyle perişanım, şöyle günahkârım, böyle zalimim, böyle kötüyüm."
Melâmet ehli bunları söylerler.
Neden?
Allah biliyor.
"Ey nefsim, ibadetinin söylenmesini istiyorsun değil mi? Kaç defa hacca gittin? Söyle bakalım, kaç cami yaptırdın? Söyle bakalım, kaç yetime baktın? Kaç okul yaptın? Ne kadar zekât verdin? Söyle bakalım, hoşuna gidiyor. Hadi bakalım, bir de günahını söyle. Yaptığın hataları, kimsenin bilmesini istemediğin hataları ortaya dök bakalım!"
Dökemez.
Bunlar diyorlar ki; "Dökmemiz lazım. Madem günahtır; ya işlemeyelim, ya da günahımızı dahi insanlardan saklamayalım."
Binaenaleyh, çok samimi oluyor, açık kalpli oluyor, dobra dobra söylüyor. "Ben zalim, bir zaman şöyle etmiştim, böyle etmiştim.." diye açık kalplilikle söylüyor.
Tabi yapmamaya da çalışıyor ama yapmış olduğunu da söylüyor. Melâmet bu. Acayip bir meslektir. Acayip bir neşedir, melâmet neşesi. Garip bir haldir.
Melâmet ehlini herkes anlayamaz. "Seni zındık seni! Seni kâfir, günahkâr, seni zalim!" derler, döverler söverler ama onların aldırdığı yoktur.
Çünkü onlar Allah'a ihlâsla kulluk etmek istiyor, riyâdan kaçmak istiyor. Riyâdan kaçmak için bunu yapıyor.
İşte bu mesleğin, bu neşenin kurucusu Hamdûn el-Kassâr'dır. Şimdi hayatını okumaya başladığımız zâttır.
Bu zât, Ebû Salih künyeliymiş ve Nişâbur şehrindenmiş.
Sahibe Selme'bne'l-Haseni'l-Bârûsiyye. "Selmebne'l-Hasen el-Bârûsî'ye yetişti. Onun sohbetinden istifade etti."
Ondan feyz alma durumu var.
Ve Ebâ Türâbini'n-Nahşebiyye. "Nahşebli Ebû Turab'la sohbeti var; bu zât ondan feyz almış."
Ve Alliyeni'n-Nasrâbâziyye. "Ali en-Nasrâbâzî'nin sohbetlerinde bulunmuş.
Büyük şahıslar kimlerden öğreniyor?
Tasavvufu büyük şahsiyetlerden öğreniyor. Onlardan yetişiyor. Onlar, keskin şekilde onları terbiye ediyor.
Ve kâne âlimen fakîhen. "Bu Hamdûn el-Kassâr, alim insandı, fakîh insandı."
Dini çok iyi bilen, fıkhı çok iyi bilen bir insandı.
Yezhebü mezhebe's-Sevriyyi. "Süfyan es-Sevrî hazretlerinin mezhebine tâbi idi. Onun yolunda giderdi."
Biliyorsunuz Süfyan es-Sevrî hazretleri de hak mezheplerden birisinin sahibiydi ama onun mezhebi devam etmedi. İmâm-ı Âzam, İmâm Şâfî, Ahmed b. Hanbel, İmâm-ı Mâlikî'nin mezhepleri bugüne kadar yürüdü de, onun mezhebi devam etmedi. Ama evliyâullahtandı. Çok ciddi bir insandı. Onun da çok menkıbeleri vardır.
Benim en çok hoşuma giden menkıbelerinden birisi şudur:
Kitâbü'z-Zühdü ve'r-Rakâik isimli eserini neşrettiğimiz Abdullah b. Mübârek hazretleri var. O hadisçi olduğu için camide, evinde hadis okurmuş. Bu Süfyan es-Sevrî de çok büyük alim olmasına rağmen onu dinlemeye gelirmiş.
Bir gün bizim Abdullah b. Mübârek hazretlerine diyor ki;
"Bir daha senin hadis derslerine gelmeyeceğim."
Abdullah b. Mübârek hazretleri;
"Ne oldu?" diyor.
"Sen, cariyelerini terbiye etmemişsin. Evinde ders veriyorsun, ben eve girerken dam üstünden bana kaş göz işareti yapıyorlar, göz kırpıyorlar; 'Gel bizim yanımıza.' diyorlar." diyor.
Abdullah b. Mübârek hazretleri, hiç sesini çıkarmamış. O öyle kızmış, bağırmış, çağırmış; Abdullah b. Mübârek hazretleri gık dememiş.
Süfyan es-Sevrî biraz sonra gitmiş. Abdullah b. Mübârek hazretleri yanındaki ihvanına;
"Kalkın, Süfyan es-Sevrî hazretlerinin vefatı olmuştur, gidelim cenaze namazını kılalım." demiş.
"Nereden bildin?" demişler.
"O demin; 'Senin evine gelirken dam üstünden, cariyelerin 'Gel bize, yanımıza gel.' diye söyledi. Benim evimde cariye filan yok, o hurîleri görmüş." demiş.
Evinde cariye filan yokmuş. Hurîler de ona "Gel" diye ne zaman derler, ne zaman görünürler?
Hayatı bittiği zaman.
"Gel artık, dayanamıyoruz sana. Biz senin hurîleriniz. Cennette köşklerinin hizmetçileriniz. Gel artık!" demişler.
O da; "Dünyadaki bir cariye kendisini çağırıyor." diye kızıyor; kendisini kötü flörte çağırıyor sanıyor. Gitmişler, hakikaten vefat etmiş. Cenaze namazını kılmışlar. Süfyan es-Sevrî hazretleri öyle bir insan.
Bir gün evde, karanlıkta ceketini ters giymiş, dışarıya çıkmış. Astarı dışarıda, yüzü içeride, ceketi ters. Birisi yanaşmış, demiş ki;
"Hocam, ya imam! -imam, önder demek- Hırkayı ters giymişsiniz."
"Değiştirin." demek istemiş.
Onun yüzüne şöyle bakmış:
"Ben o hırkayı Allah rızası için giymiştim. Allah rızası için giydiğim hırkayı, kul rızası için çıkarmam!" demiş.
Varsın "Ters giymiş." desinler, "deli" desinler, "divane" desinler.
Adamların mantıklarına bak!
Sen neden giyiniyorsun?
"Avretlerim örtülsün, Allah razı olsun." diye giyiniyorum.
Biz niye giyiniyoruz? Sen niye yemek yiyorsun?
"Güç kuvvet kazanayım da Allah'a ibadet edeyim." diye yemek yiyorum.
Niye örtünüyorsun, giyiniyorsun?
Şimdi ben Allah rızası için hırka giymişim, ters olmuş, düz olmuş, ne olursa olsun. Allah rızası için giydiğim hırkayı çıkaracağım, kul rızasını kazanmak için ters çevireceğim.
"Ben, Allah rızası için giydiğim hırkayı, kul rızası için çıkarmam!" demiş.
Adamlar ters gibi, ama mantıkları, Allah sevgileri sağlam. Çok ciddi insanlar.
Onun mezhebini takip edermiş. Bu Hamdûn el-Kassâr, fakihti ya, fıkıhta imamı, Süfyan es-Sevrî hazretleriymiş.
Bizim imamımız kim?
Ebû Hanife hazretleri.
Onun imamı kimmiş?
Süfyan es-Sevrî hazretleri.
Ve lem ye'huz anhü tarîkatehû ehadün min ashâbihî ke-ahzi Abdullahi'bni Muhammedi'bni Münâzil, sâhibihi anhü. "Etrafındaki insanlardan hiç kimse, bunun bu meşrebini, neşesini, bu adı geçen Abdullah b. Muhammed b. Münâzil kadar sağlam bir şekilde almadı."
Demek ki en iyi talebesi, Abdullah b. Muhammed b. Münâzil imiş. Bunun fikirlerini en iyi o almış.
Tüveffiye Ebû Sâlihin Hamdûnü, senete ihdâ ve seb'îne ve mieteyn. "Bu Ebû Salih künyeli Hamdûn el-Kassâr, 271 hicrî senesinde vefat etti." Bi-Neysâbûr. "Nisâbur'da vefat etti." Ve düfine fî makbereti'l-hîreh. "Hire makberesine gömüldü."
Nişâbur'daki Hire kabristanına gömülmüş.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.