Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve semi'tüYahyâyekûlü. Râvi şöyle dediğini de naklediyor."
Ehlü'l-ma'rifetivahşu'l-lâhifi'l-ard. Lâ ye'nesûne ilâ ehadin. Ve'z-zâhidûnegurabâüfi'd-dünyâ. Ve'l-ârifûnegurabâüfi'l-âhireti.
Ehlü'l-ma'rifeti. "Mârifet sahibi olan insanlar, mârifet ehli" Vahşu'l-lâhifi'l-ardı. "Allah'ın vahşi mahluklarıdır. Ehil olmayan mahluklarıdır."
Ehlullah, yeryüzünde vahşilerdir. Allah yanında ehli, insanlar yanında vahşi. Hani bir hayvanı terbiye edersen ehlileştiriyorsun. Ehlileştirmezsen vahşi kalıyor. O mânayı düşünün.
Mârifet ehli yeryüzünde Allah'ın vahşi mahlûklarıdır.
Lâ ye'nesûne ilâ ehadin "Hiç kimse ile ünsiyet edemezler."
Hiç kimse ile düşüp kalkıp ona gönül bağlayıp dost olamazlar. Çünkü Allah ile dostlar.
Ve'z-zâhidûnegurabâüfi'd-dünyâ "Zâhidler de dünyada gariplerdir." Ve'l-ârifûnegurabâüfi'l-âhireti. "Ârifler de âhirette gariplerdir."
Allahua'lem; şunu demek istiyor:
Zâhidler dünyayı terk etmişlerdir. Dünya gözlerinde yok. Âriflerinse hem dünya hem ahiret gözlerinde yok. Asıl Allah'ın rızasını, sevgisini düşünüyorlar.
Ve kâlesemi'tüYahyâyekûl. "Aynı râvi bir başka sözünde buyurmuş ki."
İbnü âdem! Mâlekte'sefüalâmefkûd. Lâ yerüddühûaleyke'l-fevt. Ve mâ leke tefrehubi-mevcûd, lâ yetrükühû fî yedike'l-mevt.
Arapça bilenler, cümlelerin şiiriyetini, estetik kıymetini anlarlar. Güzel bir cümle. Müsecca' bir nesir, sanatkârane bir söz söylemiş.
İbnüadem. "Ey ademoğlu!"
Hepimiz Hz. Âdem'in evlatlarıyız ya onun için insanoğluna öyle hitap ediliyor. "Ey Âdemoğlu!" "Ey insan!" demek.
Mâ leke. "Ne oluyor sana?" Te'sefüalâmefkûd. "Elinden kaçırdığına esef ediyorsun, üzülüyorsun."
"Parayı kazanamadım, şu evi alamadım, kaçırdım, fırsat gitti. Alsaydım şöyle olacaktı."
Elden kaçana teessüf ediyorsun ey Âdemoğlu! Ne oluyor sana, niye teessüf ediyorsun?
Lâ yerüddühûaleyke'l-fevt. "Artık o fevt sana onu geri getirmeyecek."
Esefin onu sana geri getirmeyecek. Esef etmene ne lüzum var?
Ve mâ leke tefrehubi-mevcûdi. "Ne oluyor ki elinde mevcut olan şeye seviniyorsun?"
"Köşküm var; bağım bahçem, param pulum var, zenginim." diye varlığına ne diye seviniyorsun ki?
Lâ yetrükühû fî yedike'l-mevt. "Ölüm onu senin elinde tutmayacak, bırakmayacak ki çekip alacak."
"Mevcûda ne seviniyorsun? Mefkûta ne üzülüyorsun? Üzülmenin sana onu geri getirmeyeceğini bile bile elinden kaçana ne üzülüyorsun? Ölümün onu senin elinden aldığını bildiğin halde mevcuda ne seviniyorsun?" demek istiyor.
Bir sûfî, bir mutasavvıf, bir Allah ehli insan elde etmediği şeye üzülmez. Ne olacak? Üzülünce bir şey olmuyor ki! "Hay Allah! Bir apartmanım yok, bir gemim yok!" Üzülebildiğin kadar üzül. Onlar böyle bir şeyi gönüllerine koymazlar; üzülmeye lüzum yok. Mevcuda sevinmeye de lüzum yok; nasıl olsa bir gün elinden gidecek.
Elden gidecek olan bir şeye sevinmezler. Ele gelmeyen bir şeye de üzülmezler. Sağlam, gönlü şen, rahat insanlardır. Dervişlerin hâli biraz böyle enteresandır, değişiktir ama huzurludurlar, rahattırlar. Hiçbir olay onları sarsıp üzüp mahzun edemez.
Semi'tüAbde'l-Vâhidi'bneBekrini'l-Versâniyye. YekûlühaddesenîAhmedü'bnüMuhammedi'bniAliyyini'l-Berzeıyye. KâlehaddesenâTâhiru'bnüİsmâîle'r-Râziyyü. Kâle; kîleliYahye'bnüMuâz. "Bu rivayet zincirinde geldiğine göre Yahyâ b. Muâz'a demişler ki; Ahbirnâani'l-lâh. Mâ hüve? 'Allah hakkında bize bilgi ver, nedir o, nasıl bir şeydir? Allah'tan, Allah'ın ne olduğu hakkında bize bir malumat ver, Allah nedir?'"
Kâleilahünvâhidün. "Eşsiz tek olan ilahtır."
Şeriki, naziri olmayan ilahtır.
Allah'ı soruyorlar.
İlâhünvâhidün. "Şeriki, naziri olmayan tek ilahtır." Kîle keyfe hüve? "Allah nasıldır?"
Kâlemelikünkâdirün. "Kudretli bir hükümdardır."
Her şeye gücü yeten, kâdir-i mutlaktır.
Kîleeyne hüve. "Allah nerededir?"
Kâlebi'l-mirsâd. "Seni gözlemektedir."
Mirsad'dadır; seni gözetleme mevkiindedir.
Kîle leyse an-hâzâes'elüke. "Ben sana bunu sormuyorum." diyor.
Dikkat ederseniz adam Allah hakkında onun ağzından ama kendisinin kafasına göre bir takım tarifler almak istiyor. "Allah nedir, nerededir, nasıldır?" diye bir şeyler soruyor. O da hem doğru cevap veriyor hem de onun istemediği bir tarzda cevap veriyor.
Allah nedir?
Tek ilahtır.
Nasıldır?
Kâdir-i mutlaktır; her şeye gücü yeter.
Nerededir?
Seni gözlemektedir.
Adam; "Dağın tepesindedir, bulutun arkasındadır." gibi somut bir şey istiyor. Yahyâ b. Muâz öyle bir şey demiyor; güzel ve nükteli cevaplar veriyor.
"Biz bunu sormuyoruz." diyorlar.
KâleYahyâ. "Bunun üzerine Yahyâb.Muâz diyor ki." Fe-zâkesıfâtü'l-mahlûk. "Mahlukun sıfatı budur." Fe-emmâsıfatü'l-Hâlik, fe-mâahbertükebihî. "Hâlik'ın sıfatını ben sana haber vermedim, söylemedim."
Allahu Teâlâ hazretleri öyle sorularla, tariflerle anlatılabilecek gibi değildir.
Leyse ke mislihîşey'ün. "O'nun gibi hiçbir varlık yoktur, eşsizdir."
Hiç bir varlık O'na benzemiyor. Onun için öyle mahlukatı tarif eder gibi; "Bu caminin kubbesi şu kadar yüksektir, içi şu kadar insan alır, duvarları çinidendir, altı şöyledir, üstü böyledir." diye böyle şeyleri tarif edersin. Hâlik'ın sıfatı tarif edilmez ancak böyle söylenir.
Nedir Allah?
Yegâne ilahtır.
Nasıldır?
Her şeye kâdirdir.
Nerededir?
Seni gözetmektedir. Görüp gözetmektedir. Her yerde hazır ve nâzırdır.
O'nun mahlukatın tarifi gibi tarif edilemeyeceğini, onların istediği şeylerin söylenemeyeceğini anlatmış oluyor. Nüktedan bir insan; böyle cevap veriyor.
HaddesenâAhmedü'bnüMuhammedi'bniYa'kûbkâlehaddesenîAhmedü'bnüMuhammedi'bni Ali, heddesanâAliyyünü'r-Râzîkâle: KâleYahye'bnüMuâz. "Bu râvilerden rivayet edildiğine göre Yahyâ b. Muâz demiş ki."
Men sürre bi-hidmeti'l-lâhi. Sürreti'l-eşyâüküllihâbi-hidmetihî. Ve men karretaynühûbi'l-lâh. Karretuyûnü küllü şey'inbi'n-nazari ileyhi.
Men sürre bi-hidmeti'l-lâh. "Allah'a kulluk etmek ve Allah'ın yoluna hizmet etmekten sevinç duyan insan." Sürreti'l-eşyâüküllihâbi-hidmetihî. "Bütün varlıklar o insana hizmet etmekten sevinç duyar."
"Her şey, bütün mahlukat, Allah'a hizmetten sevinç duyan insana hizmet etmekten sevinç duyar."
Ağaçların, taşların Peygamber Efendimiz'e es-selâmüaleyke ya Resûlallâh demesi gibi, her şeyin onun sevgisini kazanmak için çırpınması gibi, minberinin, üzerinde hutbe okumayınca inlemesi gibi, herkes Allah'ın hizmetinden sevinç duyan kişinin hizmetini seve seve yapar.
Ve men karretaynühûbi'l-lâh. "Gözü Allah ile şenlenen insanın." Karretuyûnü küllü şey'inbi'n-nazari ileyhi. "Yüzüne bakmaktan herkesin gözü gönlü şenlenir."
Bu söz, daha önce geçen sözlere de benziyor. İnsan Allah ile meşgul oldu mu herkesin iltifatına mazhar oluyor, herkes onu seviyor. Herkes onun hizmetine koşuyor, herkes ona seve seve hizmet ediyor.
Semi'tüEbe'l-Hüseyni'l-Fârisiyyeyekûlüsemi'tü'l-Hasene'bneAlleveyh, yekûlüsemi'tüYahye'bniMuâzinyekûl. "Bu râvilerden rivayet edildiğine göre Yahyâ b. Muâz zühdü şöyle tarif etmiş:"
ez-Zühdü selâsetüeş'yâ. "Zühd üç şeydir."
Deminden beri anlatıyoruz; zahidlik, "zahid olmak, dünyaya kıymet vermemek."
Zühd üç şeydir: el-Kılletuve'l-halvetüve'l-cû'u.
Killet, halvet, cû'.
Killet, "azlık" demek. Malı mülkü, varlığı az olmak.
Ve'l-halvetü, "yalnızlık" Herkesin yanında olmamak, tenha bir yerde olmak.
Zühd; azlıktır, yalnızlıktır.
Ve'l-cû'u, "açlık" cu' "açlık" demek.
Tasavvufî çalışmalardan biliyorsunuz; kitaplardan okumuşsunuzdur, hocalardan duymuşusunuzdur.
Dervişin nefsini terbiye için yaptığı çalışmalarda ne gerekiyor?
Bir; kıllet-i taâm. Yemek az olacak. Zaten burada da cu' dedi. Karnı çok tok oldu mu insanın kalbi çalışmaz. Nefsi, şehevânî tarafı kuvvetlenir. Karnı aç olduğu, oruç tuttuğu zaman irfanı pırıldamaya, kalbi nurlanmaya başlar. O bakımdan oruç tavsiye edilmiş, açlık tavsiye edilmiş.
İki; kıllet-i menâm. Az uyuyacak; gece ibadet edecek, teheccüde kalkacak. Uykuya düşkün olmayacak.
Üç; kıllet-i kelâm. Sükut da ibadet olduğundan az konuşacak. İnsan çok konuştuğu zaman yalan söyleyebilir, mâlâyânî konuşabilir, gıybet edebilir. Konuşmanın birçok tehlikeleri, âfetleri vardır. Az konuşacak; zikirle, tefekkürle meşgul olacak.
Dört; uzlet-i enâm. Kılletüisti'nâsi'n-nâs. "İnsanlarla düşüp kalkmayı azaltacak. Tenha yeri, yalnızlığı isteyecek."
Burada ise zâhid için üç şeyi söyledi.
Kıllet dedi. "Azlık." Neyin azlığı olduğunu söylemedi. Yemenin, uykunun, azlığı vesaire hepsi giriyor.
Halvet dedi. "Yalnızlık."
Bir büyük;
"Yalnızlık büyük ruhların gıdasıdır." diyor.
Yalnızlıkta tefekkür oluyor; ârifane haller o zaman zuhura geliyor.
Kıllet, halvet.
Cû'; "açlık."
Kâle ve kâleYahyâ. "Ayni râviler dediler ki Yahyâ b. Muâz şöyle söylemiş:"
İnde nüzûli'l-belâitazheruhakâikü's-sabr ve inde mukâşefeti'lmakdûr, tazheruhakâikü'r-rıdâ.
Dervişlerin birtakım güzel huylara sahip olması lazım. Derviş; "Allah'ın rızasını arayan insan" demek; "Allah'ın sevgili kulu olma yoluna azmetmiş, ayak basmış, o yolda yürüyen, seyr-ü sülûk isteyen mürit, derviş."
Onun birtakım güzel huyları olması lazım. Gerekli olan huyların başında "sabır" geliyor. Sabretmesi gerekiyor. Sabrı olmayan insanın bu yolda ilerlemesi, kazanması mümkün olmaz, Allah'ın sevgili kulu olması kolay olmaz. İnsan sabrettiği zaman büyük mükâfâtlara nail oluyor.
İnnemâyüveffe's-sâbirûneecrehümbi-gayri hisâb. Allah onları seviyor ve onlara büyük mükâfatlar veriyor. Onun için Ramazan'da oruç tutuyoruz, arzularımızı dizginliyoruz,yemeğe sabrediyoruz. Bize gelip çatan insanlara karşı sabrediyoruz; sabır egzersizi yapıyoruz.
İnde nüzûli'l-belâi. "İnsanın başına bela geldiği zaman." Tazheruhakâiku's-sabr. "Sabrın hakikatleri ortaya çıkar, belli olur."
Bir bela gelsin de derviş hakikaten sabırlı mı, değil mi bakalım, görelim. Şimdi sarık sarıyor, cübbe, şalvar giyiyor, tespih çekiyor. Karnı tok, sırtı pek, hâli güzel. Kaloriferli camide otur, ibadet et, kolay. Hele bir bela gelsin de görelim bakım. Sabrın hakikati o zaman ortaya çıkar. Bu söz, bir bu mânaya anlaşılabilir.
Bir de şu mâna olabilir: Bela gelmeden sabır eğitimi tam olmaz. Bela gelecek ki derviş ona sabrede sabrede sabırlı bir insan olacak. Sabredilecek bir konu, bir mevzu yokken uygulamasız olur, nazarî kalır.
Okuduğunuz birçok okul, fakülte var. Orada nazarî bilgiler var ama bir de laboratuvarlar, tatbikat yerleri var. Teorinin yanında pratik de var. Nazarî olarak sabır tamam, iyi, güzel ama derviş asıl bela geldiği zaman yetişir, belalarla yetişir.
Onun için Yunus Emre diyor ki;
Gezdim Urum ile Şam'ı.
Yukarı illeri kamu.
Urum dediği "Anadolu." Anadolu'yu dolaşmış; Şam'ı dolaşmış. İran'ı, Irak'ı, Suriye'yi, Ürdün'ü, Mısır'ı, Hicaz'ı dolaşmış, gezmiş. Her tarafı gezmiş, görmüş bir insan; bilgisiz değil. Yukarı iller de Kırım, Kafkasya, Kazan tarafları. Oraları da gezmiş, yukarı illeri de dolaşmış. Böyle bir gezme vardır.
Bela geldiği zaman sabrın hakikatleri ortaya çıkar. Bela geldiği zaman adam sabırlı mı değil mi anlaşılır veyahut belalara uğradığı zaman sabrı öğrenir mânasına gelebilir. İki mâna da mümkün.
Ve inde mukâşefeti'l-makdûr. Tazheruhakâikü'r- rıdâ. "-Bir de dervişin- kadere rıza göstermesi, Allah ne takdir etmişse sabretmesi lazım."
Çocuğu ölür, işi bozulur, hastalanır, haksızlığa uğrar, hapse girer çıkar.
Ne olacak şimdi, isyan mı edecek?
Hayır,Allahın kaderine rıza gösterecek.
Burada diyor ki inde mukaşefeti'l-makdûr. "Allah'ın mukadderatının zahir olması, tezahür etmesi ile anlaşılır." Tazheruhakâiku'r-rızâ. "Rızanın hakikati o zaman anlaşılır."
"Sen rıza makamında bir derviş misin, değil misin? Bakalım kader, mukadderat senin başına ne çoraplar örecek? Onlar açığa çıktığı zaman senin rıza makamında olup olmadığın anlaşılır." mânasına gelebilir. Bir de "Onlar ortaya çıktığı zaman derviş rıza hâlini öğrenir; tatbikatını, uygulamasını o zaman yapar. O zaman tam yetişmiş olur." mânasına gelebilir.
Hangi mâna olursa olsun doğrudur ve güzeldir.
Bizim bu sözden anladığımız, yapmamız gereken şey nedir?
Bela geldiği zaman sabretmektir, kadere rıza göstermektir. Çünkü Allah'ın takdir ettiğini biliyoruz. İşleri olduran, ölenleri öldüren Allah'tır. O halde Allah'ın takdirine razı olmak lazım.
Mesela birinin bir yakını ölüyor; kadın saçını başını yoluyor, gömleğini yırtıyor.
Neymiş?
Onların memleketinde âdetmiş, modaymış, ağıt yakılırmış, böyle ağlanırmış. Ağlanmazsa ayıp olurmuş.
"Yoksa sen bu insanın öldüğüne üzülmüyor musun?"
diye itham altında kalırmış. İlla o rolü yapacak.
Öyle şey olur mu?
Allah'ın takdiri işte, ne yapalım? İnsan hastalanır da ölür de; sağlık bulur yaşar da; hepsi mümkün.
Ağıt yakmak. Öyle şey yok!
Sonra kadın çarşaflı. Ne çarşafı kalıyor, ne saçı başı. Saçı görünüyor, göğsü açılıyor... Neymiş? Ölüye ağıt. Öyle şey olur mu? Sen bu sefer günah üstüne günah işliyorsun. Kadere rıza gösterecek, boynunu bükecek. "Yâ Rabbi! Bu sendendir." diyecek. Dua edecek, metanet ve tahammül gösterecek, Allah'ın mukadderatına razı olacak.
Çok güzel sözler!
Aslında bu sözleri hızlı geçiyoruz gibi geliyor bana. Derin derin düşünüp iyice hazmetmemiz lazım.
Ve kâleYahyâ. "Yahyâ b. Muâz dedi ki."
Mahbûbü'l yevmi. Yu'kıbü'lmekrûheğaden. Ve mekrûhü'l yevmi. Yu'kıbü'lmahbûbeğaden. "Bugünün sevimli, sevgili olan şeyi, yarın yerini sevilmeyen şeye bırakacak. Bugünün sevilmeyen şeyi de yarın yerini sevilen şeye bırakacak."
Tabi bu bize göre lastikli, kapalı bir söz. Ne demek istediği pek anlaşılmıyor. Şu anlaşılabilir ve doğrudur:
"Bugün hoşuna gidecek olaylar olur, yarın hoşuna gitmeyecek olaylar olur. Bugün sıkıntılı olursun, yarın sevinçli." mânasına gelebilir; bir.
İkinci manası; "Dünyayı sevip gülüp oynayan yarın âhirette onun hesabını verecek, başı sıkıntıya girecek. Dünyada dini, imanı için Allah rızası yolunda sıkıntı çeken de yarın onun mükâfâtını görüp iyi hallere nâil olacak." mânasına gelebilir. Bu doğrudur.
Peygamber Efendimiz, Allahu Teâlâ hazretlerinin vaadini bize anlatıyor, diyor ki;
"Ben kulumda iki korkuyu, iki ümidi bir araya getirmem. Bu dünyada korkanı âhirette korkutmam. Bu dünyada korkmadan yaşayanı da âhirette hoş bir halde tutmam."
"Bu dünyada korkanı âhirette korkutmam, sevindiririm. Bu dünyada korkmadan yaşayanı da 'Niye öyle yaşadın?' diye korkuturum.
Hadîs-i şerîfte böyle geçiyor.
Kâle ve kâleYahyâ. "Yahyâ b. Muâz bir başka sözünde buyurmuş ki."
Men lemya'tebir bil-muâyenetilemyetteızbi'l-mev'izati. Ve men i'teberebi'l-muâyeneti, isteğnâani'l-mev'izati.
İnsanın, etrafındaki olaylardan ibret alması lazım. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Fe'tebirûyâuli'l-ebsâr! "Ey mânevî gözleri açık olanlar! İbret alın." Fe'tebirûyâuli'l-elbâb! "Ey gönlü, aklı olanlar ibret alın."
Fe'tebirû, "İbret alın." demek.
Men lemya'tebirbi'l-muâyene. "Gözleri ile gördüğünden ibret almayan."
Gözü ile bakıp da çevresinde gördüğü olaylardan ibret almayan.
Lemyetteizbi'l-mev'iza. "Öğütten de anlamaz."
Nasihatten, vaazdan da anlamaz. Gözü ile gördüğünden anlamıyor ki kulağı ile işittiğinden anlasın.
Ve men i'teberabi'l-muâyene. "Baktığından ibret alan kimse de." İsteğnâani'lmeviza. "Öğüde ihtiyaç duymaz."
Baktın mı her taraf ibret. Ölüm ibret, olaylar ibret. Çiçeğin açışı, güneşin doğuşu, yağmurun yağışı ibret. Her şey ibret.
"Etrafındaki olaylardan ibret almasını bilenin de vaize ihtiyacı yok."
Buradan çıkan ders nedir?
Etrafımızdaki olayları yorumlamasını ve ondan ibret almasını bilmeliyiz. Olayları düşünmeliyiz, onlardan ibret almalıyız. Biz zalimi görüyoruz, zulmünü yapıyor, yapıyor ondan sonra tepetaklak gidiyor. Allah Azîzünzü'ntikam olarak zalimden intikam alıyor. Bak sonu nasıl oluyor? Hırsıza bakıyoruz; başına şöyle bir felaket geliyor. Haram yiyen insana, sütüne su katan adama bakıyoruz; sürüsünü sel götürmüş. Hileli satış yapan insanın bakıyorsun konağı yanmış. Etrafındaki olaylardan ibret alacaksın.
Bir mutasavvıfa sormuşlar:
"Senin üstadın, kim?"
"Kedi!" demiş.
"Kedi insanın üstadı olur mu?" demişler.
"Çok soğuk bir gündü, yerler buz tutmuştu. Camiye gidiyordum, kedi yüksekteki samanlı, yumuşak sıcak yere çıkmak için zıp zıp zıplıyor, kayıyor, çıkamıyor. Bir daha zıplıyor yine kayıyor, bir daha zıplıyor yine kayıyor. Kim bilir kaç defa zıpladı. Yüz mü iki yüz mü? Biraz baktım, sonra namaza gittim. Namazı kıldıktan sonra dışarı çıktım baktım ki kedi yukarıya, o sıcak yere çıkmış. O buzların arasından artık baca kenar mıydı, dam kenarı mıydı, neresiydi; oraya çıkmış, ondan ibret almış. Dedim ki kedi bile amacına ulaşmak için yüzlerce defa zıpladı, zıpladı, zıpladı sonunda bu işi başardı; biz insanoğlu niye amacımıza ulaşmak için çalışıp da başarmayalım. Kediden ibret aldım." demiş.
Bir başkasına sormuşlar:
"Murakabeyi kimden öğrenelim, nasıl yapalım?"
"Kediden öğrenin." demiş. "Kedi farenin deliğinin karşısına geçer. Konsantre olur; saatlerce kıpırdaman, nefes almadan durur. Sonunda fareyi yakalar."
Bir horozun tavukları beslemesi, fedakârlığı, bir tavuğun civcivleri kollaması, bir kedinin azmi… İnsan etrafındaki olaylara baktı mı ibret alır.
Kâle ve kâle Yahya.
Son sayfada aynı konuyla ilgili bir sözü var:
el-İbretübi'l-evtârve'l-mu'tebirubi'l-miskâl.
Ne güzel! Arkadaşlar Arapçasını bile yazabilir.
el-İbretübi'l-evtar. "İbret alınacak olaylar kat kat, çok." Ve'l-mu'tebiru. "Ama ibret alan insan." Bi'l-miskâl. "Miskalle."
Miskal, "çok küçük bir tartı birimi, çok küçük bir ağırlık."
"İbret alınacak olaylar kat kat, çok çok ama ibret alacak insan çok az." diyor.
Hakikaten öyledir. Ebnâü'd-dünyâ. "Dünyanın çocukları."
Ebna, "çocuk" demek. Ebnaü'd-dünya, "dünyanın çocukları, ehli dünya" demek.
Tahdihimühüm. "Ehli dünyaya hizmet eder." el-İmâü. "Cariyeler." Ve'l-âbid. "Köleler." "Cariyeler, kullar, köleler dünya ehline hizmet eder."
Ve ebnâü'l-âhire. "Âhiret ehline ise." Yahdimühüm. "Hizmet eder." el-Ebrârüve'l-ahrâr. "Allah'ın ebrâr kulları ve ahrâr kulları hizmet eder."
Ebrâr çoğuldur; "iyi kullar" demek, "iyilik yapan, takvâ ehli olan; anasına, babasına büyüklerine izzet-i itibar, hürmet eden insanlar" demek. Ahrâr da, "hürler" demek.
Buradaki hürriyetten maksat; "dünyaya, nefse, şeytana kulluktan kölelikten, kendisini kurtarmış insan" demektir.
Sonuncu cümleyi de okuyalım:
Lâ türbihalânefsikebi-şey'in. Ecelle min en-teşğalehâ fî külli vaktin bimâ hüve evlâ bihâ. "Nefsini her vakitte kendisi için daha uygun olan bir şeyle meşgul etmekten daha kazançlı bir şey olamaz. Nefsine kazanç sağlamak istiyorsan onu meşgul olduğu şeyden daha hayırlı bir şeyle meşgul et!" Daha kârlı bir şey olmaz.
Adam kahvede oturuyor. Nefsi orada oturmakla meşgul oluyor.
Bu iş mi şimdi?
Daha hayırlı olan şeyler var. Gitsin ilim öğrensin. Gelsin camiye namaz kılsın, vaaz dinlesin vesaire. İnsan içinde bulunduğu hâli düşünecek; nefsini o halden daha hayırlı bir şeyle meşgul etme arzusunda, prensibinde olacak. Öyle yaparsa bundan daha büyük kazanç olmaz. Sağlayabileceği en büyük kazanç budur.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi bu okuduğumuz güzel cümlelerin; güzel, ârifâne hakikatlerin mânasını anlayıp da bunları hayatında uygulayan, böylece Allah'ın rızasını kazanan, âhirette yüksek makamlara eren, dünyası, âhireti mamur olan kullarından eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.