Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Tabakâtü's-sûfiyye isimli çok kıymetli tasavvufî kaynak eserin 119. sayfasındayız. Bugün okumaya başlayacağımız yer 18. paragraf. Hayatını okuduğumuz mübarek zât da Ebû Hafs el-Haddâd isimli Nişabur'lu bir büyük alim. Hayatını okumuştuk. Şimdi sözlerini okuyacağız.
Allah'ın müsaade ettiği miktarda bir saat kadar; bir saatten de az okuduktan sonra dersi o kadarda keseceğiz. -Fazla olunca tadı kaçmasın; baklava bile fazla olduğu zaman bıktırıyor.-
Kâle ve kâle Ebû Hafsin.
"Mahfûz b. Mahmûd isimli râvi 'Ebû Hafs el-Haddâd şöyle söyledi.' dedi:"
İzâ raeyte'l-muhibbe sâkinen hâdien fa'lem ennehû veradet aleyhi ğafletün ve inne'l-hubbe lâ yetrükü sâhibehû yehdeü bel yüz'ıcühû fi'd-dünüvvi ve'l-bu'di ve'l-likâi ve'l-hicâbi.
Bu mübarek zât şöyle buyurmuş:
"Seveni, âşığı, muhibbi sakin, sessiz görürsen, anla ki ona gaflet gelmiş, gaflet ârız olmuş. Çünkü sevgi, sevgiye sahip insanı öyle sessiz bırakmaz, rahatsız eder, izâç eder." Fi'd-dünüvvi ve'l-bu'd "Yakınlık halinde de uzaklık halinde de." Ve'l-likâi ve'l-hicâbi. "Kavuşma halinde de perdelenme halinde de."
Sevgi insanı yerinde durdurmaz; duruyorsa demek ki muhibbe, âşığa bir gaflet gelmiş.
Bu mübareklerin sevgisi başka; bizimkiler gibi değil; kafaları, kalpleri bu zamane insanlarının kafası gibi değil.
Bunlar Hak âşıkları, Allah dostları, Allah'ı seven insanlar. Tasavvufta çeşitli tipte tavırlar görüyoruz. Kimisi ibadete düşkün oluyor. Kimisi dünyaya karşı meyilsiz oluyor; zâhid oluyor, âbid oluyor. Kimisi de muhib oluyor, âşık oluyor.
Büyüklerimiz;
"Bu tavırların içinde, hâlet-i rûhiyelerin içinde en yüksek olanı aşk makamıdır." demişler.
Muhib olmak, âşık olmak; Allah'ın sevgisinin insanın kalbine yerleşmesi ve o kişiyi Allah âşığı bir insan haline getirmesi. Tabi âşık olan insan, normal bir insan değildir. Âşık olan insanın hâli, tavrı, sözü, bakışı, oturuşu, kalkışı, iştihâsı, uyuması, her şeyi alt üst olmuştur. Çünkü sevgi, insanı o hale getirir. Bir tatlı beladır, bir hastalıktır ama Fuzûlî;
"Yâ Rabbi! Beni bu hastalıktan şifâyâb eyleme; sen bu hastalığımı artır!" diyor.
Çünkü sevgi yüksek mertebedir. Kul Allah'ı ne kadar çok seviyorsa demek ki Allah da onu o kadar çok seviyor ki kulda o kadar sevgi hâsıl olmuş. Bu hal, Allah'ın onu sevmesi; kulun Allah'a karşı meyli, muhabbeti, sevgisi, ilgisi, kulluğundaki şevki nispetindedir.
Onun için Ebû Hafs hazretleri; bu derecedeki bir muhibbin, bir âşık-ı sâdıkın, Hak dostunun böyle sakin, sessiz durmasını; "'Kendisine gaflet gelmiş, gaflet ârız olmuş, bir takıntısı var.' mânasına geliyor." diyor.
Çünkü sevgi insanı rahat tutmaz; kıvrandırır, hareketlendirir, izâç eder. Bunlar birer tavırdır, meşreptir.
Hacı Bektâş-ı Velî, Mevlânâ'ya mektup ve temsilci göndermiş:
"Ne oluyorsun; cihanı velveleye verdin be adam! Her tarafı birbirine karıştırdın. Bir gürültü, bir patırtı, bir vâveyla! Şehirler çalkanıyor; gittiğin yer yerinden oynuyor, ne oluyorsun? Cenâb-ı Hakk'ı bulduysan sakince bir köşede otur. Eğer bulamadıysan, o zaman bu gürültü haksız, yersiz bir gösteriş, riya oluyor." diye bir şey yazmış; Ebû İshak adlı bir halifesiyle göndermiş.
Eflâkî'deki rivayete göre o da Konya'ya gelmiş, Mevlânâ'yı aramış. "Mevlânâ hazretleri medresede ders veriyor." demişler; gitmiş. Medresenin kapısından girerken, Mevlânâ hazretleri sema'a kalkmış, bir taraftan dönüyor; bir taraftan da bir rubâi okuyormuş:
Eğer yârin yok ise neden talep etmezsin!
Eğer yârini bulduysan neden tarâb etmezsin!
"Yârin yok ise neden koşuşturup sevgilini aramıyorsun? Niye uzak duruyorsun sevgilinden? Eğer bulmuşsan niye sevincinden coşup oynamıyorsun? Tembel tembel bir kenara oturmuşun, bu ne acayip iştir! Asıl senin işin acayip ki böyle bir talebin içine girmiyorsun." mânasına bir rubâiyi terennüm ederek böyle sema' ediyormuş; ilâhi söyleyerek dönüyormuş.
Tabi bu durum onların iki tavrını gösteriyor:
Demek ki Hacı Bektâş-ı Velî ciddi, sakin olmayı istiyor.
Mevlânâ da;
"Bulamadıysan arayış içinde bir coşkunluk olacak. Bulduysan bulduğun için sevinçten bir coşkunluk olacak. Eğer böyle bir talebin yoksa bu talepsizlik yanlıştır. Benim hâlime değil, talepsizliğe şaşmak lazım." diye bir cevap vermiş.
Burada da âşık öyle sessiz duramaz; âşık oldu mu bakışından bellidir. Yerinde duramaz; oturamaz, kalkamaz, uyuyamaz, yiyemez, içemez. Allah o sevgileri, o makamları, o halleri, tavırları bu yolun bütün hakiki âşık, sâdık yolcularına, bizlere de göstersin, tattırsın.
Kâle. "Aynı râvi diyor ki:"
Ve kâle Ebû Hafs. "Ebû Hafs el-Haddâd bir sözünde de şöyle dedi:"
et-Tasavvufu küllühâ âdâbün, li-külli vaktin edebün ve li-külli makâmin edebün fe-men lezime âdâbe'l-evkâti beleğa mebleğa'r-ricâl ve men dayyaa'l-âdâbe fe-hüve baîdün min haysü yezunnü'l-kurbe ve merdûdün min haysü yercü'l-kabûle.
Önemli!
Biz bu kitabı niçin okuyoruz?
İstiyoruz ki tasavvuf kardeşlerimiz tarafından aslî temellerine oturmuş olarak bilinsin.
"Fantezilerle, zayıf rivayetlerle, yalan yanlış kanaatlerle, gerçek olmayan yollara sapmasınlar, oyalanmasınlar; yanlış bilgiler, kanaatler edinmesinler." diye büyüklerin hayatlarını anlatan, yine böyle büyük bir insan tarafından yazılmış bir kitabı okuyoruz.
"Tasavvuf nedir?" anlaşılsın istiyoruz.
Ebû Hafs hazretleri diyor ki:
et-Tasavvufu küllühâ âdâbün. "Tasavvuf, tarikat dediğimiz şu güzel yol baştanbaşa âdaptır."
Her şeyin edebi vardır.
Li-külli vaktin edebün. "Her vaktin bir edebi vardır." Ve li-külli makâmin edebün. "Her makamın, her zamanın, her yerin bir edebi vardır."
Caminin, evin, dükkânın bir edebi vardır. Misafirliğin edebi vardır. Her yere münasip bir edep vardır. İnsanın camide tavrı başka türlü olur; yatak odasında tavrı başka olur, dükkânda tavrı başka olur. Zamana ve mekâna ait yapılması gereken, doğru olan, olmayan şeyler vardır. "Herkes anlasın." diye böyle anlatmaya çalışıyorum.
Fe-men lezime âdâbe'l-evkâti. "Zamanların gerektirdiği edepleri bilen, onları yapan, onlara mülâzemet eden, riayet eden kimse." Beleğa mebleğa'r-ricâl. "Evliyâullah derecesine ulaşır; ricâlullah derecesine ulaşır."
Zamanın kendisine gerektirdiği âdâbı bilen ve yapan, büyük insan olur.
Ve men dayyaa'l-âdâb. "Kim edepleri çiğnerse, kaybederse, yapmazsa; zamanın ve mekânın gerektirdiği tavrı, edebi takınmazsa:" Fe-hüve baîdün min haysü yezunnü'l-kurbe. "Kendisini yakın sansa bile uzaktır." Ve merdûdün min haysü yercü'l-kabûl. "Allah tarafından kabulü umsa bile, dergâhtan kovulmuştur, uzaktır."
Buradan; "Aman, âdâba dikkat etmeli!" diye anlıyoruz.
Oturmanın âdâbı vardır; sözün âdâbı vardır; seher vaktinin âdâbı vardır; akşam namazı vaktinin, sabah namazının, gün doğuşunun âdâbı vardır; büyüğe karşı âdab vardır. Büyüğün karşısında, hocanın karşısında takınılacak tavır vardır.
Âdab ne demek?
"Yanlışlıktan korunmayı sağlayacak kaideler" demek.
Yanlış iş olmayacak.
"Bu iş âdâbına uygun yapıldı."
Ne demek?
"Yanlışsız; çekinilecek şeye bulaşılmadan, usulüne uygun yapıldı." demek.
O halde biz de daima usulü, âdâbı, erkânı düşünmeliyiz. İçinde bulunduğumuz anda, zamanda ve mekânda ne yapmamız lazım, nasıl yapmamız lazım?
İnsan hocanın karşısında saygısızca oturursa derler ki; "Yaşlı, aksakallı insanın karşısında bu olmamış."
Büyük bir alimin karşısında olmadık bir konuda konuşursa; "Bu cahil adam, meclisin tadını tuzunu kaçırıyor; sussa da alim konuşsa." derler.
Zamanın ve mekânın neyi yapmayı gerektirdiğini müridin devamlı düşünmesi, ona göre hareket etmesi lazım. Oturuşuna kalkışına, konuşmasına düşünmesine hatta niyetine, fikrine, duygularına hâkim olması, sabretmesi lazım.
Hoşuma giden bir şey hatırıma geliverdi: Paşası Evliya Çelebi'ye görev vermiş; Hicaz'a gidecek. Dönüşte Şam'da yeniçeri arkadaşları, yeniçeri ağaları demişler ki;
"Çelebi! Bu akşam özel bir program düşünüyoruz; sen de gel!"
"Olur." demiş; mahiyetini bilmiyor.
Meğer arkadaşları sazlı sözlü bir eğlenceye gideceklermiş. Yolda evliyâullahtan bir zâtla karşılaşmışlar ama biraz meczup tavırlı bir kimse. Bir girişmiş bu Evliya Çelebi'ye; nasıl pataklamış. Evliya Çelebi hatırlı, güçlü insan; süvari, cihangir, silahşör ama "gık" dememiş. Neden?
"Büyüğe el kaldırılmaz, edep odur."
Niye dövüyor?
Sebepsiz dövüyor.
Sabretmek lazım; sabretmiş. Kafasını gözünü kırmış. Tabi bu halde arkadaşlarının yanına da gidememiş. Ötekiler gittikleri yerde saz, söz biraz da herhalde gayr-i meşrû işlere saptıkları için bir yakalanmışlar; hepsinin kellesi gitmiş.
Edebe bak!
O büyüklere karşı gelmekten kendisini koruyor, "gık" demiyor; edebe riayetten biraz dayak yemiş oluyor ama kelle kurtuluyor. Ötekilerin arasında gitseydi kellesi de gidecekti.
Kardeşimiz anlattı; bir kitapta okumuş, dikkatimi çekti.
Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri, Fatih camiini yaptırmış. Ağanın, vezirin birisi de Fatih camiinin kenarına bir mescit yapmaya kalkmış. Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri rüyasında demiş ki; "Yâhu, sen bizim cemaatimizi mi çalmak istiyorsun? Bizimle rekabet mi yapmak istiyorsun? Biz cami yapmışız, ne diye kenarına mescit yapıyorsun? Vurun şunun kafasını!"
Cami yapmak güzel bir şey gibi görünüyor ama o mekânda cami uygun değil. Fatih Sultan Mehmed Han hazretleri bir cami yaptırmış; sultanın gönlü kırılıyor. Tabi sultan vefat etmiş. Bu, rüya âleminde, vefatından sonra olan bir şey.
Demek ki cami yaptırmanın da bir âdâbı varmış, mekânı varmış. "Cami yaptırmak güzel" diye insan, olur olmaz her yere yapamaz.
"Getir sen büyük bir caminin yanına yap; olmaz!"
Bu caminin cemaatini bölersin. Camisiz bir köye yap, herkesin duasını al ama cami olan bir yere ikinci bir cami açınca olmuyor. Bazen güzel gibi görünen bir şey de âdâba aykırı olabilir. Cami yapmak güzel ama orada âdâba uygun gelmedi; Peygamber Efendimiz'in methine mazhar olmuş olan sultanı darılttı.
"Tasavvuf tamamen edepten ibarettir. Her vaktin edebi vardır. Her makamın edebi vardır. Bu âdâba riayet etmesini bilen başarılı müridler; ricâlullah, evliyâullah, erenler mertebesine ulaşır. Buna riayet etmeyen, kendisi 'yakınım' sansa bile uzaktır; 'Allah beni kabul ediyor, Allah indinde amellerim makbul oluyor.' zannetse bile merdûttur, reddolunmuştur."
Biz de âdâbı kollayalım; konuşmanın, yemenin, içmenin, ziyaretin âdâbını, vaktini kollayalım. Her işimizde; "Bu işin, bu mekânın, bu zamanın âdâbı nedir?" diye düşünelim. Bu da tasavvufun bir tarifi olarak karşımıza çıkıyor.
et-Tasavvufu küllühâ âdâbün. "Tasavvuf baştan sona âdaptır. Edeplerden meydana gelmiş bir kompozisyondur."
Semi'tü Ebâ Amrin ve'bne Hamdâne yekûl vecedtü fî kitâbi ebî kâle Ebû Hafsin el-hâlü lâ yüfâriku'l-ilme ve lâ yukârinü'l-kavle.
"Ebû Amr b. Hamdân isimli alim diyor ki; 'Babamın kitabında gözlerimle gördüm; Ebû Hafs'ın şöyle söylediğini not almış:'"
Demek babası Ebû Hafs'ın zamanında yaşayan bir kimseydi; sohbetlerinde notlar almış, sözlerini defterine yazmış.
Ne demiş?
el-Hâlü lâ yufâriku'l-ilm. "Hal, ilimden ayrı değildir."
İlme ters, ilim dışı, ilme aykırı değildir.
Ve lâ yukârinu'l-kavl. "Lafta değildir."
Lafla ilgisi yoktur, lafa yakın değildir; uzaktır. Hal ilminin de dışında değildir.
"Ben tasavvuf ehliyim, hal ehliyim."
Hâlin ilme uymuyor. Demek ki sen hal ehli değilsin."
Hangi ilme uyacak?
Kur'an ilmine; hadis ilmine, fıkıh ilmine uyacak. Evliyâullah; "Günahlardan en çok sakınan insan." demektir. İlme, dine, hükme, şeriate uymuyorsa olmaz!
Hal; ilme aykırı değildir. Hal, lafa da yakın değildir. Laf demek de değildir. Çenesi bol, lafı çok. Hal, laf demek değildir. Lafın kıymeti yoktur. Hele hele laf insanın haline tersse aynı zamanda sorumluluktur, vebaldir.
Hal, ilmin dışında, ilimden ayrılan, kopan, alakasız bir şey değildir. İlmin dairesine uyan, içinde olan bir şeydir. Şeriate uygundur. Lafla da ilgisi yoktur; lafa hiç yaklaşmaz bile. Adam sessiz sedasız durur, işini görür, Allah'ın rızasını kazanır. Söylemez, söylemesine lüzum da yoktur. Çünkü mükâfâtı Allah verecek, kuldan mükâfât beklemiyor.
Ve zekere Ebû Osmân el-Hîrî en-Nîsâbûrî an Ebî Hafs ennehû kâle: Men yu'tî ve ye'huzü fe-hüve racülün ve men yu'tî ve lâ ye'huzü fe-hüve nısfu racül ve men lâ yu'ti ve lâ ye'huze fe-hüve hemecun lâ hayra fîh.
Fe süile Ebû Osmâne an ma'nâ hâze'l-kelâmi fe-kâle men ye'huzü mine'l-lâhi ve yu'tî li'l-lâhi ve-hüve racülün li-ennehû lâ yerâ fîhi nefsehû bi-hâlin ve men yu'tî ve lâ ye'huzü fe-innehû nısfu racül, li-ennehû yerâ nefsehû fî zâlike fe-yerâ enne lehû bi-en lâ ye'huze fazîle ve men lâ ye'huzü ve lâ yu'tî fe-hüve hemecün liennehû yezunnü ennehü'l-âhizü ve'l-mu'tî dûne'l-lâhi teâlâ.
"Ebû Osman el-Hîrî en-Nîsâbûrî Ebû Hafs'a şöyle söylediğini zikreder:"
Ennehu kâl. "Ebû Hafs el-Haddâd şöyle söyledi:
Men yu'tî ve ye'huzü fe-hüve racülün. "Kim veriyor ve alıyorsa işte o erdir. Adam odur."
Hani biz birisini sevmediğimiz zaman; "O adam değil." diyoruz ama o adam, erkek. Fizik olarak incelenirse, doktorlar; "tamam erkek" derler ama biz; "Sakalı, bıyığı, kıyafeti var ama adam değil." diyoruz. "Makbul değil." demek istiyoruz.
Burada "adam" dediği kimse; tasavvufta "hatırlı bir insan; eren, evliyâ" demek. Zaten benim kanaatime göre "eren" sözü bir şeye ermekten, ermek masdarından gelmiyor. "Er" kelimesinden geliyor. Er; adam demek, racül demek. Çoğulu "erân;" merdân gibi. "Adamlar" demek, benim sezgime, anladığıma göre böyle.
"Veriyor ve alıyorsa bu kimse erenlerdendir."
Tasavvufta ilerlemiş sağlam bir insandır.
Ve men yu'tî ve lâ ye'huzü. "Veriyor da almıyorsa;" Fe-hüve nısfu racül. "O, yarım adamdır."
Tam adam, tam er kişi değildir. Yarım adamdır.
Dikkat ediyor musunuz?
"Veriyor ama almıyorsa yarımdır." diyor.
"Hem veriyor hem de alıyorsa tam adamdır." diyor.
Ve men lâ yu'tî ve lâ ye'huz. "Ne veriyor ne de alıyorsa:" Fe-hüve hemecün lâ hayra fîh. "O sirke sineği gibi değersizdir; çöp yığınıdır. O adamda hiç hayır yoktur."
Fe-süile Ebû Osmâne an ma'nâ haze'l-kelâm. "Bu rivayeti yapan Ebû Osman hazretlerine; 'Bu sözle ne demek istedin?' diye sormuşlar."
O da büyük bir zât.
Fe-kâle "Ebû Osman hazretleri cevaben demiş ki:"
Men ye'huzü mine'llahi ve yu'tî li'l-lâhi ve hüve racül. "Kim Allah'tan alıyor da, Allah rızası için kullara veriyorsa işte eren budur."
Allah'tan alıyor, kullara veriyor.
Şimdi dikkat edilirse bir tarif yapmış gibi söylüyor ama aslında neyi aldığını, neyi verdiğini söylemediği için bize göre iş biraz bulanık kalıyor.
"Mübarekler, ne alıyor ne veriyor?" anlayamıyoruz. Bu sözler bittikten sonra onu anlatacağım.
Allah'tan alan, kula veren tam adamdır.
Li-ennehû, "Çünkü o:"
Lâ yerâ fîhi nefsehû bi-hâl. "Bu işte hiçbir şekilde kendisini görmüyor; 'Ben vasıtayım, arada yokum, Allah benden ona veriyor' diyor."
Demek ki kendisini yok edebilmiş, demek ki tam. Tasavvufta yüksek mertebeye erebilmiş, kendisini hiç görmüyor; alıyor, veriyor.
Ve men yu'tî ve lâ ye'huz fe-innehû nısfü racül. "Eğer bir insan veriyor da almıyorsa; o yarım adamdır." Li-ennehû yerâ nefsehû fî zâlike. "Çünkü bu kendi nefsini görüyor, benliğini tam yok edememiş; almıyor da veriyor." Fe-yerâ enne lehû bi-en lâ ye'huz fazîle. "Almamakta kendisine fazilet var, sanıyor." Ve men lâ ye'huz ve lâ yu'tî fe-hüve hemecün. "Ne alıyor ne veriyor; o kimse sinek gibidir, yığın gibidir; kıymeti yoktur." Li-ennehû yezunnü ennehu'l-âhizü ve'l-mu'tî. "Çünkü veren, alan kendisi sanıyor."
Nefsi direk gibi ortada.
Onun için dûne'l-lâhi Teâlâ, "Allah'ın verdiğini, aldığını bilmiyor."
Halbuki veren alan sıfatı Allahu Teâlâ hazretlerinin esmâ-i hüsnâsında vardır.
el-Ganiyyü'l-mu'tî, el-mâniu'd-dârru'n-nâfî.
Allahu Teâlâ hazretlerinin sıfatları içinde ne var?
Mânî' olmak da var, Mu'tî olmak da var. "Vermek de var, vermemek de var. Zarar vermek de var, fayda vermek de var."
Zarar veren Allah, fayda veren Allah. Bir lütfu, ihsânı veren Allah, bir şeyi kuldan alan Allah.
"Her şeyin Allah'tan olduğunu anlayan evliyâ oluyor, mârifetullaha ermiş oluyor. Bu, bunları hiç anlamamış olduğundan adam değil; sinek gibi bir şey, kıymetsiz!" diyor.
Böyle tarif etmiş. Tabi neyi aldığını, neyi verdiğini söylemediği için bunlar yine bize göre müphem, rumuzlu sözler. Ben meseleyi biraz başka yönden işlemek istiyorum.
Zenginin birisi bir mübarek zâta bir kese altın vermek istemiş. "Buyur, al efendim." demiş. Zengin gelmiş, bu evliyâullaha veriyor. Şöyle bir düşünmüş; almış. Bu zâtın Hâtem-i Esam rahmetullahi aleyh hazretleri olduğunu hatırlıyorum; Allah şefaatine erdirsin. Şöyle bir tereddüt etmiş, verilen keseyi almış. Şeyh efendiyi tanıyanlar demişler ki:
"Hocam! Bizim eskiden tanıdığımıza göre sen pek bağış almazdın. Şimdi şöyle bir tereddüt ettin, aldın. Neden?"
Demiş ki:
"Almakta nefsimin horluğunu, zilletini, aşağılanmasını gördüm. Almamak ve reddetmekte de nefsimin izzetini gördüm. Nefsimin zilletini izzetine tercih ettim."
"Nefsim kepaze, hor olsun diye aldım." diyor.
Tabi ne yapacak?
Alacak, verecek.
Biz bu mübareklerin dünyasının kenarından bakıyoruz; uzaktan seyrediyoruz. Onların gönül yapıları çok derin, çok engin. O derinlikleri anlamak kolay değil. Bu zamane insanı, bu materyalist kafayla onların dünyalarını anlayamaz. Ama biz bu gibi sözleri okuyarak; "Gerçek tasavvuf neymiş, gerçek tasavvuf erlerinin gönül yapıları nasılmış, meseleleri nasıl düşünürlermiş?" anlatmaya çalışıyoruz; o anlaşılsın diye burada bu dersi yapıyoruz.
Alırken düşünüyor, nefsine hor geleceği için alıyor; yine verecek. Nefsini horlamak için aldığından oradan sevap alacak; verdiği için de vermekten, cömertlikten sevap alacak.
Bir insan; "Almıyorum ya! İstemem, muhtaç değilim!" diyorsa seziyoruz ki nefsâniyeti var; "Adam kızdı." diyoruz.
Bendeniz Ankara'da Kayaş Mamak'da gecekondu muhitinde bir camide namaz kıldım; yanımda birkaç arkadaşım vardı. Cebimde de biraz hayra verilecek para vardı. Baktım yanımda namaz kılan kimsenin elbisesi hırpani, yamalı; kendisine acıdım. O zaman için hatırlı bir para çıkardım, vermek istedim. Adam allak bullak oldu; bir bocaladı, bir kızdı. Sert sert bana dedi ki: "Ben muhtaç değilim, istemiyorum." Ben yine bozuntuya vermedim:
"Al! İhtiyacın yoksa başkasına verirsin; buraları tanıyorsun." dedim ama adam çok sinirlendi. Çünkü almak zoruna gitti.
Almak, insanın nefsine ağır geliyor. Almayınca; "Bak gördün mü, ben zengin adamım!" demek istedi.
İyi maaşallah! Allah bereket versin! Zenginsen zengin gibi giyinsene; ne diye hırpani giyiniyorsun?
İmâm-ı Âzam efendimiz güzel giyinirmiş.
Neden?
Allah verdiği nimetin eserini kulunun üzerinde görmeyi sever. Kullar da; "Bu zengin" diye bilir, yanına gelir; "Efendi biraz da bize yardım et." der.
Fakir gibi olursan para vermeye kalkar. Zengin olduğun belli olursa para istemeye gelirler.
Peygamber efendimiz;
es-Sâilü alâ bâbike hediyyetu'l-lâh. "Kapındaki dilenci, Allah'ın sana hediyesidir." diyor.
"Allah versin!"
Allah onu sana hediye göndermiş; sen ona vereceksin ki sevap kazanacaksın.
"Allah versin!"
Sen desen de demesen de verir ya da vermez.
Bir defa; "Allah versin!" demeye alışmışız. Gelene az çok bir şey ver. Bu anlattığım şeyler almakla almamak arasındaki hâlet-i rûhiyeyi gösteriyor.
Buradan tekrar dönecek olursak bir evliyâullah zengin de olsa, paraya ihtiyacı da olmasa, dünyaya sırtını dönmüş de olsa alır mı alır. Alır, verir. Alır, verir. Almaktan gocunmuyor; vermekten sakınmıyor. Nefis yok; alır da verir de.
Almıyor, veriyor; nefsâniyeti var. Almamanın kendisi için "fazilet" olduğunu sanıyor. Almak onuruna dokunacak; almıyor. Tabi vermek kolay. Vermeyi herkes sever; sen de seversin, ben de severim. Veriyorsun, adam; "Allah razı olsun!" diyor; bin defa dua ediyor. Beş kuruşluk bir şey veriyorsun; bir ton dua alıyorsun. Verdiğin ne! Ne olacak yani.
Üç kuruşluk bir mum alsa yandırsa,
Cümle kâinâtı ziyâda sanır.
Bazı insanlar böyle.
Ne yaptın ya, ne olacak?
Ne verdin?
Karın doyuracak bir şey. Zengin edecek bir şey verdin mi?
Bizim Hocamız'ın (Mehmed Zahid Kotku) cömertliği öyleydi; verdi mi zengin edecek gibi verirdi, külliyetli verirdi.
Ne verdin?
Cebindeki buruşuk parayı verdin, değil mi?
Taşımaktan hoşlanmadığın buruşuk parayı verdin. "Cebinde çöp gibi durmasın." diye, atar gibi verdin.
Yemeğinin kötüsünü verdin değil mi?
"Ben bunu yemeyeceğim, bozulmaya yüz tutmuş, benim sıhhatimi bozar ama fakir yesin."
Kur'ân-ı Kerîm'de ne buyruluyor?
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Len tenâlü'l-birre hattâ tünfikû mimmâ tühıbbûn. "Sevdiklerinizden infak etmedikçe takvâ sahibi bir insan seviyesine, derecesine çıkamazsınız."
Sevdiğini vereceksin, güzelini vereceksin. Verdiğin şey hatırlı, güzel bir şey olacak. "Vermek kolay, almak zor" olduğundan, alan ve veren zoru da yaptığı için en yüksek seviyeli insan oluyor.
Onun için;
"Alan ve veren er kişidir. Almıyor da veriyor; yarım erdir, yarım kişidir."
Ne alıyor, ne veriyor.
Neden?
"Adam sofu mâşaallah, mâşaallah! Para veriyorsun almıyor, aferin! Nefse ne kadar uygun!"
Vermiyor da. Hiç cömertlik yok; cömertlik aksıyor. Bir faaliyet yok; ne alıyor ne veriyor. Sıfır. Öyle şey yok!
Görüyor musunuz muhterem kardeşlerim!
Gerçek dervişlik ne kadar farklı! Tasavvufun inceliklerini anlıyor musunuz? Ben bu sözlerle kıyısından, köşesinden yavaş yavaş sezilebileceği kanaatindeyim.
Bak! Onların kafasının gönlünün çalışması nasıl? Olayları değerlendirmesi, olaylara bakışı; girişi, çıkışı nasıl?
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.