Bismillâhirrahmânirrahîm.
el-Hamdü li'llâhi rabbi'l-âlemîn. Hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kema yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedeni’l-Mustafa ve âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmi’l-ceza’.
Emma bâ'd.
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir alimin, Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin yazmış olduğu, çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtü's-Sûfiyye'yi okuyoruz. Bu büyük alim tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Bu eseri, çok kıymetli bir Mısırlı profesör de çok güzel ilaveler, dipnotlar, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış.
Eser, Türk dilimize henüz tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için, "Tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini, fikirlerini buradan öğrenebiliriz." diye, bu kitabı okuyoruz.
Şimdi geldik 144. sayfaya. Antakya’da yaşamış olan Abdullah İbn-i Hubeyk büyük alim, fâzıl, kâmil, Allah’ın güzel kullarından bir kul. Onun sözleri faslına gelmişiz.
Ve kâle semi’tühû yekûlü. Râvî dior ki; yine ben Abdullah ibn-i Hubeyk el-Antâkî’yi duydum, şöyle söylüyordu:
Haleka’llâhu’l-kulûbe mesâkine li’z-zikri, fesâret mesâkine li’ş-şehevâti; ve lâ yemhu’ş-şehevâti mine’l-kulûbi illâ havfun müz’icün, ev şevkun muklikun.
Ne demiş, ne buyurmuş: “Allah celle celalühü insan gönüllerinin kendi yâdı, kendi zikri, kendisinin bilinmesi, hatırlanması yeri yaptı.
İnsanın gönlü nedir? Allah’ın tecellîgâhıdır. İnsan Allah’ı nasıl bilir? Gönlüyle bilir. Allah’ı nasıl sever? Gönlüyle erer.Gönül;
Yunus Emre ne diyor:
Gönül Çalab’ın tahtı,
Çalab gönüle baktı.
Yâni, Allah insanın gönlüne nazar eder. İnsanın gönlü temiz mi, değil mi?
Gönlünde iyi duygular var mı? Niyeti pak mı, değil mi diye. Allah insanın elbisesine bakmaz! Kumaşı Hereke kumaşı mı, İngiliz kumaşı mı; terzisi 1. sınıf mı, 2. sınıf mı, ona bakmaz. Sûretine bakmaz; boyu fidan boylu veya kambur, küçük veya büyük; ona bakmaz. Yüzü güzel veya çirkin, cildi parlak veya gül tenli, çopur veya kara, veya kıvırcık saçlı bakmaz.
Neye bakar?
Gönüllere bakar, içine bakar insanın. Çünkü yaratan kendisi, insana o sureti veren kendisi... Kul bakalım, Allah’a lâyık ne yapmış? Gönlünde belli olacak o. Gönlüne bakar.
Gönülleri kendi ma’rifetinin aleti olarak vermiş insanoğluna. İnsan gönlü nedir? Allah’ı bilmek için, Allah’ın verdiği bir imkândır kendisine.Gönlü olmasa insan, iç alemi olmasa, hayvan gibi olur. Hayvanlar öyle işte.
İnsanın gönlü var. İnsanı insan yapan, insanı sultan yapan, insanı Allah’ın sevgili kulu yapan, işte o gönlü.
Gönlü Allah, zikri için mesken olarak yaptı diyor. Zikrinin meskeni... Zikir ne demek? Allah-u Teâlâ Hazretleri’ni anmak demek ama, tabii, bir dille anmak var, bir de hatırında olmak var. Asıl zikir, sözünü etmek değil; gönlüne bir insanın Allah bilgisinin, Allah şuurunun, Allah’ı tanıma, bilme duygusunun, Allah’la aşinâlık durumunun yerleşmesi demek.
Asıl zikir o, yoksa söz değil. Allah Allah diyor, aklı başka yerde. Televizyon seyrediyor, Allah diyor. Gözü birisini takip ediyor, Allah diyor. Kulağı bir şeyi dinliyor, Allah diyor... Mekaniklenmiş, tesbih elinde oyuncak olmuş, eğlence olmuş, oyun aleti olmuş. Zikir o değil aslında.
Asıl mühim olan gönlünde Allah var mı? Gönlünde Allah-u Teâlâ Hazretleri’nin zikri, fikri, sevgisi, saygısı var mı? Mühim olan o.
“Gönüller, kalpler Allah zikrinin, Allah’ın yadının, Allah bilincinin, Allah şuurunun yeri ama, fesâret mesâkine li’ş-şehevât, öyle olmamış, şehvetlerin meskenleri olmuş. Şehvetlerin meskeni olmuş gönüller.”
Şehvetler ne demek? İnsanın şiddetli arzuları demek. İnsanın içindeki her şiddetli arzu şehvettir.
Canı öyle yemek istiyor ki, kıvranıyor ki işte o taam şehveti. Canı öyle su istiyor ki, dudakları kurumuş işte o suya karşı aşırı hasret, istek.
Canı neyi istiyorsa, ona karşı istek demek. Şehvet bu. Midenin şehveti var, çeşit çeşit şehvetler var; fercin şehveti var, bunları biliyoruz.
Gönül Allah’ın yâdının yeri olması gerekirken, maalesef şehvetlerin, arzuların yeri olmuş gönüller maalesef. Yani insanın gönlünün asıl sevilecek Allah’ı arayıp, bulup, onunla meşgul olması gerekirken, gönüller asıl meşgul olmaları gereken şeyi bırakmışlar da nelerle meşgul oluyorlar! İki paralık, beş para etmez, boş, yalan, yanlış, günah olan şeylerle uğraşıyorlar.
E ne olacak? Gönülden bu duyguların silinmesi lâzım. Bu kötü duyguların, şehevâtın gönülden silinmesi lâzım. Nasıl silinecek?
Ve lâ yemhu’ş-şehevâti mine’l-kulûbi illâ havfun müz’icün, ev şevkun muklikun.
Evet gönülden bu duyguların silinmesi lazım, kötü bunlar. Bu kötü duyguların, şehevâtın gönülden silinmesi lazım. Nasıl silinecek?
Ve lâ yemhu’ş-şehevâti mine’l-kulûbi “Gönüllerden bu arzuları söküp çıkartmaz, silip atmaz, yok etmez; Ne?
İllâ havfun müz’icün. Ancak insanlara musallat olmuş, iyice böyle derinden hissettiği bir korku, havf duygusu ile olur. Korkacak. Nerden korkacak?
Allahtan korkacak.
Bak ne diyor? Yunus Emre öyle söylüyor, Ahmed-i Yesevî Hazretleri böyle söylüyor:
Yarın Rabbimin huzuruna çıkarsam, Rabbim bana ben sana dünyada bir şeyler buyurmuştum, niye yapmadın? derse, benim halim nice olur? Ben ona nasıl cevap veririm?
Ben buyurdum, buyruğumu tutmadın,
Derse Mevlâm, ben ne cevap vereyim?
Bak korkuyor, ileriden korkuyor. İleride sorgu suale tâbî olacağım diye korkuyor. Tamam, böyle insanın içine iyice, onu böyle rahatsız edecek, bıçak gibi saplanan bir korku gelirse; tamam, o bu şehvetleri söküp atar.
Yoksa bu şehvetler, bu arzular insanın gönlünden kolayca çıkmaz ve insanı sürükler bunlar. Hayatı boyunca sürükler götürür. Her birisi, her bir insanı bir tarafa götürür. Her bir insana olmadık günahları yaptırtır, yalan yanlış şeyleri yaptırtır. İçindeki duygu, başkası değil. İnsanoğlunun kendisine yaptığı zararı, cümle cihan halkı birleşse yapamaz. Kendisi en büyük zararı yapıyor.
Ya havf olacak, Allah korkusu olacak, Allah korkusundan titreyecek; ev şevkun muklikun, ya da huzurunu kaçırmış, aklını başından almış olan bir aşkı, şevki olacak.” Ya aşk olacak, ya korku olacak. Ya Allah’ın sevgisinden, onu aramaktan uykusu kaçacak; “Aman Mevlâm, aman Rabbim!” diyecek.
Hani;
Aşka düşen divâneler,
Gelsin beraber yanalım!
Şem’a yanan pervâneler.
Gelsin beraber yanalım!
Dediği gibi
Ateşe düşmeye razı, yanmaya razı, her şeye razı. Seviyor adam, aşık. Aşık da ondan.
Yunus Emre diyoruz, Taptuk Emre diyoruz. Emre ne demek?
Eski Türkçe’de emremek, aşık olmak demek. Yunus Emre ne demek?
Emre sözü aşık demek, aşık olmuş demek. Aşık Yunus demek yani.
Konferansını vereceğim diye Ahmed-i Yesevî’nin birkaç gündür makalelerini eserlerini okuyorum, hep aşkullahtan bahsediyor, Allah sevgisinden bahsediyor. Allah sevgisi yakmış içini, boyna onun feryadını basıyor. Çok sevdiğini, yanıp yakıldığını, her şeye razı olduğunu; üstüne bassalar, çiğneseler geçseler, düşse, ölse, kalsa, hiç bir şeyden korkmuyor. Her şeye razı. Neden? Şevki var, aşkı var içinde.
İşte bu gönüller Allah için, Allah’ı bilmek için yaratılmış. Allah’ı yad etmek için gönlüne Allah’ın yerleşmesi lâzım! Ama gelmiş arzular yerleşmiş. Adam parayı seviyor, adam mevkii, makamı seviyor, adam şöhreti seviyor, adam alkışı seviyor.
Profesörler vardı bizim okuduğumuz zamanda veya hoca olduğumuz zamanda üniversitede. Kibirli, onurlu, gururlu, havalı, kravatlı, sinekkaydı tıraşlı, jilet pantolonlu, keskin ütülü. Adam profesör. Havalı. Böyle kürsüde edalı konuşur. Çocuklar da profesörlerin zayıf taraflarını yakalar. Bir şey söyler.
Yaşa hocam!” şak şak şak alkışlarlar, paldır küldür. Adam şişer. Halbuki talebe alay ediyor kendisiyle. Alay ediyor aslında, onun zaafını yakaladı. Alkışı sevdiğini anladı. Yaşa var ol, şak şak şak, ne var, çok yaşa. Kim yaşasın? Ömrü olan. Şak şak şak. Bazı insanlar böyle şeyleri seviyor. Alkışı seviyor, parayı seviyor, kadını seviyor, rahatı seviyor, eğlenceyi seviyor. Avı seviyor. Efendi nereye gidiyorsun ya, çoluk var, çocuk var, iş var, güç var. Arkadaşlarla sözleştik, ava gideceğiz. Cumartesiden gidiyor, gece oralarda yatıyor, Pazar günü de kalıyor. Neden? Av aşıklısı. Denize çıkıyor, motora biniyor; sabahtan akşama, akşamdan sabaha oltayla balık avlamaya çalışıyor.
Amerika’da gördüm: Üniversitenin ortasındaki havuzda, kamışın ucunda ip, havuza ipi sarkıtmış, balık tutuyor birisi. Şaşırdım, dedim ki:
Yâhu, üniversitenin havuzunda balık tuttururlar mı? Yasak bir şey yapmıyor mu bu adam?
Hocam dediler, oltanın ucunda kanca yok dediler, ip boş dediler.
Öyle ip sarkıtıyorlar dediler şaşırdım. Stres atıyormuş.
Delilikler çeşit, çeşit. Ucunda kanca olmayan iple havuzun kenarında sabahtan akşama duruyor. Bir şey tutmayacağını da biliyor, akşama kadar orada. Fesubhanallah. Bak, şeytan insanların nelere gönlünü bağlıyor, neleri sevdirtiyor.
Sen kimseyi ayıplama, sen de futbolu seviyorsun. Kimisi sinemayı seviyordu eskiden... Televizyonlar şimdi sinemayı eve getirdi. Fırt, okuldan kaçıp sinemaya gitmiyor muydu öğrenciler? Sinemaya kaçıyorlardı. Kimisi futbolu seviyor. Futbol maçında kuyruğa giriyor, geceleyin ayazda orada yatıyor. Ne imiş? Galatasaray’la bilmem kim karşılaşacakmış da.
Şampiyon olduğu zaman, sabaha kadar bize de uyku haram. Otomobillere biniyorlar, bir gürültü, bir şamata. Ne olmuş? Birisi şampiyon olmuş, ötekisi yenilmiş. Artık polisler de bir şey demiyor. Suç işliyorlar, bir şey demiyor. Kırmızı ışıkta geçiyor, bir şey demiyor. Otomobilin camından çıkmış, bir şey demiyor. Neden? Galatasaray galip gelmiş, Fener galip gelmiş, Beşiktaş galip gelmiş.
Bak, Allah gönlü bunun için mi yarattı? Allah insana şuuru bunun için mi verdi? Hayır!
İnsanın vazifesi bu mu? İnsanoğlu dünyaya futbol için mi geldi, keyif için mi geldi? Balık tutmak için mi geldi, oyun için mi geldi? Düşünün siz!
Sigara içmek için mi geldi? Bir sigarayı yenemiyor. Adam derviş, adam müslüman, adam hoca, sigaradan vaz geçemiyor. Kahramana bak sigarayı bırakamıyor, şu kadarcık çubuğa yeniliyor. Şu kadarcık sigara, bizim koca pehlivanı tuşa getiriyor, sigaradan vaz geçemiyor.
Günahtır, yazıktır, zararlıdır, haramdır,mekruhtur, kerahat-ı tahrimiye demişler,diyorsun; o zaman da kızıyor: Benim sigarama karışma!” diyor, bir sürü laflar söylüyor.
Hâsılı, aziz ve sevgili ve muhterem kardeşlerim, şu bizim gönüllerimiz Allah’a bağlanmak gerekirken, Allah’a bağlanmıyor da, olmadık şeylere bağlanıyor; mâsivallaha bağlanıyor. Senin gönlün de öyle, onun gönlü de öyle, ötekisinin gönlü de öyle. Herkes bir yere takılmış. Herkes bir şeyi seviyor, herkes bir şeyin aşıklısı.
Bir edebiyatçının hikâye kitabında okumuştum. Güvercin aşıklısı imiş, evinde güvercin besliyormuş. Yunanlılar gelmiş. Yunanlı gelir de, elin gâvuru senin keyfine bakar mı?
Bunun canım güvercinlerini almışlar, kesmişler, kebap yapmışlar, yiyorlar. Yunan gâvuru gelmiş, orayı istilâ etmiş. Güvercinleri de yağlı, palazlanmış görünce, kebap yapmış yiyor.
Adam, “Güvercinlerim gitti, güvercinleri gitti” diye oynatmış. Ne olacak, alt tarafı güvercin,bir daha yetiştirirsin.
Almanya’da birisinin köpeği ölmüş, yas tutuyormuş, mâtem tutuyormuş. Bizim Türk’ün aklı almamış. Alman’ın köpek öldü diye mâtem tutmasını aklı almamış. Demiş ki: Yâhu ne olacak, alt tarafı bir köpek. Bir başkasını alırsın, köpek edinirsin, olur biter.” deyince, bir kızmış: Seni insafsız, seni vicdansız, seni sevgiden anlamaz mahlûk! ” bilmem ne diye bizim Türk’e bağırmış, çağırmış. Bir müddet de konuşmamış. “Benim ölen köpeğime nasıl hakaret edersin?” diye.
Nereye takmış kafayı? Nereye bağlamış zavallı gönlünü? O Allah’ın ma’rifetullahının yeri olması gereken gönül, nelerle dolmuş? Çirkefle, pislikle, mâsivâ ile dolmuş. Herkes ömrünü hebâ edip duruyor. Sen veya ben, veya o.
Sen bak bakalım, bu hastalık sende var mı, yok mu? Gönlünü bir yokla bakalım, gönlünü nereye bağlamışsın? Bakalım gönlün ma’rifetullah mahalli mi, muhabbetillah mahalli mi; gönlün aşkullah, muhabbetullahla mı, ma’rifettulahla mı dolu? Allah bilgisi, Allah sevgisi, Allah şuurunu yakalamış, kavramış, bulmuş musun; yoksa, boş şeylerle mi uğraşıyorsun?
Cıncık boncukla, çocukların oynadığı oyuncak gibi şeylerle mi uğraşıyorsun?
Hocam, işte maalesef aklımı ben de bir yere takmışım, gönlüm bir yere bağlı, gönlümü kaptırmışım bir şeye.
Haa, nasıl kurtulacaksın bu durumdan?
İki şey var: Ya ahirette başına gelecek felaketleri düşünüp korkarsın, havfun müz’icün, seni böyle iğne gibi batıp rahatsız eden bir korkun olur. “Vay be, ben böyle gidiyorum ama, bu gidişin sonu ne olacak?” dersin, uyanırsın.
Ya da içinde bir şevk olur, aşk olur. “Bütün güzellikleri yaratan Allah var. Şu çiçekleri yaratan Allah. Şu kuşları, bülbülleri, baharı, bulutu, yazı, güneşi, mevsimi, meyvayı, tatlıyı, eşleri, çocukları, her şeyi yaratan Allah. Tebâreke’llâhu ahsenü’l-hâlikîn.
Aman yâ Rabbi, sen bu güzellikleri yarattığına göre, her güzelliğin sahibi sen olduğuna göre, başka şeye insan gönlünü bağlar mı? diye ya şevki olacak, aşık olacak, Yunus Emre gibi olacak. Aklını kaybedecek, şeydâ olacak, mecnun olup çöllere düşecek, dağlara çıkacak, Ferhad olup dağları delecek. Sevgi olacak içinde.
İkisinden birisi. Ya korku olacak, ya şevk olacak.
O da yok, öbürü de yok. O zaman çok fena. Kalbi emelsiz, arzusuz, isteksiz; içi duygusuz, kaygısız bir insan ölmüş demektir. Dürtüyorsun, dürtüyorsun, “Yâhu kalk!” diyorsun, iğne batırıyorsun; kıpırdamıyor, felç olmuş. Hiç hareket yok. İnsan ya üzülür ağlar, ya sevinir oynar. Yarin yok ise, niçin talep etmiyorsun? Yarini bulduysan, niçin şıkır şıkır oynamıyorsun? Kavuşmuşsun, bayram etsene! Niye bayram etmiyorsun? Bulamadıysan niye aramıyorsun, bulduysan niye bayram etmiyorsun?
Ne güzel sözler söylemişler. Anlatmağa çalıştık. İnşaallah anlaşıldı.
Semi’tü muhammede’bne aliyyi’bni’l-halîl, yekûlü: Semi’tü ca’fere’bne muhammedi’bni sevvâr, yekûlü: Semi’tü abda’llâhi’bne hubeykın, yekûl:
Bu adamlar o ondan duymuş, o ondan duymuş terceme-i hâli anlatılan Abdullah ibn-i Hubeyk Hazretleri’nin şöyle dediğini naklediyorlar bize.
Tabii, adı geçen şahısların hayatlarını anlatmış. Kim olduğunu söylemiş.
Ca’fer ibn-i Muhammed ibn-i Sevvâr Nişapurlu imiş. Güvenilen bir insanmış, hadis alimi imiş. Ondan bazı alimler hadis rivayet etmişler. Zilkâde ayının on birinci gecesi ölmüş, 288 senesinde. Tarih-i Bağdat’ta bu bilgi var.
Bu zât, Abdullah ibn-i Hubeyk’den rivayet ediyor sözünü:
Li-külli tâcirin re’sü mâl, ve re’sü mâli sâhibi’l-hadîs, es-sıdk. Ne buyurmuş: “Her tüccarın, ticaretle uğraşan tacir diyoruz biz, tüccar diyoruz. Araplar tâcir diyor, biz tüccar diyoruz. Tâcir tekil, tüccâr çoğul. Biz tüccar kelimesini kullanıyoruz.
“Sen nesin?”
“Ben tüccarım.” diyor.
Tâcirim demesi lâzım aslında... Tüccar, tacirler demek ama, öyle kullanıyoruz.
Talebe de, tâlibler, öğrenciler demek.
“Sen nesin?”
“Ben talebeyim.” diyor.
Yanlış. Tâlibim demesi lâzım ama, galat-ı meşhur derler, böyle bir lisana yanlış olarak yerleşir bazı kelimeler.
“Her tüccarın bir sermayesi vardır.” Dükkân açacak, ticaret yapacak, sermaye lâzım!
“Her tüccarın bir sermayesi vardır.
Ve re’sü mâli sâhibü’l-hadîs, es-sıdku. Hadis erbabının sermayesi nedir? Doğruluktur.
Hadis ehliyse bir insan ne olacak? İlk başta doğru sözlü bir insan olacak. Kelimesi kelimesine her sözü doğru olacak. Yalan olmayacak, fazla olmayacak, eksik olmayacak, yanlış olmayacak, karışıklık olmayacak, sapasağlam olacak. Hadis erbabının sermayesi de dürüstlüktür, doğruluktur.
Doğruluk işin aslında, hepimizin sermayesidir muhterem kardeşlerim! Sen de doğru olursan, beş parasız da olsan, fakir bir ailenin çocuğu da olsan, doğru olduğun zaman, zenginin birisi seni yanına alır:
Sen doğru bir insansın, gel! Benden sermaye, senden çalışma. Gel beraber ortaklık yapalım! der, zengin olursun.
Sen ne koydun ortaya? Senin dürüstlüğün, güzel ahlâkın, doğru sözlülüğün, doğru özlülüğün seni yükseltti.
Doğruluk, güzel huy hepimizin sermayesidir aslında. Ama, husûsiyle, özellikle hadisçinin, hadis sahibinin, hadis erbâbının sermayesi doğruluktur.
Demişler ki:
“Falanca yerde bir hadis alimi varmış, hadi gel gidelim de ondan hadis öğrenelim, yazalım, rivayet alalım!”
Gitmişler, sormuşlar:
“Nerede?”
“Falanca yerde”
Alimin yanına gidecekler. Bakmışlar ki, hayvanı kaçmış alimin. Hayvanına gel diyor. Yerden ot almış, otu göstermiş, hayvana geh geh demiş. Otu göstermiş. Hayvan ota gelip onu yemek isteyince, yularından tutmuş, otu da vermemiş. Ötekiler de uzaktan bu manzarayı görmüşler.Hayvanı kandırdı, otu gösterdi, ama otu yedirmedi, vermedi.
Gelenler hadis yazacaklardı ondan, alim diye geldiler. Gelenlerin başındaki şahıs demiş ki:
“Kalkın gidelim!”
“Niye?”
“Hayvanı aldattı bu. Hayvana otu gösterdi, yedirmedi. Hayvanı aldatan, insanı da aldatabilir. Aldatmayı yapıyor, binâen aleyh insanı da aldatabilir. Belki söylediği söz doğru değildir.” demiş, dönmüşler geriye. Hayvanı aldattı diye.
Yâni insan, aslında çocuğuna doğru sözlü olmalı, hanımına doğru olmalı; hanımsa beyine doğru olmalı, arkadaş, kardeş kardeşe doğru olmalı. Dosdoğru olmalı, dosdoğru konuşmalı, dürüstlük sermaye olmalı. Çünkü, Allah doğru olanları seviyor, doğru olanlarla, doğru sözlülerle beraber olmayı da Kur’an-ı Kerim’de emrediyor:
Ve kûnû mea’s-sâdıkîn. Sâdık, doğru sözlü insanlarla beraber olun, onların yanında olun diye emrediyor.Onlardan olun diye emrediyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.