Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
"Kâle ve kâle Abdullah. Tûlü'l-istimâi ile'l-bâtıli yütfiü halâvete't-tâati mine'l-kalbi" Aynı sûfî, mutasavvıf, büyük zât buyuruyor ki;
"Tûlü'l-istimâi ile'l-bâtıl"
Bâtıl olan şeyleri uzun zaman dinlemek,
"Yütfiü halâvete't-tâati mine'l-kalbi. İnsanın gönlünde ibadet etme halâvetini, lezzetini yok eder. Demek ki insan kulağını koruyacak, bâtılı dinlemeyecek. Bâtılı dinleye dinleye imandan, ibadetten, taatten zevk almama durumuna düşer.
Bu heriflerin, herif-i nâşeriflerin; dinsiz, imansız, edepsiz, ahlaksız, vicdansız, İslâm düşmanı insanların da İslâm toplumuna karşı, Müslüman Ümmet-i Muhammed'e bize karşı yaptığı nedir?
Radyodan, televizyondan, gazeteden, mecmuadan, konferanstan, nutuktan hiç durmadan, boyuna bâtılın bombardımanını yapmaktır, sana dinlettirmektir.
"Dur bir dinleyeyim şunu."
"Dinleme!"
Asıl, zamanına yazık; bir.
İkincisi, sen onu çok dinleye dinleye ibadetin, taatin zevkini duymamaya başlarsın; söndürür.
İyi şeylere vakit harcayacaksınız; kötü şeye hiç zaman ayırmayacaksınız. Kötü şeye zaman ayırdın mı, hem zamanın zayi olur hem de kalbinin nuru söner. Kalbinde ibadetin zevki kalmaz. İbadetten, namazdan, niyazdan, İslâm'dan zevk almamaya başlarsın. Ayağın doğru yoldan kayar. Onun için bu hususa dikkat!
"Ve minhüm Ebû Türâbini'n-Nahşebiyyü ve'smühû Askeri'bnü Husayn ve yükâlü Askerü'bnü Muhammedi'bni Husayn"
Minhüm. "Bu kitapta ismi anılan evliyâullah salihlerden bir tanesi de Ebû Türab en-Nahşebî'dir."
Ebû Türab en-Nahşebî'nin ismi Asker b. Husayn idi. Asker kelimesini biliyorsunuz.
Husayn, Hüseyin değil; Hüseyin 'sin'ledir, Husayn 'sad'ladır. Husayn, "korunmuş" mânasına geliyor. Hısn, "kale" demek. Etrafı çevrili yere "hısn" derler. "Mahfuz, surla çevrili belde" demek.
Onun için Doğu Anadolu'da Hısn-ı kehbâ, Hısn-ı mansûr gibi bir takım belde isimleri vardır. Demek ki etrafında kale varmış. Beldenin düşmanlardan korunması için eskiden kaleliymiş. Husayn bu. Sahabeden de biliyorsunuz İmran b. Husayn diye bir zat var. Bu zatın da ismi Asker b. Husayn. Husayn oğlu Asker.
Ve yükâlü "Deniliyor ki." Askerü'bnü Muhammedi'bnü Husayn. "Husayn oğlu Muhammed b. Asker."
Babasının adı Husayn değil, dedesinin adı Husayn. Demek ki; babasının adı Muhammed. İki rivayet de var.
Bazen eğer dede meşhursa kişinin adını doğrudan doğruya dedeye izafe ederler. Dede adıyla söylerler, baba adını atlayabilirler; öyle olmuş olabilir.
Sahibe Ebâ Hâtemini'l Attâre'l-Basriyye ve Hâtemeni'l Esamme'l-Belhiyye ve hüve min cilleti meşâyihi Horâsân ve'l mezkûrîne bi'l ilmi ve'l-fütüvveti ve't-tevekküli ve'z-zühdi ve'l-vera'.
Sahibe; "ahbaplık etti, arkadaşlık etti, onunla dost idi, onunla beraber bulundu" mânalarına geliyor.
Sahibe, "sohbet etti" demek değil. Sohbet etmek; "birisiyle karşılıklı biraz konuşmak" demektir; o mânaya değil.
Sahibe, "Onun arkadaşlarından idi" demek.
Ahbaplarını sayıyor:
Ebâ Hâtimeni'l-Attâre'l-Basrî. "Ebû Hâtim isimli, Basralı, attarlık mesleğinden bir kimseyle ahbaplığı, arkadaşlığı varmış."
Semia İbn-i Sîrîn. "İbn-i Sîrîn'den nakil yapan bir kimseymiş." Ve revâ anhü veki' İbni Cerrâh "Bu zâttan rivayet etmiş bir kimse."
Onunla bu Ebû Türab'ın arkadaşlığı, ahbaplığı, dostluğu varmış; bir.
İkincisi ve Hâtem el-Esâm, "Belh şehrinden Hâtem-i Esam hazretleri ile de dostluğu, ahbaplığı varmış."
Hâtem-i Esam biliyorsunuz evliyâullahtan çok meşhur, kerametleri zahir, doğru, dürüst, dobra dobra konuşan, ahlâkı çok güzel olan bir kimse. Esam sağır demek; kendisi sağır değilmiş ama bir müddet, bir sebepten; "bir kadıncağız mahcup olmasın, gönlü kırılmasın, üzülmesin" diye sağırlık taklidi yapmış.
Ve hüve. "Ve o, Ebû Türab en-Nahşebî." Min cilleti meşâyihi Horâsân. "Horasan şeyhlerinin en büyüklerinden"
Cille, 'celal' kökünden geliyor. Allah celle celâlühû diyoruz, Allah-u ecellü â'lâ diyoruz. Cille ve ecille "en büyük" demek.
"Ebû Türab en-Nahşebî Horasan şeyhlerinin en büyüklerindendi."
Ve'l-mezkûrîne bi'l-fütüvveti bi'l-ilmi ve'l-fütüvveti, ve't-tevekküli ve'z-zühdi ve'l vera'. "İlmiyle anılmış, ilmiyle zikredilen bir kimse."
Bi'l-fütüvveti. "Fütüvvetiyle anılan, tanınan bir kimse"
Fütüvvet de tasavvufî sıfatlardan bir sıfat. "İnsanın yiğit, cömert, fedakâr olması" mânasına. Hatta sonradan fütüvvet teşkilatları kuruldu; bunlar meslek teşkilatları haline dönüştü. Anadolu'da her mesleğin pîri var, şeyhi var; ona bağlı ustalar, çıraklar var. Fütüvvet sonra meslek organizasyonu hâline dönüştü.
Ve't-tevekküli. "Tevekküldeki şöhretiyle de anılan bir kimseymiş."
Tevekkül bakımından iyi bir alimmiş. Bu konuda kuvvetli; ahlâkı, tevekkül ahlâkı yüksek seviyedeymiş.
Ve'z-zühdi. "Zühd bakımından da; dünyaya değer vermemek, âhirete rağbet etmek, dünyaya karşı müstağnîlik hususunda da zikredilen bir kimse."
Ve'l-vera'. "Haramlardan, şüphelilerden kaçınma konusunda da anılan bir kimse."
Bunlar güzel sıfatlar. Ebû Türab en-Nahşebî bu güzel sıfatlarla anılıyormuş.
Demek ki alim, yiğit, mütevekkil, zâhid ve vera' sahibi bir zât. Ebû Türabi Nahşebî hazretleri bu.
Her zaman belirtilirdi, burada Nahşeb'in nerede olduğu belirtilmedi. Horasan'da bir yer adı olabilir.
Semi'tü Ebe'l-Haseni'l-Kazvîniyye yekûlü, semi'tü Aliyye'bne abdeke yekûlü, semi'tü Ebâ İmrâne Taberistâniyye yekûlü, semi'tü'bnü'l-Fericiyye yekûlü, raeytü havle Ebî Türâbin min-ashâbihî işrîne ve miete sâhibi rekve kuûdün havle'l esâtîne mâ mâte minhüm ale'l-fakri illâ Ebû Ubeydini'l-Büsriyyü ve'bnü'l cellâ'. "Ebu'l Hasen-i Kazvînî'den işittim, O 'da Ali b. Abdek'ten işitmiş, O'da Ebû İmran et-Taberistânî'den işitmiş, O' da İbnü-l Fercî'den işitmiş."
En son râvî Samarralıymış, çok zengin bir kimseymiş. Bu zenginliğinin hepsini ortaya koymuş. İlim talebine harcamış, fakirlere sarf etmiş, dervişlere vermiş. Fıkıh ve hadis ilminde kuvvetliymiş. Ebu Türab'ın arkadaşıymış. Zünnün-i Mısrîyle ahbablığı varmış. Tasavvuftan Kitâbü'l verâ ve Sıfatü'l müridîn isimli ve daha başka eserler yazmış olan bir kimse.
Bu İbnü'l Fercî diyor ki:
Raeytü havle Ebî Türab'in. "Ebû Türab en-Nahşebî'nin etrafında gördüm"
Min ashâbihî. "Onunla ahbaplık eden insanlardan."
İşrîne ve miete sâhibi rekvetin kuûdün havle'l esâtîn. "120 kimse görmüş."
Rekve veya rikve "küçük kova, deriden küçük su kabı" mânasına geliyor. "Cezve gibi küçük bir kap, matara, küçük kova." Herhalde bu rekve tevazu erbabı tasavvuf erbabının yanında gezdirdikleri bir şey.
"Rekve sahibi yüz yirmi kişi gördüm. Hepsi oturuyorlar."
Havle'l esâtîn mâ mâte minhüm ale'l-fakri illâ Ebû Ubeydini'l Busriyyü. "Onun etrafındaki bu yüz yirmi kişiden sadece Ebû Ubeyd el-Busrî'yi fakr üzere vefat etmiş gördüm."
Ve'bnü'l cellâ. "Bir de İbn Cellâ'yı gördüm."
Bunun mânasını düşünüyorum.
Bu cümlede ne demek istedi?
"Ebû Türab en-Nahşebi'nin yanında tasavvuf yoluna girmiş, yanında matara ile gezen mütevazı kıyafetine bürünmüş, yüz yirmi kişi gördüm. Hepsi kenar mahallelerde otururlardı ve onlardan sadece Ebû Ubeyd el-Busrî ve İbn Cellâ fakirlik üzere öldü" diyor.
Bunun bir mânası şu:
"Bu ikisi tasavvufta sebat edip o hal üzere hallerini bozmadan devam ettiler; ötekiler o yolda devam etmediler" mânasına.
Bir de fakirliği, tasavvuf mânasına değil de normal mânasına alırsak; "Ötekilerin hepsi sonradan mal mülk, zenginlik, varlık sahibi oldular" gibi bir mâna da olabilir.
Kuûdün havle'l esâtîn.
Esâtin, üstüvâne'nin çoğuluymuş; "direk" demek.
"Direklerin etrafına oturan mataralı yüz yirmi insanı onun arkadaşlarından gördüm. Onlardan iki tanesi tasavvufta sebat etti. Onlar İbn Cellâ ile Ubeyd el-Büsrî" diyor.
Bu mâna daha kuvvetli.
Ötekiler zengin olduysa; "Bu fakir kaldı" demek güzel bir mâna olmuyor. Çünkü bu İbn Cellâ zaten meşhur bir kimse. Tabi kolay değil. Tasavvuf yoluna girmek bir şey değil; çıkmak, yükselmek mühim. Giriyor fakat mezun olamıyor, başarı sağlayamıyor.
Allah cümlemizi kendi yolunda sağlamca yürüyen, yolu şaşırmayan, sebat eden, vefalı, azimli, sebatkâr, dürüst, sağlam, tam ve yolunda dâim, zikrinde kâim, ibadetine müdâvim, sevdiği kullarından eylesin.
"Düşmez kalkmaz bir Allah'tır." derler. İnsanlar maddî ve mânevî bakımdan düşebilir, kalkabilir; zengin insan fakir olur, fakir insan zengin olur. Tasavvufta iyi gibi görünür. İnsan hızlı girmiş. Bakarsın bir zaman sonra yorulmuş, işi gevşetmiş, başka tarafa kaymış. Ticarete, zevke, keyfe dalmış, eski yolunu devam ettirememiş, sebat gösterememiş.
Mümkün. Çünkü zordur. Eskiden tasavvufa intisap etmek isteyenlere büyükler;
"Evladım! Bu yol biraz zordur. Sen keyfine bak işte; namazını kıl, orucunu tut. Demirden leblebi çiğnemek, yutmak nasıl zorsa bu da öyle zor bir iştir." derlermiş.
Allah saklasın, korusun, hıfz u himâye eylesin, şaşırtmasın, yanıltmasın, Müslümanın ayağını doğru yoldan kaydırmasın. İzzetten sonra zillete uğratmasın. Kabulden sonra redde düşürmesin.
Semi'tü Abdallahi'bne Aliyyini't-Tûsiyye, yekûlü semi'tü Muhammede'bne Dâvûde'l Dukkiyye ed-Dîneveriyye, yekûlü; semi'tü Ebâ Abdillahi'bne'l-Cellâi yekûlü lakîtü sitte miete şeyhin mâ lekîtü fîhim misle erbaatin evvelühüm Ebû Türabini'n-Nahşebiyyü. "Abdullah b. Ali et-Tûsî, müellif Ebû Abdurrahman es-Sülemî'ye söylemiş. O da Muhammed b. Dâvûd ed-Dukkî'den duymuş, Dîneverli. O da Ebû Abdullah İbn-i Cellâ'dan, -arkadaşları içinde iki tanesi sağlam çıktı diye bahsedilen iki şahıstan biri- duymuş."
Burada Muhammed b. Dâvûd ed-Dukkî ed-Dîneverî'nin hayatı hakkında bilgi var:
"Sûfîdir, 'Dükkî' diye tanınmıştır. Aslı Dînever'dendir, sonra Bağdat'a geldi, orada oturdu, sonra Dımaşk yani Şam'a göç etti, oraya yerleşti. Sûfîlerin şeyhlerinin en meşhur, en büyüklerinden idi."
Tasavvuf erbabının yanında;
Lehû indehüm kadrün kebîr. "Çok kıymetli, makbul, muteber bir şahıstı." Ve mahallün hatir. "Güzel bir mevkii vardı." Ve kâne ehade hafazete'l-Kur'ân. "Kur'ân hafızlarından bir tanesiydi." Mâte Ebû Bekrin bi'd-Dımeşk. "Ebû Bekir künyeli ed-Dîneverî nisbeli şahıs, Şam'da vefat etti." Li seb'în halevne min Cumâde'l-ûlâ. "-Biz Cemâziye'l-evvel diyoruz, aslı Cumâde'l-ûlâ'dır.- Bu ayın bitmesine yedi gün kala, son haftasında öldü." Senete sittîne ve selâse mie. (360 senesinde)
Böyle bir zât rivayet etmiş; rivayet Sülemî'ye kadar gelmiş.
İbn Cellâ ne diyor?
Lakîtü sitte mieti şeyhin. "Altı yüz şeyhle karşılaştım." Mâ lekîtü fîhim misle erba'. "Altı yüzün içinden dört tanesi gibi büyüğünü görmedim." Evvelühüm Ebû Türâbini'n-Nahşebiyyü. "Birincisi Ebû Türab en-Nahşebî'dir."
Terceme-i hâlini okuduğumuz Ebû Türab en-Nahşebî birinci. Altı yüz kişide birinci.
İbn Cellâ; onlardan dört tanesini çok yüksek bulmuş. Birincisi Ebû Türab'mış. Demek ki çok mühim bir alimin hayatını okuyoruz.
Tüveffiye fi'l-bâdiye. "Ebû Türab en-Nahşebî çölde vefat etmiş." Kîle neheşethü's-sibâu "Rivayete göre yaban köpeği veya çakallar saldırmışlar, parçalamışlar."
Böyle vefat etmiş.
Sibâ, "yaban köpeği veya çakal" demek.
Senete hamsîne ve erbaîne ve mieteyn. (245 senesinde)
Ve esnede'l hadîs. "Hadis de rivayet etmiş."
Ahberenâ Muhammedü'bnü Ahmedi'bni Fâris el-Hâfızü'l-Bağdâdiyyü bihâ. "Muhammed b. Ahmed b. Fâris, hâfız -ama bu sadece hadis hâfızı demek.-" el-Bağdâdiyyü. "Bağdatlı."
Kitabın yazarı; "Bize o haber verdi." diyor.
Burada bihâ ne demek?
"Bağdat'ta" demek.
"O şahısla Bağdat'ta karşılaştım, bana Bağdat'ta anlattı."
Düşünün; bu müellif Nişaburlu. Nasıl adım adım gezerek, bilgileri böyle yudum yudum, paragraf paragraf yazarak toplamış. Bağdat'ta Ebû Türab en-Nahşebî'den bir rivayeti, bu şahıstan duymuş, kaydediyor.
Biha. "Bağdat'ta dinledim." Kâle. "O şahıs bana dedi ki." Haddesenâ Abdullahi'bnü Muhammedi'bni'l-Câferini'l-İsfahâniyyü. "İsfahan'lı Abdullah b. Muhammed b. Cafer bana söyledi." Kâle haddesenâ Muhammedi'bnü Abdullahi'bni Mus'ab. "O da 'Bana Muhammed b. Abdullah b.Mus'ab söyledi.' dedi." Haddesenâ Ebû Türab. "Ona da Ebû Türab en-Nahşebî söylemiş."
Kitabın yazarı üç dört râviyi sıralıyor; böylece haberin kendisine kimden geldiğini bildiriyor. İşte bu, ilmî usul. Bu kitap o usulle yazılmış.
Haddesenâ Ebû Türab Askerü'bnü Husayn.
Haddesenâ diyor; tabi hadis rivayet ediyor. Ebû Türab; hadisi, Sülemi'ye doğru rivayet etmiş; onları okuduk. Hadis zincirinin bir de Peygamber Efendimiz'den Ebû Türab'a kadar gelen kısmı var.
Haddesenâ Muhammedi'bnü Nümeyr. "Muhammed b. Nümeyr, Ebû Türab'a söylemiş."
Muhammed b. Nümeyr kim?
el-Harifi el-Hemedânî. "Hemedanlıymış." Ebû Abdirrahmân el-Kûfî el-Hâfız. "Hadis hafızıymış, Kûfeliymiş." Ehadül-a'lam. "Çok büyük alimlerden birisiydi." Kâne sikaten. "Güvenilen bir insandı." Muazzaman me'mûnen. "Herkesin hürmet ettiği, güvenilir bir insandı." Mâte senete erbaîne ve selâsîne ve mieteyn. 234 senesinde vefat etti.
Allah rahmet eylesin.
Demek ki iyi bir alimmiş.
Bu hadîs-i şerifi, Ebû Türab Asker b. Husayn duymuş.
Haddesenâ Muhammedi'bnü Sâbit. "Ona da Muhammed b. Sâbit söylemiş." Haddesenâ Şüreyk "Ona da Şüreyk şöylemiş."
Şüreyk kim?
Şüreyki'bnü Abdillâhi'bni'l-Hârisi'bni Evsi'bni Hârisi'bni Zühel'ibni Vehbili'bni Saâdi'bni Mâliki'bni Nahhâ İbni Müzhiç Ebû Abdillah el-Nahhâî el-Kûfî el-Kâdî. "Kûfe'li bir kadı imiş." Vülide bi'l-Buhârâ. "Buhara'da doğmuş." Senete hamsîn ve tis'în. "95 senesinde." Ve kâne sikaten hasene'l-hadîs. "Güvenilen, hadisine itimat edilen bir insanmış." Mâte senete seb'în ve seb'îne ve mie "177 senesinde ölmüş."
95 senesinde Buhara'da doğmuş. Hicretten 95 sene geçince Buhara tam İslamlaşmış ve orada nice hadis alimleri yetişmiş. Arap asıllı, nahâî. Şüreyk buymuş.
Ani'l A'meş. "O da İmam A'meş'ten duymuş."
A'meş de çok meşhur bir alim.
An Ebî Süfyân. "Ebû Süfyan'dan." Ebû Süfyan Sahri'bni Ümeyete'bni Abdişşemsi'l Emevî.
Meşhur Ebu Süfyan. Uzun zaman Mekke'nin reisliğini yaptı. Ebû Süfyan komutasındaki kervanı vurmak, Bedir Harbi'nin sebebi oldu. İşte o Ebu Süfyan. Sonra Müslüman oldu.
Ebû Süfyan Câbir radıyallahu anh'en O'na rivayet etti.
Kâle kâle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. "O da buyurdu ki Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuş:"
Lâ tükrihü merdâküm ala't-taâmi ve'ş-şerâbi fe innâ Rabbehüm yüt'imühüm ve yeskîhim "Hastalarınızı yemek yemeye, su içmeye zorlamayın; onlara "ye, iç" diye baskı yapmayın. Çünkü Rableri onları doyurur ve susuzluklarını giderir."
Allah hastaya mânevî bakımdan ikramda bulunur; yedirir, içirir.
Hâzâ hadîsün sahîhun. "Bu sahih bir hadistir." Revâhu't-Tirmîziyyü. "Tirmizî rivayet etmiştir.
Ve'bnü Mâce. "İbn Mâce."
Bunlar iki sahih hadis kitabının sahipleri.
Ve'l-Hakim ve ve fî nassıhî ihtilâfun yesîr. "Bu kitaplarda hadisin metninde biraz farklar var." Ve ileyke'n-nass. "Metin şu:"
Lâ tükrihû merdâküm ala't-taâmi ve'ş-şerâbi ve inna'l-lâha yüt'ımühüm ve yüskîhim.
"Camiü's-sağir'de böyle geçiyor."
Ebû Türab hazretleri alimdi, çeşitli ilimleri vardı, takvâ ehliydi. Hadisçiliği de varmış. Hadis rivayet etmiş, hadis isnat etmiş. Allah şefaatine erdirsin.
Ahberanâ Abdullahi'bnü Muhammedi'bni Câferini'l-İsfahânî. "İsfahanlı, zamanının güvenilen insanı İmam Ebû Muhammed." Ve yü'rafü i'bn-i Şeyh. "'Şeyh oğlu' diye tanınır." Sâhibü'l-müsennafâti's-sâire. "Birçok kitabın sahibi." Vülide senete erbaîn ve seb'îne ve mieteyn. "274 senesinde doğdu." Ve semia fî seneti erbaîn ve semânin. "84 senesinde." Ve kâne maa saati ilmihî "İlminin genişliğine." Ve gazârati hıfzıhî. "Hıfzının kuvvetine rağmen." Sâlihan hayyiren. "Salih ve hayırlı bir insandı." Kâniten li'l-lâhi. "Allah'a ibadet edici bir kimseydi." Sadûken "Çok doğru sözlü, özlü bir kimseydi." Tüvüffiye fi'l-Muharremi senete tis'în ve sittîne ve selâse mie. "369 Muharrem'inde vefat etti."
Abdullah b.Muhammed b. Câfer el-İsfahânî de böyle bir Muharrem ayında 369 senesinde vefat etmiş.
İcâzeten bi-zâlike. "Bu konuda icazet vererek." Kâle semi'tü Mansûre'bne Abdullahi'l İsfahânî "'Mansur b. Abdulah el-İsfahânî'den işittim.' demiş." Yekûlü semi'tü Ebâ Câfereni'l-Türkân. "O da 'Ebû Cafer b. Türkan'dan işittim.' demiş." Bu kimmiş? Saîdi'bnü Türkân Ebû Câfer es-Sûfî. "Bu da sûfîlerden birisiymiş." Kâle anhü an ehîhi Ebû Abdurrahmân es-Sülemî. "Bu kitabı yazan Ebû Abdurrahman es-Sülemî onun hakkında ve kardeşi hakkında diyor ki." Saîdün ve Aliyyüni'bne Türkân. "Türkan'ın iki oğludur; Sait ve Ali." Kânâ min meşâyihi'l Bağdâd. "Bağdat'ın şeyhlerinden idiler." Bağdâdiyyin. "Bağdatlı şeyhlerden idiler." İstevtene'r-Remle. "Remle'yi vatan tuttular, yerleştiler." Ve mâta bihâ "Orada vefat ettiler." Ve Saîdün künyetühû Ebû Câfer. "Saîd'in künyesi Ebû Câferdi." Ve-Aliyyün künyetühû Ebu'l Hasen. "Ali'nin künyesi Ebu'l Hasen'di." Sahibe'l-Cüneyd. "Cüneyd-i Bağdadî ile ahbaplıkları, dostlukları, görüşmeleri olmuş." Felemmâ mâte. "Cüneyd vefat edince." Sahibe ba'dehû Ya'kûbe'bne'l-Velîd. "Cüneyd'den sonra Yakup b. Velid ile ahbaplık etmişler, onun meclisine devam etmişler." Yekûlü semi'tü Ya'kube'bne'l-Velîd. "O da Yakub b. Velid'ten duymuş." Ebû Yusuf el-Ezdî el-Medîni kîle Ebû Hilâl. "Yakup b. Velid'in künyesi Ebû Hilal veya Ebû Yusuf'muş." Kâle anhü Ahmedi'bnü Hanbel. "Ahmed b. Hanbel onun hakkında şu bilgiyi veriyor:"
Meşhur Hanbelî mezhebinin kurucusu, Müsned isimli büyük hadis mecmuasını yazan şahıs, onun hakkında şu bilgiyi veriyor:
Ya'kûbi'bni'l-Velîd, Ebû Yûsuf el-Medînî ketebtü anhü ve harraktü hadîsehû münzü dehrin ve kâne mine'l kezzâbîn ve kâne yedau'l-hadîs. Ahmed b. Hanbel bunun aleyhinde diyor ki: 'Ben ondan hadis yazmıştım.' Ketebtü anhü ve harraktü hadîsehû. "Sonra yazdığım hadislerin kağıtlarını yırttım, parçaladım." Münzü dehrin. "Bir zamandan beri." Ve kâne mine'l kezzâbîn. "Yalancılardan idi." Kâne yedeu'l-hadîs. "Hadis uydururdu."
"Ben onu bir şey sandım da bir kaç hadisini yazdım ama sonra bunları yırttım, attım!"
Bakın böylesi de çıkıyor; "Şu adam alim, bu adam yalancı!" diyorlar; gerçekleri söylüyorlar.
Yekûlü semi'tü Ebâ Türabin. "Bu râvi; 'Ebû Turab şöyle söylüyor.' demiş." Yâ eyyühe'n-nâs. "Ey insanlar!" Entüm tühıbbûne selâseten ve leyset hiye leküm. "Siz üç şeyi seviyorsunuz ama onlar sizin olmayacak." Tühıbbûne'n-nefs. "Nefsi seviyorsunuz." Ve hiye li'l-lâh. "Nefis sizin değil, Allah'ın; gidecek." Ve tühıbbûne'r-rûh. "Ruhu seviyorsunuz." Ve'r-rûhu li'l-lâh. "Ruh da Allah'ın." Ve tühıbbûne'l mâl. "Malı seviyorsunuz." Ve'l-mâlü li'l-verese. "Mal da varislerin."
Canınızı seviyorsunuz, nefsinizi seviyorsunuz; onlar Allah'ın. Malı seviyorsunuz; onlar da varislerin. Üç şeyi seviyorsunuz ama onlar sizin değil.
Ve tatlubûne'sneyn. "İki şey istiyorsunuz." Velâ tecidûne hümâ. "O iki şeyi de bulamayacaksınız, bulamıyorsunuz." el-Ferecü, ve'r-râhatü. "Bir; sıkıntılardan kurtulup neşelenmek, ferahlamak istiyorsunuz. İkincisi; rahatlık istiyorsunuz."
Bir; eğlence istiyorsunuz, hoşluk istiyorsunuz. İki; rahatlık istiyorsunuz. İstiyorsunuz ama onları da bulamayacaksınız,
Ve hümâ fi'l cenneti. "Onlar da cennette."
Dünyada rahat yok; sevinç, hoşluk yok. Onları arıyorsunuz; onlar cennette.
Üç şeyi seviyorsunuz; onlar da sizin değil.
Ruhu, canı seviyorsunuz onlar sizin değil.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü kötülüklerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âlâ'da peygamberi zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.