Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Bu kitabın 149. Sayfasındayız. Geçen sefer Ebû Türab en-Nahşebî'nin hayatını okuduk. Bir hadîs-i şerîf rivayet etmiş, onu okuduk. 149. sayfanın 6. paragrafında kalmışız; oradan devam edeceğiz.
Semi'tü Ebâ Nasrin Abdallahi'bne Aliyyin yekûlü semi'tü Aliyye'bne'l-Huseyni yekûlü: kultü li Ebî Türâb ve kad ehaze tarîka'l-bâdiye lâ büdde min kûtin, fe-kâle lâ büdde mimmen lâ büdde minh.
Ebû Türab en-Nahşebî, sûfîlerin meşhurlarından, çok mühimlerinden birisi; önemli bir şahsiyet. Ali b. Hüseyin isimli zât, ona sormuş.
Kimmiş bu zât?
Ebu'l-Kâsım et-Temîmî ibn binti'l-Medâinî diye tanınırmış. Meşhur Ebû Abdillah Ahmet el-Ma'rûf bi's-Sîbî el-Kasrî isimli zâtın babasıymış.
Bundan Ahmed b. Muhammed b. Ali es-Sîbî el-Kasirî rivayet etmiş. 323 hicrî senesinde vefat etmiş. Şöyle diyor:
"Ebû Türab en-Nahşebî'ye dedim ki;
Ve kad ehaze tarîka'l-bâdiye. "Çöle gidiyordu, çöl yolunu tutturmuştu."
Bu Ebû Türab en-Nahşebî; meşhur alim, büyük sûfî, çöle çıkmış gidiyor. Biliyorsunuz çöl; ev, yol, çeşme, ağaç, insan olmayan, güneşin çok olduğu ıssız bir yer; tehlikeli. Ancak çölün bir yerinde su varsa, ağaç bitmişse, kuyu varsa oraya "vaha" diyorlar.
İnsan bir vahaya ulaşırsa ulaşır. Ulaşamazsa tepede kızgın güneş, ayağının altında kızgın kumlar, insan helak olur. İnsan çölde ölür; kolay değil oyuncak değil ve çok tehlikeli. Tabi biz bu gibi çölleri bilemeyiz. Türkiye'de o büyüklükte çöl yok. Ama Türkistan'da var, Arabistan'da var. Afrika'da var; "Büyük sahra" deniliyor. "Nufut Çölü" deniliyor. Irak'ta var.
İnsan çöllere düştü mü yürümek de zor oluyor. Sert bir zeminde, asfaltta, taş döşeli kaldırımda yürümek güzel. Ama çölde, kumda yürümek çok zor oluyor. Bir adım atıyorsun, ayağın batıyor. Bir adım daha atıyorsun; o da batıyor. Ayağını kaldırması zor, atması zor; yürümek zor. Tepede güneş var. O da zor.
Elli, altmış, yetmiş derece güneşi düşünün. Ne kadar oluyorsa? Doğrudan doğruya güneş vuran yerlerde sıcaklık çok fazla olur; et pişer. Bedevîler kurbanlık eti alırlar, taşın üstüne yayıp kesip yapıştırırlar; cızz… O taşın sıcaklığından et pişer. Ayak basılmaz. Ayağını basarsan yanar, kabarır.
Sıcağı o kadar şiddetli ki başını örtmezsen, güneş vurması, güneş çarpması olur. Daraban-ı şems deniliyor. Ölür insan; şakası yoktur. Hemen hastaneye kaldırırlar, insanı buzun içine yatırırlar. Her tarafı buz, ancak o soğukta toparlayabilirse toparlar. Şimdi ilaçlar, serumlar veriyorlar; kurtulabilirse kurtuluyor. Tepede güneş, aşağıda kızgın kum, yol uzun, yürümek zor, çare yok. Bir vahaya gittin mi, bir köye kadar ulaşabilirsen ulaşırsın. Ulaşamazsan kumların üstüne düşersin.
Ebû Türab en-Nahşebî, böyle bir çöl yolunu tutmuşken Ali b. Hüseyin ona şöyle demiş:
Lâ büdde min kût. "Mutlaka yanına yiyecek almalısın."
Torban olacak; içinde yiyecek, içecek ve hayatını devam ettirmeye yarayacak bir şeyler olacak. Lâ büdde, "mutlaka" demek.
Çare yok, çaresiz, mutlaka ve mutlaka yanına bir şey alman lazım. "Torbana yol azığı, yiyecek, içecek alman lazım." demiş.
O da şu cevabı vermiş:
Lâ büdde mimmen lâ büdde minhüm. "Kendisi olmadan yapılamayacak şey lazım. Mutlaka kendisiyle olunacak varlık lazım."
Lâ büdde min kût. "Sana mutlaka azık lazım." diyor.
O da cevabında aynı kelimeleri kullanıyor; burada edebî sanat var.
Lâ büdde mimmen lâ büdde minhüm. "Mutlaka gerekli olan zât lazım."
Kim o?
Allah celle celâlühû.
İnsana her zaman, her yerde ne lazım?
Rabbi, Mevlâ'sı lazım, Allah'ın lütfu lazım, Allah lazım. Yanında Allah olmasa, Allah yardım etmese, rızkını vermese, hayatını devam ettirmek için müsaade ve emir vermese kalbi atmaz, damarı kanı nakletmez, hayatı faaliyetleri devam etmez; anında kesilir. Elektrikler kesildiği zaman ortalık karanlığa gömüldüğü gibi Allah'ın lütfu kesildiği zaman insan yok olur, kesilir.
Neden?
Her şey Allah ile kâim, Allah yardım ediyor da ondan. Biz şimdi ayakta duruyoruz, konuşuyoruz.
Bu neye bağlı?
Bin bir tane olaya bağlı. Kalbin atıyor; beynin, damarların, kasların çalışıyor. Muazzam bir organizma, mekanizma, teşkilat, fabrika harıl harıl çalışıyor da sen böyle duruyorsun. Tabiki sen böyle boşu boşuna, hiçbir şey olmadan durmuyorsun.
Bütün hücrelerin çalışıyor. Kan, bütün hücrelerine gıdasını gönderiyor. Hücre o gıdayı kullanıyor, yakıyor da ondan sonra orada su, enerji ve hücrenin istediği malzeme meydana geliyor. Lüzumsuz maddeleri atmakta gerekiyor; atmasa birikir. Bir gün de vücut suyunu atmasa insan şişer on kilo alır, yirmi kilo alır. Buna "ödem" diyoruz. Dışarıya atamazsa şişer. İkinci, üçüncü gün balon gibi olur, patlar. Belki bilmiyoruz ama bunlar oluyor da yaşıyoruz.
Her hücremizde, her zerremizde bir faaliyet var. Hücrelerden de aşağıya inince neler var?
Zerreler, atomlar var.
Atomlar da çalışıyor, elektronlar dönüyor. Moleküllerin hepsinin bir faaliyeti var. Bunların hepsinden Allah'ın lütfu, kuvveti, yardımı, ihsânı kesilirse ne elektron dönecek ne de moleküller faaliyet gösterecek, –bunları da yapan Allah- Böylece anında elektriklerin söndüğü gibi insanın da hayatı söner, biter.
O halde bize ne lazım?
Allah lazım.
Tabi başka bakımdan da Allah'ın rızası lazım. Herkese Allah yardım ediyor da ondan yaşıyor. Bize bir de Allah'ın rızası, sevgisi lazım. Allah'ın sevgisini kazanmak, sevdiği kul olmak istiyoruz. Bize o lazım.
"Bak şuraya gidersen çok eğlence var, şakır şukur oynarsın. Akşama kadar keyif yaparsın ama Allah cehenneme atar. Buraya gidersen o keyifler yok ama Allah razı, sever. Burada ölüm var, şehit olmak var."
Müslüman; "Tamam, ben şehit olmaya gidiyorum." der; eğlenceye gitmez, Allah'ın rızasının olduğu tarafa gider.
"Bak şuraya gidersen haramdan çok para kazanacaksın, cebine şu kadar para girecek."
"İstemem!"
"Bu tarafta şu kadar fukaraya kesenden zekât vereceksin, sadaka vereceksin."
"Tamam isterim, veririm."
Almayı istemiyoruz, vermeyi istiyoruz. Yaşamayı istemiyoruz, ölmeyi istiyoruz. Eğlenceyi istemiyoruz, tahammül edecek tarafı istiyoruz.
Neden?
Allah'ın rızasını istediğimiz için. Bir ârif insan için Allah dostu Allah'ın varlığını anlamış, aşkullahı, muhabbetullahı kapmış bir insan için en önemli şey, Allah.
O halde;
Lâ büdde minhü. "Sana ne lazım?" Lâ büdde mine'l-havâ. "Hava lazım."
Ne lazım?"
Lâ büdde mine'l-mâ. "Su lazım."
Çare yok illa su lazım.
"Sana ne lazım?"
"Gıda."
Lâ büdde mine'l-gıda, yok! Lâ büdde mina'l-lah!
Çünkü bunların hepsini Allah veriyor. Sana Allah lazım; sana bana Allah lazım. Sağlıklı olan herkese, her mü'mine Allah lazım.
Yola çıkarken demişler ki;
Lâ büdde min kût.
Kût; "azık" demek.
"Sana mutlaka azık lazım. Azık al!"
Demiş ki;
"Mutlaka kendisi lazım olan şey lazım."
Yani Allah!
Torbası, kırbası, suyu, gıdası yok, öyle gidiyormuş. Ötekisi ikaz ediyor. "Biraz yanına yiyecek, içecek al da öyle git. Sana yiyecek içecek lazım." diyor.
"Hayır! Bana lazım olan o her zaman muhtacı olduğum, kulu olduğum Allah!"
La büdde O.
Lâ büdde mina'l-lâh. "Allah lazım!" diyor.
Çok güzel söylemiş. Onun sözüne karşılık nükteli söylemiş.
Çöle azıksız gidiyor; "Azık al." diyenlere de: "Ben Allah'a tevekkül ediyorum. Yanımda Allah var ya, korkmam." diyor ve gidiyor.
"Korkmam!" deyip dursa; "Palavra sıkıyor." deriz. Durmuyor. "Korkmam, Allah'a tevekkül ederim, Allah var ya yetmez mi?" diyor ve gidiyor.
Gidiyor da tehlikenin içine yürüyüp gidiyor. Sonra ne olmuş acaba, bu filmin sonu nasıl bitmiş? Her halde orada ölmemiş öyle görünüyor. Gitmiş ve ölmemiş.
Bu mübareklerin ölmemesi nasıl olur?
Muhterem kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri bir kulunu sevdiği zaman olağanüstü imkânlar ihsan ediyor.
"Hocam bu, havada bir laf. İhsân ediyormuş ama kimisi de çölde ölüyor. Kimisine de etmiyor. Bunun elle tutulur, inkâr edilemeyecek müşahhas, soyut değil de somut bir misali var mı?"
"Var."
"Nedir o?"
Musa aleyhisselam'ın yanındaki ashabı firavundan kaçtılar, Sina yarımadasındaki çöle geçtiler. Yanlarında azık yokken, su yokken bir ucundan bir ucuna yürüyüp çölü geçtiler, başardılar. Bu işi ordular bile başaramıyor. İstila orduları Suriye'ye, Ürdün'e geliyor; Timur'un ordusu, Moğol ordusu Anadolu'ya geliyor ama Mısır'a geçemiyor.
Neden?
Arada çöl var, kolay değil. Susuz, gıdasız, kumlardan bata çıka oraya çıkmak kolay olmadığından oradan öteyi göze alamamışlar; Mısır'ı istila edememişler.
Moğollar Anadolu'ya gelmiş, Sivas'ı yakmışlar, yıkmışlar, her gittikleri şehri tahrip etmişler; Suriye'de de öyle. Harran'a gittik; eskiden muazzam bir şehirmiş. Bir de ortasında büyük bir harabe var. Şehrin ortasında somya gibi büyük taşlarla, kocaman yekpare kayalarla yapılmış, muazzam bir harabe var. Bir de bir yerinde yıkılmamış direkler, kapılar, duvarlar var.
İlk baktığım zaman ben sandım ki; antik çağlardan, Romalılardan kalma bir harabe zannettim. Hayır! O kapının olduğu yere gittim baktım ki üstünde bir Arapça kitabe var. Harran şehrinin Ulu camisiymiş. Öyle muazzam bir mekan ki öyle koca taşlarla yapılmış ki ben ömrümde o kadar büyük, o kadar muazzam bir cami görmedim. Millet de bilmiyor, -bilen biliyordur da- herkes onu Romalılardan kalma bir eser sanıyor. Değil.
Bizim en büyük camilerimizden daha büyük, muazzam bir harabe. Bir de kenarında çok yüksek bir kule var ona da; "Harran Üniversitesinin tarassut kulesi." diyorlar; gökyüzünü inceliyorlarmış. Bana biraz garip göründü. "O caminin yanında olsa olsa minaredir." diye düşündüm..
Şimdi bunu niye anlatıyorum?
O kadar büyük cami neden yapılır?
O kadar cemaate ihtiyaç var da ondan yapılır, değil mi? Durup dururken yapılmaz. Sordum, Moğollar harap etmişler, canına okumuşlar. Oradan geçmişler; taş üstünde taş bırakmamışlar, mahvetmişler. Gittikleri diğer yerler de öyle.
Mesela Gazne şehrini muhasara etmişler. Gazne şehrini muhasara ettiği zaman surlardan bir ok atılmış, komutanın akrabasına isabet etmiş, ölmüş. Ondan sonra zorlamışlar, zorlamışlar şehri yıkmışlar, fethetmişler. İçeriye girmişler ve hepsini öldürmüşler, her tarafı yakıp yıkmışlar. Gazne şehri artık orada kurulmamış, yedi kilometre ileride başka bir yerde kurulmuş. Adamlar bir şehri böyle söndürmüşler.
Bu kadar tahripkâr, bu kadar kuvvetli, önünde orduların duramadığı muazzam, sayısız asker. O zaman müslüman da değil; İslam ülkelerine saldırmışlar, Bağdat'ı yakmışlar yıkmışlar. İran'ı yakmışlar yıkmışlar ama Mısır'a girememişler. Mısır'a girselerdi orada da çok ganimetler elde ederlerdi, yakıp yıkarlardı ama çöl var, çölden geçememişler.
Bu adam çöle gidiyor, yanına azık almıyor.
Neden?
Allah'a güveniyor, tevekkül ediyor. Ne olur? Yanına bir şey almasa da Allah bazı kullarını besler, rızıklandırır, çölü geçirir. Bazen hızlı geçirir bazen rızık gönderir. Tarihte misal de; Musa aleyhisselamın kavmi Musa aleyhisselam ile o çölden geçmiş.
Nasıl geçmiş?
Nasıl geçtiğini Kur'ân-ı Kerîm'de anlatıyor.
Ve zallelnâ aleykümü'l-ğamâme ve enzelnâ aleykümü'l-menne ve's-selvâ.
Allah bulut göndermiş, gölgelendirmiş; bir. Güneşten koruyor. Allah gönderir mi gönderir. Peygamber Efendimiz'in de başında bir bulut dolaşırmış. Allah güneşten rahatsız ettirmiyor.
Ve zallelnâ aleykümü'l-ğamâme. "Üzerlerine bulut gönderdim."
Güneşin tesirinden kurtuldular.
Ve enzalnâ alekümü'l-menne ve's-selvâ. "Ve onların üzerlerine kudret helvasıyla, kudret otuyla bıldırcın eti gönderdim."
Bıldırcınlar sapır sapır sapır gelmiş, önlerine dökülmüş. Yolup yolup kızartıp yemişler. Hani şimdi bıldırcın çiftlikleri var. Anadolu'da seyahat ederseniz levhalar görürsünüz; bıldırcın çiftliği, alabalık çiftliği, alabalık lokantası.
Demek ki tatlı, lezzetli bir şey. Bıldırcın dolması vesaire adını duyarız. Bıldırcın göndermiş Allah; yağlı yağlı bıldırcınlar, bir de "kudret helvası" diye bir şey. Onu yemişler; oraya öyle geçmişler.
Bak Allah nasıl gönderiyor, nasıl besliyor?
Bazen böyle gönderir; bir göz yumup açıncaya kadar oradan geçirir. Çöle doğru gider de çöle adımını attığı zaman hop öbür tarafa geçirir.
Ona ne deniliyor?
Tayy-i mekân.
Mekân-ı tayy; "dürmek, katlamak" demek. Onun nazarında küçülüyor; Allah tarafından küçültülüyor. Koca mekanı öbür tarafa dürüp katlıyor, geçip gidiyor. Buna "tayy-i mekân kerameti" derler. Bazen tayy-i mekân olur bazen Allah rızık verir; gökten indirir, yerden bitirir, sebepli gönderir, sebepsiz gönderir.
Bazen kapıyı vurur birisi; "tak tak!"
"Buyurun?"
Bir tepsi ikram, Allah Allah!
Evliyâullahtan birisi ne yapmış? Medine-i Münevvere'ye gitmiş. Aç, parası da yok ama evliyâ. Allah'ın sevgili kulu. Kimseden de bir şey istemiyor ama açlık da canına tak demiş. Resûllullah'ın türbesine gitmiş, gözlerini kapatmış, demiş ki;
"Yâ Resûlallah! Senin diyarında seni ziyarete geldim. Kaç gündür hiç kimse hâlimi hatırımı sormadı, yemek yiyemedim, açım, sana geldim, senin ziyaretçinim."
Böyle dua etmiş, caminin içinde direğe yaslanmış, uyumuş kalmış. Biraz sonra omzuna bir el dokunmuş, şöyle başını kaldırmış, elinde tepsiyle bir adam, demiş ki;
"Yâ Mübarek! Sen misin bizi, -Medinelileri- dedem Muhammed'e şikayet eden? Buyur yiyecek getirdik." demiş.
Bak mekanizma nasıl çalışıyor?
Resûlullah'a iltica ediyor. "Ben senin misafirinim yâ Resûlallah! Ben gidip de elin adamından bir şey istemem, 'Açım.' deyip dilenmem, ben sana misafirliğe geldim; sen bilirsin." diyor.
Resûlullah da torunlarından sevdiği birisinin rüyasına giriyor; "Benim mescidimde ümmetimden sevdiğim bir kul var, karnı aç. Git ona bir tepsi yemek götür!" diyor.
O da tepsiyi hazırlayıp götürüyor. Allah bazen böyle yapar. Bazen gökten bıldırcın düşer, bazen yerden ot biter, mantar biter; değil mi? Çeşitli şeyler var. Bazen de hiçbir şey olmadan yanında gıda hâsıl olur.
Bunun misali var mı?
Var.
Meryem Validemiz, hiç kimsenin giremediği odada ibadet edermiş. Kapısı kilitli, sadece Zekeriya aleyhisselam girebilirmiş. Başka insanların girip çıkması mümkün olmayan yerde ibadet edermiş. Diyelim ki mescidin bir hücresi. Neresi olduğunu bilmiyoruz da diyelim şu mescidin balkonunda kilitli taştan kapalı bir kısım olsa; hani o eski binaların taş kulübeleri, odaları gibi bir yer. Öyle bir yerde ibadet ediyor.
Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyye'l-mihrâbe vecede indehâ rizkâ.
Küllemâ dehale aleyhâ Zekeriyy'l-mihrâbe. "Her ne zaman ki Zekeriya aleyhisselam onun yanına –Meryem'in yanına- o ibadet ettiği yere girerse." Vecede indehâ rızkâ. "Onun yanında rızık bulurdu."
Yanına giriyor, bakıyor çeşit çeşit yiyecekler, meyveler var. Şaşırırdı ve derdi ki;
Kâle yâ Meryemü ennâ leki hâzâ. "Ey Meryem! Allah Allah! Bu ne mucize, bu ne keramet! Bunlar sana nereden geliyor?" Kâlet. "O da derdi ki:" Hüve min indi'l-lâh. "O Allah'tan geliyor, Allah gönderiyor." İnne'l-lâha yerzüku men yeşâü bi-gayri hisâb. "Allah, kendisine ibadet eden sevdiği kullarını işte böyle hesaba, ölçüye sığmaz şekilde rızıklandırır."
Kapı kilitliydi, duvarlar taştı, pencere yoktu, insan gelmiyordu. "Zekeriya aleyhisselam orada mevsim dışı yiyecekler görürdü." diye Kur'ân-ı Kerîm bildiriyor.
Demek ki Allah'ın celle celalühû gücü, kuvveti, rezzaklığı hudut tanımaz. Nasıl rızıklandırırsa rızıklandırır. Bazen müşteri gönderir, bazen hayır sahibi birisini gönderir, bazen gökten indirir, bazen yerden bitirir.
Neylerse güzel eyler, rızıklandırır.
Demek ki azık almadan gidiyormuş.
Birisi de demiş ki;
"Sana mutlaka azık lazım."
"Hayır! Kendisi olmadan hiçbir şey olmayacak olan zât lazım." demiş.
Lâ büdde mimmen lâ büdde minhüm.
Çok güzel bir cümle.
"Allah'a tevekkül ediyorum, bana Allah lazım." diyor.
"Bana Sübhân'ım gerek, bana Allah'ım gerek!" diye ilahide söylendiği gibi.
İnsan; Allahu Teâlâ hazretlerine hakkıyla tevekkül edebilse, hakkıyla bağlanabilse, sevgili bir kul olsa onları kendisi görür. Ama bağlanmayınca, şekki şüphesi olunca, kalbinde itimatsızlık olunca, imanında zaaf, ibadetinde kusur, ahlâkında eksiklik olunca olmaz.
Onun için insan diyor ki;
"Allah Allah, ben görmüyorum!"
"Görmezsin! Sen o musun, onun gibi misin?"
Değilsin! Onun için görmüyorsun. Sen de onun gibi ol, sen de görürsün.
Adam kerameti inkâr ediyor. Keramet Kur'ân-ı Kerîm'de var. Sen müslüman değil misin? "Evliyâullahın kerameti haktır." diye ehl-i sünnet akâidinde yazıyor.
Sen müslüman değil misin, ehl-i sünnetten değil misin? Olağanüstü olaylar insanın her zaman karşılaştığı olaylar. Bir mecmua vardı. Orada birtakım olağanüstü olayları okurdum. Kitaplar da yazıyor, gazetelerde de bazen böyle acayip, enteresan şeyler olabiliyor. Hayatın çok enteresan, esrarengiz tarafları var.
Amerikalı meşhur bir bilim adamı Esrarlı Kâinat diye bir kitap yazmış. İsmi bu.
Bu kâinatın esrarlı, esrarengiz yönleri var. Bu Bu kâinat sadece senin lisede kitapta okuduğun kadar değil. Lisedeki fizik, kimya kadar değil. Bu kâinatın çok esrarı var. Yazılıyor da, ansiklopedilere de giriyor; bilenler biliyor.
Kâle ve kâle Ebû Türâbin. "Yine aynı râvi Ebû Türab en-Nahşebî'nin şöyle buyurduğunu söylemiş:"
Eşrefü'l-kulûbi kalbün hayyü bi-nûri'l-fehmi ani'l-lâhi Teâlâ. "Kalplerin en şereflisi…"
Herkeste kalp var. Bende, sende, onda, caminin içindekilerde, caminin dışındakilerde, Karaköy'de, Taksim'de, her yerde kalp sahibi insanlar dolaşıyor. Çeşitli çeşitli kalpler var.
Bu kalplerin en şereflisi nedir?
Kalbün hayyün. "Diri bir kalptir."
Ölü kalp değil.
Ne ile diri bir kalp?
Bi-nûri fehmi ani'l-lâhi Teâlâ. "Allahu Teâlâ hazretlerini fehmetmek, anlamakla, Allah'ı bilmekle diri olan bir kalp, en şerefli kalptir."
Allah'ı, Allah'ın kudretini, Allah'ın sıfatlarını, Allah'ın büyüklüğünü, Allah'ın hikmetlerini, Allah'ın işlerindeki enteresanlıkları anlamak.
Hangi kalp en şerefliymiş?
Bunu anlayan kalp.
Kalp nasıl anlıyor?
Biz "anlamak" deyince kafayı düşünürüz; bu "kalp" diyor.
Arapça'da kalp; "gönül" demek. Kalp; "yürek" demek değil.
Kur'ân-ı Kerîm'de, hadîs-i şerifte, dini kitaplarda "kalp" denildiği zaman gönlü kastediyor.
Anlayışlı gönül, en şerefli gönül hangisidir?
"Allahu Teâlâ hazretlerini anlayan gönül, o anlayış nuruyla nurlanmış olan gönül" demek.
Kimi insan anlamaz. Akşam bir edepsizlik yapar, sabahleyin bir tokat yer. Tokat Allah'tan, akşam yaptığı edepsizlikten ama bu herif o tokadı neden yediğini bilmez. Anlayışsız ama öteki adam anlar. Allah'ı bildiği için o edepsizliği yapmaz, o sözü söylemez. Söylediği zaman cezasını çekeceğini bildiğinden çekinir. "Ben Allah'tan korkarım, öyle şey yapmam." der, geri durur.
İşte Allah'ı anlayan insanın hali böyledir. Anlamayan da burnunun doğrultusunda inkâr ede ede gider ama işte öyle değil, tutmuyor. Hayatın o tarzda götürülüşü tutmuyor. Gerçeklerle uyuşmuyor, bağdaşmıyor. Gerçekleri kavrayan Allah'ı tanıyan, Allah'ın işlerini, o işlerdeki hikmeti anlayan kalp, o anlayışla nurlanmış olan gönül, en şerefli gönüldür.
"Böyle soyut, mücerret bir kavram olarak kalmasın, herkes anlasın." diye bir misalle anlatayım:
Peygamberlerden birisi Allah'a münacaat etmiş.
Demiş ki;
"Yâ Rabb! Senin işlerinin hepsi hikmetli tamam da bana hikmetini anlat. İşlerinin hikmetli oluşunu bana anlat!"
"Peki ey kulum, ey peygamberim! Şu çeşmenin başındaki ağacın üstüne çık, dalların arasına saklan, aşağıyı gözetle!"
Ağacın üstüne tırmanmış, aşağıya çeşmeye bakıyor. Atlının birisi gelmiş, çeşmenin başında durmuş, atını sulamış, kendisi su içmiş, elini yüzünü yıkamış fakat kesesini düşürmüş veya orada çeşmenin kenarında bırakmış, gitmiş. Atına binmiş, gitmiş ama kesesi çeşmenin kenarında kalmış. Hani bazen insan abdest alırken eğildiği zaman gözlük aşağıya düşer, camı çerçevesi kırılır, hadi tamir filan belki böyle bir şeydir. "Alırım." diye kenara koymuş, unutmuştur. Para kesesi orada duruyor. İçinde çil çil altınlar, paralar var. Herkesin aklı fikri para. O bırakmış, gitmiş.
Biraz sonra başka bir atlı gelmiş. Çeşme var, atını durdurmuş, aşağı inmiş, atını sulamış, kendisi elini yüzünü yıkamış, su içmiş, dinlenmiş gölgede serinlemiş. Bakmış orada bir kese altın, almış, diğerinin gittiği istikamete doğru değil başka tarafa gitmiş.
Yukarıdaki diyor ki;
"Allah Allah! Birincisi keseyi unuttu, ikincisi aldı. Dur bakalım ne olacak?"
Biraz sonra bir üçüncü şahıs gelmiş. O da orada abdest, el yüz yıkama, su içme gibi ihtiyaçlarını giderdikten sonra birinci atlı telaşla geri gelmiş, atını durdurmuş, adamın yakasına yapışmış.
"Ben, az önce buradaydım, şurada kesemi bırakmıştım; ver keseyi!"
"Ben kese görmedim." demiş.
"Bana bak, zorluk çıkarma, ver şu keseyi!"
"Ben kese görmedim; sadece elimi yıkadım, abdest aldım."
"Hayır! Ben az önce buradan gittim, geriye döndüm. Hiçbir yolcuyla karşılaşmadım. Oradan gelenle de, buradan gidenle de karşılaşmadım. Burada başka kimse olamaz, kese sende, çıkar!" derken kavga, gürültü başlamış; bir tane vurmuş, adamı öldürmüş.
O peygamber ola inmiş; "Yâ Rabbi! Ben bu işten hiçbir şey anlamadım. Birincisi keseyi bıraktı, ikincisi keseyi aldı gitti. Üçüncüsünün suçu yoktu, bu geldi, kabahat onun sandı, vurdu öldürdü, gitti." demiş.
"Anlamazsın, bu işin evveliyatı var. Bu birinci adamın, ikinci adamın sülalesine borcu vardı, onların hakkını yemişti. Allah bu keseyle onun hakkını ona verdirtti; o hakkını almış oldu. Üçüncü adamın da bu adamın ailesine bir suikastı vardı; onlardan birisini öldürmüş, cezayı hak etmişti, onun o cezayı çekmesi gerekiyordu; onun için o adamı öldürdü." demiş.
Böyle bir fıkra olmuş mu, olmamış mı hangi kitap yazıyor. Hiçbir kitap yazmasa böyle bir şeyi biz kendimiz senaryo olarak uydursak bile şu olay var:
Biz olayların dışından baktığımız zaman iç yüzlerini anlayamıyoruz ama o olayların alttaki bağlantılarından haberimiz olduğu zaman bir şeyleri anlayabiliyoruz.
İşte Allah'ın işleri böyle. Evliyâullah, Allah'ın dikkatli kulları. Siz de Allah'ın işlerini dikkatle takip ederseniz görürsünüz. Bu nasıl çıkar? Mesela falanca adam öldü, mirası kaldı. Tamam. Karısı mirasını haksız dağıttı.
Gör bakalım sonu ne olacak?
O haksızlığı yaptı ya, gör bakalım!
Sonunda mutlaka onun acısı çıkar. Yakınlarımızdan, uzaklarımızdan bunun misallerini görmemiz mümkün. Bir işin ilk oluşu zamanında hemen hüküm verirsin. Dur bakalım bekle, sonunu gör, fehmet. Sonunda işin ne kadar hikmetli olduğunu anlarsın.
"Asıl şerefli olan gönül, bu anlayış nuruyla nurlanmış olan gönüldür."
Bu anlayış yoksa adam; hiçbir şeyden haberi yok, gafil geliyor gafil gidiyor; mânevî bakımdan gözü kör. Etrafı görüyor, ışığı görüyor; kapı şu tarafta, pencere bu tarafta biliyor ama gerçekleri göremediği için mânevî bakımından kör. Kimisi mü'min değil, İslâm'ın hak din olduğunu anlamıyor. Allah'ın birliğini varlığını kabul etmiyor, puta tapıyor.
Bu put mermer değil miydi?
Bunun altında imzası da var; falanca adam, filanca heykeltıraş yapmış, buna ne tapıyorsun? Buna tapılmaz. Anlamıyor; mânevî bakımdan, gerçeği doğruyu anlayamama bakımdan gözü kör.
Burada da diyor ki;
Kalbün hayyün. "Diri kalp, diri gönül."
Buradan ne anlaşılıyor?
Kalbün meyyitün. "Ölü gönül."
Bazı gönüller de ölüdür.
Nedir ölü gönül?
Vazifesini yapamayan, hiç hayatı faaliyeti olmayan bitmiş bir gönül.
"Adamda hayat yok." diyorsun.
Ne demek?
Davranışlarına bakıyorsun, beş para etmez; onun için; "Adamda hayat yok." diyorsun. Bazen insanların kalbi ölmüş olur, bazen taş gibi olur, bazen taştan da katı olur.
Kur'ân-ı Kerîm'de böyle bildiriliyor:
Ve hiye ke'l-hıcârati ev eşeddü kasveten. "Bazı kalpler taş gibidir bazı kalpler taştan da katıdır."
Eline alırsın elastik, yumuşak et ama mânevî bakımından taştan da katı.
İnsanın da gönlü ölüdür.
Ne ile dirilir?
Gönlü dirilten şey mârifetullahtır ama marifetullah Allah'ı anlamak, Allahı bilmektir; kolay elde edilmez. Kalbi zikrullah diriltir. Onun için hadîs-i şerîflerde; "Zikrullah diriltir." diye bilindiği için tasavvufta zikir vazifesi veriliyor. Bu zikirleri yap, bu zikirleri çek. Bak o zaman sende de, kalbinde de bir değişiklik olacak. Yapmıyor, inkâr ediyor, üşeniyor şeytan yaptırtmıyor; o zaman görmüyor, sezemiyor.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.