Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve süile'n-nûriyyü ani'l-habîbi ve'l-halîl fe-kâle: Leyse men tûlibe bi't-teslîm ke men bâdera bi't-teslîm.
"Aynı rivayet zinciriyle gelen habere göre, yazar dedi ki."
Ve süile'n-Nûriyyü ani'l-habîbi ve'l-halîl. "Birisi Ebû Hüseyn-i Nûrî hazretlerine sormuş, Ebû Hüseyn-i Nûrî'ye soruldu."
Hangi konu sorulmuş?
Ani'l-habîbi ve'l-halîl. "Habib ne demek, halil ne demek?" diye soruldu.
Habib, hub, mahabbet masdarından fâil bi mâna, mef'uldür. İsm-i mef'ul mânasına gelen, fâil vezninde sıfat-ı müşebbehedir. Bunlar ilmî tâbirler. Bu kısım Arapça bilenlere, sarf, nahiv okuyanlara bilgi. Siz de okuyun, ne yapalım? Siz de Arapça öğrenin, siz de anlayın.
Ananızın dilini neden öğrenmediniz? Hz. Âişe anamız değil mi? Hz. Fâtıma anamız değil mi? Niye onların dilini öğrenmediniz? "Hoca şimdi Arapça bilgi veriyor, ben burayı anlamadım." diyorsunuz. Siz de Arapça öğreneceksiniz, siz de anlayacaksınız.
Habib, mahbûb, "sevilen" demek. Habîbullah, Peygamber Efendimiz'in sıfatı. "Allah'ın mahbûbu, sevgilisi, sevdiği" demek.
Fâil vezni, bazen ism-i fâil, bazen ism-i mef'ul mânasına gelir. Burada ism-i mef'ul mânasında. Habib, "sevgili, sevilen kişi" demek. Kişi olmayabilir eşya olur, yiyecek olur.
Kimisi kaymaklı kadayıfı sever. Kimisi meraklıdır, tabancayı sever, tabanca koleksiyonu yapar. Kimisi kitap sever, kimisi antika eşya sever, onun habîbi o. İnsan olmak şartı yok, herkes gönlünü bir şeye bağlıyor.
Ama mahbub-ı hakîki hangisidir?
Allah'tır.
Aslında hakîki mahbûb Allah'tır. İnsanın Allah'ı sevmesi lazım ama insanlar aldanıyor, oyalanıyor, dünyadaki fani bir şeyi seviyor. Onunla vaktini geçiriyor, ona âşık oluyor, ona muhabbet besliyor.
"Habib ne demek, halîl ne demek?" diye sormuşlar.
Halil, "arkadaş" demek. "Arkadaş" demek ama arkadaşlığın da dereceleri var. Halil, "sırdaş arkadaş," demek. "Sırrını açabildiğin derecede samimi arkadaş" demek.
Hilallemek, "araları mesh etmek" demek.
İnsan abdest alırken, parmaklarının arasını hilalleyecek.
Dişleri hilallemek, "dişlerinin aralarını temizlemek" demek. Halil de, araları sıkı fıkı olan arkadaşlara, derler. O onun halili.
İbrahim aleyhisselam'ın sıfatı neydi?
Halîlullah; "Allah'ın samimi dostu, sırdaşı."
Peygamber Efendimiz'in sıfatı ne?
Hem habîbullah, hem halîlullah, hem safiyyullah. Hepsi Peygamber Efendimiz'de toplanmış. Ama bâriz, en çok bilinen, en çok söylenen sıfatı, Habîbullah, "Allah'ın habîbi" demek.
Ebu'l Hüseyin Nûri hazretlerine "Habib ne demek, halil ne demek?" diye sormuşlar. Bir cevap vermiş.
Leyse men tûlibe bi't-teslîm ke men bâdera bi't-teslîm.
Bu cümleyi Arapça bilen de anlamaz. Anlamak için Allah'ın yardım etmesi lazım.
Tûlibe. "Talep olunan, istenen" demek.
"Teslim olması, inkıyât etmesi arzu edilen kimse, teslim olmaya koşa koşa giden gibi olmaz." demiş.
"İnkiyât et, bağlan, teslim ol." diye kendisinden teslimiyet istenen kimse, teslim olmaya can verircesine koşarak giden gibi olmaz. "Koşarak giden daha üstün" demiş oluyor.
Birincisi sevgiliyse, habîbse ötekisi halîl. Halîl daha üstün oluyor. Çünkü Habîb, sevgili bazen istenir de gelmez. "Koşarak, candan atılarak gelen, daha önde olur." demek oluyor.
Semi'tü Ebâ Bekrin Muhammede'bne Abdillahi'r-Râziyye yekûl.
Râzî, "Rey şehrinden" demek.
Rey şehri neredeydi?
Şimdiki Tahran'ın kenarında. Rey şehrinin ism-i nisbeti Râzî gelir.
Ankara'da başka bir tekkeye bağlı, derviş birisi vardı, Râdı değil, Râzî'dir. Keskin ze ile, 'Rey şehrinden,' demek.
Râdî, radıye fiilinden; o değil. Râzî, "Rey şehrinden."
Peki, "Rey şehirli" demek için bu niye Râzî olmuş?
Farsça'nın kaidesi bu. Ona kimse karışamaz.
Rey şehrinden demek. Rey şehri neredeydi? Rey şehri Tahran'ın kenarındaydı. Şimdi Tahran -İran'ın başşehri- onunla birleşmiştir. bizim Sülemî hazretleri Rey şehrinden olan, Abdullah oğlu Muhammed Ebû Bekir'den işitmiş.
O ne demiş?
Semi'tü'l-Kannâde yekûl. "Kannâd isimli şahıstan işittim." demiş.
Kannâd ne demiş?
Semi'tü Ebe'l Hüseyn-i Nûriyye yekûl. "Ebü'l Hüseyn-i Nûrî'nin şöyle dediğini işittim." demiş.
Buna 'rivayet zinciri' diyoruz. Bu, alim insanların usulüdür. Bir sözü nereden duyduğunun kaynağını gösterirler. "Siz de bu âdeti edinin." diye her zaman nasihat ediyoruz.
Ey üniversitede okuyan, ilahiyata devam eden, Arapça okuyan, hafızlık yapan, ulûm-i dîniyyeye koşan, beni kasetten televizyondan dinleyen kardeşlerim!
Öğrendiğiniz bilgiler sağlam bilgi olsun, kaynağını da bilin. "Şuradan o söylemiş, buradan bu söylemiş, bana buradan geldi." Kaynağı belli olsun. Desteksiz, mesnetsiz, asılsız söz alime yakışmaz. Her şeyin aslı, yeri belli olmalı.
Ebû Hüseyn-i Nûrî diyor ki; Allah rahmet eylesin, Allah şefaatine erdirsin, himmetlerine mazhar eylesin
Raeytü gulâmen cemîlen Bağdâd. "Bağdat'ta yakışıklı, yüzü güzel bir delikanlı gördüm." Fe-nazartü ileyhi. "Ona baktım."
"Aman ne kadar yakışıklı bir delikanlı!" diye hoşuna gitmiş, bakmış.
Sümme üridtü en üriddide'n-nazar. "Bir baktım hoşuma gitti, yine bakmak istedim." Fe-kultü lehû. "Konuşma bahanesiyle tekrar bakmak için söz attım." Telbesûne'n-niâle sarrârate ve temşûne fi't-turukât. "Burnu kalkık, yürüdükçe cırt cırt diye ses çıkaran, dikkat çekici ayakkabıları giyiyorsunuz; sonra da sokaklarda mı dolaşıyorsunuz?"
Tenkit ediyor. O ayakkabılar eskiden de vardı; benim de öyle ayakkabılarım oldu. Ben "Öyle olsun." diye almadım ama giyiyorsun, yürürken cırt cırt diye ses çıkarıyor. Köselesi sürtünürdü, köselesinden ses geliyor, yürüyen belli oluyor.
Sarrârate, yürürken gıcırtısı, sesi duyulan; burnu kalkık bir çeşit ayakkabıymış. Tabi dikkat çekiyor. İnsanın yürürken pabucu tak tak ederse, cırt cırt ederse dikkati çeker.
"Türkistan'ın kadınları, 'Ayak sesleri duyulmasın.' diye ayaklarına keçe bağlarlardı." diyor.
Namanganlı bir dostumuz vardı, vefat ettiyse Allah rahmet eylesin.
Keçe sarınca ne olur?
Hiç ses çıkmaz. Yürür ama hiç ses duyulmaz.
O bir zihniyet, bu bir zihniyet.
Şimdiki kadınlar ne yapıyor?
Yüksek topuklu ayakkabı giyiyor, yürüyor. Bu zamanın zihniyeti; "Bak bana, al beni Dikkat çekici kıyafet, dikkat çekici koku, dikkat çekici ses; Allah cümlemizi şerlerinden korusun.
"Böyle ayakkabılar giyiyorsun da sokaklarda yürüyorsun." demiş.
Çocuk güzel ya, bir de dikkat çekici pabuç giyiyor. "Yapma böyle!" demiş, tenkit etmiş oluyor. Ebu'l Hüseyin Nûri ona nasihat etmiş oluyor.
Kâle ahsente.
Delikanlı ne demiş?
Ahsente. "Güzel yaptın." demek, "İyi oldu, aferin, maşallah, peki."
Etücemmişü bi'l-ilmi.
Cemmeşe, tecmîş, "çimdikleyerek, gıdıklayarak tahrik etmek " demek.
"İlmi kullanarak tahrik mi yapıyorsun? Gıdıklama, çimdikleme mi yapıyorsun?"
Ebü'l Hüseyn-i Nûrî ona taş attı ya.
"'Bilgini satarak bana sataşma mı yapıyorsun, tahrikte mi bulunuyorsun? İyi yaptın, aferin!' dedi." diyor.
Sümme enşee yekûl. "Sonra şu şiiri söylemiş."
Ne demiş?
Teemmel bi ayni'l-hakkı in künte nâzıran, ilâ sıfatin fîhâ bedâiu fâtırin ve lâ tu'ti hazza'n-nefsi minhâ li mâ bihâ ve kün nâzıran bi'l-hakkı kudrete kâdiri.
Ne demiş?
Teemmel. "Derin derin düşün." Bi-ayni'l-hakkı. "Hak gözüyle bakarak -teemmül et, düşün.-" İn künte nâzıran. "Eğer bakıyorsan, -baktığın şeye hak gözüyle bak ve gördüğün şeyin fikrine var. Gördüğün şey üzerinde teemmül et, içinden düşün.-" İlâ sıfatin fîhâ bedâiu fâtıri. "Eğer bakacaksan, hakikat gözüyle, fâtıru's-semâvati ve'l-ard olan yaratıcı Mevla'nın, güzel eserlerinde bir tecelli olan, bir sıfat olan şeye bak da düşün."
Kimi düşünecek?
Tabi Yaradan'ı düşünecek.
Ve lâ tu'tu hazzan nefsi minhâ limâ bihâ. "Onda güzel bir şeyler görünce, nefsinin hoşlanmasına izin verme."
Nefsine meyletme, onun sözünü dinleme, nefsinin keyfini yapmaya çalışma.
Ve kün nâzıran bi'l-hakkı kudrete kâdiri. "Hakiki, gerçek bir şekilde Kâdir Mevla'nın kudretine bakıcı bir insan ol."
"Gördüğün manzara güzel mi? Güzel. Çocuk güzel mi? Delikanlı güzel mi? Baktığın şey güzel mi? Ona şehvâni bir bakışla, nefsinin arzusuyla bakma. Kâdir Mevla'nın kudretinin eseri olarak bak; onu öyle gör." diyor.
O da ona nasihat etmiş:
"Sen bana ilim satıyorsun, ilimle beni çimdikliyorsun, iğneliyorsun. Baktığın şeye; 'Allah'ın kudretidir, Allah'ın sanatının eseridir.' diye bak. Zâhirde kalıp nefsine haz verme." diyor.
O da ârif bir kimseymiş ki bunun duygularını anladı, ona cevap veriyor.
Bazen insanlar, dış görünüşü itibariyle senin umduğun gibi olmaz. Aslında senden de derin, ileri olabilir. Bakınca bir şeye benzetemezsin; aba giymiş, çul giymiş, fakir görünüşlü, gözünün tutmadığı bir kimse de Hızır olabilir.
Onun için büyüklerimiz; "Her gördüğünü Hızır bil, her geceni Kadir bil." demişler. "Bu gece belki kadir gecesidir." diye ibadet eyle, gördüğün kimseye; "Belki Hızır aleyhisselam'dır." diye hürmet eyle. "Gariban diye, eski püskü giyimli diye hor görme."
Ekseriyetle alimlerde kibir olur, kendini beğenme olur. Hepimizde vardır. Gözümüz tutmazsa kendimizden aşağı görürüz; bakışımız, sözümüz bile başka türlü olur.
Ben sakallıyım ya böyle çok olay başıma geldi; size anlatayım:
Bir otobüste veya trende oturmuşum, yanımda da iyi giyimli kelli felli biri oturuyor. Şöyle bakıyor;
"Hafız, nasılsın?" diyor.
"İyiyim, teşekkür ederim." diyorum.
"Hangi camide vazifelisin bakalım?"
Sesinin tonundan, üslubundan, hitap şeklinden anlaşılıyor ki saymıyor beni, küçümsüyor. Sözleri iltifat değil; âmirin memura, öğretmenin talebeye, alimin ümmîye, yüksek bir insanın aşağıdaki bir insana hitabı gibi.
"Ben camide vazife görmüyorum." diyorum.
"Nerede vazife görüyorsun, Kur'an kursunda mı?" diyor.
"Hayır efendim, üniversitedeyim."
Hemen toparlanıyor.
"Ne yapıyorsun orada; müstahdem misin, çaycı mısın?
"Hayır efendim, âcizane Türk İslâm Edebiyatı kürsüsünde profesörüm, hocayım."
"Hocam, özür dilerim." vesaire…
Bunu sakalımdan dolayı yapıyor. Profesörlerin sinek kaydı tıraş olması lazım. Sakal olmayacak, bıyık olmayacak. Bıyık olursa bir mânaya, bıyık yukarı kalkık olursa bir başka mâna, aşağı sarkık olursa bir başka mâna.
Sakal olursa bir başka mâna ama kıllarının sayısı arttıkça ehl-i dünyanın nazarında insanın rütbesi de azalıyor. Bu adam sakallı; sil defterden! Bıyıklı, ihtiyatlı olarak sil! Sakalı da yok, bıyığı da yok, tamam. Kabak gibi, kaymak gibi, sinek kaydı. İşte bu beyefendidir.
Bir de boynuna bak, kravatı var mı?
Kravatı da var.
Pantolonu nasıl?
Jilet gibi ütülü.
Ayakkabıları nasıl?
Ayna gibi, biraz eğilsen saçını tararsın, üstünü başını düzeltirsin.
"İşte büyük adam bu!"
Bu adam nereden büyük oldu şimdi?
Ayakkabıları ayna gibi, pantolonu jilet gibi, yüzü kaymak gibi... Millet böyle ölçüyor.
Nasrettin Hoca davete gitmiş, kapıdan içeri almamışlar, kovmuşlar. Kızmış, gitmiş samur kürkü giymiş, donanmış, aynı düğün evine gitmiş.
"O, Efendi hazretleri, buyurunuz."
Herkes birbirine soruyor: "Kim bu?" Bilmiyorlar ama, kürküne "Buyurun efendim!" demişler, sofranın baş köşesine oturtmuşlar, önüne yemekleri koymuşlar; "Buyurun efendim, yiyin." demişler.
Hoca durur mu; "Ye kürküm ye, bu izzet itibar bana değil, sana!" demiş.
Millet kılığa kıyafete bakıyor, dış görünüşüne bakıyor. İşin başından, peşinen bir not vermiş:
"Yüksek insan olmak için sinek kaydı tıraşlı olmak, kravatlı olmak lazım. Bir de altın kravat iğnesi olacaktı, unuttum. Altın kravat iğnesi, üstünde elmas taşı olacak. On parmağında, on tane yüzük olacak. Erkek ama olsun. On parmağında yakut, elmas, zümrüt yüzük, kral yüzüğü. Şövalye yüzüğü; yanlış söyledim. On parmağında on yüzük. Burada kravat iğnesi, cebinde kıvrılmış bir mendil. Gri elbise giymişse kırmızı olacak ki uyumlu olsun; kırmızıyla gri uyum sağlar. Millet buna alışmış.
Bazı insanlar da bunu sevmiyor; inadına hür, özgür, serbest geziyor.
Çok sevdiğim büyük bir zât var, Abdullah b. Mübarek. Bir gün arkadaşıyla yola çıkmışlar, basit bir şekilde giyinmişler, kimse bunları tanımıyor. Su içmek için çeşme başına gitmiş. Bakmış izdiham var; "Benim kovam dolacak, senin kovan dolacak." İtişiyor, kakışıyorlar. Su içecek; başka su içecekler de var. Bu da itilmiş, kakılmış, çamurlanmış, ıslanmış. Suyu içmiş, arkadaşının yanına gelmiş; "İşte hayat bu." demiş. Tabiilik hoşuna gitmiş.
Kimisi elini öptürmeyi sever; sıraya gir, kuyruğa gir, makbuz kes, vesaire.
Kimisi el öptürmeyi sever, kimisi kavuğu, cübbeyi, sırmayı sever, kimisi alkışı sever. Ben biliyorum; Hukuk fakültesinin meşhur hocaları, sınıfa girerler, bir alkış kopar; o da gurur duyar. Sonra bir söz söyler; "Yaşa hocam, şak şak şak!"
"Hocam, talebe alay ediyor seninle, dalga geçiyor!"
Ciddi hoca kendisini alkışlattırmaz; "Edepsizler, oturun oturduğunuz yerde bakalım, burası ders ortamı, nutuk meydanı, seçim meydanı değil!" der.
Ama o hoşlanır, dersleri alkışla geçer, alkış olmadığı zaman mahzun olur. Bunların hepsi, nefsin oyunlarıdır.
Eskiler nefsin bu oyunlarına metelik vermedikleri için mütevazı giyinmişler, kendilerini saklamışlar, boynu bükük durmuşlar, itilip kakılmaya razı olmuşlar.
İbrahim b. Edhem, Belh sarayının padişahı, bir bostanda bekçilik yapıyormuş. Oradan bir Moğol askeri geçerken; "Şuradan bir iki salkım üzüm ver." demiş.
"Efendim ben buranın bekçisiyim, sahibi değilim. Üzümü koparıp vermeye iznim, hakkım, salahiyetim yok." demiş.
Bunun üzerine Moğol askeri İbrahim b. Edhem hazretlerini dövmüş. O vurdukça; "Vur vur, eline sağlık. Rabbine güzel kulluk edemeyen bu insana daha çok dayak revadır." diyormuş.
Adam ne bilsin karşısındakinin, bir zamanın Belh şehrinin sultanı, evliyânın sultanı olduğunu. Bilse karşısında el pençe divan durur. Onlar saklamayı seviyorlar. Anlatabildim mi? Bu mübareklerin halleri böyle.
Belli olmaz. Bazen eski püskü giyimli biri karşına gelir. Dilenci sanır, önem vermezsin; Hızır aleyhisselam olur, Allah'ın evliyâsı olur. Bazen de yakışıklı olur. Bu sefer de onun giyiminden kuşamından, yakışıklılığından suizan edersin. "Böyle olmaz." dersin. O da senin gönlündeki şeyin cevabını verir. Anlarsın ki insanlar çeşitli şekillerde maskeleniyorlar, saklanıyorlar; belli olmuyor. Senin sevmediğin bir sıfatla karşına çıkıverir.
Sen neyi sevmiyorsun?
Fiyakalılığı sevmiyorsun; o zaman senin yanına fiyakalı olarak gelir. Fakiri sevmiyorsun, fakir şeklinde gelir. Seni imtihan edeceği için anlayamayacağın bir şekilde gelir. Onun için her kula hürmetle bakmak lazım. Nesine hürmet etmek lazım?
Peygamber Efendimiz bir gayrimüslimin cenazesi geçerken ayağa kalkmış, demişler ki;
"Yâ Resûlallah! O müslüman değil, gayrimüslim."
"Olsun, ben onun insan olmasına ve orada meleklerin bulunmasına kalkıyorum." diyor.
Herkese insan olarak hürmet ederiz, değer veririz. Yanlış bir hareket yapıncaya kadar, iyi insan olarak değerlendiririz. Yanlış bir hareket yaparsa da, tatlı tatlı düzeltmeye çalışırız. Öyle olmamız lazım. Kaşına gözüne, giyimine kuşamına bakıp, "Bu adamı benim gözüm tutmadı." diyerek peşin hüküm veremeyiz, aleyhine tavır alamayız.
Kâle ve süile'n-Nûriyyü ani't-tasavvuf. "Ebû Hüseyn-i Nûrî hazretlerine; 'Tasavvuf nedir?' diye sormuşlar.
Tasavvuf hakkında çok söz söyleniyor ama insanlar yine de anlayamıyor.
Neden?
Laf ilmi olmadığı için.
Tasavvuf laf ilmi değildir. Lafla peynir gemisi yürümez. Tasavvuf hâl ilmidir. O hallere girmedikçe, o zevkleri tatmadıkça, tasavvuf tam anlaşılamaz.
Tasavvuf hakkında ne buyurmuş?
Leyse't-tasavvufu rusûmen ve lâ ulûmen ve lâkinnehâ ahlâkun.
Çok önemli bir nokta.
"Tasavvuf rusûm ve ulûm değildir."
Rusûm ne demek?
"Merasim" demek.
"Kapıdan girerken şöyle duracaksın, şöyle temennâ çakacaksın, eşik öpeceksin, eşik ayini yapacaksın, diz üstünde yürüyeceksin, şeyh efendinin eteğini öpeceksin."
Bunlar işin merasim tarafı, şekil tarafı.
"Tasavvuf rusum; merasim, şekil değildir."
Nedir?
Ve lâ ulûmen; "laf ebeliği, bilgi de değildir."
Tasavvuf kitapları açık, herkes okur. Bunların bazısının Türkçe'ye tercümeleri var.
Biz burada Ebû Hüseyn-i Nûrî hazretlerini Arapça'sından, ana kaynaklarından okuyoruz, Türkçe'de Ebû Hüseyn-i Nûrî hakkında bilgi bulunan kitaplar yok mu?
Var. Baktık, benim kütüphanemde dört tanesini bulduk. Oradan bazı şeyler almış, çok şey de alamamış.
Şiirleri alamamış; şiirleri almak kolay değil. Kolay, hafif şeyleri alır götürürsün, ağır şeyler kalır. Gel de şiirleri çöz bakalım. Onlardan hiç almamışlar. Ama bu, şiirleri almış.
Tasavvuf laftan ibaret değildir. Merasimden de ibaret değildir. "Sarıktı, cübbeydi; sarığın rengi şu olacaktı, yeşil olacaktı, kavuğun dilimleri şöyle olacaktı, parmağında şöyle yüzük olacaktı, elinde âsâ olacaktı, âsânın boyu şu kadar olacaktı, sarığın ucu arkadan sallanacaktı, cübbe şöyle olacaktı."
Bunlar tasavvuf değil. Bu cübbeyi kime giydirirsen onun üstünde durur.
İçi saman dolu, terzi mankenine bile giydirsen durur. Yanlış anlaşılmasın; podyumda tık tık yürüyen kadın mankenleri kast etmedim; heykel gibi olan o cansız mankenlere bile giydirsen olur. Affedersiniz insandan başka bir mahluka giydirsen giyebilir.
Elbiseli maymunlar olmuyor mu?
Pantolon giydiriyorlar, gömlek giydiriyorlar vesaire. Tasavvuf ulûm, merasim, laf ebeliği değildir. İnsan kitaplardaki bilgileri öğrenir, anlatır. Ama gene mutasavvıf olmaz.
Tasavvuf neymiş?
Ve lâkinnehâ ahlâkun. "Tasavvuf, ahlâktır."
Ne demek?
Gel bakalım, üç beş gün senin yanında duralım, seninle bir seyahate gidelim, bir komşu olalım, sohbet edelim. Veya bir ticaret yapalım. Huyun nasıl bakalım, anlayalım. O zaman mutasavvıf olup olmadığı çıkar.
Ahdine vefâsı yok, sözünden dönüyor, cevr-ü cefâ yapıyor, zülum yapıyor, iftira ediyor; bunun tasavvufla ne ilgisi var? Sana komşu olmuş, eza cefa ediyor. Senin hududunu değiştiriyor, tel örgünü yıkıyor, geriye itiyor, şikayet ediyor, kalleşlik ediyor, zahmete, masrafa sokuyor.
Mutasavvıfmış!
Hadi oradan, kimi kandırıyorsun?
Kendini kandırıyorsun. Sen hiçbir şeysin. Mektepte okumuş da, bilmem ne olmuş, şu unvanı almış da. Yazıklar olsun sana, sen o ünvanlardan hiç istifade edememişsin.
Neden?
Tasavvuf ahlâktır. Davranışında görülecek. Davranışından ben seni anlayacağım. Komşuluk ahlâkından, sohbet âdâbından; karşılaştığın olaylar karşısında takındığın güzel tavırlardan, ben senin mutasavvıf olup olmadağını anlayacaktım. Sen mutasavvıf değilsin, yalancısın, alçaksın, kalleşsin, serserisin, kabadayısın.
Neden?
Yaptığın hareketler onların hareketleri, ahlâk onların ahlâkı. Birisi, bir mübareği deneme adına, evine çağırmış, almamış; çağırmış almamış; çağırmış almamış, çağırmış geri göndermiş. Sonra da;
"Efendim çok güzel ahlâklısınız, kızdıracak bu kadar şey yaptım, kızmadınız!" demiş.
O ne demiş?
"Evladım, bu bir şey değil. Bu benim yaptığımı, köpekler bile yapabilir. Çağırırsın gelir, kovarsın gider. İnsan daha güzel ahlâklı olacak. Köpekler kadar bile ahlâkı olmazsa o zaten insan değildir."
Zaten bazı kimseler insanlaşamamıştır. Mâneviyat gözüyle bakarsan içi, sîretleri itibariyle insan olmadığını görürsün.
Şeyh efendinin birisinin torunu varmış, dedesinin yanında otururmuş. Küçük çocuk, masum. Mübarek bir sülaleden. Kapıdan içeriye bir ziyaretçi girince; "A, Dede köpek geldi!" "A, Dede, domuz geldi! "A, Dede, tilki geldi içeri!" dermiş.
"Sus evladım, sus evladım." diyerek sustururmuş.
Neden?
Çocuk sîretini görüyor. Gelen adam domuz huyunda, tilki huyunda, çakal, kurt huyunda, köpek huyunda, daha insan olamamış. İnsanî ahlâka kavuşamamış. O daha köpek, o daha domuz, o daha çakal, tilki huylu. İnsan olacak. Hayvânî ahlâkı bırakacak, insan-ı kâmil olması için insanî ahlâkı alacak, Kur'ânî ahlâkı alacak. Peygamber Efendimiz'in ahlâkı ile ahlâklanacak.
O nedir?
Çok yüksek ahlaktır. Hayatlarını okuduğumuz zaman görüyoruz. O insanların ahlâkı çok hoştur. Cömerttir, affedicidir, yumuşaktır, ahdine sâdıktır, tatlı dillidir, güleç yüzlüdür, merhametlidir. Ama bu, hareketlerinde görünür, lafta değil. Geliyor, hayrını yapıyor, göstermeden kaçıyor.
Borcundan dolayı hapse düşmüş tanıdığını soruyor:
"Bu şehirde benim bir arkadaşım, talebem vardı, bende okumuştu o nerede?"
"Efendim, hapiste."
"Suç mu işledi, niye hapse girdi?"
"Suç işlemedi de, fukaracık birisinden borç almış, borcunu ödeyememiş, ondan hapse atmışlar."
"Ne kadar borcu varmış?"
"On bin dirhem."
Kolay ödenecek bir para değil.
"Alın şu on bin dirhemi, çıkarın onu."
Sonra oradan kaçmış gitmiş, görünmemiş. "İyiliği kendisinin yaptığı bilinmesin." diye, görmek istediği talebesini bile göremeden hapisten çıkarmış, gitmiş.
Bu nedir?
İşte bu güzel ahlâktır, tasavvufî ahlâktır. Tasavvuf, ne ilim, ne merasim, ne şekil, ne gösterişmiş. Tasavvuf, güzel ahlâkmış. Bu çok mühim. Allah hepinizden razı olsun.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.