Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve Kâle EbûOsmân. Ebû Osman rahmetullahi aleyh, kaddesallahusirrahülazîz'in sözleri.
Evceba'llâhüalânefsihi'l-afve ve ani'l-mukassırîneminibâdih, lizâlikekâle. Bismi'l-lâhi'r-rahmâni'r-rahîm ketebe rabbüküm ala nefsihi'r-rahmete ennehû men amile minkümsûenbicehâletinsümmetâbeminba'dihî ve asleha fe-ennehûgafûrun rahîm.
Bu bir âyet-i kerîmedir, En'âmsûresi 54. âyet.
Ebû Osman hazretleri buyuruyor ki;
"Allah kullarından kusur işleyenleri affetmeyi, kendisine vâcip kıldı da bu sebepten bu âyet-i kerîme'yi buyurdu:
Ketebe rabbükümalânefsihî. 'Ey kullar! Sizi yaratan Rabbiniz kendisi üzerine, kendi nefsi üzerine yazdı ki.'"
Neyi yazdı?
Rahmete, "merhametli olmayı, Rahîm olmayı" kendisine yazdı.
Kimse onu mecbur edemez, ne dilerse öyle yapar ama Mevlâmız, rahmetinden kendisi kendi üzerine, Rahîm olmayı, Rahmân olmayı rahmetle muamele etmeyi, kullarına rahmeylemeyi yazdı.
Ennehû. "Şöyle ki." Men amile minkümsûenbicehâletin. "Ey kullar! Sizden biriniz cahillikle bir kötülük işlerse." Sümmetâbe. "Sonra kötülüğünü anlayıp da; 'Tevbe Yâ Rabbi!' diye sözde de fiilen de kötülüğünden dönerse." Minba'dihî. "Bu günahı işledikten sonra o kötü yoldan dönerse, tevbe ederse." Ve asleha. "Ve kendisini ıslah ederse, ıslah olursa, iyi hale dönerse, salih bir kul olursa." Fe ennehûgafûrun rahîm. "Allah onun eski günahına bakmaz, ona mağfiretiyle muamele eder. Çünkü Allah çok mağfiret sahibidir, çok rahmet sahibidir, Gafûr'dur, Rahîm'dir."
Bu âyetikerîme'den kesin olarak biliyoruz ki kul bir kusur, bir günah işlese tevbe etti mi, ıslah oldu mu, Allah onu affediyor. Dilese affetmez ama affettiğini bildiriyor. Affetmeyi kendisi üzerine vecîbe kılmış, kendisi üzerine yazmış. Mevlâmız; "Ben böyle yapayım." diye takdir buyurmuş. Affediyor.
Bu müjdeden ne çıkar?
"Kusurluyum." diyen kardeşlerimiz tevbe ederler, Allah afv-u mağfiret eder. "Mevlâmız kusuru affediyormuş, bağışlıyormuş." der. "Tevbeyâ Rabbi! Senin rahmetin ne kadar çok. Hatamı anladım yâ Rabbi! Gözyaşları ile sana tevbe ediyorum. Bundan sonra inşaallah iyi işler yapmaya niyetlendim. Onları da yaparım, yâ Rabbi! Beni afv-u mağfiret eyle!" dedi mi, Allah günahını bağışlıyor.
Günahı çok büyükse...
Kulun günahı ne kadar yüksek olursa olsun, Allah'ın rahmeti, kulun günahından daha büyüktür. Allah ile yarışılmaz. Allah'ın rahmeti daha çok.
"Söylemeye utanıyorum; gençliğimde, delikanlılığımda, tevbe etmeden, ıslah olmadan önce şunu da yaptım, bunu da yaptım."
Allah affeder. Hatta hatta mahşer yerinde o kadar afv-u mağfiret edecek ki bir ara şeytan bile ümide kapılacak. "'Allah herkesi affediyor; şunu da affetti, bunu da affetti, acaba beni de affeder mi?' diye, iblis bile şeytan bile bir ara heveslenecek." diyor Peygamber Efendimiz.
Peygamber Efendimiz'in bu hadîs-i şerîfinden neyi anlıyoruz?
Allahu Teâlâ hazretlerinin çok affedeceğini, mağfiret edeceğini anlıyoruz. Demek ki bir insan; "Günah işledim, Allah beni affetmez." deyip ipin ucunu salıvermemeli, gevşememeli. "Olan oldu; bir kere günahlara battık, artık battı balık yan gider." demeyecek. "Allah affedermiş, tevbe eden kullarını bağışlarmış, bağışlamayı kendisine prensib edinmiş, karar almış, nefsi üzerine bağışlamayı yazmış, kullarına merhametli davranmayı kararlaştırmış; beni de affeder." diyecek.
Bu büyük bir müjdedir. Eğer Allahu Teâlâ hazretleri kullarını her işlediğinden mutlaka cezalandırsa idi, yeryüzünde bir kul kalmazdı, hepsi mahvolurdu.
Neden?
Kusursuz kul olmaz da ondan.
Ne diyor Süleyman Çelebi?
Gece gündüz işleri isyan kamu.
Korkaram ki yerleri ola tamu.
Peygamber-i Zîşânımız Miraç'ta Allah'ın huzurunda ümmetinin affını istiyor.
Ya Rabb,i ol zayıf ümmetlerin hali nola? "Dünyada bıraktığım şu zayıf ümmetimin hâli ne olacak?"
Hazretine nice anlar yol bula. "Senin rızanı onlar nasıl kazanacaklar, huzuruna nasıl gelecekler yâ Rabbi?"
Gece gündüz işleri isyan kamu. "Gece gündüz tüm işleri hata ve isyan etmek."
Korkaram ki yerleri ola tamu. "Korkuyorum ki yerleri cehennem olacak."
Tamu ne demek?
Eski Türkçe'de "cehennem" demek.
Gece gündüz isyan... Eğer Allah rahmetiyle muamele etmeseydi, eğer kendi nefsi üzerine rahmeti yazmasaydı, kararlaştırmasaydı, sonuç cehennem olurdu, mahvolurduk. Ama çok şükür yazmış. Kendisi o kararı vermiş. Hata işleyip de tevbe eden sonra ıslah olan kulları affedeceğini, bu âyet-i kerîme müjdeliyor.
O halde ne yapacağız?
Herkese bunu bildireceğiz. "Korkma kardeşim, üzülme, olan olmuş bir kere, hadi gel bakalım, tevbe et, Allah'ın iyi kulu olmaya karar ver, hâlini düzelt, tevbe edip de ıslah olanları Allah affedecek." diye müjdelememiz lazım.
İşlediği günahtan dolayı ,İslâm'da ümitsizliğe düşmek, ümitsiz olmak, ümit kesmek haramdır.
La taknetûminrahmeti'llâh. "Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz." diye Allah'ın emri varken Allah'ın emrine karşı gelmek, ümit kesmek yok.
Ne olacak?
"Rabbim affeder." diye ümit besleyecek.
Ama burada da bir tehlike vardır, ümitlenip ümitlenip de gevşek durur, günaha devam ederse ne olur?
Belasını bulur, cezasını çeker. Sululaşmamak, cıvıklaşmamak, ciddiyetini korumak, verdiği sözü tutmak lazım. Tevbe etmek, tevbesinde sadakat göstermek, nefsini ıslah etmek lazım.
"Adam kumar oynamış, Allah affeder mi?"
Eder.
"Zina etmiş, Allah affeder mi?"
Eder.
"Hırsızlık yapmış, Allah affeder mi?"
Edebilir.
Ve in zenâ ve in saraka.
Peygamber Efendimiz; "Allah affeder." deyince, muhtemelen cahiliye devrinde böyle günahlar işlemiş biri demiş ki;
"Yâ Resûlallah! Zina etmiş, hırsızlık yapmış olsa da affeder mi?"
"Eder." Yine sormuş, yine, "Eder." demiş. Tekrar sorunca, "Burnu yerde sürtesice eder!" demiş.
Allah affetti mi affeder, tevbesi samimi oldu da, Allah bir kulu sevdi mi, affeder.
Açıkça, erkekçe söyleyecek; "Yâ Rabbi! Ben kusurluyum ama pişmanım, sana karşı mahcubum, iyi kulun olmak istiyorum." diyecek. "Yâ Rabbi! Şu sigarayı, içkiyi bırakamıyorum; bana yardım et!" diyecek.
Samimi oldu mu Allah yardım eder. Candan istedi mi dua neler yapar, neler yapar. Duanın açmadığı kapı olmaz. Ama samimiyetle isteyecek.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ömer Efendimiz'e bir dua etti, küfürden döndü, imana geldi. Dua çok şey yapar.
ed-Düâüyerüddü'l-kabaeba'de en yübrem. "Kesinleşmiş kader-i ilâhîyi bile değiştirir, Allah'ın hükmünü değiştirir, kulu iyi bir noktaya getirir."
Dua edeceksiniz, boyun bükeceksiniz, mûnis kul olacaksınız.
Mûnis ne demek?
Yumuşak, kuzu gibi… Yumuşak kul olacaksınız, tatlı olacaksınız. Hani bazen çocuk yaramazlık yapar da, çok tatlı olduğu için annesi babası affeder ya; "Bardağı yine kırdın ama kerata ne kadar da tatlısın, hadi affettim!" der ya, onun gibi mûnis olacaksınız. Allah'a yumuşak, güzel, samimi kulluk edeceksiniz; o zaman affeder.
"Affeder." deyip şımarırsa gazap eder; o da hemen yanında, işin öbür tarafı. Şımarmayacak, edepsizleşmeyecek,
Kâle ve kâleEbûOsmân: ez-Zühdü fi'l-harâmiferîdatün ve fi'l-mübâhifadîletün ve fi'l- halâlikurbetün.
Ebû Osman hazretleri zühd üzerine konuşuyor.
Zühd ne demek?
"Umursamamak, istememek, aldırmamak" demek.
ez-Zühdü fi'd-dünya. "Dünyalığı sevmemek, dünyalığa karşı müstağnî olmak, ona aldırmamak" demek.
"Tamam kardeşim, para da pul da, mal da mülk de, mevki de makam da senin olsun."
Gözü yok. Bu göz tokluğuna, müstağnî olmaya zühd derler.
ez-Zühdü fi'l-harâm. "Haram olan şeylere karşı müstağnî olmak, zühd sahibi olmak; aldırmamak, istememek, önem vermemek, hırs beslememek."
Bu nedir?
Harama karşı zühdfarîzatün, "Farzdır."
Herkes harama karşı zühd sahibi olacak, istemeyecek, yüz çevirecek.
Haram nedir?
İçki haramdır; zina, kumar, faiz haramdır. Haramları liste yapacaksınız. Haramlara müstağnî olacaksınız. Hiç aldırmayacaksınız, gözünüzü çevirip bakmayacaksınız, heveslenmeyeceksiniz, haramları arzulamayacaksınız. "Harama karşı zühd, farzdır."
Ve fi'l-mübâhıfadîletün. "Mübah olan şeye karşı zühd, fazîlettir."
Mübah olan şeyler nelerdir?
Allah'ın haram kılmadığı, serbest olan şeyler; yapsa da olur, yapmasa da olur, onlara mübah derler. Allah ibâha eylemiş, müsaade eylemiş; "Yapabilirsiniz." demiş. "İlla yapın." da değil; isterseniz yapabilirsiniz, canınız isterse yaparsınız.
Mübah ortada; ne haram, ne farz nötr deniliyor, sıfır, -nötr demeyeceğiz çünkü yabancı kelime- ortada. "Mübaha karşı zühdfazîlettir."
Adam, mübahı bile istemiyor. Aslında mübah ama onu bile istemiyor; bu fazîlettir.
Ve fi'l-halâlikurbetün. "Helale karşı zühd, Allah'a kurbiyettir, yakınlıktır."
Allah'ın öyle er, öyle mert, öyle sâfî kulları vardır ki harama bakmaz, mübaha da yanaşmaz. Helalden bile zühd; ona bile aldırmıyor.
Peki bu adam neye aldırıyor?
Allah'a güzel kulluk etmeye bakıyor.
"Bir misal ver de anlayalım." derseniz;
Hz. Ömer radıyallahuanh halife olmuş.
Halife ne demek?
"Devlet-i aliyye-i İslâmiyyenin devlet başkanı, reîs-i cumhuru olmak" demek.
İslâm devletinin başkanı olmuş, ama hırkasında kırk yama varmış. Sayısı kırk değilse bile hırkası yamalıymış, yamalı hırka giyermiş. Sofrasında kuru ekmek varmış, yemekleri çok sadeymiş, çok basitmiş.
O kadar süssüz, çeşitsiz sofrası varmış ki:
Bir akşam, Peygamber Efendimiz'in zevcesi olan kızı Hz. Hafsa, babasının yanına gelmiş. Babası halife, Hz. Hafsa Peygamber Efendimiz'in dul eşi, Hz. Ömer'in kızı. Hz. Hafsa'dan dolayı Hz. Ömer, Peygamber Efendimiz'in kayınpederiydi.
Birisi Peygamber hatunu, mü'minlerin annesi Hz. Hafsa radıyallahuanhâ, birisi de İslâm devletinin başkanı Hz. Ömer radıyallahuanh. Babasının yanına gelmiş, bakmış ki babasının, halifenin sofrası yürekler parçalayacak gibi, fakirane. Dayanamamış demiş ki; "Babacığım, Allah bizi fakirlikten kurtardı, elhamdülillah fütûhat oldu, Beytülmâlganîmet doldu, fakirlik gitti. Mal var, yiyecek, giyecek her şey var, neden bu sofrada kendine bu kadar eziyet ediyorsun? Bu kadar fakirane sofra kuruyor, kuru ekmek yiyorsun? Katık yok, bir şey yok."
Kızı acıdığı için babasına böyle söylemiş.
Babası da;
"Sen bilmiyor musun Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hayattayken nasıl aç zamanları geçti, karnına taş bağladı, yoksulca hayat sürdü? Eline ne paralar, altınlar geçtiği halde yanına tutmadı, dağıttı, çok kereler oruç tuttu, bilmiyor musun? Ben de öyle yapacağım; ölüp de huzuruna vardığım zaman böyle varmak istiyorum." dedi.
Bu nedir?
Helale karşı bile zühddür. Helali bile istemiyor. Halbuki; "Peki madem, hazırladığın sarma, dolma, sebze, etli yemek varsa getir de yiyeyim bakalım." der insan, çünkü helal. Kızı kendisine hediye getirmiş, kaşıkla; "Oh çok da tatlı, leziz olmuş eline sağlık, güzel yapmışsın maşaallah!" der insan. Ama kuru ekmek yiyor, yamalı hırka giyiyor, zahidâne yaşıyor. Değil harama, değil mübaha, helale bile aldırmıyor. Helale karşı bile, kendisinin hakkı olabilecek tabi şeylere bile karşı duruyor.
Hayatını okuduğumuz Ebû Osman isimli zât, bunu tavsiye ediyor:
"Harama karşı zühd farzdır, farîzadır. Mübaha karşı zühdfazîlettir, helale karşı zühdkurbiyettir." diyor.
Demek ki mümkün olduğu kadar helalleri bile azaltacağız ki zahidane bir hayat sürmüş olalım da, dervişliğin tadını tadalım. Aslında derviş, "fakir" demek. Evet, sen zenginsin, zenginken geldin, derviş oldun ama olsun. Evinde yiyecek olsa bile az ye biraz, fakirlerin halini anlarsın. Biraz miden kıvrılır, acır, boynunu bükersin, sesin kısılır, benzin sararır, o kadar.
İnsan helale karşı böyle yaptı mı kurbiyet oluyor, Allah'a yakınlık oluyor.
Mesela adam oruç tutuyor:
"Ramazan değil, bugün neden oruç tuttun?"
"Sevap kazanayım diye."
Zühdün üç çeşidi varmış; haramlara karşı zühd, mübahlara karşı zühd, helale karşı zühd.
Harama karşı zühd, farîzaymış, farzmış.
Mübaha karşı zühd, fazîletmiş.
Helale karşı zühd, kurbiyetmiş.
Bize, "Biraz zahidane hayat yaşayın." demiş oluyor.
Kâle ve kâleEbûOsmâ nettefvîzuraddümâcehilteilmehû ilâ âlimih, ve'ttefvîzumukaddemetü'r-rıdâve'r-rıdâbâbü'llâhi'l-a'zamü.
Tefviz-i umûr etmek diye bir şey var. Tefviz-i umûr etmek, ne demek?
"İşlerini Allah'a ısmarlamak, havale etmek." demek.
"Yâ Rabbi! Sana tevekkül ettim, işlerimi sana havale eyledim, seni vekil edindim, sana sığındım, bana yardım eyle yâ Rabbi!" diye, işlerini Allah'a havale etmek, Allah görüversin diye Allah'a tevekkül etmek.
Bu tefviz, fe, vav, ye, dad harfiyle. Tefvîz mühimdir. Meşhur alim Erzurumlu İbrahim-i Hakkı hazretlerinin güzel, uzun bir şiiri var.
Adı nedir?
Tefvizname.
Bu kelimeden gelir.
Ne diye başlıyor?
Hak şerleri hayreyler.
Zannetme ki gayreyler.
Ârif anı seyreyler,
Mevla görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.
"Neylerse güzel eyler." diye işini Allah'a havale ediyor.
Uzun ,birkaç sayfa sürecek bir şiir
Ne diyor?
Bir şeyi murâd etme.
Olmazsa inâd etme.
Haktandır o, reddetme.
Mevlâ görelim neyler.
Neylerse güzel eyler.
Allah'ın her şeyini hoş görüyor, her şeyinin güzelliğini seziyor. Mukadderâtın cilvelerini, hikmetleriyle anlıyor, beğeniyor, tefvîz-i umûr ediyor. Bu yüksek bir duygudur. İmandan doğan, mârifetullahtan doğan bir duygudur. Allah'a inanıyor, Allah'ı biliyor, işlerini O'na ısmarlıyor, tefvîz-i umûr ediyor.
Tefvîz etmek ne demektir?
Reddümacehilteilmehû ilâ âlimihî. "Ne olduğunu bilmediği şeyi, bilene havale etmektir." diyor.
Yarın ne olacağını, işin nereye varacağını bilmiyorsun, Allah biliyor.
"Yâ Rabbi! Sana teslim ettim, seni vekil edindim, sana tevekkül ettim." diyorsun.
"Ne olduğunu bilmediğin, ilminden cahil olduğun şeyi, bilenine havale etmek."
Bileni kim?
Allah.
"Allah'a havale etmektir." diye tarifini yapıyor. Sonra da ikinci cümleyi söylüyor:
et-Tefvîzumukaddemetü'r-rıdâ. "İşlerini Allah'a ısmarlamak, tefvîz etmek, rızâ makamının ilk kademeleridir." Ve'r-rıdâ. "Rıdâ makamı ise." Babu'llâhi'l-a'zam. "Allah'a getiren en büyük kapıdır, Allah'ın en büyük kapısıdır."
Rızâ ne demek?
Allah insanın başına ne getirirse kul razı. Kadere razı, hiç itirazı yok, Allah'tan gelen her şeyden hoşnut ve razı; "eyvallah" diyor.
"Rıza, Allah'a götüren, Allah'a kavuşturan en büyük kapıdır. Tefvîz de, işini Allah'a ısmarlamak da, bu noktaya götüren işin mukaddimesidir." diyor.
İnşallah ağır gelmiyordur, anlıyorsunuzdur, anlayıp yapacaksınızdır. Anlamak da güzel ama anladığını uygulamak daha güzel. Bir insan işini, Allah'a havale etti mi, Allah onun her işini güzel eyler. Onun yapacağından daha güzel eder. "Bunu halk da anlasın." diye bu hususta bazı fıkralar anlatarak, öğretmeye çalışırlar.
Misal,
Bir cuma günü, adamın birisinin başına işler birikmiş. Değirmende buğdayı un olacak, buğday çuvalı öğütülecek, getirilecek, evde ekmek kalmamış, çocuklar ağlıyor, ekmek yapılacak. Evde ekmek yok. Buğday öğütülmüş, değirmenden un getirilecek. Tarlaya kanaldan, arktan su alınacak; o cuma günü, sıra ondaymış. Bahçe sulanacak, sebzeler kurumayacak. O olmazsa sırası 15-20 gün sonra gelecek, bahçe kuruyacak, mahsul telef olacak. Değirmene mi gitsin? Tarlayı sulamaya mı gitsin? Hepsi epeyce uğraştıracak işler. Cuma namazına mı gitsin? Bir de koruda hayvanı varmış, alınacak. Hayvana binecek, gidecek, değirmenden yükleri alacak, eve getirecek. Hepsini birden yapması mümkün değil.
"Yâ Rabbi! İşlerimi sana havale ettim." demiş, kalkmış namaza gitmiş, cuma namazını kılmış, eve geliyor. İşlerini tefviz eylemiş, Allah'a havale etmiş. Eve geliyor ama korka korka geliyor. Sabah çıkarken; "Ben cumaya gideceğim." diye, hanıma da söylememiş hanım şimdi beni görünce; "'Be adam un nerede, hani ekmek yapacaktık? Çocuklar iki gündür aç, ağlaşıyorlar.' diyecek." diye çekinerek evin kapısından girmiş.
Bakmış hanım bağırmıyor, çocuklar eteğine sarılmıyor, "Baba açız." demiyor, içeriden ekmek kokuları geliyor, şaşırmış, sormuş:
"Hanım, hayrola ne oldu?"
Demiş ki;
"Sen gittin, biraz sonra komşu değirmenden geldi, baktım hayvanından indirdiği çuvallar bizim işaretli çuvallarımız, 'Bu çuvallar bizim.' dedim. 'Hay Allah, yanlış almışım, peki sen bunları al.' dedi, tekrar değirmene kendi unlarını almaya gitti, unlar öyle geldi. Ben de unlarımız gelince ekmek yaptım, çocukları doyurdum." Bir iş halloldu.
Sonra bir kişneme sesi duymuş, bakmış at bahçede, kösteğin ipini koparmış çitten atlamış, eve gelmiş. Halbuki gidip almasaydı, kurtlar parçalayacaktı. O da öyle kurtulmuş, biraz sonra öbür komşusu gelmiş, demiş ki;
"Bugün senin tarlanın su günüydü, suyu sen alacaktın, bahçeni sulayacaktın, niye gelmedin?"
"Sorma, işlerim çok da, gelemedim." "Cumaya gittim." dememiş de "Ne yapayım gelemedim, artık kaçtı fırsat, sebzeler meyveler kuruyacak." deyince;
"Meraklanma, senin gelmediğini görünce, ben suyun önünü açtım, senin nâmına bahçeni bir güzel suladım." demiş.
O da teşekkür etmiş.
Zaten yetişemeyecekti; birisine gitse üç tanesi yapılamayacaktı, işlerini Allah'a havale etti, ibadete gitti, Allah öteki işlerine de yardımcı oldu. Allah'a tevekkül etmenin, işlerini havale etmenin güzelliğini anlatmak için eskiler insanlara böyle misaller anlatırlardı.
Birisi de kendi kendine; "Allah'a tevekkül ettim, işlerimi tefvîz eyledim. Yanıma heybe, kırba, su, yiyecek almadan çöle yolculuğa çıkacağım. Allah tevekkül edenlerin yardımcısı oluyormuş, yemek de götürmüyorum ama ağzıma balla kaymaktan başka bir şey koyarlarsa yemem." demiş, yola çıkmış.
Tevekkülü, tefvîzi yapmış, çölde yola çıkmış ama çöl kolay değil ki uçsuz bucaksız bir yolculuk. Sıcak, aşağıda kızgın kum, basınca insanın ayağı göçüyor, tâkati kalmıyor. Üstünde güneş fırın gibi, her taraf sıcak, yürümüş, yürümüş, yürümüş, takati kalmamış, gözleri kararmaya, yavaş yavaş pişman olmaya başlamış.
"Hay Allah! Yanımıza heybe de, su da, kırba da almadık, galiba öleceğiz." diye düşünürken takati kesilmiş, güneşin altındaki çölde bayılacak hale gelmiş, "Küüüt!" diye kumların üstüne düşmüş.
O sırada ileriden bir kervan geçiyormuş, kervandakilerden bir tanesi demiş ki;
"Ufukta bir karaltı gördüm, insana benziyordu, düştü."
Arkadaşları;
"Burası çölün öyle bir yeridir ki insan olmaz. Sen yanlış görmüşsündür veya serap görmüşsündür."
"Yok, serap görmedim, adamdı, yürüyordu, pat diye düştü."
"Yok, o yabani hayvandır."
"Hayır adamdı, kesin doğru gördüm." deyince;
"Gidelim bari." demişler.
Atlarını o tarafa çevirmiş, söylenen istikamete varmışlar, bir taraftan da; "Hey! Orada birisi var mı?" diye bağırıyorlarmış, bu da yattığı yerden duyuyormuş ama; "Ben Allah'a tevekkül ettim, seslenmeyeceğim." diyor, ses de vermiyormuş. Yanına kadar gelmişler, izlerinden bulmuşlar.
"Adam yere düşmüş, bayılmış, güneş çarpmış, vah yazık!" demişler.
Birisi,
Orada güneş çarpan insanın ağzına, erimiş tereyağı ve bal akıtırlarmış.
"Gidin kervandan bir şeyler bulun." demiş.
Birileri koşmuş; kervandan erimiş yağ ve bal bulmuş. Bunun ağzını zorla açtırarak, kaşıkla akıtmışlar, onu baygınlıktan kurtarmaya çalışmışlar.
Adam gülerek kalkmış;
"Yâ Rabbi! Senin vaadin haktır. Fe men yetevekkelale'llâhi fe-hüve hasbüh. 'Kim Allah'a tevekkül ederse Allah ona kâfi gelir.' buyurdun. Seni imtihan etmek doğru değil ama 'Ben de tevekkülü deneyeyim.' dedim; tam benim şart koştuğum şekilde imdadıma yetiştin." demiş.
Böyle hikayelerle bu işi anlatırlar. İşlerini Allah'a havale etmek güzel bir şeydir, rıza makamının ön kademesidir. Kadere rıza da çok yüksek bir tasavvufî makamdır.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.