Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
İkinci tabakanın birinci şahsı kim?
Ebu'l-Kâsım el-Cüneyd; "Cüneyd-i Bağdâdî" dediğimiz zât. Adını duymuşsunuzdur, söylemiştik. Arapça'da bir insanın isminin bölümleri vardır.
Bir kendisinin adı vardır, bir künyesi vardır. Künye, "kola takılan madeni levha" demek değil. Eskiden künye Ebû kelimesi ile yapılan "isim vuruldu" demek.
Mesela Peygamber Efendimiz'in ismi ne idi?
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem.
Künyesi ne idi?
Ebu'l Kâsım.
Ebu'l Kâsım ne demek?
"Kâsım'ın babası" demek. Araplar asaletli insanlara ismi ile hitabı ayıp sayarlardı. "Yâ Muhammed!" demezlerdi. Beyefendi, asaletli, itibarlı kimselere ne derlerdi?
"Ey falancanın babası!"
Peygamber Efendimiz'e, "Yâ Ebe'l-Kâsım!" derlerdi.
Ne demek?
Ey Kâsım'ın babası!
Bu bir hürmet ifadesi. Böyle ebu kelimesine yapılan tamlamalara "künye" deniliyor.
İsminde başka nesi vardır?
Babasının adı ile beraber zikredilir. Mesela Peygamber Efendimiz'in ismi Muhammed, babasının adı Abdullah.
Ebu'l-Kâsım Muhammedü'bnü Abdillah, "Abdullah'ın oğlu Muhammed, Ebu'l-Kâsım Muhammed." Baba adını da kullanırlardı.
Türkçe'de de "baba adı" kullanmak vardır. Mesela "Köroğlu, Hatipoğlu, İmamoğlu" diyorlar. Bu bir lakaptır. Kendi ismi değildir. Babasının sıfatı ile anılmasıdır.
Bir de her insanın lakabı vardır. Mesela Sarı Saltuk. Mübarek zâtın adı Saltuk. Sarışınmış. Lakabı öyle; "Sarı Saltuk" diyorlar. "Akşemseddin" diyorlar; saçları, kaşları veya sakalı beyazmış. Bu da lakaptır.
Şimdi gelelim:
Ebu'l-Kâsım el-Cüneyd.
Minhüm el-Cüneydü'bnü Muhammed Ebu'l-Kâsım el-hazzâz. Ve kâne ebûhü yebî'u'z-züccâc.
Kitabımızda anlattığımız evliyâullahtan birisi de Cüneyd'dir. İsmi el-Cüneyd.
Babasının ismi nedir?
Muhammed. "Muhammed oğlu Cüneyd."
Künyesi nedir?
"Ebu'l-Kâsım." Demek ki Peygamber Efendimiz gibi künyelenmiş. Ebu'l-Kâsım Cüneyd hazzâz imiş. Hazzâz da "ipekçi, ibrişimci" demek. Belki ibrişimi, ibrişim olarak satıyor. Belki kumaşın üstüne ibrişimden sararak nakışlar yapıp satıyor. Nakkaş gibi; o mânaya gelen bir kelime. Hazzâz. Babası cam eşya satarmış.
Ve kâne ebûhü yebî'u'z-züccâc. Şimdi "züccaciyeci" diyoruz. Babası cam eşya satarmış.
Fe li-zâlike kâne yükâlü lehû el-Kavârîrî. "Bu sebepten de ona el-Kavârîrî de denirdi."
Cüneyd-i Bağdâdi.
el-Bağdâdî nedir?
İsm-i nisbesidir. Nereli olduğunu gösteriyor. "Kavârîri" de denirdi.
Neden?
Cam eşya, camdan yapılmış bardaklar, sürahiler filan satardı da onun için.
Asluhû min nihâvend. "Aslı Nihavent şehrinden idi."
Aşağıda Nihavent'in neresi olduğunu anlatıyor.
Beldetün min bilâdi'l-cebeli kadîmetün. "Nihavent, İran'la Irak arasında ki cebel mıntıkasında eski bir şehirdir."
Beynehâ ve beyne Hemedân selâsetün eyyâm. "Hemedan şehriyle arasında üç günlük mesafe vardır."
Fütihat senete tis'a aşere. "Burası Hicrî 19 senesinde müslümanlar tarafından fetholundu."
Peygamber Efendimiz'in Medine-i Münevvere'ye hicretinden 19 sene sonra müslüman askerler, -elhamdülillah- Arabistan'ı tamamen fethetmişler. Suriye'yi, Irak'ı fethetmişler. İran'ın hududuna gelmişler. Irak'la İran arasındaki bizim memleketimize yakın tarafları zorlamaya başlamışlar. Bu Nihavent şehrini 19 senesinde fethetmişler. Ta o zaman, Hz. Ömer zamanında müslüman olmuşlar. Bizim Güneydoğu Anadolumuz da Hz. Ömer zamanından beri İslâm'dır, müslümandır. Hz. Ömer zamanına dayanır.
Bütün o diyarlar o zamanlar fethedilmiştir. Diyarbakır, Batman, Adıyaman vesaire hepsi Hz. Ömer zamanından beri Lâ İlâhe illallah okunan İslâm diyarıdır. Orası köklü bir İslâm diyarıdır. Ahalisinin çoğu da fatihlerin evlatlarıdır, Arap kökenlidir. Orayı fetheden insanların evlatlarıdır. Kimisi Kürtçe, kimisi Arapça, kimisi Türkçe konuşur; hepsi kardeştir.
Fî hilâfeti Umeri'bni'l-Hattâb. "Hz. Ömer'in halifeliği zamanında fethedilmiş bir yerdir"
Bak, kitabı hazırlayan insan bizi rahatlattı. "Nihavent neresidir?" diye meraktan kurtulduk. Aşağıda tarihini de, mesafesini de anlattı. İşte bizim Hakkari'den, Urfa'dan şöyle biraz aşağıya gidiverdin mi orada imiş. Cüneyd-i Bağdâdî oradanmış, o mıntıkadanmış, aslı oradanmış da Bağdat'a gelmiş, yerleşmiş.
Neden?
Cüneyd-i Bağdâdî zamanında Bağdat, İslâm âleminin kalbi idi. İslâm medeniyetinin en büyük numunesi idi, ilmin merkezi idi; çok büyük bir yerdi.
"Niye 'böyle idi' diyorsun hocam?"
Bir kere Moğollar istila ettiler, orayı mahvettiler. Müşrik, kâfir Moğollar, Orta Asya'dan, Çin'den, Moğolistan'dan o taraflardan büyük kalabalıklar halinde geldiler, İslâm âlemini çiğnediler, İslâm devletleri ile savaşıp yendiler, ezdiler, şehirleri yaktılar, yıktılar.
Hülagu zamanında Cengiz Han'ın Moğol orduları Bağdat'a geldiler, adamları kestiler, kestiler. O Bağdat'ın nehri, kanlardan kıpkırmızı aşağı doğru aktı. Bağdat'ın içinden geçen o nehir kırmızı aktı! Çünkü kâfir adamlar! Yağma ettiler. Paralar, eşyalar, antikalar hepsi gitti. Kütüphanelerin hepsini Dicle Nehri'ne attılar. Tabi mürekkepler suda eridi. Bu sefer de nehir simsiyah aktı. Ama İslâm âleminin en büyük kitapları suda gitti.
Moğolların yaptığı tahribatın büyüklüğünü anlata anlata bitiremeyiz. Adamlar kâfir, mü'min değil; müslümanların düşmanı.
Sonra ne oldu?
Asırlar geçtikçe onlar da İslâm'ın hak din olduğunu anladılar, müslüman oldular ama ilk başta o büyük tahribatı yaptılar. Anadolu'yu da yaktılar, yıktılar. Sivas'ı, Anadolu'nun öbür şehirlerini yaktılar, yıktılar; Konya'ya kadar geldiler. Her yere adamlarını yerleştirdiler. Çok zulümler yaptılar. Sonra toparlandılar, müslüman oldular. Gazneli Mahmut Han zamanında İslâm'ı kabul ettiler. Ama müslüman oluncaya kadar da İslâm âlemine çok zarar verdiler. Müslümanları çok kestiler, öldürdüler.
Bunlar Harezm'e girerken Bizim Kübreviyye tarikatimizin piri Necmeddin-i Kübrâ hazretlerine; "Gidelim." demişler. İhtiyar hâli ile "yok" demiş. "Ben bunlarla cihat edeceğim." Önüne taşları yığmış. Eskiden taşları uzunca bir bezin içine koyup kafanın üzerinde çevirip, çevirip, çevirip atarlarmış. Tabi o zaman elle atmaktan daha öteye gidiyor, çünkü çevirmekten bir hız kazanıyor, buna "sapan" derlermiş, yani bu, çocukların yaptığı lastik sapan değil de böyle bir sapan çeşidi varmış. Taşı alırmış, şekli belli olan bir bez içine koyarlarmış, kocaman bir taş, bunu atmak istese üç metre öteye atar ama başının üstünde çevirip çevirip ustalıklı şekilde nişan alıp karşıya savurduğu zaman kocaman bir taş düşmanın göğsüne, kafasına geliyor, küt diye attan devriliyor. Öyle sapanla taş atarmış. O zaman top yok, tüfek yok. Kılıç var, ok var; bir de sapan var. Al sana düşmanla çarpışmak için silah, taş. Mübarek; taşları önüne yığmış. Taşlar bitinceye kadar Moğol askerlerine atmış. Moğol askerleri de onu şehit etmişler. Necmeddin-i Kübrâ hazretleri çok büyük alim, tarikat piri, tarikatı kuran büyük zâtlardan birisi.
İşte neyse Bağdat, eskiden böyle bir yerdi. Eğer Bağdat yakılıp yıkılmasaydı, o eserler zamanımıza kalsaydı kim bilir neler gelecekti... Allah bilir; biz bilemiyoruz. Dicle'nin içine neler gitti, hangi kıymetli kitaplar gitti...
Kitapların kıymetini size şöyle anlatayım. Adamın birisi babasından, dedesinden kalma bir yaldızlı kitabı eline almış, satacak, kıymetli olduğunu anlıyor da ne kadar kıymetli olduğunu bilmiyor. Kitabı, kitaptan anlayan, kitabı seven kimse bilir, parasını o verir. Bizim Fatih Caddesi üzerinde bir kütüphane vardır. Caddeye böyle biraz çıkıntılı… "Ali Emirî Kütüphanesi" derler. Orası medresedir. Ali Emirî Efendi Diyarbakırlı, o medresinin idaresine sahip, orada duruyormuş; bu adam, elindeki bu kitabı almış, Ali Emirî Efendi'ye getirmiş.
"Bunu satmak istiyorum, alır mısın?" diye sormuş.
Ali Emirî Efendi meraklı ya, "Alırım." demiş. Bakmış, çok kıymetli bir kitap. Dünyada bir tane. "Sen odaya gel." demiş. Kitabın sahibini medresenin odasına almış. "Buyur gel." demiş; o da "Galiba para verecek." diye medresenin odasına girmiş. "Sen burada otur." demiş. Çıkarken demir kapıyı çekmiş, kapatmış. Demir kapı, medrese duvarları kalın, kesme taştan, camlar da demirlerden; dışarı çıkamaz. Kilitlemiş; adam içeride hapiste kalmış gibi "Yahu, beni niye buraya hapsettin?" diye yumrukluyor.
Dosdoğru ahbabını dolaşmaya gitmiş. "Yahu, çok kıymetli bir kitap geldi. Yanımda param yok, bana biraz borç verin." demiş. Sekiz altın. O da tedarik etmiş, gelmiş, demir kapıyı açmış, adama parayı vermiş, kitabı almış.
Niye böyle yapıyor?
"Adam beklemez, gider; bir daha bulamam." diye korkusundan, kitabı sevdiğinden yapıyor. Adamı hapsetmiyor. "Kitap kaçmasın." diye kitabı hapsediyor. Düşünün böyle bir kitap; bazen paha biçilmeyecek kadar kıymetli olur, dünyada bir tane olur. İçinde çok kıymetli bilgiler olur. Bağdat şehrinde Dicle Nehri'nin içine nice kitaplar atılmış... Halifelerin yaşadığı, sarayların olduğu Bağdat'ta ne zayiat olduğu oradan anlaşılıyor.
Cüneyd-i Bağdâdî Bağdat'a yerleşmiş.
Ve mevlidühû ve menşeühû bi'l-Irâk. Aslı Nihavent şehrinden ama "Doğması, yetişmesi Irak'ta oldu."
Kezâlike semi'tü Ebe'l-Kâsımi'n-Nasrâbiziyyü yekûl. "Ebu'l-Kâsım Nasrâbâziyyu isimli alimden böyle söylediğini duydum." diye söylüyor.
Ve kâne fakîhen. Cüneyd-i Bağdâdi için söylüyor. "Cüneyd-i Bağdâdî sûfi idi ama fakihti."
Fakih ne demek?
"Fıkhı çok iyi bilen" demek. "İlmihali, İslâm fıkhını, hukukunu çok iyi bilen" demek.
Bir insan İslâm'ın ahkâmını iyi bilirse o çok kıymetli olur. Hele hele sûfilerin, tarikat erbabının İslâm'ın fıkhını çok iyi bilmesi lazım. Fıkhı bilmiyor. Ne yaparsa namaz bozulur? Ne söylerse günah olur? Ne yaparsa yanlış olur? Bunu bilmiyor. Bu adama uyulur mu? Bilmiyor, cahil! Yalan söyler, yanlış söyler.
Fıkıh çok önemli. Her şeyin aslı, çözümü fıkıh ilminde olduğundan, bir insanın mutlaka fıkhı çok iyi bilmesi lazım. Cüneyd-i Bağdâdi fakih imiş, fıkhı çok iyi bilen bir kimse imiş. Kur'an'ı, hadîs-i şerîfleri biliyor. Allah'ın emirlerini, yasaklarını biliyor, ince meseleleri biliyor. Fakih.
Tefakkaha alâ Ebî Sevrin ve kâne yüftî fî halkatihî. "Ebû Sevr'in meclislerinde, derslerinde fıkhı öğrendi."
O zaman fakih oldu.
Bu Ebû Sevr kimmiş? Ebû Sevr künyesi oluyor; asıl adı değil.
İbrahimi'bni Hâlidi'bni'l-yemân. Ebû Sevrini'l-Kelbî el-fakîh. "Adı İbrahim, babasının adı Hâlid, dedesinin adı Yeman'mış. Benî Kelb kabilesindenmiş."
Min ehadi'l-eimmeti'l-müctehidîn. "Cüneyd'in hocası içtihat yapabilecek kadar önde gelen fıkıh alimlerindenmiş."
İyi hoca, iyi talebe yetiştirir. Hoca iyi ise talebe iyi olur. Hocası müçtehit fakihmiş, yani içtihat yapabilecek derecede kıymetli...
Kâne min eimmeti'd-dünyâ. "Dünyanın imamlarından idi."
Kâle anhü Ahmedi'bni Hanbel. "Hanbelî mezhebinin imamı Ahmet b. Hanbel, Cüneyd'in hocası hakkında diyor ki;"
A'rifühû bi's-sünneti münzü hamsîne sene. "O mübarek zâtı sünnet ve hadis bilgisinden dolayı elli yıldan beri tanırdı."
Fakih hoca ama sünneti de iyi biliyor. Sünneti bilmek de çok önemli. Bir insanın sünnet-i seniyye'yi bilmesi de çok önemli. Çünkü fıkhın temeli, Kur'ân-ı Kerîm ve sünnet.
Ve hüve indihî fî salâhi's-Sevrî. Ahmed b. Hanbel demiş ki; "Benim nazarımda o Süfyân-i Sevrî hazretleri kadar salahiyetli bir insandı."
Süfyân-i Sevrî mezhep kurmuş olan insan. Süfyân-i Sevrî'yi geçtiğimiz derslerde anlattık. Allahu âlem, cennetlik olduğu kesin bir insan. Süfyân adı bize biraz garip geliyor. Biz belki o ismi sevmiyoruz. O devirde öyle değil. Süfyân-i Sevrî cennetlik bir insan.
Nereden biliyoruz?
Anlatmıştık, bir daha anlatalım, yeni cemaat var:
Süfyân-i Sevrî yine zamanın en büyük alimlerinden Abdullah b. Mübarek'in meclislerine gelirmiş. Abdullah b. Mübarek'e hadis anlatıyor ya; Süfyân-i Sevrî de onun dersini dinlemeye gelirmiş. O da alim, bu da alim. Mücevherin kıymetini kuyumcu bilir de ondan. Bu alim bu ilmin güzelliğini gördüğü için onun derslerine gelirmiş ama bir gün kızmış, Abdullah b. Mübarek'e çatmış. Bunların şakası da yoktur ha! Böyle mübareklerin yanında dine aykırı bir şey yaparsan kızıverir, azarlarlar. Kafana da vurur, sırtına da vurur. Bunlar ciddi. Bunların yanında öyle laubali olmak yakışık almaz, ne olacağı belli olmaz.
"Bundan sonra senin toplantına gelmeyeceğim." diyor. Hakikaten ondan sonra gelmiyor.
Ötekisi de sinirlenmiyor.
"Dur bakalım; bana kızıyor ama neden kızıyor?" demiş.
"Konağının cariyeleri terbiyesiz. Cariyelerine terbiye vermemişsin. Ben senin yanına, konağına derse gelirken yukarıdan bana işaret ediyorlar. 'Seni çok seviyoruz, seninle evlenmek istiyoruz.' dediler, bir daha senin konağına gelmem." demiş. Haklı!
Abdullah b. Mübarek hiç sesini çıkarmamış, başını önüne eğmiş. O da köpürmüş, bağırmış, gitmiş. Gittikten biraz sonra arkadaşlarına;
"Hadi gelin, Süfyân-i Sevrî hazretlerine gidelim, cenaze namazını kılalım; ona son vazifemizi yapalım." demiş.
Gitmişler, hakikaten Süfyân-i Sevrî vefat etmiş. O bağıran âlim, evinde vefat etmiş. Gitmişler, yıkamışlar, kefenlemişler, namazını kılmışlar, defnetmişler.
"Peki hocam, onun vefat edeceğini nereden bildin?"
diye soruyorlar.
Diyor ki;
"Hani bana bağırdı; 'Senin cariyelerin terbiyesiz, bana yukarıdan laf attılar; 'Ah, biz seni çok seviyoruz, gel, seninle evlenmek istiyoruz.' demişler ya, benim evimde cariyeler yok ki!" demiş.
Mübarek ne gördü?
Hurileri gördü. Huri kızları, "Durma artık şu dünyada, özledik seni, Allah bizi sana yazmış, sen cennette bizim eşimiz olacaksın, gelmeni istiyoruz." diyorlar.
Vefatını oradan anlıyor. Yukarıda cariye filan yok ki. O, cariye gördüğüne göre, o cariyeler de "seni seviyoruz, özledik, gel artık, evlenelim" dediğine göre hurilerin çağırdığını, vefat edeceğini anlamış. Süfyân-i Sevrî böyle birisi. Cennetlik yani. Hûri kızları; "Artık dayanamıyoruz, gel." demişler, öyle vefat etmiş. İmâm-ı Âzam gibi, Ahmet b. Hanbel gibi mezhep kurmuş, mezhep imamı.
Ahmet b. Hanbel, Cüneyd'in fıkıh bilgisi için ne diyor?
"Süfyân-i Sevrî ile aynı salahiyette idi." diyor. Demek ki Cüneyd-i Bağdâdi'nin hocası da hoca imiş.
İyi, kuvvetli hocaların iyi, kuvvetli talebeleri olur. İlmi tam verir, güzel ilim öğretir; o da iyi yetişir. Cüneyd'in de iyi olacağı hocasından belli. Hocası mezhep imamları kadar salahiyetli, müçtehit. İlimde içtihat yapacak kadar da ileri.
Ve kâne yüftî fî halkatihî. "Cüneyd-i Bağdâdî, hocasının dersi esnasında, ders halkasında fetva verirdi."
Eskiden halka şeklinde otururlardı, hoca anlatırdı. Buna "ders halkası" deniliyor. Biz de Tabakâtü's-sûfiyye'yi okuyoruz. Bu kardeşlerimiz de Tabakâtü's-sûfiyye'yi dinliyor. Bizim de halkamız bu.
Ve kâne yüftî halkatihî. "Cüneyd-i Bağdâdî; hocası Ebû Sevr'in yanında, toplantısında, halkasında kendisine soru soranlara fetva verirdi."
Bu neyi gösteriyor?
Bu, Cüneyd-i Bağdâdi'nin de fıkıhta çok yüksek olduğunu gösteriyor. Hocasının da ona bu salahiyeti verdiğini gösteriyor. İzin vermezse yapmaz. Yoksa terbiyesizlik yapmaz. "Hocama sorun." der. Kendisine gelse bir şey sorsa, "Hocama sorun, burada." der. Hocası O'na; "Her geleni bana gönderme, sen cevaplandır." demiş. Belki kendisine soru soranlara; "Cüneyd size anlatsın." demiş Ondan orada fetva veriyor. Bu da Cüneyd-i Bağdâdî'nin fıkıhtaki üstünlüğünü gösterir.
Ve sahibe's-Seriyye's-Sakatiyye ve'l-Hârise'l-Muhâsibî ve Muhammede'bne Aliyyi'l-Kassâbe el-Bağdâdiyye ve ğayrahüm.
Cüneyd-i Bağdâdî şu adları sayılan büyük evliyâullah ile de onların sohbetlerine iştirak edip onlardan da istifade etmiş.
Kim bunlar?
Birisi Seriyy-i Sakatî. Seriyy ismini bazıları Türkçe kitaplarda sırrı diye yazıyorlar. Yanlış; sırrı değil, Seriyy, es-Seriyye's-Sakatî…
Diğeri de Hârise'l-Muhâsibî. Bu da meşhur bir zâttır.
Mahammede'bne Aliyyi'l-Kassâb el-Bağdâdî. "Bağdatlıdır."
Bu "Kassab" denilen Bağdatlı, Cüneyd'in hocasıdır.
Aşağıda dipnotla eseri hazırlayan kişinin notunda şöyle geçiyor:
Ve kâle'l-Cüneydü yekûlü. "Cüneyd der ki,"
En-nâsü yünsibûnenî ilâ Seriyy-i Sakatiyye. Ve kâne üstâzi Muhammedüni'l-Kassâb. "İnsanlar, bena 'Seriyy-i Sakatî'nün talebesi" diyorlar, beni 'ona bağlı' diye gösteriyorlar. Aslında ben Muhammed b. Aliyyi'l-Kassab'ın talebesiyim."
Cüneyd-i Bağdâdi bunu kendisi söylüyor.
Demek ki asıl hocası Seriyy-i Sakatî değilmiş. Muhammedi'bni Aliyyi'l-Kassâb el-Bağdâdî imiş. Bu zât-ı muhteremin, bu büyük adamın künyesi Ebû Cafer; ismi Muhammed; babasının ismi Ali; lakabı Kassab; nisbesi el-Bağdâdî.
Mâte Ebû Caferini'l-Kassâb senete hamse ve seb'îne ve mieteyn." "Cüneyd-i Bağdâdî, Hicrî 275 senesinde vefat etmiş."
Peygamber Efendimiz'in hicretinden sonra kamerî 275 sene geçmiş, o zaman vefat etmiş.
Kamerî sene ile hicrî sene arasında ne fark var?
On gün fark var. Kamerî sene, şemsî seneden on gün kısadır. Bizim şimdi kullandığımız miladî senedir. Şemsî sene 365 gündür. Kamerî sene 354 gündür.
Bu ne yapar?
33 senede bir sene artar.
Anladınız mı?
İkisi beraber başlasalar 33 sene sonra beraber olmazlar. Kamerî sene bir sene fazla olur. Bir 33 sene sonra iki sene fark olur. Şöyle anlatayım:
Falanca cemaatten aksakallı bir amca.
Kaç yaşındasın amca?
89 yaşındayım. Ha 80 senede 3 sene kadar da kamerî sene çık. Kamerî seneye göre 92 yaşında. 89 değil, 92 yaşında.
Falanca 60 yaşında. 60 yaşında değil, 62 yaşında. Çünkü 60 sene 2 sene birden fark ediyor. Bir insanın ömründe bile iki sene üç sene fark ediyor.
"Ben 33 yaşındayım."
"Hayır, sen kamerî seneye göre 34 yaşındasın, 34 ramazan gördün." demek. İşte fark öyle. Peygamber Efendimiz'in hicretinden 275 kamerî sene geçtikten sonra vefat etmiş. Kamerî sene de, 275 sene de on sene kadar fark eder. Bizim hesabımıza göre 266 sene geçmiş. 622'ye 266 sene ekleyeceğiz. 888 de falan vefat etmiş.
Ve hüve eimmeti'l-kavmi ve sâdetihim makbûlün alâ cemî'i'l-elsineti. " Cüneyd-i Bağdâdî kavmin imamlarından idi..."
Arapça'yı iyi bilenler bilir ama Arapça'nın inceliklerini bilmeyenler bu cümleyi böyle tercüme ederler.
Ve hüve eimmeti'l-kavmi. "Mutasavvıfların imamlarındandı."
Buradaki kavm "halk" demek değil; "sûfiler, mutasavvıflar" demek.Onları, Tabakâtü's-sûfiyye'yi anlatıyor. İmam da "camideki namaz kıldıran imam" değil, "önder;" "Mutasavvıfların önderlerinden idi."
"Cüneyd-i Bağdâdî, kavmin imamlarından idi."
Böyle tercüme edersen yanlış olur. Herkes sanıyor ki Cüneyd-i Bağdâdî, Bağdat'ın herhangi bir camisinde imam idi; öyle değil! "Eimmeti'l-kavm" demek, tasavvuf erbabının önderlerinden demek. İmam sözü, o zaman çok büyük, şimdiki gibi bir şey değil. Küçük bir meslek ismi değil.
İmâm-ı Âzam ne demek?
"Fıkıhta en büyük hoca" demek. Öyle sıradan bir şey değil. "İmam" sözünü herkes için kullanmazlar.
Kâne min eimmeti'l-kavm. Cüneyd-i Bağdâdî, mutasavvıfların önderlerinden idi.
Ve sâdetihim. "Saadetinden idi."
Biz saadet kelimesini "sâdât" diye kullanıyoruz. Araplar daha ziyade sâdet diye kullanırlar.
Min sâdetihim, "seyyitlerinden" demek.
"Cüneyd-i Bağdâdî tasavvuf erbabının önderlerinden ve soylularından, seyyidlerinden idi."
Yani "asaletlilerinden idi."
Sâdetihim, "Tasavvuf erbabının efendilerinden, soylularındandı." demek.
Tabi biz bu kitabı burada Arapça'sından okuyoruz.
Neden?
Bu kitap çok mühim bir kitap olduğundan. Görüyorsunuz, "Arapça'yı bildim." sananlar bile işin iç yüzünü bilmezlerse tercümeleri bazen yanlış yaparlar. Bunu aynen tercüme edelim:
"Cüneyd-i Bağdâdî kavmin imamlarındandı. Ve seyyidlerindendi."
Sanır ki "cami imamı idi, sanır ki Peygamber Efendimiz'in evladı olan seyyidlerindendi." demek.
Hayır!
"Tasavvuf erbabının önderlerindendi ve soylularındandı. En efendilerinden, en kıymetlilerindendi." demek.
Makbûlun alâ cemî'i'l-elsineti. "Bütün diller üzerinde makbuldü. Cüneyd-i Bağdâdî herkesin kabul ettiği, methettiği, sevdiği insandı."
Evet, Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri işte öyle bir insandı.
Aslında Cüneyd-i Bağdâdî hakkında çok şey söylememiz, onu çok iyi tanımamız lazım. Burada birazcık daha okuyalım. Sözümü öyle söyleyeyim.
Tüvüffiye senete seb'in ve tis'îne ve mieteyn. "Cüneyd-i Bağdâdî Hicrî 297 senesinde öldü."
Bu miladî olarak aşağı yukarı 912 yıllarına karşılık gelir.
Biz o zaman nerede idik?
Türkiye'deki Müslümanlar, Orta Asya'da idi. Daha Anadolu'nun fethi 1071 yıllarında oluyor. Cüneyd-i Bağdâdî; Anadolu'nun Malazgirt zaferinden 150-160 yıl daha önce yaşamış, Bağdat'ta vefat etmiş.
Yevme neyrûzi'l-halîfe. "Halifenin neyruzunda ölmüş."
Neyruz ne demek?
Neyruz, "cülus bayramı" demek. Biri yeni halife olmuş; onun şenliği yapılırken Cüneyd-i Bağdâdî'nin cenaze namazı kılınmış, vefat etmiş, gömülmüş.
Yevme's-sebt. "Cumartesi günü."
Vefatı cumartesi günü olmuş.
Ve kîle tüvüffiye fî âhıri sâatin min yevmi'l-cumu'ati ve düfine yevmi's-sebt.
Köşeli parantez içinde diyor ki; "Cuma gününün son saatlerinde vefat etti. Cumartesi günü gömüldü."
Bu da bir yerden alınmış bir izahtır. Bu da güzel tabi. Kitabı neşreden şahıs alim olduğundan her şeyi güzelce yerli yerine yerleştiriyor.
"Cumanın son saati ne zamandır? Gece midir, gündüz müdür?" Onu söyleyin.
Gündüzdür. Cumanın son saati, ikindiden sonraki saatleridir. Cuma günü akşam, güneşin batmasına yakın olan zamandır. Demek ki Cuma namazı kılınmış, ikindi olmuş, güneş batmaya yakınken bir güneş daha batmış. Cüneyd-i Bağdâdî vefat etmiş. Cumartesi de gömülmüş.
Cumartesi ne zaman başlar?
Akşam ezanı okundu mu Cumartesi başlar. Artık o zaman vefat ettikten sonra hazırlıkları yapacaklar, yıkayacaklar, kefenleyecekler.
Ne zaman gömülmüş?
Cumartesi gömülmüş; o zaman halife tahta çıkıyormuş.
Bizim de buraya gelirken bir araştırmada bizim yapmamız lazım. Ben buraya oturmuşum, başıma da kavuğumu geçirmişim, kitaplarımı almışım size anlatıyorum. Bir çalışmada benim yapmam lazımdı. Ne yapmam lazımdı? 912 yılında hangi halife başa geçiyormuş. Adı neymiş falan diye onlara bakmam lazım. Evimde ki kitapları, ansiklopedileri, tarihleri karıştırıp uğraşıp size onu getirmem lazım. Bu kitabı neşreden aşağıya bu konuda not yazmamış. Onu da ben yapmalıydım size tam anlatmalıydım. Hazırlanıp size öyle anlatırsak daha iyi olur. Siz de iyi öğrenmiş olursunuz. Ben de vazifemi iyi yapmış olurum.
Cüneyd-i Bağdâdî, tasavvuf yolunun kilit şahsiyetlerindendir. Her tarikatin silsilesinde adı geçer. Bütün silsileler Cüneyd-i Bağdâdî'den geçtiği için evveli farklı gelse sonrası farklı bitse bile Cüneyd-i Bağdâdî'de toplanıp öyle geçtiği için Cüneyd-i Bağdâdî hazretlerine seyyidü't-tâife yani "taifenin efendisi" derler. Buradaki taife'den maksat "sûfiler" dir. "Sûfiler taifesinin seyyidi." Yani eğer içinizde derviş varsa, -hepiniz dervişsiniz; kiminiz oraya bağlı, kiminiz buraya bağlı. - Cüneyd-i Bağdâdî hepinizin hocasıdır, demek.
Cüneyd-i Bağdâdî, her tarikatin silsilesinde adı geçen mübarek bir zâttır, Allah şefaatine erdirsin. Cenneti ile cemali ile cümlemizi müşerref eylesin.
Allah-u Teâlâ Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevs-i Âla'da Peygamber-i zişanımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütene'ım eylesin.