Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Semi'tü, Muhammede'bne'l-Hasani'l-Bağdâdiyye yekûl: Semi'tü'l-Cüneyd. "Müellif, Muhammed b. Hasan el-Bağdâdî'den duymuş. O râvi Cüneyd-i Bağdâdî'nin şöyle dediğini naklediyormuş:
Ve süile meni'l-ârif. "Cüneyd-i Bağdâdî'ye 'Ârif kime denir?' diye soruldu." Yekûl. "Cüneyd-i Bağdâdî de şöyle buyurmuş:" Men nataka an sırrike ve ente sâkit. "Sen sustuğun halde senin kalbinin derinliğinin meselelerini sana cevap olarak söyleyendir."
"Ârif odur ki gönlünden geçeni bilip de gönlünün sualini cevaplandırır." demiş oluyor.
Ârifi öyle tarif etmiş oluyor.
Muhterem kardeşlerim!
Kelimeleri biraz izah edelim. Arefe Arapça'da "bilmek" demektir. Ârif "bilen" demek. Mârifet de yine "bilmek" demek. Ona Mastar-i mîmî derler. İrfan da "bilmek" demektir. İrfan, mârifet, "bilmek" demek. Bilene de "ârif" derler ama tasavvufta âriflik bir mertebedir.
Tasavvufta mertebeler vardır. Mü'min insan ibadetlerini yapıyor işte, Allah kabul etsin. Namazını kılıyor, orucunu tutuyor, buna âbid derler; ibadet ediyor, o seviyede.
İbadetleri yapıyor, âbid. Bu, şeriati uygulamaya çalışan insan.
İkincisi; meseleleri anlamakta biraz derinleşmiş, dünyanın faniliğini, âhiretin kazanılması gerektiğini anlamış, dünyayı boş veriyor, dünyaya meyletmiyor, dünyaya gönül bağlamıyor, âhireti istiyor, âhiret aşkı ve şevki var. Buna da zâhid yani "zühd sahibi" derler, âbidden biraz daha üstün.
Âbid sadece ibadetlerini yapıyor; zâhid artık âhireti de istiyor, dünya menfaatlerine de pek aldırmıyor.
"Sana para verelim de şöyle yap."
"Paran senin olsun, ben onu istemiyorum." diyebiliyor.
"Şöyle yapmazsan mevki makam vermeyiz."
"Yapmazsan yapma, Allah Allah! İstersen yap istersen yapma, benim mevkide makamda gözüm yok ki."
Hani ârifin birisi bir kenara oturmuş, vezirin birisi de gelmiş. O hiç istifini bozmuyor, öyle oturuyor. Vezir bakmış; "Allah Allah! Bu ayağa kalkmadı, selam çakmadı, eğilmedi." Sinirlenmiş.
"Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" demiş.
Yani "Niçin kalkmıyorsun?" demek istemiş.
"Yok bilmiyorum."
"Ben vezirim yahu!" demiş.
"Peki, sonra ne olacaksın?"
"Padişahımız müsaade ederse daha da ilerlerim, belki sadrazam olurum."
"Sonra ne olacaksın?"
İşte böyle "Sonra ne olacaksın, sonra ne olacaksın?" diye bir kaç kez soruyor.
En son;
"Hiç" diyor.
Oradan ötesi yok.
"Padişah olacağım." diyemez ki.
"Ben şimdiden hiçim!" demiş. Senin bir şeyler, bir şeyler geçtikten sonra varacağın o noktaya ben şimdiden gelmişim. Ben senden yükseğim." demiş. Sırtını yine dayamış.
Evet, yani zâhid dünyaya aldırmıyor, vezire aldırmıyor.
"Para vermem!"
"Vermezsen verme!"
"Seni yükseltmem!"
"Yükseltmezsen yükseltme! Ne yapalım?"
Dinini satmıyor, âhireti tercih ediyor.
Şimdi bu devirde bu devrin insanına; sizin, bizim tanıdığımız çevremizden insanlara, günahkârlara sorun;
"Bunu neden yapıyor?"
Bir menfaatten yapıyor.
"Yahu bu adam, iyi adam. Niye susuyor?"
"Kendine bir zarar gelmesin." diye.
"Bu adam iyi adam, niye şunu yapmıyor?"
"Yükselemem." diye korkuyor da ondan.
"Bu adam iyi adam, hoş adam, ama niye camiye gelmiyor?"
"Şöyle olur, böyle olur, işinden atılır." diye.
Öyle patronlar var ki bugün, işçisine; "Camiye gidersen seni işten atarım!" diyor; o da korkuyor.
Öyle müesseseler var ki resmî veya özel adam dindarlığını saklıyor. Dindar olduğunu söylese işinden atılacak.
Zâhid ne yapar?
Dünyaya aldırmaz.
"Vermezsen verme, ne olursa olsun! Ben bildiğim yolda giderim." der.
Bu daha üstün. Dünya menfaati, dünya sevgisi yolunu çelemiyor. "Bu tarikat erbabıdır." demişler. Bu tarikatı da biliyor, uygulamaya çalışıyor.
Üçüncü, daha yüksek seviyedeki ârif. Ârif "bilen" demek, ama neyi biliyor?
Mârifetullahı biliyor, Allah bilgisini biliyor. Herkes bir şey biliyor ama ârif, Allah bilgisini biliyor, Allah'ı biliyor; bu daha yüksek.
Zâhid, âbidden yüksek. Ârif zâhidden yüksek. Çünkü Allah'ı tanımış, Allah ile tanışmış, elhamdülillah!
Bundan da yükseği var mı?
Var.
Bundan da yükseği âşık.
İnsan bildi mi Allah'a yakınlığı, bilgisi, tanıması arttıkça aşkı, muhabbeti artar. O zaman âşık olur; Yunus Emre gibi, Mevlâna Celâleddin-i Rûmî hazretleri gibi olur, diğer büyük evliyâullah gibi olur. Her tarafını Allah sevgisi kaplar, hiç kimseden korkmaz, her işi Allah rızası için yapar.
Bunlar önemli sıralamalar...
"Ârif kimdir?" diye sormuşlar.
"O da keramet ehlidir." demek istiyor.
"Sen sormadan gönlündekinin cevabını veren, senin kalbinin derinliklerindeki meseleleri sen sustuğun halde sana anlatan" demek.
Hayatımızdan misal verelim.
Ankara'dan Kastamonu'ya gidiyoruz. Yanımızda bir hâkim var. Temyiz mahkemesi hâkimi. Bir diyanet müfettişi, bir ziraat mühendisi, bir müftü var. Bir de ben kardeşiniz varım. Beş kişi Kastamonu'ya gidiyoruz. Arabayı kullanan arkadaş dedi ki;
"Ilgaz'da Ahmet Efendi var. Mübarek bir zâttır, babamın da dostudur, meşâyih-ı kirâmdandır; ona da uğrayalım." dedi.
"İyi olur, elini öperiz, duasını alırız." dedik.
Ilgaz'a uğradık ama Ankara'dan Ilgaz'a gelinceye kadar da otomobilde çeşitli mevzuları, meseleleri konuştuk. Ahmet Efendi merhuma uğradık, elini öptük, bizi çok tatlı karşıladı, çok güzel, güleç yüzle karşıladı, çok iltifat buyurdu. Rahmetli;
"Yemek yemeden bırakmam." dedi.
"Zahmet buyurmayın." dedik.
"Yok" dedi.
Sofra kurdu. Tatlı tatlı, güleç yüzle biz Ankara'dan Ilgaz'a gelinceye kadar otomobilde neler konuştuysak bir bir o meseleler hakkında söz söyledi. Bir bir hepsini söyledi.
Başka bir misal: Necip Fazıl'ın intisap ettiği şeyh, Abdülhakim Efendi rahmetli, cennet mekan, Allah cümlesine rahmet eylesin. Beyazıt camiinde vaaz verirmiş. Böyle benim gibi bir kitap takip edermiş; kaldıkları yerden ertesi hafta devam ederlermiş. Üç kişi demişler ki;
"Şu Abdülhakim Efendi'ye evliyâ diyorlar; eğer evliyâ ise bizim üç sorumuzu cevaplandırsın."
Üç meselede üç soru düşünmüşler, birbirlerine söylemişler. Şu, şu, şu meseleler. Beraberce gitmişler. Hocaefendi derse oturmuş, kitabı açmış:
"Ey cemaat-i müslimîn!" demiş. "Geçen hafta falanca yere kadar okumuştuk. Bu hafta da şuradan başlamamız lazım ama önce üç sorunun cevabını vereyim." demiş. Tek tek, üç sorunun cevabını söylemiş, öyle başlamış.
Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz ne diyor?
Ârif kimdir?
Ârif; "senin sırrını –sır; kalbin derinliği, aşağı derin mertebesi demek- senin kalbinin, gönlünün içini sen konuşmadan sana söyleyen" demek. Ârif odur.
Neden?
Geçen hafta Peygamber Efendimiz'in Cüneyd-i Bağdâdî'nin rivayet ettiği bir hadisini okuduk.
Peygamber Efendimiz ne buyuruyordu?
"Müminin ferâsetinden korkun; o Allah'ın nuru ile bakar."
"Allah bir kulunu sevdi mi onun gören gözü, söyleyen dili, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olur."
Her şeyi olağanüstü olur. O zaman Hz. Ömer'in yaptığı gibi minberden Medine'den İran'a talimat verir. Hz. Osman'ın yaptığı gibi gelen insanın gözünden yolda gelirken nereye baktığını söyler.
Bir zât Hz. Osman'ı ziyarete geliyor.
"Ben senin gözünde zina izleri görüyorum." demiş.
"Selamünaleyküm, yâ emîre'l-mü'minîn!"
Halife Hz. Osman şöyle bir bakıyor;
"Aleykümselam, ama ben senin gözünde günah alâmetleri görüyorum, zina alâmetleri görüyorum." diyor.
Sarsılıyor.
Hz. Osman yolda gelirken harama baktığını gözünden fark ediyor.
Göze ne oluyor ki fark ediyor?
Evliyâ olduğundan Allah onu anlattırıyor işte. Bunlar olmuş hâdiseler, sağlam hâdiseler. Böyle şeyler oluyor. Olduğunu biz de gördük.
Mehmed Zâhid (Kotku) hocamızdan her gün bir çok keramet görürdük. Her dakikası kerametti.
Arkasından gelen insana dönerdi; "Öyle şey olur mu?" derdi.
O arkadan gelirken bir şey düşünüyor, cevabını verirdi. Odasından caminin avlusu görünürdü. Caminin avlusuna gelmiş birkaç kişi oturmuş, kendi aralarında konuşuyorlarmış:
"Şimdi Hoca'nın yanına gireriz, elini öperiz, duasını alırız, intisap ederiz. Bizim de mevkimiz, makamımız, ilmimiz var. Hoca bize vazife verir." diyorlarmış.
Üçü şadırvanda konuşuyorlarmış. Hocamız onlara evinden hizmetlisini göndermiş;
"O şadırvanın orada oturanlar boşuna beklemesinler, içeri kabul buyrulmayacaklar!"
O kendi kendilerine; "İçeri girelim de şöyle yaparız, böyle yaparız." diyerek niyetlenenlere; "Onlar boşuna heveslenmesinler, gitsinler, içeri kabul olunmayacaklar." diye haber göndermiş.
Neden?
İnsan ârif oldu mu öyle olur.
Semi'tü Muhammede'bni Abdillahi'r-Râziyye yekûl; Semi'tü Ebâ Muhammedini'l-Cerîriyye yekûl; Semi'tü'l-Cüneyd yekûl. "Cüneyd-i Bağdâdî'den Ebû Muhammed el-Cerîrî duymuş; ondan da Muhammed b. Abdullah er-Râzî duymuş, müellife söylemiş. Cüneyd hazretleri şöyle buyurmuş:"
Râzî sözünü duyarsınız; onun hakkında bilgi vereyim. "Râzî" keskin ze ile yazılı re gibi olan. Dal zel, re'den sonra gelen ze; râzî bu.
"Rey şehrine mensup, Rey şehrinden" demek.
Rey şehri neresi idi?
Şimdiki Tahran var ya İran'ın başşehri, eskiden onun adı "Rey" idi. Rey şehrine mensup olanlara "râzî" derler.
Bunu neden söylüyorum?
Bayağı bilgili insanlar var. Râzî kelimesini tutuyorlar, dad ile yazıyorlar; râdî gibi. Hayır o râdî başka, rızâ kökünden Arapça, bu Râzî "Rey şehrine mensup" demek. Meşhur râzî'ler var.
Bir tanesi Fahrettin er-Râzî; çok büyük bir tefsir yazmış; ilm-i kelâm malumatı kuvvetli olan Tefsîr-i Kebîr'i yazmış.
Sonra meşhur bir kimyâger var, Ebû Bekir Muhammed b. Zekeriyya Er-Râzî; o da Avrupalıların bile bildiği bir büyük kimyacı ama biz bilmeyiz, Avrupalılar bilir.
Biz kendi kıymetlerimizi, kendi alimlerimizi, kendi değerlerimizi bilmeyiz. Avrupalılar bilirse o zaman bilgiç bilgiç sırıtırız; "Bak bunlar biliyor." deriz.
Gümüşhane şehrine gittik. Gümüşhane'de ilmî konferanslar, toplantılar, konuşmalar, programlar yaptık. Bir ilmî toplantı tertipledik.
Niye böyle düşüne düşüne konuşuyorum?
Yabancı kelime konuşmama kararı verdik. "Sempozyum" dersem ceza yiyeceğimden demiyorum. "İlmî toplantı" diye kelime bulmaya çalışıyorum, zorlanıyorum.
Gümüşhane'ye gittik.
"Biz burada ilmî bir toplantı yapacağız, iki gün sürecek." dedik.
Üniversite hocalarını çağırdık; onlar ilmî konuşmalar yapacaklar.
Tabi vali, belediye başkanı geldi, eşraf ve âyân geldiler. Biz toplantıları yaptık. Gümüşhaneliler diyorlar ki;
"Ya Allah Allah, demek bizim Gümüşhane'mizden böyle bir insan yetişmiş, ha!"
Bilmiyor. Gümüşhaneli Ahmet Ziyaüddin Efendi'nin ismi ansiklopedilere geçmiş. Cümle cihan halkı tanıyor. Bizim Gümüşhaneliler Gümüşhane'den böyle bir insanın yetiştiğini bilmiyorlar. Biz orada toplantılar yaptık; oradan anladılar.
"Vay, demek ki bizim Gümüşhane'den böyle medâr-ı iftihârımız büyük bir zât yetişmiş!" dediler.
Sonra Düzce'ye gittik. Düzce'de Muhammed Zâhid Kevserî hazretleri için iki gün yine böyle ilmî bir toplantı tertipledik. Yer yerinden oynadı.
Düzceliler;
"Yahu, demek bizim böyle bir alimimiz varmış." dediler.
Evet, sizin böyle bir aliminiz var, cümle cihan halkı biliyor, Malezya'da, Mısır'da, Tunus'ta talebeleri var; bütün kitaplar, hakkında yazı yazıyor. Çok büyük bir alim. Memleketimizin yüzünü ağartmış. Çok kıymetli eserler yazmış; onlar bilmiyor.
"Tamam, biz bundan sonra bu zâtı bırakmayız." dediler.
Biz kendi kıymetlerimizi bilmiyoruz.
Üniversitede Edebiyat Fakültesi'nde Avrupalı bir hocam vardı, Alman bir hocam vardı. Bize ders okuturdu, derse gelirdi. Derste Nimet-i İslâm kitabını yazan Mehmed Zihni Efendi'nin ismi geçti. Kitabı okurken çok derin Arapça konuları çözemiyorduk. Sîbeveyh'in el-Kitâb'ını okuyorduk. Altın yaldızlı, kocaman muazzam bir eser, çok kıymetli bir eser. Sîbeveyh isimli âlimin el-Kitâb'ını okuyorduk. Arap dil bilgisi için çok derin bir kitap. Bazı yerlerinde "Acaba bu ne demek?" falan diye takılıyorduk.
Bizim rahmetli Nihat Çetin Bey sonradan profesör oldu, o zaman asistandı; sessiz sezsiz, fıs fıs söyleyiveriyor. Alman profesör şöyle bakıyor. Alman profesör de yamandı. Arapça'yı, Farsça'yı, Türkçe'yi çok iyi bilirdi. Osmanlıca, İtalyanca, Yunanca, Latince, İspanyolca, İngilizce, Rusça bilirdi. Öyle bir adamdı. O adamlar öyle yetişiyorlar.
Bizim asistan söyleyiveriyor; o da şöyle bakıyor.
"Allah Allah, nereden bildin?"
Rahmetli Nihat Çetin Bey sonunda bildirdi;
"Hocam, Mehmed Zihni Efendi'nin el-Muktedât diye bir Arapça dil bilgisi kitabı var. Orada, dipnotlarında bu kitaptan alıntılar, iktibaslar yapmış; oradan okuyorum." deyince şöyle doğruldu. Helmut Ritter isimli Alman profesör dedi ki;
"Ben bu adama hayranım."
Kime hayranmış?
Nimet-i İslâm kitabını yazan Mehmed Zihni Efendi'ye.
Çok eserleri var, çok kıymetli bir insan.
"Ben bu zâta hayranım." dedi.
O hayransa biz de iftihar ederiz.
"Ama siz kendi kıymetli şahsiyetlerinizin kıymetini bilmiyorsunuz." dedi, bizi azarladı.
Ben o zaman anladım. Hakikaten bizde çok kusur var.
Gittiğim yerde; "Buranın medâr-ı iftihârı, kıymetli şahsı kim? Onunla ilgili ilmî bir toplantı yapalım." diyoruz.
Bunlar nereden açıldı?
Cüneyd-i Bağdâdî'nin sözünden, râzî kelimesinden açıldı. Tefsir yazan bir Fahrettin Râzî var. Bir Ebû Bekir Râzı var, meşhur kimyager; Avrupalılar biliyor ama siz bilmiyorsunuz. Lafı oradan açtık.
Kimyanın birçok meselesini bizim müslümanlar bulmuş; Avrupalılar söylemezse bunu bilmiyoruz. Optik ilminin Fizik'te birçok meselesini müslümanlar bulmuş; Avrupalılar söylemezse bilmeyeceksiniz.
Matematiğin birçok inceliğini müslümanlar bulmuş; Avrupalılar kitapta yazmasa bilmeyeceksiniz. Bizim kitaplarımız yazmıyor; çünkü okuduğumuz ders kitaplarında biz bunları saklarız.
Neden?
Millet; "Ben neymişim ya, meğerse ben ne yüksek bir medeniyete sahipmişim." der de kendine gelir diye korkuyor!
Avrupalılar kitap yazıyor. Avrupa'nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi diye kitap yazıyor.
Doktor Singrid Hunke öyle eser yazmış.
"Müslümanlar Batı ülkelerini ilimle, irfanla nasıl aydınlatmışlar?" diye kitap yazıyor; biz oradan tercüme ediyoruz.
Tercüme olunmasa bizimkiler bilmeyecek. Biz hiçbir şey yapmamışız sanacak. Matematiği, fiziği, tıbbı, aşıyı bulan, geliştiren bizimkiler. Avrupalılar söylemezse "Çiçek aşısını Edward Gener buldu. Kan dolaşımını Harvey buldu." bilecek.
Onlardan çok evvel müslümanlar buldu.
Amerika'yı kim buldu?
Herkes "Kristof Kolomb" der.
Kristof Kolomb daha anasından doğmadan beş asır evvel müslümanlar Amerika'ya gittiler. Ama kimse bilmiyor.
Neden?
Öğretilmiyor.
Neden?
Kendi kıymetlerimizi bilmiyoruz.
Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz kaddesallahu sırrahü'l-aziz şöyle demiş:
Mâ ehaznâ et-tasavvufe ani'l-kîli ve'l-kâl; lâkin ani'l-cû'i. Ve terki'd-dünyâ ve kat'i'l-me'lûfâti ve'l-müstahsenâti. Li-enne't-tasavvufa hüve safâü'l-muâmeleti ma'allahi teâlâ. Ve aslihü't-taazzüfü ani'd- dünyâ kemâ kâle Hârisün. Azefet nefsî ani'd-dünyâ fe-eshertü leylî ve azmeetü nehârî.
Cüneyd-i Bağdâdî Efendimiz'in sözlerini sonuna kadar okuduk. Bu söz çok mühim.
Cüneyd-i Bağdâdî ne demiş?
Cüneyd-i Bağdâdî kim?
Tasavvuf alimi. Çok büyük alim de ne demiş?
Mâ ahaznâ et-tasavvufe ani'l-kîli ve'l-kâl. "Biz tasavvufu kıyl ü kâl'den öğrenmedik. Tasavvufu kitaplardan öğrenmedik. Tasavvufu laf ebelerinden öğrenmedik."
Tasavvufu nazariyatından öğrenmedik.
Lâkin ani'l-cû'i. Ve terki'd-dünyâ, ve kat'i'l-me'lûfâti ve'l-müstahsenâti. "Açlıkla öğrendik, dünyayı terk etmekle öğrendik, alıştığımız şeyleri bırakmakla öğrendik. Herkesin hoşuna gidecek şeyleri terk etmekle öğrendik."
Biz tasavvufu böyle öğrendik. Uygulama ile öğrendik. Yaşaya yaşaya, nefsimize baskı yapa yapa, nefsimizi edeplendire edeplendire, riyâzatü'n-nefs yapa yapa öğrendik.
Li-enne't-tasavvufa hüve safâü'l-muâmeleti ma'allahi teâlâ. "Çünkü tasavvuf, kulun Allah celle celalühû hazretleri ile kulluk muamelesinin sâfî yapılması mesleğidir."
Kulluğun tertemiz, saf yapılması mesleğidir.
Ve aslihü't-taazzüfü ani'd- dünyâ. "Kökü de dünyayı terk etmektir."
Dünyaya meyletmemektir, dünyadan yüz çevirmektir; kuvvetini oradan alır.
Nitekim Hâris b. Esed el-Muhâsibî, Cüneyd-i Bağdâdî'nin kıymetli hocalarından biridir. Cüneyd-i Bağdâdî hazretleri öyle kıymetli hocalardan yetişmiştir.
Azefet nefsî ani'd-dünyâ. "İnsanın nefsi dünyayı ister."
İnsanın nefsi dünyayı sever; zevki, eğlenceyi sever.
Nefsi istemez hâle gelmiş, nefsi adam olmuş.
Ne demek?
Nefsi müslüman olmuş.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bunun üzerine çok konuşmak lazım. Çünkü bizim milletimiz tasavvufu seviyor. Halkımız tasavvufu seviyor. Sevmemesi mümkün değil. Yunus Emre gibi, Mevlânâ gibi, Hacı Bayram-ı Velî gibi, Eşrefoğlu Rûmî gibi, İbrahim Hakkı Erzurumî gibi büyük alimleri tanımış; hepsi derya, hepsi mübarek insanlar. Hepsi tatlı, şekerli, kaymaklı insanlar. Tabi sevmiş tasavvufu ama tasavvufu bilen az. Tasavvufu gerçek mânası ile tanıyıp uygulayan az.
Derviş çok; ama tasavvufun aslını, üstatlarından öğrenmek lazım.
Tasavvuf laf değildir; ilm-i kalbîdir, ilm-i hâldir. Laf ilmi değildir, hal ilmidir. Lafı ile iyi olmak bir şey değil. Hâli iyi olacak insanın.
Bu da nasıl elde edilir?
İnsanın kendisini zorlaması ile nefsini dizginlemesi ile elde edilir. Riyâzetü'n-nefs ile elde edilir.
Bakın şimdi jimnastik kelimesini herkes kullanıyor. Jimnastik; bir, iki, üç, dört; bir, iki, üç dört. Herkes bunu kullanıyor.
Niye jimnastik diyoruz.
Bunun aslı idmandır. Eski adı "İdman dersi" idi. İdman da Arapçadır. Arapçası da "riyâzâtü'l-beden."
İdman; "vücut hareketleri ile vücudu geliştirmek" demek.
İki çeşit riyâzat vardır:
Bir, riyâzâtü'l-beden. "Bedeni çalıştırarak, kabiliyetlerini geliştirmek."
Eğilmek, kalkmak, kaldırma, vurma, koşma vesaire... Vücut kuvvetleniyor. Vücut çalıştıkça kuvvetleniyor. Halteri kaldıra kaldıra seni ensenden tuttu mu kaldırmak kolay geliyor. Hop kaldırıyor, kedi yavrusu kaldırır gibi kaldırıyor.
Neden?
E bu adam halterci.
Riyazet yapa yapa çalışma yapa yapa bedeni kuvvetleniyor.
Bir de riyâzâtü'n-nefs vardır; "nefsi kuvvetlendirmek, nefsi terbiye etmek." İnsanın kabiliyetlerini, iradesini kuvvetlendirmesi. O da tasavvufla, nefsi zabt u rapt altına almakla olur.
O nasıl olacak?
Oruç tutacaksın, aç kalacaksın. Dünyanın zevkini, sefâsını terk edeceksin. Alıştığın şeyleri bırakacaksın.
"Ben gündüzleri uyumaya alıştım."
Bırakacaksın.
"Beş tabak yemeği sıyırmadan benim karnım doymaz. Sofradan kalkamam!"
Bırakacaksın!
Alıştığın her şey doğru değil ki...
Nereden alıştın?
Kötü yerlerden alıştın.
Alıştıklarını bırakacaksın.
Ve'l-müstehsenât. "Herkesin beğendiği, hoşlandığı şeyleri bırakacaksın."
Çalışıp çabalayacaksın, terk edeceksin de öyle iyi sûfî, öyle iyi derviş olacaksın. Aslında bu sözü geçtiğimiz haftalar bir kere daha söylemişti.
Diyordu ki;
"Her nefis ilmin elde edilmesi; elden gelen gayreti sarf etmekle olur."
Bâb-ı külli ilmin nefîsin celîlin bezlü'l-mechûd diye söylemişti. Burada da aynı şeyi söylüyor.
Dikkat ederseniz tasavvufun büyük hocası, büyük mümessili, büyük alimi, evliyâların önde gelen isimlerinden olan Cüneyd-i Bağdâdî ne diyor?
"Kardeşim, çalışacaksın, gayret sarf edeceksin, boş lafla bu iş olmaz!" diyor.
Hakikaten de olmuyor. Adam kırk yıl dervişlik yapmış. Şu kadarcık imtihanı başaramıyor, geçemiyor. Çünkü nefsini terbiye etmemiş. Nefsini yenmeye çalışmamış. Riyâzâtü'n-nefs yapmamış, nefsini yenme çalışması yapmamış; nefsini yenemiyor, yuvayı bozuyor. Anaya âsi geliyor, hocasına küsüyor, namazı bırakıyor, yoldan çıkıyor, raydan çıkıyor; kamyonu deviriyor.
Neden?
Aslını öğrenmediği için.
Çalışacak, dünyayı terk edecek; geceleri uyumayacak, gündüzleri oruç tutacak, ibadet edecek de öyle ârif olacak.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.