Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhirabbi'l-âlemînehamdenkesîrantayyibenmübârekenfîh. Kemâyenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmisultânih.
Ve's-salâtüve's-selâmüalâseyyidinâ ve senedinâ ve mededinâMuhammedini'l Mustafa. Ve alââlihî ve sahbihî ve men tebiahûbiihsânin ilâ yevmi'lcezâ.
Emmâba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; EbûAbdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhurûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. EbûAbdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
Kâle ve kâleEbûOsmân. "Ebû Osman ı Hîrî hazretleri şöyle dedi:"
ez-Zikrü'lkesîrü en tezkürahû fî zikrikelehûinnekelemtasil ilâ zikrihî illâ bihî ve bifadlih.
Zikr-i kesîr. "Allah'ı çok zikretmek."
Kur'an'da Allah'ın bize emri. Kur'an'da size de, bize de Allah'ın emri var.
Ne buyuruyor: Allah cellecelâlühû Teâlâ Kibriyâühû ve Azîmeşşe'nüh ve şemileihsanüh?
Yâeyyühe'llezîneâmenû. "Ey iman edenler!"
Siz iman etmiş değil misiniz, mü'min değil misiniz? Sizler mü'minsiniz, bizler mü'miniz. Asırlar boyu bütün müslümanlar, bütün mü'minler!
Yâeyyühe'l-lezîneâmenû. "Ey o iman eden kullar!" Üzküru'l-lâhezikrankesîrâ. "Allah'ı, Rabbiniz'i çok zikredin, O'nu zikir ile çok meşgul olun."
Zikrankesîrâ. "Çok çok zikretmek."
Millet yapıyor mu?
Yapmıyor.
Dervişlere, çok zikredenlere de kızıyorlar. Cebi, eli, dili kalbi tesbihli olanlara kızıyor.
Kimler kızıyor?
Kâfirler müslümanlara kızar; Hıristiyan yahudi sevmez, Budist, hindu sevmez, brahmanist sevmez. Gayrimüslim, müşrik sevmez.
Ne yapalım?
Ben de Müslümanım.' diyenler de sevmiyor. Zikrin karşısında duruyor.
Bunlar da iki grup. Bir kısmı radikal, -yabancı kelime kullanmayacaktık eyvah!-
Radikalin Türkçesi?
Köktenciler; bir kısmı da liberal ilericiler, ama çok aşırı ileri gidiyorlar.
Birisi aşırı köktenci, ötekisi de aşırı toptancı. İleriye doğru toptancı.
İlerici diyor ki; "20. yüzyılda bu kadar dindar olmaya ne lüzum var? Ben hem namazımı kılarım -vallahi de, billahi de senede iki defa bayram namazına gidiyorum - hem de içkimi içerim, ne olmuş yani?"
Kimisi böyle diyor.
"Ben de müslümanım, sadece sen mi müslümansın? Hatta ben senden daha iyi müslümanım." diyor.
"O adam mı müslüman? Ben ondan daha iyi müslümanım."
O adam mı dediği; beş vakit namazını kılıyor hacca gitmiş, zekâtını veriyor, İslâm için çalışıyor.
Bu diyor ki: "Ben ondan daha iyi müslümanım."
İyi, maşaallah! Peki nasıl daha iyi müslümansın?
"Benim kalbim temiz!"
Hadi, getir buraya, Koşuyolu Kalp Hastanesi'ne, kalbini açtır, temizliğini muayene et.
Temizlik muayenesinde bakalım kalbi temiz mi?
Ne kadar temiz?
"Benim kalbim ondan temiz, ben ondan daha iyi müslümanım. Pöf! O da müslüman mı!
Bu kadar da olunmaz ki canım! Ne olacak!" diyor. Bir kısmı böyle beğenmiyor.
"İnsanın kalbi temiz oldu mu, yeter." diyor.
Etekler mini, saçlar bukle bukle açık, kollar da hava sıcak olduğu zaman kısa olabilir. Ne olurmuş, onun kalbi temiz!
"Plaja gitsem ne olur? Benim kalbim temiz!"
Adam ölüyor; -innâlillâh ve innâileyhirâciûn- herkes ölecek. Ölürken karısına vasiyet etmiş;
"Bak hanım, sana vasiyetim olsun, benden sonra sakın örtünme!"
Halbuki hayattayken adamın kocalık vazifesi, karısını örtmekti. Çünkü Allah ona üstünlük vermişti, evin sorumluluğu kocaya aitti. Karısının örtünmesi hayatta iken, bu adama aitti.
"Hanım! Allah'ın emri örtünmektir. Allah "Başınızdan boynunuzu örterek aşağı kadar örtünüzü alın, vücudunuzu örtün." buyuruyor.
Kul li'l-mü'minâti yüdnîn ealeyhinne mincelâbîbihinne, âyet-i kerîmesiyle buyurmuş.
"Hanımcığım, örtünüver, çünkü sen benim hanımımsın, ben senin eşinim, biz birbirimizin mahremiyiz, başkasının görmesine lüzum yok, örtün." demesi lazım.
Hayatta iken örtünmesini temin etmemiş. Ölürken, âhirete giderken de demiş ki; "Asla başını örtmemeni vasiyet ediyorum."
Onların yanında vasiyet çok kıymetliymiş. Onun için de hanım, kocasının vasiyetine uymuş, başını örtmemiş.
Be hey cahil adam! Vasiyet ettin, öldün, gittin. Hanım başını açtıkça sana günah yazılıyor, güzelliklerini mahremi olmayanlar, nâmahremler görüyor.
"Vay be, şu kadının saçına bak, ne kadar güzel, vay şu kadının yüzüne bak, ne kadar güzel!" dese günah.
Neden?
Allah, mü'min kadınların ziynetlerini örtmesini emrediyor. Hanım dışarıda örtünecek, evin içinde kendi eşiyle olduğunda Allah helal kılmış, bir şey yok. Ama dışarıda örtünecek. Tesettür onun için, Allah'ın emri olduğundan yapılıyor.
Bu bey ölürken; "Sakın örtünme hanım!" diye vasiyet etmiş.
Bu hanım kocasının sözünü dinlerse açık gezdiği müddetçe, hem kadın günaha girecek hem de açık gezmesini vasiyet ettiği için kocası günaha girecek.
Eğer kadın; "Bu vaazdan sonra öğrendim ki kadınların örtünmesi, Allah'ın emriymiş. Kocam cahilliğinden, İslâm'ı bilmediğinden böyle vasiyet etmiş." derse kurtulur.
Kadın başını açarsa açan kadın da günaha girer açtıran da.
Kadın ne yapacak?
"Allah'ın emrini öğrendim." diyecek, başını kapatacak.
Kendisi günahtan kurtulacak. Ötekisi o vasiyeti yüzünden çekecek. Allah akıl fikir versin.
Zikrin de muhalifleri var. Ama "Allah çok zikretmeyi emrediyor." dedim, âyet okudum.
Yâ eyyühe'l-lezîn eâmenû'zkürullâhe zikran kesîrâ. "Allah'ı çok zikredin."
Bu nasıl olacak?
Allah'ı maddi menfaat için değil de sırf O'nun rızası için zikredersen çok zikre ulaşabilirsin.
Zikir neden yapılır?
Adam sarık giymiş, cübbe giymiş, eline asa almış, kocaman kehribar tesbih almış; şak şakşak çekiyor, kocaman püskülü var.
Sen gösteriş için mi zikir yapıyorsun, ücretini insanlardan mı toplayacaksın?
"Ben dervişlik gösterisi yaptım. Verin bakalım ne verirseniz!" sirkte para toplanır gibi.
Sen zikri para için mi yapıyorsun, gösteriş için, başkasına övünmek için, şöhret için, oy için mi yapıyorsun? Sen zikri niçin yapıyorsun? Utandığın için mi, "Başkaları ayıplar." diye mi, neden yapıyorsun?
Allah'tan gayrı bir sebeple yapıyorsan bu zikir değil. Başka bir maksatla, niyetle yapıyorsan zikir sevabına ulaşamazsın.
Nasıl yapacaksın?
Allah'ı, O'nun rızası için, Allah için zikredeceksin. "Allah sevsin." diye yapacaksın. İlâhî entemaksûdî ve rıdâkematlûbî zihniyeti ve niyetiyle zikredeceksin. Dünya menfaati, rahatı için değil, şöhret, para, maaş, dünyada rahat için değil, Allah için. Böyle yaparsan çok zikre ulaşırsın.
Çünkü; O'nu zikretmeye ancak; O'nunla, Allah'ın fazl u keremiyle muvaffak olabilirsin. Allah nasip etmezse yapamazsın.
"O'nun rızasını kazan, O'nun için zikretmeye niyetlen de Allah sana zikri müyesser eylesin." demek istiyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bu çok önemli bir nokta. "Allah, Allah, Allah" diye zikrederken duruyoruz, ilâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî diyoruz. Buna bâzgeşt kaidesi derler. Duracak, bunu diyecek; pirlerimiz böyle söylemiş.
Ne demek?
"Yâ Rabbi! Benim muradım, arzum sensin; ben senin rızanı kazanmak istiyorum."
"Allah, Allah, Allah" diyecek, duracak; "İlâhî! Benim arzum, muradım sensin. Ben bunu senin rızanı kazanmak için yapıyorum." diyecek.
Neden?
Başka bir sebeple yapmamayı öğrensin diye.
"Dünya menfaati için değil, sırf Allah rızası için yapmayı öğrensin." diye, büyüklerimiz bu sözü söylememizi tavsiye etmişler.
Semi'tü Ebâ Bekrin Muhammede'bne Ahmede'bne İbrâhîmeyekûl. Semi'tü Ebe'lHüseyni'l Verrâkayekûl, semi'tüEbâOsmân.
Birinci râvi kim?
Ebû Bekir Muhammed İbnAhmed İbn İbrahim. Müellif bundan duymuş.
Muhammed İbn Ahmed İbnİbrâhim ibn Abdullah EbûBekr el Belhî. "Belh şehrindenmiş."
Belh şehri nerede?
Mevlânâ'nın geldiği şehir, Horasan'da. Mevlânâ'nın hemşehrisi.
Kadime Bağdâde. "Belh şehrinden Bağdat'a gelmiş."
Ve haddesebihâ an Muhammed İbniAmrİbni Musa el-Ukaydi. "Bu şahıstan hadis ilmi öğrenmiş." Haddeseanhüm Muhammed İbn Ali ibniYakub. "Talebesi de Muhammed b. Ali b. Yakub'muş. O da hadisi ondan öğrenmiş."
Belh'ten Bağdat'a gelen şahıs, hadisçi, hadis alimi.
Neden Belh'ten Bağdat'a gelmişler?
O zaman İslam âlemi böyle bir rahatlık içindeymiş; müslüman istediği yere gidermiş. Şimdi biz Suudi Arabistan'a, Suriye'ye, Bağdat'a, Mısır'a, Cezayir'e gidemeyiz. Hudutlar, sıkıntılar vesaire.
"Hocam, sen de her şeye tenkit gözüyle bakma! Hudut var, hudutlarda gümrük var, gümrüklerde kimlik muayenesi var, vize var."
Avrupalılar aralarında vizeleri kaldırdılar. Ben Münih'te oturuyordum, arkadaşlar "Alp Dağları'nı görelim." dediler. Almanya, Münih'ten arabamıza bindik, gittik, Alp Dağlarını gördük. İsviçre'ye girdik, hesap soran yok. Başka bir ülkeye geldik, İsviçre'ye girdik, gezdik, akşam dönüşe Avusturya'ya geçtik. Yine karışan, soran yok. Akşamüstü huduttan, Avusturya'dan Almanya'ya girdik, yine arayan soran yok. Üç dört tane hudut geçtik, adamlar birbirleriyle gelişi gidişi kolaylaştırmışlar.
Kardeşlik böyle olur!
Biz tarih boyunca beraber yaşadığımız insanlara gidiş gelişte niye bu kadar zorlanıyoruz? Hac yapacağım, umre yapacağım; neden bin bir türlü zorlukla oluyor?
Biz meselelerimizi çözememişiz. Doğru değil! Müslümanlar kardeş olduğuna göre, Avrupalıların birbirleriyle gidip gelebildiği gibi arabasına güvenen Adana'dan binmeli; "Ben pazartesiye kadar bir umre yapayım, geleyim, hadi Allah'a ısmarladık, selamünaleyküm." deyip çıkabilmeli.
Şam, Dımaşk, Ürdün, Amman ondan sonra Suudi Arabistan'a, Tebük'e geldik. Sonra Vadi Teyma'yı geçiyoruz, ondan sonra Medine-i Münevvere'nin hurmaları göründü. Peygamber Efendimiz'in türbesini ziyaret ettik. Oradan Mekke-i Mükerreme'ye. Hicret yolu var; dört şerit gidiş, dört şerit geliş. İstediğin kadar sürat yap. Mekke'ye de vardık, tavafımızı yaptık, elhamdülillah. Umrenin sevabı çok. Sonra çıktım, memleketime döndüm, pazartesi günü Adana'daki işime yetiştim. Kolayca oldu.
Nasıl olur bu?
Kardeşlikle olur.
Eskiden oluyordu; Belh'ten, Horasan'dan çıkıyordu, Bağdat'ta yerleşiyordu. Hadis öğreniyordu, öğretiyordu. Şimdi bunları kaybetmişiz. Birbirimize hasım olmuşuz. Hudutlar kapalı, kavgalı, yollar tehlikeli vesaire. Tabi herkeste kusur var. Ahalide, yöneticilerde, komşu devletlerde, bizde kusur var, her şeyimizde kusur var. Okumuşumuzda, cahilimizde, dindarımızda kusur var. Çalışmamışız. Avrupalı yapıyor, siz de böyle yapın. Biz onu yapamıyoruz. Kusur bizde!
Müellif Belh'ten, Bağdat'a gelen Ebû Bekir Muhammed'den, muhaddis olan zâttan duymuş.
Semi'tü Ebe'l-Hüseyni'l-Varrâkyekûl. "O da Ebi'l Hüseyni'l-Varrâk'tan duymuş."
O kimmiş?
Muhammed İbni Saad Ebü'l Hüseyin el Varrâksâhib-i Ebî Osmân Nîsâbûrî. "Bu sözlerin sahibi, terceme-i hâlini okuduğumuz kimsenin arkadaşıymış." Kânefakîhen. "Fakih imiş."
Fakih ne demek?
"İlm-i fıkhı derinden derine bilen, dini bilgisi sağlam olan."
Fakih olmak, çok sevimli, çok iyi bir şey.
Allah bir insanın hayrını murat ederse ne yapar?
Onu fakih yapar, dininin ahkâmını iyi bilen bir insan yapar.
Bu neden böyle?
Bir insan ölürken karısına; "Başını örtmeyeceksin!" diye vasiyet ederse sonunda zararı kendisine olacak. Aklı olsaydı, fakih olsaydı böyle demezdi.
"Hanım, hâl-i hayatımda ben sana iyi kocalık yapamadım kusura bakma, şimdi ben aranızdan ayrılıyorum, veda ediyorum, çok pişmanım, bari sen bundan sonra aklını başına topla da başını ört, namaza başla, hacca git; bir de benim için birisini hacca götür, belki Allah günahlarımızı affeder." derdi.
Fakih olsaydı böyle diyecekti. Fakih olmak önemli.
Yetekellemüale'l-muâmelât. Sonra bu zât; insanın günlük yaşayışında komşusuyla, eşiyle dostuyla, müşterisiyle, arkadaşıyla, insanların çeşitli gruplarıyla muamelât-ı beşeriyyesinin nasıl olması, nasıl ahlâkla, mutasavvıfane, edeple olması gerektiğinden çok bahseden bir kimseymiş.
Varrâk, "kâğıtçı" demek.
Demek ki kâğıtlar da o zaman alınıyordu, yazılıyordu, satılıyordu; mesleği oymuş.
Tüvüffiye senetetis'ûn ve tis'ateaşrate ve selâsemie. "Hicrî 319 senesinde vefat etmiş."
Allah rahmet eylesin. Kimler yaşamış, şu köhne dünyadan kimler gelmiş, kimler geçmiş?
O da müelliften duymuş, çünkü ahbapmış. Hayatını okuduğumuz Ebu Osman'dan duymuş:
Ve süile. "Ebu Osman'a sorulmuş:" Keyfe yestecîzü li'l-âkili en yüzile'l-lâimete âmme nyazlimühû fe-kâleliya'lemeenna'l-lâheselletahû aleyh.
Birisi Ebu Osman'a soru sormuş:
"Hocam, üstadım, şeyhim, mürşidim! Nasıl dediyse , Akıllı bir insan birisi kendisine zulmettiği zaman, kendisini ona kötü duygular beslemek, kızmak, onu kınayıp ayıplamaktan nasıl kurtarabilir?"
Birisi gelecek, birisine zulmedecek, o da o zulmedeni ayıplamayacak kınamayacak, hoş görecek. "Nasıl olur da mümkün olur?" diye soruyor.
Bunu neden soruyor?
Güzel ahlak; kendisine zulmedeni affetmekle olur da ondan. Herhalde "Bunu yapamıyorum." demek istiyor, şikayet ediyor, nasıl olacağını soruyor.
"Akıllı bir insan kendisine zulmedeni kınamaktan, zulmedene kızmaktan nasıl kurtulabilir? İyi ahlaklı olmak için bu lazım. Bunu nasıl yapacak?" diye soruyor.
Ve kâle liya'leme enna'llâheselletahû aleyhi. "O zulmedeni kendisine Allah'ın musallat ettiğini bilirse o zaman; 'Bu zalimi bana Allah musallat etti, bu Allah'ın kaderi.' der, ses çıkarmaz, zulmedeni affeder."
Onu düşünmesini söylemiş.
Biliyorsunuz bir Nasreddin Hoca hikâyesi var.
"Vaazda Nasreddin Hoca hikâyesi söylenir mi, ciddi konular konuşurken burası gülme yeri mi?"
Ama güzel, ondan söylüyoruz. Nasreddin Hoca'nın zamanındaki hükümdar Timur, gelmiş her tarafı istilâ etmiş. Nasrettin hoca Akşehir'de, güya o da Anadolu'ya gelmiş. Halbuki tarih bakımından bunlar mümkün değil ama artık nasılsa isimlerde bir yanlışlık olmuş. Gerçekleşmiş hadise, rivayet edilirken biraz kaymıştır. Mesela Timur Anadolu'da değildir de, Nasreddin Hoca Horasan'dadır. Ya da Timur değil de Cengiz istilasından sonra onun evlatlarından birisidir. Neyse mühim olan başka taraf.
Timur, istila ettiği yerdeki ahaliyi yakalıyor; "Gel buraya, söyle bakalım ben zalim miyim, mazlum muyum?" diye soruyormuş.
Adam; "Estağfirullah efendim, siz zalim olur musunuz, siz ağasınız paşasınız merhametlisiniz." filan deyince; "Hadi oradan, yalancı, dalkavuk! Benimle alay mı ediyorsun, bu kadar astım, kestim, yaktım, yıktım, hâlâ bana yağ çekiyorsun. Dövün şunu!" diyormuş. Adamları dövüyormuş.
Yine bir başkasını yakalıyor ona da;
"Ben zalim miyim, mazlum muyum?" diye soruyormuş.
"Zalim değilsin, mazlumsun." dese, 'dalkavuk' diyecek, dayak yiyecek. Denemek için "Zalimsin!" demiş o da.
"Vay edepsiz! Ben zalim miyim?" diye onu da pataklatıyor, vuruyor, dövdürüyormuş.
Gelmişler Nasreddin Hoca'ya;
"Hocam, bu adam başımıza bela, sokakta yakalıyor, soruyor; 'Ben zalim miyim?' 'Zalimsin.' diyeni dövüyor. 'Zalim değilsin, mazlumsun.' diyeni yine dövüyor. " 'Siz beni, onun bu işleri yaptığı sokağa götürün.' demiş."
Nasreddin Hoca oradan geçiyor. Hocayı da yakalamışlar.
"Söyle bakalım, ben zalim miyim, mazlum muyum?"
Hoca demiş ki;
"Sen ne zalimsin ne mazlumsun. Zalim biziz ki ceza olarak Allah seni bize musallat etti." demiş.
Bu sözde de öyle demek istiyor. Bilsin ki o zalimi kendisine musallat eden Allah'tır. O zaman insan zulmedeni affeder. Zulmedeni kınayıp, bağırıp, çağırıp, tenkit edip kavgayı daha da büyütmez. Tabi sadece hükümdarlar zulmetmez; belki sen de zalimsin.
Zalim nasıl olur?
Karısına, evladına, iş ortağına zulmeden de zalim olur. Günah işleyen, nefsine zulmeder, zalim olur. Zulmün pek çok çeşidi var.
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Allah bizi her türlü zulümden korusun, kurtarsın.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.