es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi,ihsanı ve ikramı üzerinize olsun. Cenab-I Hakk nimetlerini üzerinizde daim eylesin.
Bakara sûresinin 127 ve 128. âyetlerine ulaştık. Şimdi iki âyet üzerinde sohbet etmek istiyorum. Bu âyet-i kerîmelerin mübarek metinlerini, kelimelerini okuyalım önce, sonra mealini ve izahını anlatırım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve iz yerfe'u İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti ve ismaîlü Rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente's-semî'u'l-alîm.
Bu 127. Âyet-i kerîme. 128. Âyet-i kerîme şöyle;
Rabbenâ vec'alnâ müslimeyni leke ve min zürriyyetinâ ümmeten müslimeten leke ve erinâ menâsikenâ ve tüb aleynâ inneke ente't-tevvâbü'r-rahîm.
Bu ikisi üzerinde izahlarda bulunmak istiyorum.
İz edatı biliyorsunuz, daha önceki âyet-i kerîmelerde de vardı, bundan sonraki âyet-i kerîmelerde de var.
Mânası ne demek?
'Ümmetine hatırlat, hatırla hani, eski devirde, tarihte, mazide bunlar olmuştu' mânasına.
İz yerfe'u. "Yükseltiyor." İbrahîmü. "İbrahim aleyhisselam." "Hani yükseltiyordu, tarihte, mazide, onu hatırlat ümmetine."
Neyi yükseltiyordu?
el-Kavâide mine'l-beyti. "O Beytullah'ın, o mübarek Kâbe'nin, o Allah'ın mübarek evinin, o mâlum evin [kâidelerini yükseltiyordu.]
"el-Beyt' diyor ama elif lam geliyor. Mâlum, belirli, yani Kâbe kastediliyor. O Kâbe'nin temellerini, kaidelerini [yükseltiyordu.]
Kâide ne demek?
Temel. Temel kurallara da kâide diyoruz onun için.
Kâidelerini yani temellerini yükseltiyordu; taş üstüne taş koyarak yükseltiyordu hani.
Ve ismailü. "Ve İsmail'de yardımcı oluyordu ona." Rabbenâ tekabbel minnâ. "Diyorlardı ki; 'Yâ Rabbi! Bizden bu ibadetimizi, bu yaptığımız güzel işi, senin rızan için yaptığımız bu inşaatı kabul eyle.'" İnneke ente's-semî'u'l-alîm. "Çünkü sen her şeyi tam işiten, her şeyi tam bilensin; semîsin, alîmsin."
Cenâb-ı Hak'ın sıfatları: Semî, Alîm sıfatı nedir?
Mübalağa ifade eder.
"Sonsuz derecede her şeyi işiten, sonsuz derecede her şeyi bilensin Yâ Rabbi! Şu bizim duamızı işitiyorsun, şu bizim yaptıklarımızı niçin yaptığımız sana mâlum, kabul et yâ Rabbi!" diye dua ediyorlardı.
Rabbenâ vec'alnâ müslimeyni leke. "Yâ Rabbi! Her ikimizi sana teslim olan kullar eyle." Ve min zürriyyetinâ ümmeten müslimeten leke. "Zürriyetimizden gelecek insanlardan da sana teslim olan, sana itaat eden, emirlerini tutan bir ümmet halk eyle." Ve erinâ menâsikenâ. "Ve burada yapılacak ibadetlerin nasıl yapılması gerektiğini, usulünü; haccı nasıl yapacağız, kurbanı nasıl keseceğiz, diğer [şeyleri,] tavafı nasıl yapacağız, bunları bize bildir, göster yâ Rabbi!" Ve tüb aleynâ. "Bize teveccüh eyle, bizim sana yönelişimize karşı sen de bize yönel, teveccüh buyur." İnneke ente't-tevvâbü'r-rahîm. "Hiç şüphe yok ki sen çok teveccühkârsın, tevvâbsın." Sana teveccüh edenlere sen de teveccüh edersin. Sana yönelip, senden niyaz eden, günahlarının affını isteyenlere sen de teveccüh buyurursun, onu kabul edersin. Tövbekârların tövbesini kabul edersin. er-Rahîm. "Ve çook, son derece de merhametlisin." Bu dualarımızı kabul eyle…
Bu iki âyet-i kerîme.
İbrahim aleyhisselam Kâbe-i Müşerrefe'nin temellerini taşlar koyarak yükseltiyor ve binasını yapıyor. Bunun nasıl olduğunu anlatalım.
Ama burada mealini söylediğimiz için âyet-i kerîmenin, bir hususu da, duygulandırıcı bir hususu da nakletmek istiyorum. Tefsirde yazılıyor.
Vüheyb b. el-Verd bu âyet-i kerîmeyi okurmuş;
Ve iz yerfe'u İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti ve ismaîlü Rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente's-semî'u'l-alîm dermiş. Bu zât-ı muhterem rahmetullahi aleyh bu âyeti okurmuş. Sümme yebkî. "Sonra ağlarmış." Ve yekûlü. "Ve dermiş ki."
Yani niçin ağlıyor?
Duygulanıyor bu âyet-i kerîmeyi okurken… Biz de duygulanalım, bizim de gönlümüz derin mânaları kavrasın, biz de irfanımızın vüs'atı nispetinde, âyetlerden ibretlerimizi alalım, çıkaracağımız dersleri çıkartalım.
Ne diyormuş?
Yâ Halilerrahman. "Ey Rahman'ın halil'i, dostu olan İbrahim aleyhisselam!"
Halil ne demek?
"Çok samimi dost. Sırdaş dost" demek.
"Ey Rahman olan Allah'ın kendisine Halil seçtiği!" Ve't-tehazallahu ibrâhîme halîlâ. "Mübarek! Sen zaten Allah'ın kendisine seçtiği, yakın dost edindiği mübarek bir kulsun. Cenâb-ı Hak seni o makama çıkarmış."
Hem de ne yapıyorsun?
Terfe'u kavâime beyti'r-rahmân. "Rahman'ın evinin temellerini yükseltiyorsun, binasının duvarını yapıyorsun. Hem Rahman'ın sevgilisi, dostusun hem de Rahman'ın evinin, yani Kâbe'nin duvarlarını yapıyorsun." Ondan sonra da, ve ente müşvekün en lâ yütekabbele minke. "Bir yandan da acaba benim bu güzel yaptığım işlem, ibadet, faaliyet kabul olmaz mı diye korkuyorsun da bu duayı yapıyorsun. Kabul olması için yalvarıyorsun." diye ağlarmış.
Evet, bu işte çok önemli bir şey. Salih insanların, hakîki, müttekî Allah'ın sevgili kullarının hali budur. Hem güzel işler yaparlar, hem de yine de korkarlar; "Acaba yapabildim mi, acaba güzel yapabildim mi, acaba makbul düştü mü?" diye… Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, ilerdeki âyetlerde gelecek, Cenâb-ı Hak buyuruyor ki;
Vellezîne yü'tûne mâ âtev kulûbühüm veciletün. "Allah'ın kendilerine nasip ettiği şeyleri, hayırları, hasenatı, sadakayı, zekâtı verirler." Bir taraftan da; Ve kulûbühüm veciletün. "Korkmakta kalpleri, 'acaba kabul olmaz mı?' diye."
Biz eğer Allah nasip ediyor da namaz kılıyorsak, hacca gidiyorsak, sadaka veriyorsak, zekât veriyorsak, Allah'ın sevdiği emrettiği şeyleri yapıyorsak, güzel bir şey ama; acaba bunları güzel yaptık da, Allah kabul ediyor mu?
Çünkü ibadetlerin kabul olmama ihtimalleri de var, bir takım kusurlardan, bir takım günahlardan, riyakârlıktan, vesaireden dolayı. Onun için Allah'ın salih kulları böyle devamlı bir telaş, endişe içinde olurlar, korku haller içinde olurlar; "Yaptım ama acaba ibadetim kabul oldu mu?" diye boyun bükerler, korkarlar, yalvarırlar…. İbadetine mağrur olmak, ibadetine güvenmek; "Yaptık ya işte, daha ne olacak!" filan gibi efelenmek doğru değil İslâm'da. Bu bizim için bir ibret. Yani mübarek İbrahim aleyhisselam hem Rahman'ın dostu, hem Rahman'ın beytini bina ediyor, hem de; "Yâ Rabbi! Bizim bu ibadetimizi, bu hayırlı faaliyetimizi kabul eyle" diye dua ediyor.
Buradaki uzun izahlardan benim sizlere özetlemem gerekirse, İbrahim aleyhisselam bizim Doğu Anadolu'da, bu mıntıkalarda bulunuyordu. O Urfa'lar, Güney Doğu Anadolu. Ben oraya "Nakşibendistan" diyorum çünkü gezdiğim zaman her yerde Nakşibendî tarikatinin büyük evliyaullahının türbelerini, faaliyetlerini gördüm, halkı eğittiklerini gördüm. İşte İbrahim aleyhisselam o mıntıkada yaşamış. Rivâyetlerde Urfa'da ateşe atıldığı söyleniliyor biliyorsunuz.
Allahu Teâlâ hazretlerinin emriyle Hacer validemizi, yani eşini, daha doğrusu, Sare isimli eşinin, hanımının cariyesi olup kocasına hediye ettiği cariye. Ama İbrahim aleyhisselam o hanımının kendisine hediyesini kabul ediyor. Onunla nikâh olunca, İsmail aleyhisselam doğunca, böyle bir cariye, efendiyle hanım olma şerefine erdiği zaman, ümmü veled oluyor, değer kazanıyor. Mevki, makamı ve sahip olduğu şartlar da değişiyor.
İşte öyle İbrahim aleyhisselam hanımının kendisine hediye olarak verdiği Hacer validemizle, kendilerinin çocukları İsmail aleyhisselam'ı da alarak, Allah'ın emri üzerine; "Yâ İbrahim! Benim için bir bina, Beytullah, bir ibadethane inşa et." diye emir olunca - Peygamberler tabii Allah'ın kendilerine vahiylerine göre hareket ediyorlar. Allah'ın bildirdiği, emrettiği, işaret buyurduğu şeyleri yapıyorlar.- terki diyar eyleyip yetiştiği, yaşadığı yerleri bırakıp, Allah'ın evini bina edeceği yeri bulmaya güneye doğru yöneldi.
Cebrail aleyhisselam Peygamber Efendimiz'e vahiy getirdiği gibi, İbrahim aleyhisselam'a da [yolu] gösteriyor, rehberlik ediyor. Ne zaman bir şehre gelseler;
"Acaba burada mı bina edeceğim?" deyince, Cebrail aleyhisselam;
"Hayır, buradan geç, daha öteye." diye işaret buyuruyordu.
Nihayet gele gele Mekke-i Mükerreme'nin olduğu yere geldikleri rivâyetlerde bildiriliyor.
Tabii bu geliş, Peygamber Efendimiz'in Mekke-i Mükerreme'den Kuds-ü Şerîf'e İsrâ ve Mirac gecesi geldiği gibi olağan üstü ikramlarla olduğu rivâyet ediliyor, kitaplarda.
Sonra bu Hacer validemizi ve ondan doğmuş olan küçük bebeği, Allah'ın işaret buyurduğu, Cebrail aleyhisselam'ın gösterdiği yere yerleştiriyor ve ondan sonra yürüyüp uzaklaşıyor.
Bu kitapların rivâyetleri içinde ilginç olan, "Cenâb-ı Hak sekînetini gönderdi." diyor. Sekînet bir rüzgar şeklinde, belirgin bir şekilde onu sevk etti ve Kâbe-i Müşerrefe'nin bina edileceği yeri böylece belirginleştirdi, gösterdi. Orada, Hacer validemizi ve İsmail aleyhisselam'ı iskân etti.
Tabii böyle büyük zâtlar çok konuşmuyorlar. Allah'ın emrettiği şeyleri kendileri biliyorlar ama çok konuşmuyorlar. [İbrahim aleyhisselam] yürüyüp giderken Hacer validemiz de arkasından gidiyor. Hacer validemizin yanına, biraz yiyecek, biraz da su bırakmış. Sonra yürüyüp giderken, Hacer validemiz de arkasından gidiyor, o da önden gidiyor;
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun yâ İbrahim?" deyince cevap vermiyor… Cevap vermiyor, sonra birkaç defa daha tekrar edince, o zaman Hacer validemiz bunun bir emirle olduğunu sezinlediği için;
"Bizi burada bırakmanı Allah mı emretti?"
"Evet Allah emretti."
"O halde Allah bize kâfi gelir." diyor. Ondan sonra uzaklaşıyor.
Kâbe'yi gördüğü, Kâbe'nin mahallini gördüğü ama Hacer validemizin kendisini görmediği yere kadar uzaklaşıp, yüksek yere [çıkınca] dönüp dua ediyor;
"Yâ Rabbi! Ben zürriyetimi senin emrin ile böyle bir ekin bitmez vadiye yerleştirdim. Sen emrettin diye…"
İbrahim aleyhisselam'ın hayatında böyle başka insanların yapamayacağı kadar zorlu teklifler ve imtihanlar var. Allahu Teâlâ hazretlerinin her emrini fedakârca, gözünü kırpmadan yapmış bir insan olduğu için Allah İbrahim aleyhisselam'ı çok sevmiş. Mesela;
"Eşini ve sevdiğin çocuğunu şuraya götür, bırak."
Şimdi böyle bir işareti rüyada veya ilham yoluyla alan bir insan, tabii Allah'tan geldiğini bilince bunu yapacak ama zor bir iş.
Sonra rüyada da biliyorsunuz, bu âyet-i kerîmenin dışında, bugünkü sohbetimizden ayrı bir konu ama bir misal olsun diye söylüyorum. Rüyada, oğlu İsmail'i kesmesi, kurban etmesi işaret olunuyor. Sonra geliyor, açıkça;
"Yâ İsmail! Rüyamda seni kesmem emrolundu bana." diyor. O da diyor ki;
"Babacığım! Allah ne emrettiyse yap, inşaallah ben de sabrederim." diyor.
Alıp onu kesmeye, kurban etmeye götürüyor… Bu da, kendinizi o şartlara göre uyarlayıp düşünürseniz, zor bir iş. Keseceği sırada Cenâb-ı Hak;
"Rüyanın emrini yapacağın anlaşıldı, sıdk u sadâkatini gösterdin ey İbrahim! Oğlunu kesme, şu kurbanı kes." diye kurban gönderiyor. Şimdi bu da zorlu bir şey ama Allah'ın emriyle yapıldığı için, hiç sarsılmadan yapıyor. Hacer validemiz de peygamber hanımı, maşaallah. O da;
"Madem Allah emretmiş, o halde Allah bizi korur." diyor.
Biliyorsunuz, rivâyetlere göre İsmail aleyhisselam o sırada süt emiyordu. [Hacer validemiz] torbadaki yiyeceği yiyip, suyu içerek besleniyordu ve çocuğunu emziriyordu. Ama bunlar bitince çocuk ve kendisi susuzluk çekmeye başladılar. İbrahim aleyhisselam da gitmiş bulundu. O ekin bitmez, kimsenin olmadığı yerde… O zaman hem çocuğu böyle mızırdanıp, susuzluktan sıkıntı çektiğinden onun görmesin diye hem de belki bir yardım bulurum diye kendisinin yakınında olan yüksek bir yere çıkmak istedi. Safa Tepesi, o tarafta yakınında idi, oraya kadar çıktı, etrafa bakındı. Sonra yürüdü hızla, Merve Tepesi tarafına, 400 küsur metre kadar ilerdeki öbür yakadaki Merve Tepesine çıktı, oradan bakındı. Sonra tekrar Safa'ya, tekrar Merve'ye, bu böyle yedi defa devam etti.
O arada bir ses duydu. "Allah Allah, bu ses nedir?' diye, 'Acaba hayal mi veya ben mi öyle [zannediyorum?]" diye. Sonradan baktı ki gerçek bir ses. Cebrail aleyhisselam topuğuyla veya bir rivâyete göre kanadıyla kumları eşiyor ve oradan su büngüldemeye, yani pınar gibi zemzem suyu çıkmaya başlıyor… Ve Cebrail aleyhisselam;
"Korkma, burada korkulacak bir şey yok. Allah size emretti, koruyacak ve Allah senin zürriyetine, bu evlâdına burada bir mukaddes bina, mâbet inşasını nasip edecek. Korkma, Allah sizi koruyacak." diye teselli veriyor.
İmam Buhârî'nin rivâyet ettiği uzun bir hadîs-i şerîfi kısaltıyorum ben… Hacer validemiz, su böyle topraktan kaynamaya başlayınca etrafa kaçmasın diye, etrafını şöyle havuzlattırıp, avucuyla da alıp kaba doldurmaya çalışıyor. Peygamber Efendimiz burasını anlatırken buyurmuş ki;
"Allah rahmet eylesin Hacer valideye. Eğer öyle suyun önünü çevirip de havuzlandırma yapmasaydı, bıraksaydı, aksaydı, zemzem kuyu olmayacatı, bir pınar olarak, akıp gidecekti." diye anlatırken böyle de buyurmuş.
Hakikaten de bugünkü tetkiklerden, Hacer-i Esved köşesi tarafından doğru, Kâbe'nin altından akıntı halinde bir nehir gibi, bir dere gibi suyun geldiği biliniyor. Kuyunun içindeki o tarafa doğru olan şeyine zemzem kursağı adı veriliyor. Su oradan geliyor, kuyuya doluyor. Ondan sonra da bir yerlerden yine gidiyor; yani aşağıdan akıyor. Peygamber Efendimizin dediği gibi, eğer [havuz] yapmasaydı yukarıdan akacaktı. Âmennâ ve saddaknâ.
Sonra çocuk orada büyüyor. Cürhüm kabilesinden birileri, bazı kimseler oradan geçerken, bakıyorlar orada bazı kuşlar uçuşuyor. Aşağıda Kudey tarafında, Mesfele'den ötede yani, o civarları anlatıyor kitaplar. Kuşların uçtuğunu görünce diyorlar ki;
"Bu kuşlar suya gelir, buralarda su bilmiyoruz, bu kuşların konduğu, indiği yere doğru bir gidin bakalım."
İki kişi gönderiyorlar. Onlar da bakıyorlar, orada su var, orada çocuğuyla beraber bir hanım var. Geliyorlar diyorlar ki;
"Su var hakikaten." Kişiler gidiyor, diyorlar ki;
"Bu sudan bizim istifade etmemize müsaade eder misiniz? Oturabilir miyiz civarında?" Hacer validemiz diyor ki;
Suda hak iddia etmemek şartıyla buyurun oturun." diyor.
Çünkü onların gelmesi ona bir ünsiyet, can yoldaşlığı olacak. Ve o kabileden kimseler oraya yerleşiyorlar. İsmail aleyhisselam büyüyor, o kabileden birisiyle evleniyor.
Tabii bu arada da İbrahim aleyhisselam zaman zaman oğlunu kızını ziyarete geliyor. Buraları ziyarete geliyor. Rivâyetler böyle. O geldiği zaman da neler konuştuğuna dair, uzun açıklamalar var.
Bir seferinde geliyor. İsmail aleyhisselam evde yok, kapıyı çalıyor. Kapı varsa kapıyı çalıyor yani, biz kapıyı çalıyor diyoruz ama o devirler de çok mahrumiyetli. Evli olduğu kadın çıkıyor, bakıyor, karşısında bir ihtiyar zât. İsmail'i soruyor;
"Evde yok." diyor.
"Nasılsınız?" diyor. "Geçiminiz nasıl?"
"Çok fena, berbat." diyor. "Kıtlık içindeyiz, mahrumiyet içindeyiz, yiyecek bulmaya gitti." filan.
Böyle tatsız, olumsuz konuşmalar yapıyor. İbrahim aleyhisselam diyor ki;
"İsmail'e geldiği zaman benden selam söyle ve ona de ki; 'Kapının eşiğini değiştirsin.'"
İsmail aleyhisselam biraz sonra geliyor, İbrahim aleyhisselam gitmiş oluyor. Ve gelince diyor ki;
"Ben buraya birisi gelmiş gibi bir şey hissediyorum, birisi geldi mi?"
"Evet geldi."
"Nasıl bir kimse?"
"Yaşlı, ihtiyar bir kimse geldi, seni sordu. Ondan sonra halimizi hatırımızı sordu. Ben de perişanlığımızı anlattım."
"Peki bir tavsiyede bulundu mu?"
Evet, bulundu."
"Ne dedi?"
"İsmail'e benden selam söyle, evinin kapısının eşiğini değiştirsin dedi." diyor. İsmail aleyhisselam diyor ki;
"O benim babam İbrahim aleyhisselam idi, tarifinden anlaşıldığına göre. "Kapının eşiğini değiştir" demek de; senden ayrılmamı, seni boşamamı istiyor. Sen ailenin yanına dön, seni boşuyorum." diyor.
Sonra başka bir kimseyle evleniyor. Olumsuz, karamsar, şükürsüz olduğu için, beğenilmeyen bir kimse olduğundan, ondan ayrılmasını istemiş oluyor İbrahim aleyhisselam.
Sonra İsmail aleyhisselam aynı kabileden başka bir kimseyle evleniyor. Bu sefer yine bir ara geliyor İbrahim aleyhisselam, yine evde yok İsmail aleyhisselam, yiyecek bulmaya gitmiş. Diyor ki;
"İsmail nerede?"
"Yiyecek bulmaya gitti, bizim için bir şeyler tedarik etmeye gitti."
"Peki nasılsınız?"
"Çok iyiyiz, elhamdülillah, rahatız, huzur içindeyiz, vesasire..." Tatlı, güzel ikramlarda bulunuyor, güzel sözler söylüyor, olumlu, yani şükürlü bir insan.
"Peki, ben gidiyorum, İsmail'e benden selam söyle ve evinin eşiğini sağlamlaştırsın, tutsun de." diyor. İsmail aleyhisselam biraz sonra gelince diyor ki;
"Birisi gelmiş gibi hissediyorum, birisi geldi mi?"
"Geldi."
"Nasıl bir insan?"
"Şöyle şöyle mübarek, nur yüzlü, sevimli, muhterem bir kimse geldi, seni sordu. Ben de olmadığını söyleyince, halimizi sordu. Ben de;
"Çok şükür, geçiniyoruz, iyiyiz, hoşuz." dedim, memnun oldu.
"Bana bir tavsiyede bulundu mu?"
"Evet, sana selam söyledi."
"Ne tavsiye etti?"
"Evinin eşiğini sağlam tutsun, tespit etsin, elinde tutsun dedi." diyor. Diyor ki;
"O benim babamdı, eşiği dediği de sensin, eş yani, hanım olarak. Demek ki babam seninle evliliğimin devamını istemiş." diyor ve onunla şey yapıyor…
Sonra İbrahim aleyhisselam bir ara geliyor diyor ki;
"Oğlum ben burada bir ev yapılmak üzere Cenâb-ı Hak'tan emir aldım."
"Peki baba, yapalım." diyor. Beraberce Kâbe'nin binasını yapmaya başlıyorlar. Rivâyetler böyle.
Bu rivâyetlerin içinde bazı alimlerin daha geniş rivâyetleri, izahları var. Onları da kısaca beyan edeyim. Bu Kâbe'nin ilk binası değil. Yani Kâbe'nin daha önceden Âdem aleyhisselam zamanında, Âdem aleyhisselam ile beraber yeryüzüne şey yapıldığı [bina edildiği,] Âdem aleyhisselam'ın Kâbe'yi bina ettiği, Nuh Tufanı'ndan sonra bunun tufandan zarar gördükten sonra örtüldüğü ve İbrahim aleyhisselam'a tekrar o mübarek yerde bu binayı yapmayı Allahu Teâlâ hazretlerinin bir kez daha emrettiğini kaynaklar söylüyor.
Bu kavâ'id, 'temeller' mânasına… Demek ki daha önceden oradaki temeller bir tümsek halinde yani harabe halinde, kumlarla örtülmüş, görünmez durumda. Allahu Teâlâ hazretleri melekleri vasıtasıyla onları gösteriyor, o kavâidi yani temelleri bulup, onun üstünü inşa ediyorlar.
Babası inşaatı yapıyor, İsmail aleyhisselam taş taşıyor. Belli bir seviyeye geldikleri zaman, Cebrail aleyhisselam Cennetten bir taş olarak Hacer-i Esved'i getiriyor, o köşeye konuluyor. Ondan sonra binası tamamlanıyor.
İnsanların orayı haccetmesini, ziyaret etmesini, ezan gibi bağırarak, ilan etmesini Allahu Teâlâ hazretleri emrediyor, İbrahim aleyhisselam'dan istiyor. Ve böylece İbrahim aleyhisselam da sesleniyor. Tabii seslenmek İbrahim aleyhisselam'dan… Asırlar, nesiller boyu bu daveti bu seslenmeyi; "Allah burayı beyt yaptırdı, burayı ziyaret edin, hac edin ey insanlar!" diye seslenmeyi, mânevî bakımdan duyanlar duyuyorlar ve hacca gidiyorlar; diye kitaplar bu tarzda yazıyor.
Bu Kâbe'nin binası hakkında rivâyetler böyle bu tarzda. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz de kendi zamanında Kâbe-i Müşerrefe'nin tamirine şahid olmuş. Onunla ilgili de çeşitli rivâyetler var.
Ve iz yerfe'u İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti ve ismaîlü rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente's-semî'u'l-alîm âyet-i kerîmesinin izahında [bazıları] diyorlar ki; bu Rabbenâ tekabbel minnâ inneke ente's-semî'u'l-alîm diye dua eden, "Yâ Rabbi! Bu yaptığımız güzel faaliyeti sen kabul eyle, çünkü sen her şeyi bilen, her şeyi işiten Mevlâ'mızsın, ne maksatla yaptığımızı biliyorsun, kabul eyle." diyen ikisidir. Yani hem İbrahim aleyhisselam'dır hem İsmail aleyhisselam'dır diyen olduğu gibi, alimlerden, müfessirlerden birisi de diyor ki;
İbrahim binayı yapandır, yerfe'u İbrâhîmü'l-kavâide mine'l-beyti. Duayı eden de İsmail aleyhisselam. Rabbenâ tekabbel minnâ demiştir diyor ama sağlam rivâyet, her ikisinin de birden dua ettikleri. Zaten ondan sonraki âyet-i kerîmelerdeki sözün akışı, konunun devam edişi de ikisinin de aynı duayı yaptıklarını gösteriyor. İkinci âyet-i kerîmede;
Rabbenâ vec'alnâ müslimeyni leke. "Yâ Rabbi! Sen bizi, her ikimizi de sana inanmış, mü'min kişiler eyle." diye dua ediyorlar. Müslimeyni leke. "Sana teslim olan kimseler eyle." Bu, "Senin emrini tutan, senin buyruğuna itaat eden, buyruğunu yapan kimseler eyle." mânasına gelir. Veyahut, müslimeyni lekenin mânası, "Sana ihlasla, halis muhlis niyetle bağlanan, kulluk eden kullar eyle." mânasına gelebilir. İki anlam da olabilir.
Ve min zürriyyetinâ ümmeten müslimeten leke. "Ve bizim zürriyetimizden de sana itaat eden, ihlasla sana ibadet eden kimseler eyle." diye, bir de çocuklarının da böyle ihlaslı kimseler olmasına dua ediyorlar.
Bu, salihlerin, babaların umumi arzusudur. Kur'ân-ı Kerîm'de bu hususta âyet-i kerîmeler var. İnsanlar hem kendileri için dua ederler hem de zürriyetlerinin de Allah'a ibadet eden, itaat eden kimseler olmasını da cân u gönülden isterler. Ve ce'alnâ li'l-müttekîne imâmâ diye müslümanların böyle; "Yâ Rabbi! Zürriyetimizi de müttekî kullar eyle de bizi de müttekîlerin de ceddi eyle." diye böyle dua ettikleri Kur'ân-ı Kerîm'de başka âyet-i kerîmelerde bildiriliyor.
Burada da zürriyetlerine de dua ettiğini görüyoruz. Daha önceki haftalarda da Allahu Teâlâ hazretleri;
İnnî câ'ilüke li'n-nâsi imâmâ. "Ey İbrahim! Sen imtihanları başardın, imtihanları geçtin, ihlasını ispat ettin, güzel kul olduğun belli oldu. Ben seni insanların önderi seçtim." deyince, hatırlayacaksınız, geçmiş haftalardaki sohbetlerden.
Ve min zürriyeti. "Yâ Rabbi! Zürriyetime de bu şerefi verecek misin?"
Lâ yenâlu ahdi'z-zâlimîne. "Hayır, bu herkese olan bir şey değil, zalimlere değil, muhlislere, halis kullara." diye, o zamanda ümmetini, yani zürriyetini düşünüp, onların da Allah'ın böyle seçkin kulları olmasını istediğini görmüştük.
Kendilerinin şahısları için dua ettikleri gibi, zürriyetleri için de dua etmiş oluyorlar. "Yâ Rabbi! Sana kullukta sâlimen devam edelim, sabit olalım, senin yolundan ayağımız kaymasın, ihlasla sana ibadet edelim." diye istemiş oluyorlar. Biz de;
Vellezîne yekûlûne rabbenâ heblenâ min ezvâcinâ ve zürriyyâtinâ kurrete a'yünin vec'alnâ li'l-müttekîne imâmâ diye, bu gibi, bu duygularla dualar ediyoruz.
Allah hakikaten hepimizin evlatlarını, zürriyetlerini, ailelerini, eşlerini hayırlı kimseler eylesin. Kıyamete kadar Cenâb-ı Hak zürriyetimizden salih kimseler getirsin. Fâsık, fâcir, zalim, kâfir, müşrik, münafık getirmesin.
Sonra diyorlar ki;
Ve erinâ menâsikenâ. "Bize menâsikimizi de göster."
Menâsik ne demek?
Mensek kelimesin çoğulu, menseklerimizi. Nüsuk veyahut mensek; "bir ibadetin yapılma usulleri" demek. Haccın menâsikini yani usullerini göster' mânasına…Burada bu binayı yaptık, bu Kâbe ziyaret edilecek…
Hac ne demek?
Oranın usulüne uygun, belirli zamanda, belirli faaliyetleri yaparak ziyareti demek. Arafat'a çıkılacak, sonra farz tavaf yapılacak, Mine'de Müzdelife'de görevler var.
E bunları nasıl [yapacak?]
Cenâb-ı Hak bir bina bina ettiriyor. "Yâ Rabbi! Bunu bizden kabul eyle, bizi senin emrini tutan, yolunda sabit olan, ihlaslı kullar eyle. Ve bir de buralarda bu ibadetlerin nasıl yapacağını yâ Rabbi bize göster, bildir." diye dua etmişler.
Cebrail aleyhisselam, bu dualar üzerine onlara Beytullah'ı gösterdi. Binayı tamamlattırdı, sonra onları Safa'ya götürdü, "Bu bak Safâ, min şa'âirillah. Allah'ın beytini ziyaretin şiarlarından, usullerinden birisi bu Safâ'dır. Merve'ye götürdü, birisi de bu Merve'dir. Yani bununla bunun arasında sa'y edeceksiniz diye. Sonra bunları aldı Mina'ya götürdü diye rivâyetlerde bildiriliyor.
Mina'ya giderken şeytan, Büyük Cemre, Cemretü'l-Akabe denilen orada karşısına çıkınca, Cebrail aleyhisselam buyurmuş ki;
"Bu şeytandır, tekbir getir ve bunu taşla."
O zaman İbrahim aleyhisselam tekbir getirip şeytanı taşlamış, şeytan bu sefer Orta Cemreye, el-cemretü'l-Vüstâ yani. Türkler, hacılar Orta Şeytan diye söyleyiveriyorlar; oraya doğru geri gitmiş. Yani Arafat tarafına doğru. Oraya vardıkları zaman Cebrail aleyhisselam;
"Tekbir getir, bir daha taşla."
Orada da taşlamış. Bu sefer Küçük Cemre, el-cemretü'l-ûlâ denilen, Küçük Şeytan denilen tarafa doğru kaçmış. Oradan taşlayınca, daha öteye uzaklaşmış.
İbrahim aleyhisselam'ın bu hareketleri dolayısıyla hacılar [bu taşlama işlemini yaparlar.] Bir de oğlu İsmail aleyhisselam'ı kurbana götürdüğü zaman da aynı şekilde şeytanı taşlaması var. Onun için bu Mina'da şeytan taşlama işlemleri oluyor. Oradan Arafat'a götürmüş. Meşar-i Haram'a, Müzdelife'ye götürmüş Cebrail aleyhisselam burası Meş'ar-ı Haram'dır, burada vakfeye duracaksınız diye. Arafat'a götürmüş, Arafat'ta vakfeyi [göstermiş.]
"Bütün bunları anladın mı?"
"Anladım."
Arafat sözü "evet anladım" mânasına areftü kelimesinden geldiği anlatılıyor. Böylece, menâsikini, duaları üzere haccın nasıl yapılacağını, 'Oralarda ibadetlerin nasıl yapılacağını göster Yâ Rabbi!" dedikleri için, Cenâb-ı Hak onlara göstermiş oluyor.
Ve tüb aleynâ. "Ve bize teveccüh buyur."
Şimdi tâbe, yetûbü, 'yönelmek' demek aslında, Arapça'da 'dönmek' demek. Eğer tâbe, yetûbü, ilâ harf-i ceriyle kullanılırsa, yani ilâ edatıyla beraber kullanılırsa… İngilizce'sini söyleyelim, bu fiil ilâ prepositionıyla kullanılırsa, idiom oluyor. Yani biliyorsunuz, İngilizce'yi bilenler hatırlayacaklar, aynı kelime başka başka prepositionlar aldıkları zaman, başka mânalara geliyor. Mesela call fiili on, an ile kullanılınca devam etmek mânasına geliyor, up ile kullanılınca telefon etmek mânasına geliyor, gibi.
Şimdi tâbe, ilâ ile kullanılırsa, tübtü ilallah yani "Ben tevbe ettim Allah'a." İlâ ile, tâbe fülânün ilallah. "Filanca Allah'a tevbe etti." Yani Allah'a yöneldi, yüzünü Cenâb-ı Hak'ın dergahına döndürdü, elini Cenâb-ı Hak'a açtı, istiyor. Oraya yöneldi; "Yâ Rabbi! Ben kusurluyum, hatalıyım, beni affet." diyor. "Kul Allah'a yöneldi." Buna tevbe diyoruz. Buradan da kul günahlarından üzüldü, onlardan vazgeçmeyi istedi, bunu Allah'a söylüyor mânası çıkıyor.
"Tevbe yâ Rabbi!" ne demek?
Tevbe tevbe, estağfurullah diyoruz. "Tevbe yâ Rabbi!" ne demek?
"Ben bugünahtan dönüyorum" mânasına geliyor. İlâllah. Yani "bu teveccühünü, döndüğünü, pişman olduğunu, günahtan döndüğünü arz etmek" mânasına.
Eğer alâ ile kullanılırsa, o zaman; ilâ başka, alâ başka. İlâ, 'bir şeye doğru' demek; alâ, 'bir şeyin üzerine' demek Arapça'da. O zaman, "Cenâb-ı Hak kuluna teveccüh etti." Yani "onun tövbesini kabul buyurdu" mânasına geliyor. Tâbellâhu alâ abdihî. "Allah kulunun tevbesini kabul etti, ona teveccüh etti, onun kendisine yönelmesini, yakarmasını sevdi, affetti." demek oluyor.
Ve tüb aleynâ. Burada alâ ile kullanılıyor; "Yâ Rabbi! Sen bize teveccüh buyur, bizim sana yönelişimizi kabul buyur, bize lutfeyle." demek oluyor.
İnneke ente't-tevvâbü'r-rahîm. "Hiç şüphe yok ki senin güzel sıfatlarından ikisi işte şunlardır: Sen Tevvâb'sın ve Rahîm'sin."
Tevvâb ne demek?
"Çok teveccühkâr" demek. Yani kulları Allah'a yöneldi mi Cenâb-ı Hak onları karşılıksız bırakmaz. Ne karar hatalı olsa, kul hatasından dönüp de Cenâb-ı Hak'a dönünce, Cenâb-ı Hak kat kat daha fazla döner. Yani onun insanların için tevbe etmesi lazım, hatasından dönmesi lazım, Allah'a yönelip özür dilemesi, yakarması lazım ki Allah tevbesini kabul ediyor, O teveccüh ediyor;
"Sen günah işlemiştin, bana karşı suç işlemiştin, ben senin yüzüne bakmıyorum, senin ibadetini, yönelmeni kabul etmiyorum, duanı da kabul etmiyorum." demiyor. Teveccüh edince kat kat daha fazla teveccüh ettiğinden, tevbesini kabul ettiğinden Tevvâb…
Arapça'da böyle fa'âl vezni mübalağa ifade eder. Cenâb-ı Hak Tevvâb'dır; yani "kulların tevbesini kabul edici, kendisine yönelen kullara, çok çok daha kat kat fazlasıyla teveccüh edici" mânasına... Cenâb-ı Hak'ın Tevvâb olması bizim için müjdedir. Yani biz tevbe edersek bizi affedecek diye, oradan anlıyoruz.
Tevvâb bir de Rahîm…
Kur'ân-ı Kerîm'in ilk satırında Bismillâhirrahmânirrahîm ile başladı. Elhamdülillahi rabbilalemin. Errahmânirrahîm de karşımıza gelen bu Rahîm ne demek?
"Rahmeti çok geniş, merhameti çok fazla, sonsuz derecede fazla" demek. Allahu Teâlâ hazretlerinin Tevvâb olduğunu, çok merhametli olduğunu, rahmetinin çok geniş olduğunu zikrederek; "Yâ Rabbi! Bize bu sıfatlarınla muamele eyle." diye dua etmiş oluyorlar o mübarekler.
Allahu Teâlâ hazretleri şefaatlerine erdirsin.
İnşallah önümüzdeki haftalarda onların dualarının nasıl devam ettiğini göreceğiz.
Demek ki şimdi 129. âyet-i kerimeye kadar açıklayıp, sohbet etmiş olduk.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun, Allah cümlenizi sevdiği kullarından eylesin,
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.