es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı dünyada ve âhirette üzerinize olsun...
Tefsir sohbetime Bakara sûre-i şerifesinin 144. âyet-i kerîmesini okuyarak başlamak istiyorum. Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Bismillâhirrahmanirrahîm.
Kad nerâ takallübe vechike fi's-semâi fe-le-nüvelliyenneke kıbleten terdâhâ fe-velli vecheke şatra'l-mescidi'l-harâmi ve haysü mâ kümtüm fe-vellû vücûheküm şatrahû ve innellezîne ûtü'l-kitâbe le-ya'lemûne ennehü'l-hakku min rabbihim ve mallâhu bi-ğâfilin ammâ ya'melûne.
Sadakallâhulazîm.
Bu 144. âyet-i kerîme. Önce âyet-i kerîmenin kelimelerini açıklayayım.
Kad nerâ. Fiillerde mâzî, muzârî; geçmiş zaman, şimdiki zaman, gelecek zaman diye zamanlar var ya. Kad, muzârînin yani şimdiki zamanın, geniş zamanın başına geldiği zaman "bazı kereler" mânasını taşır. Yani, "Zaman zaman, bazı kereler senin şöyle yaptığını görüyoruz. Ben azîmüşşân görüyorum ey Resûlüm!" diyor Allahu Teâlâ hazretleri.
Kad nerâ takallübe vechike fi's-semâi. "Zaman zaman yüzünü semâya, gökyüzüne çevirdiğini ben azîmüşşân, alemlerin Rabbi görüyorum, ey Resûlüm!"
Biliyorsunuz ifadesi azamet sîgasıyla, "Biz görüyoruz" şeklinde geçiyor ama Allahu Teâlâ hazretleri vâhid ü ehad ü ferd ü sameddir; şerîki nazîri yoktur. Lâ ilâhe illallah'tır, Lâ havle ve lâ kuvvete illah billâh'tır... Kesin. Ama burada "biz" denmesi azamet sîgası olduğundan, Arapça'nın üslûbundan [kaynaklanıyor]
Kad da "zaman zaman" mânasına geliyor.
Peygamber Efendimiz Medine-i Münevvere'ye hicret ettiği zaman, Allahu Teâlâ hazretleri kendisine; "Namaz kılarken Beytü'l-Makdis'e yani Kudüs'e, Mescid-i Aksâ'nın olduğu şehre dönün!" diye emrettiği için, oraya dönerek namaz kılıyordu. Onbeş, 16-17 ay kadar Medine-i Münevvere'de böyle namaz kılmıştı. Ama namaz kıldığı zaman içinden istiyordu, Kâbe-i Müşerrefe'yi özlüyordu. Çünkü Kâbe-i Müşerrefe de İbrahim aleyhisselam'ın İsmail aleyhisselam'la [beraber] yenilediği yeryüzünün en eski mabedi. Beytül-Makdis'teki Mescid-i Aksâ'dan daha şerefli... Oraya arzusu vardı. Mekke'deyken müezzin mahfeli tarafında namaza durduğu zaman, hem Kâbe-i Müşerrefe önünde oluyordu hem de Beytül-Makdis'e doğru dönülüyordu. İkisini birden idare etmek mümkün oluyordu. Bir dönüşle ikisini birden sağlamak mümkün oluyordu.
Ama Medine'de, Kudüs'e doğru dönünce artık Mekke, Kâbe arkada kaldığından, bundan dolayı kıblenin Kâbe olmasını temenni ederek gökyüzüne bakıyordu. Cenâb-ı Hak'tan duasını kabul etmesini istiyordu. Belki de, Medine'de çoğunlukla yaşayan yahudilerin; "Muhammed hem bizim dinimizi tenkid ediyor hem de bizim saygı duyduğumuz Mescid-i Aksâ'ya dönüyor!" filan diye dedikodularından da belki üzülüyordu. Gözünü göğe dikip, yüzünü semaya çevirip öyle bekliyordu. Allahu Teâlâ hazretleri; "Bunu görüyoruz. Zaman zaman böyle yaptığını görüyorum ey Resûlüm!" buyuruyor.
Fe-le-nüvelliyenneke kıbleten terdâhâ. "Biz, yani ben azîmüşşan, âlemlerin Rabbi kesin olarak, muhakkak ve mutlaka senin razı olduğun kıbleye seni döndüreceğiz, döndürüyoruz."
Burada vellâ-yüvellî, "çevirip döndürmek" mânasına gelen bir fiil. Bunun başına le, lâm-ı te'kidi geliyor. Fe takısı da, "Madem böyle arzu ediyorsun, binâenaleyh, o halde ben de çevireceğim!" mânasına bir alâka belirtiyor. Lam da te'kid için geliyor, Yani nüvellî demiyor, "Muhakkak çeviriyoruz, işte çevireceğiz!" mânasına le-nüvelli denilmiş oluyor.
Bir de sonunda -yenne geliyor. Buradaki ye'den sonra enne'nin yani şeddeli bir nun'un olması da, buna Arapça'da nûn-u te'kid-i sakîle derler. Fiilin sonuna böyle şeddeli nun gelirse, "Muhakkak, mutlaka bunu böyle yapacağım!" mânası çıkar. Cenâb-ı Hak burada ifadeyi iki türlü kuvvetlendirme ile, başına le getirip, sonuna da nûn-u te'kid-i sakîle getirerek kuvvetlendiriyor. "Muhakkak, mutlaka, işte madem böyle arzu ediyorsun, seni razı olduğun kıbleye çeviriyoruz, çevireceğiz, çeviriyorum!" denmiş oluyor.
Tabii Arapça da bu muzârî sîgası dediğimiz, bizim Türkçe'deki şimdiki zamana, geniş zamana ve biraz da istikbale de mânası kayar. Yani mesela; "çeviriyorum" mânasına da gelir, "çeviririm" mânasına da gelir, "çevireceğim" mânasına da gelir. [Muzarî] zamanın böyle [bir kullanımı] var. Tabii bu âyet yeni indiği sırada henüz çevrilmemiş olduğu için, "Muhakkak ve muhakkak, çok kısa zamanda, senin istediğin kıbleye seni ey Resûlüm mutlaka çevireceğim. İşte bu âyetle, bu emrimle çeviriyorum, çevirmiş oluyorum!" buyurmuş oluyor Cenâb-ı Hak.
Fe-velli vecheke şatra'l-mescidi'l-harâm. "Haydi artık yüzünü Mescid-i Haram şatrına çevir!"
Şatr, "bir şeyin yarısı" filan mânasına gelir. Yani bir elmayı bölsen, birini karşındakine versen, "Yarım elma, gönül alma." "İşte şatrı, bir parçası, bölüğü" demek olur. Burada "taraf" mânasına geliyor yani insanın yönlerinin bir tarafı olmuş oluyor. "O halde sen de yönünü haydi bakalım el-Mescidü'l-Haram'a çevir! Madem istiyordun, işte biz de seni istediğin kıbleye muhakkak çeviriyoruz. Al, duanı kabul ettim, temennîni ihsân eyledim sana... Ey Rasûlüm, yönünü haydi bakalım Mescid-i Haram'a çevir!" diye işte bu âyet-i kerîme ile Peygamber Efendimiz'e Kâbe-i Müşerrefe'ye dönmeyi emretmiş oluyor. Ve arkasından da buyuruyor ki;
Ve haysü mâ kümtüm. Burada künte demiyor, küntüm diyor. Küntüm, "sizler" demek, yani çoğul. "Ey Resûlüm, sen..." demiyor, "Ey Mü'minler, sizler..." denmiş oluyor. "Ey mü'minler, sizler de nerede olursanız olun." Fe-vellû vücûheküm şatrahû. "Mescid-i Haram'ın olduğu tarafa yüzlerinizi sizler de döndürün!"
Bundan dolayı, herkes namaz kılarken o tarafa, kıbleye dönecek. Eğer bir insan nasip olsa Mekke-i Mükerreme'ye gitmiş olsa, -şimdi bu hacı kardeşlerimize nasip olmuş olan durum- Mescid-i Haram'a girmiş olsa... Şimdi burada açıklayayım, belki dinleyici kardeşlerimin içinde aralarındaki incelikeri bilmeyenler olabilir.
Bir Kâbe-i Müşerrefe var... Üstüne siyah atlastan, ipekten örtü bürünen; üstüne altın sırma ile âyetler yazılan; altından kapısı olan ve kuzey tarafında, üstüne gelen sular oradan aksın diye altından altın oluğu olan; bir kenarında da şöyle yarım daire şeklinde duvarı olan; çok iri, somya gibi büyük, iri taşlarla, böyle gri, duman renkli koyu taşlarla yapılmış aradaki harçları beyaz olan [bir bina...] Örtüsü yarıya kadar kıvrılıp kaldırıldığı zaman o yapısı da görülür. İşte Kâbe-i Müşerrefe denilen, Beytullah denilen asıl bina bu...
Altın kapılı olan, etrafında tavaf edilen bir köşesinde Hâcerü'l-Esved, öbür tarafında da yarım daire şeklinde kısmı olan, ki orası da Beytullah'ın bir kısmıdır, içi sayılır. Oraya giren, orada namaz kılan Beytullah'ta namaz kılmış olur. "Beytullah'a namaz kılmağa giren de Allah'ın rahmetine dalmış olarak girer, günahları affedilmiş olarak çıkar." diye hadîs-i şerîf var.
Şimdi Kâbe-i Müşerrefe bu...
Bunun etrafında da tavaf ediliyor, namaz kılınıyor; kubbeler, katlar var... Bu etrafındaki geniş namaz kılma alanı da el-Mescidü'l-Haram... Elif-lamlı el-Mescidü'l-Haram. el-Mescid, Haram da onun sıfatı oluyor. Yani Cenâb-ı Hakk'ın hürmetli kıldığı, ihtirama çok şâyeste olan mübarek mescid. Bunun ortasında Kâbe binası var, Kâbe binasının etrafı da el-Mescidü'l-Haram... Tabii bu Mescid-i Haram'ın da kenarda, ortadaki avlu gibi kısmın etrafındakubbeli kapalı kısımları var... Sonradan bu yakın yıllarda yapılmış olan iki katlı, üç katlı kısımlar, minareler, kapılar var... Çeşit çeşit kapıları, çeşit çeşit minareleri var. Oradan dışarı çıktığınız zaman, Mescid-i Haram'dan dışarı çıkmış oluyorsunuz.
Bunları niçin anlatıyorum?
Mescid-i Haram'da olan kimse nereye dönecek?..
Kâbeye yüzünü dönecek, yani yüzü Kâbe'ye bakıyor olacak, başka tarafa dönemez.
Mescid-i Haram'ın içinde, o mübarek mescidde namaz kılmak nedir?
Yüzbin misli sevaptır. İstanbul'da, Ankara'da, Adana'da kılınan namaza göre yüzbin misli sevabı fazladır. Onun için hacı oraya gelip bir namaz kıldı mı kazandığı sevaplarla bütün masraflar telâfi edilmiş oluyor.
Mescid-i Haram'dakilerin yönü Kâbe'ye dönecek. Mekke'dekilerin kıblesi, Mescid-i Haram'dır, çünkü daha geniş... Artık onlar ille Kâbe'yi tutturabilir tutturamaz ama Mescid-i Haram'a dönecek. Artık başka diyardakilerin kıblesi de Mekke'dir. O ince şeyi tutturamazlar ama dünyanın her neresinde olurlarsa olsunlar Mekke tarafına dönecekler.
İstikbal-i kıble ne demek?
Kıbleye yönelmek demek.
Ve haysü mâ kümtüm fe-vellû vücûheküm şatrahû. "Ey müslümanlar! Siz dünyanın neresinde olursanız olun, yüzlerinizi o Mescid-i Haram'ın, Kâbe-i Müşerrefe'nin, Mekke-i Mükerreme'nin olduğu tarafa çevireceksiniz bundan sonra!" diye Peygamber Efendimiz'in arkasından biz müslümanlara da böylece emir verilmiş oluyor.
Ve innellezîne ûtü'l-kitâb. "Kendilerine evvelce kitap verilmiş olan kavimler..."
Bunlardan maksat nedir?
Yahudilerdir, kendilerine Mûsa aleyhisselam peygamber gönderildi ve Tevrat indirildi. Hz. İsâ da hıristiyanlara gönderildi. Daha doğrusu Benî İsrail'in son peygamberi olarak gönderildi. Ona inananlara nasrânî, hıristiyan denildi. Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri ona da İncil'i ihsan eyledi. Onun için bu hıristiyanlara ve yahudilere Kur'ân-ı Kerîm'de, "Kendilerine kitap indirilmiş insanlar" diye bir ayrıcalık tanınıyor, bir ayrı isim veriliyor: Ûtü'l-kitâb. "Ehl-i Kitâb, kendilerine kitap verilmiş kimseler yani yahudiler ve hıristiyanlar."
Çünkü bunlar Allah'ın hak peygamberlerine tâbi insanlar. Allah'ın hak kitapları kendilerine indirilmiş ama işte hatalarını, eksiklerini de İslâm düzeltiyor. Nerede yanıldıklarını, nasıl hata ettiklerini de beyan ediyor. Mesela, hıristiyanların Hz. İsâ'yı peygamberlikten çıkartıp da Allah'ın oğlu filan demelerinin yanlış olduğunu; sonra kitaplarda da bazı değiştirmeler, çıkarmalar, atlamalar, eksiklikler olduğunu Kur'ân-ı Kerîm beyan ediyor.
İşte bu kendilerine kitap verilmiş kavimler yani bu insanlar... Ve innellezîne ûtü'l-kitâb. "O kimseler ki kendilerine Allah daha evvel kitap indirmişti; o kavimler yani yahudiler ve hıristiyanlar hiç şüphe yok ki." Le-ya'lemûne. "Muhakkak ki biliyorlar." Ennehü'l-hakku min rabbihim. "Bu Rablerinden bir haktır."
Yani Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in onlara bildirdiği gerçekler, gerçektir, Allah'ın emirleridir; Kur'ân-ı Kerîm Allah'ın emridir, Peygamber Efendimiz Allah'ın peygamberidir. Onlar bunu çok iyi biliyorlar. Evet, biliyorlardı. Hatta bazen Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yanında tertibat alırlardı, aksırırlardı, hapşururlardı ki Resûlüllah, "Yerhamükellâh" desin de, Resûlüllah'ın duasına ersinler. Bilirlerdi, biliyorlardı. Zaten bilenlerinin bir kısmı da imana gelmiş, müslüman olmuştu.
Ve mallâhu bi-ğâfilin ammâ ya'melûn. "Allah onların böyle bildikleri halde gerçekleri saklamalarından, İslâm'a girmemelerinden, Resûlüllah'a yardımcı, destekçi olmamalarından dolayı yaptıkları hataları, içlerindeki hasedi, kızgınlıkları, fitneyi, fesadı biliyor." Bu cümle bir tehdit tabii... Ve mallâhu bi-ğâfilin ammâ ya'melûn. "Allah onların işlediklerinden asla gâfil değildir, hepsini biliyor." Binâenaleyh onun bir hesabı, cezası olacak demek.
Şimdi bu âyet-i kerîme ile ilgili tefsir kitaplarında anlatılan rivayetleri nakledelim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine'ye gelince, Kudüs tarafına 16-17 ay kadar döndü. Sonra kendisi de istiyordu ki kıble Kâbe'ye doğru olsun... Onun üzerine bu okuduğum, izah ettiğim âyet-i kerîme indi ve yön Medine'den Kâbe'ye döndürüldü. Bu sefer [Mekke'ye] döndüğü zaman Beytü'l-Makdis yani Kudüs arkada kalıyor.
Biz şimdi Medine'deyiz, namaz kılıyoruz, nereye doğru?
Güneye doğru, Mekke'ye doğru kılıyoruz.
Kudüs nerede kaldı?..
Arka tarafta kaldı. İlk kıble Medine'ye göre kuzeye doğru idi, sonra güneye dönmüş oldu.
Ebû Said b. isimli şahıs diyor ki;
Künnâ nağdû ile'l-mescidi alâ ahdi rasûlillâh. "Resûlüllah'ın zamanında biz zaman zaman arkadaşlarımızla, onunla beraber namaz kılmağa Peygamber Efendimiz'in yaptırdığı mescide giderdik."
Tabii şimdi bu mescid ne kadar büyüdü, ne kadar büyüdü... ne kadar büyüdü... O ilk mescidin direklerini; "Peygamber Efendimiz'in [ilk] mescidinin direkleri burasıydı, asıl saha burasıydı." diye işaretlemişler; ortada küçücük nokta gibi bir şey kalıyor. Şimdi mescid çok muazzam bir şekilde büyüdü ve emin olun yer bulunmuyor!.. Hac bitti, hacıların çoğu memleketlerine döndü. Bir kısmı Medine'ye önceden geldikleri için Mekke'den ülkelerine kalktılar gittiler; haclarını yapmış olarak, mağfur olarak, günahları bağışlanmış olarak inşaallah... Yani hacıların yarısı var belki...
Şimdi bu büyütülmüş olan yeni Mescid-i Nebevî'nin bütün her tarafı tıklım tıklım dolu, bahçesi dolu ve mescidi yine büyütme ihtiyacı var. Halbuki eski mescide göre, Peygamber Efendimiz'in zamanındaki durumuna göre belki 100 misli daha büyük.
Bu zât-ı muhterem böyle anlatıyor; "Peygamber Efendimiz'in mescidine giderdik, orada namaz kılardık." Fe-merarnâ yevmen. "Bir gün yine oraya uğradık." Ve rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem kâidün ale'l-minber. "Peygamber Efendimiz'e baktık ki minberin üstüne oturmuş." Fe-kultü: Le-kad hadese emrün. Ravi, "Haa, bir şey oldu, mühim bir olay var!" dedim. Fe-celestü. "Oturdum." diyor. Ve Peygamber Efendimiz o minberde otururken şimdi benim size okuduğum bu Bakara sûresinin 144. ayetini okumuş; "Onu okudu." diyor.
Kad nerâ takallübe vechike fi's-semâi fe-le-nüvelliyenneke kıbleten terdâhâ fe-velli vecheke şatra'l-mescidi'l-harâmi... Hattâ ferağa mine'l-âyeh. "Âyeti kerimeyi okumayı bitirince." Ebû Said b. Muallî veya Muallâ, [anlatmaya devam ediyor.]
Fe-kultü li-sâhibî. "Beraber gittiğim arkadaşıma dedim ki: Te'âl nerka' rek'ateyni kable en yenzile rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem. "Bu âyeti duyduk ya, 'gel, Resûlüllah minberden inmeden evvel seninle Kâbe'ye doğru iki rekât namaz kılalım!' dedim." diyor..
Şimdi burada şu sahneyi gözünüzün önüne getirin. Peygamber Efendimiz yeni bir olayı, yepyeni çok mühim bir olayı [anlatıyor.] Yani İslâm dini geldikten sonra İslâm'da en önemli değişikliklerden biri; Kudüs'e doğru dönülmüşken, Kâbe'ye doğru dönülsün diye âyet geliyor, onu okuyor. [Resûlüllah] daha minberin üzerinde, âyeti okumayı bitirir bitirmez onu dinlemeye gelen bu Ebû Said b. Muallî veya İbn Muallâ isimli kişinin gayretine bakın!.. Nasıl aşk ile, şevk ile Resûlüllah'ın emirlerini dinliyorlar!.. Ağzından çıkar çıkmaz, hemen uygulamaya geçiyorlar.
"Resûlüllah daha minberden inmeden, gel şu iki rekât namazı biz kılalım dedim arkadaşıma." diyor. Fe-nekûne evvele men sallâ. "Bu kıbleye ilk namaz kılanlar biz olalım dedim." Fe-tevâreynâ. "Şöyle kenara, arka tarafa çekildik." Fe-salleynâhümâ. "Bu iki rekât namazı biz kıldık." Sümme nezele'n-nebiyyü sallallahu aleyhi ve sellem. "Sonra Peygamber Efendimiz minberden indi." Fe-sallâ li'n-nâsi'z-zuhra yevmeizin. "O gün öğle namazını insanlara Kâbe'ye dönük olarak kıldırdı." diyor bu râvi.
İbn Ömer radıyallahu anhümâ'dan bir rivayete göre, "Peygamber Efendimiz'in Kâbe'ye doğru ilk kıldığı namaz öğlen namazıdır, salâtü'z-zuhurdur." diye rivayet edilmiş ama bazı râviler de diyorlar ki; "İkindi namazıydı."
Kubâ, Peygamber Efendimiz'in mescidine göre mesafeli bir yer. Yaya gidildiği zaman bir saatten fazla süren bir mesafe. Kubâ'da namaz kılanlar sabah namazında ancak haberdar olmuşlar. İkindi, akşam ve yatsı namazında haberdar olamamışlar [ertesi gün] sabah namazında haberdar olmuşlar.
Nüveyle bint-i Müslim isimli râvi hanım [sahabi] diyor ki;
Salleyne'z-zuhra evi'l-asra fî-mescidi benî hâriseh. "Biz Benî Hârise yurdunda öğlen veya ikindi namazını kıldık."
Festakbelnâ mescidi ilyâ'. Yani İlyâ dediği "Kudüs" demek... "Kudüs tarafına doğru namazı kıldık." Fe-salleynâ rek'ateyn. "İki rekât kıldık."
Bu Benî Hârise yurdu denilen yer, şimdiki Mescid-i Kıbleteyn'in olduğu yer. "Orada öğlenin veya ikindinin iki rekâtını kıldık."
Sümme câe men yuhaddisünâ enne rasûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem kad istakbele'l-beyte'l-harâm. "Sonra biz o namazın içindeyken bir zât geldi, 'Ey cemaat! Allah'a and olsun, ben Allah'a yemin ederim ki Resûlüllah'ın kıbleyi döndürdüğünü, Kâbe'ye doğru döndüğünü gördüm. Siz hâlâ Kudüs'e doğru dönüyorsunuz!' diye seslenince." Fe-tehavvele'n-nisâü mekâne'r-ricâl ve'r-ricâlü mekâne'n-nisâ'. "Erkeklerin yerine kadınlar dönmüş, kadınların yerine de erkekler gelmiş." Yani 180 derece bir yön değişikliği olduğu için arkadakiler öbür tarafın arkasına geçinde durum öyle oluyor, öndekiler arkaya geçmiş oluyor.
Fe-salleyne's-secdeteyni'l-bâkıyeteyni ve nahnü müstakbilûne'l-beytel-harâm. "İki rekâtı da bu sefer Kâbe'ye dönük kıldık." diyor.
Fe-haddesenî racülün min benî hârisete ennen-nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem kâle: Ülâike ricâlün yü'minûne bi'l-ğayb. "Bunlar böyle sözü duyunca, namazın içinde birisinin verdiği habere göre, iki rekâtı Kudüs'e [doğru] kılmışken son iki rekâtı Kâbe'ye döndürmüşler. Yerlerinden de vaziyetlerini değiştirmişler, kadınlar arkaya geçmek için yer değiştirmiş, erkekler yön dönmüş. Peygamber Efendimiz onların bu itaatlerine, yani duydukları habere hemen uymalarına memnun olarak buyurmuş ki;
Ülâike ricâlün. "Onlar o er kişilerdir ki." Yü'minûne bi'l-ğayb. "Gayba inanmışlardır. Gayba inanan er kişilerdir."
Hani Bakara sûresinin başında medhediliyor ya müslümanlar;
Ellezîne yü'minûne bi'l-ğaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn. Yani mü'minlerin öğünülecek taraflarından bir tanesi, işte bu gayba imanlarıdır. İmanları sapasağlam olduğundan, Allah'tan emri nasıl gelmişse, sağlam haberi alınca, "Amennâ ve saddaknâ!" diyorlar ve emri tatbik ediyorlar. Ne kadar güzel!.. O [namazda kıbleyi] döndürenler Efendimiz'in böyle medhine de mazhar olmuşlar.
Demek ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, İbn Ömer radıyallahu anhümâ'nın rivayetine göre ilk defa öğlen veyahut başka rivayetlere göre ikindide böyle Kâbe'ye dönük namaz kılmış. Bu Mescid-i Kıbleyetn'de de aynı günde, aynı namazı kılarken iki kıbleye birden, birisinden ötekisine dönerek aynı namazı iki kıbleli olarak kılmak da, Kıbleteyn mescidinde yaptıkları şey Benî Hârise yurdundaki müslümanların işi olmuş oluyor.
Selef-i sâlihînimiz emirleri böyle telakkî ederlerdi ve hemen anında uygularlardı. Biz de sağlam haberi alınca onlar gibi yaparsak, Cenâb-ı Hak bizi de sever.
Şimdi burada bir [mesele] var: Şafiî, Ahmed b. Hanbel ve Hanefî mezhebleri[nin içtihadı;] namazda yönümüzü yön olarak Kâbe'ye dönüyoruz da yüzümüzü, gözümüzü nereye çeviriyoruz?.. Ayakta iken secde mahalline çeviriyoruz. Hatta bazıları huşû ve saygı böyle olur diye göğsüne bakması lazım diye de söyleyenler de var. Rükûda iken ayak parmaklarımızın üstüne bakıyoruz. Secdede iken de burnumuzun iki yanına bakmış oluyoruz. Secdede göz kapanmaz tabii.
Ama İmam Malik yani Mâlik b. Enes rahmetullahi aleyh'in, Mâlikî mezhebinin ictihadı; "Madem ki Allahu Teâlâ hazretleri bu âyette yönünüzü kıbleye dönün demiş, binâenaleyh namaza durduğumuz zaman, yüzümüzü [kıbleye doğru] çevirmeliyiz!" diye önüne doğru bakması, yatay olarak başı hizasına doğru bakması gerektiğini ictihad olarak çıkarmışlar. Onun dışındaki cumhur, umûmî mezheb alimleri de, "Huşûa uygundur, etrafa bakılırsa gözü çok şeylere takılır da huşuu gider." diye secde mahalline bakmayı [uygun görmüşler.] "Yönünün, göğsünün dönmesi o dönüşü sağlar." demişler.
Ve innellezine ûtü'l-kitâbe le-ya'lemûne ennehü'l-hakku min rabbihim. "[Kendilerine kitap verilenler] yani yahudiler, bu kıblenin değişmesine itiraz edip, "Ya, önce Kudüs'e dönüyordu şimdi niye dönmüyor?" filan diye diyenler; onlar biliyorlar ki bunun böyle olacağı onlara daha önceden kitaplarında, şeriatlarında peygamberleri tarafından da bildirilmişti. 'Ahir zaman peygamberi gelecek, böyle böyle olacak.' diye onu da bu dönüşün olacağını da ve bu dönüşe de itirazlarının haklı olmadığını da biliyorlardı. Ama yine de çeşitli ters duygulardan, inattan, küfürden, hasedden dolayı maalesef imana geliverip Allah'ın rızasını sağlayacak davranışı sergileyememişler.
İmtihan tabii, herkes imtihan geçiriyor. Bakın Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in Allah'ın emrine itaatine bakın!
"Ey Resûlüm Kudüs'e dön yönünü!"
"Başüstüne..."
Kudüs'e dönüyor. Ondan sonra;
"Ey Resûlüm, bundan sonra Kâbeye dön yönünü!"
Hemen Kâbe'ye dönüyor.
Müslümanlar da öyle... Yani emir nasılsa, onu uyguluyorlar ama Allah'ın öteki kulları da öyle yapması gerekirken, birinci emrini tutup da daha sonraki emrini tutmuyorlar, itiraz ediyorlar.
Allahu Teâlâ hazretleri insanı ters duygulara düşürmesin... Şeytanın kandırmasına kananlardan eylemesin... Samîmi, ihlaslı olarak Cenâb-ı Hakk'ın razı olacağı en güzel davranışı seçip onu yapmağa muvaffak eylesin...
Şimdi bundan sonraki âyet-i kerîmeyi okuyalım;
Ve le-in eteytellezine ûtü'l-kitâbe bi-külli âyetin mâ tebi'û kıbleteke ve mâ ente bi-tâbi'in kıbletehüm ve mâ ba'dühüm bi-tâbi'in kıblete ba'd ve le-initteba'te ehvâehüm min ba'di mâ câeke mine'l-ilmi inneke izen le-mine'z-zâlimîn.
Sadakallâhulazîm.
Bu 145. âyet-i kerîme. Şimdi burada Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri, o zamanki yahudilerin davranışlarını, karşı gelişlerini, inatlarını [anlatıyor.]
Ve le-in eteytellezine ûtü'l-kitâbe bi-külli âyetin. "Eğer kendilerine evvelce kitap indirilmiş bu kavme, bu adamlara, bu topluluğa, bu eski din mensublarına bütün âyetleri getirsen..."
Etâ-ye'tî "gelmek" demek ama "bi" harfi ceriyle müteaddî oluyor; eteyte bi-külli âyetin. "Her âyeti getirsen" demek oluyor. Arapça'da böyle "bi" harf-i ceriyle lazım, geçişsiz fiiller [müteaddî] geçişli hâle geliyor. Onun burada uygulamasını görmüş oluyoruz, açıklamamız lazım.
"Bu Ehl-i Kitâb'a bütün âyetleri getirsen ey Resûlüm..." Yani Kur'an âyetlerini getirsen... Âyet iki çeşittir: Bir, Kur'an âyetleri âyettir. İki, peygamberlerin gösterdiği olağanüstü olaylar, mûcizeler de birer âyettir. Yani mûcize göstersen, âyet indirsen; mâ tebi'û kıbleteke. "Onlar senin kıblene tâbi olmazlar."
Yani getirdiğin halde, getirmiş olsan bile tâbi olmadılar, olmuyorlar, olmayacaklar. Mâ tebi'û. "Tâbi olmadılar." Kıbleteke. "Sen bütün âyetleri getirmiş bile olsan yine bildiklerini okuyorlar, uymuyorlar."
Ve mâ ente bi-tâbi'in kıbletehüm. "O halde senin de onların kıblelerine tâbi olmanın gereği yok."
Madem onlar âyetler geldiği halde, Allah emrettiği halde, inat edip yapmıyorlar; o halde sen de onların kıblesine tâbi olmağa mecbur değilsin, uyacak değilsin; tâbi olma!
Ve mâ ba'dühüm bi-tâbi'in kıblete ba'd. "Birisi ötekisinin kıblesine tâbi olacak değildir, tâbi olmaya mecbur değildir." Ve le-initteba'te ehvâehüm min ba'di mâ câeke mine'l-ilmi inneke izen le-mine'z-zâlimîn. "Eğer sen Allah böyle âyetler indirdikten, vahyettikten, gerçekleri bildirdikten sonra." Ehvâehüm. "Onların hevâ ve hevesâtına tâbi olacak olsan; onların gönülleri olsun diye onların dediklerini yapacak olsan, hevâ-yı nefislerine tâbi olacak olsan, onların isteklerine uyacak olsan." İnneke izen le-minez-zâlimîn. "Yapmazsın ya öyle bir şey yapacak olsan zâlimlerden olmuş, zâlimlerin arasına girmiş olurdun!"
Zâlim ne demek?
Zulmeden, haksızlık eden adaletle hareket etmeyen, yanlış iş yapan... "Yanlış iş yapan bir kimse olurdun." "Zaten öyle bir şey yapmazsın, yapmış olsan o zaman zâlimlerden olmuş olurdun. Onlar bak nasıl ters tutumlar içine giriyorlar; binâenaleyh senin de onlara yüz vermene, tâbi olmana gerek yok!" diye buyuruyor. Allahu Teâlâ hazretleri'nin onların davranışı karşısında Peygamber Efendimiz'e takınmasını istediği, tavsiye ettiği tavır bu.
146. âyet-i kerîme:
Ellezîne âteynâ hümü'l-kitâbe ya'rifûnehû kemâ ya'rifûne ebnâehüm ve inne ferîkan minhüm le-yektümûne'l-hakka ve hüm ya'lemûne.
Elhakku min rabbeke fe-lâ tekünenne mine'l-mümterîn. Bu da 147. âyet-i kerîme.
Ellezîne. "O kimseler ki." Âteynâ hümü'l-kitâbe. "Onlara biz daha önce vahiy indirmiştik, kitap vermiştik." Yani, kendilerine vahiy edip, peygamber gönderip, kitap indirdiğimiz o eski kavimler, yani yahudiler, hristiyanlar.
Ya'rifûnehû kemâ ya'rifûne ebnâehüm. "Sana inen Kur'ân-ı Kerîm'in hak kitap olduğunu, senin hak peygaber olduğunu evlatlarını bildikleri gibi o kadar kesin bilirler."
Araplarda bir darb-ı mesel olarak bu söz kullanılırmış. "Evlâdımı bilir gibi bilirim bu işi! Çok kesin olarak bilirim!" mânasına kullanılan bir tâbirmiş. Onun için böyle buyuruluyor. Evlatlarını bilir gibi, yani hiç şeksiz, şüphesiz, tereddütsüz bilirler. Senin hak peygamber olduğunu, sana indirilen kitabın hak kitap olduğunu, Allah kelamı olduğunu onlar bilirler.
Bazısı da diyor ki; "Hani okulda, bahçede bir sürü çocuk olsa, insan şöyle çocukların arasına bakar, kendi çocuğunu nasıl ayırır; ' Hah, şu benim oğlan, benim çocuk. Gel bakayım evladım!' diye hemen nasıl bulur. Öyle onu bildikleri gibi, bir sürü söz arasından, bir sürü hüküm arasından, doğruyu o kadar kesin bilirler." mânasına gelir diye de söyleyenler olmuş.
Bu yahudi âlimlerinden insaflı, imanlı, bilgili yahudi âlimlerinden birisi var, Abdullah b. Selâm radıyallahü anh... Hz. Ömer ona demiş ki;
"Muhammed'in Allah'ın hak resûlü, âhir zaman peygamberi olduğunu kendi çocuğunu bilir gibi, kesin bilir misin yâ Abdullah b. Selam?" diye sormuş. Hz. Ömer onlarla bu konuları konuşurmuş, sormuş. Onun cevabı şöyle;
Kâle: Ne'am ve ekser. "Evet, onun gibi biliyorum, hatta ondan daha iyi biliyorum!" buyurmuş ve şöyle [ilâve etmiş]; nezele'l-emînü mine's-semâi ale'l-emîni fi'l-ard. "Gökten Cibrîl-i Emîn, yani emin lakaplı Cebrail aleyhisselam, Allah'ın mübarek meleği gökten indi."
Kime?..
Ale'l-emîni fi'l-ard. "Muhammed el-Emin lakaplı emin peygambere indi." O Allah'ın hak peygamberidir. Emin Cebrail'in, Emin Muhammed'e vahyi haktır. Ben onu evladımı bildiğim gibi, ondan daha iyi olarak biliyorum." demiş.
Bi-na'tihi fe-araftühû. "O bize eski rivayetlerimizde, kendi aramızda bulunan kitaplarda bildirildiği, aynen vasfedildiği şekilde öyle gelmiştir. Bende onu o şekilde biliyorum." Vebnî. "Ama evlâdıma gelince." Lâ edrî mâ kâne min ümmihî. "Evet, bizim hanımdan doğdu ama Allah bilir." Ama "Peygamberimizin hak peygamber olduğunu evladımdan da daha iyi bilirim." diye böyle ifade etmiş.
Bu kadar kesin bildikleri halde, kendi kendilerine düşündükleri zaman, ve inne ferîkan minhüm. "Onlardan bir fırka."
Ferik ne demek?
Ayrılmış bir zümre demek, tabii hepsi aynı durum da değil.
Şu zamanda bile hakkı kabul eden, imana gelen Ehl-i Kitâb alimleri var, hahamlar, papazlar, senatörler var... Amerikan senatörlerinden, milletvekillerinden insanlar var... Clinton'un hanımına Kur'ân-ı Kerîm hediye edilmiş, o da çok güzel bir teşekkürnâme göndermiş, "Benim için en değerli hediye..." filan diye.
Almanya'dan bir arkadaş bugün anlattı. Almanya'da televizyonda bir papazla konuşmuşlar. İslâm'ın ve Kur'ân-ı Kerîm'in ne kadar sağlam olduğunu, bir harfinin bile değişmediğini, o papaz nasıl takdirle karşılamış. Yani bunlar, hep böyle insaflılar her devirde her zaman kabul ediyorlar.
Ferîkan minhüm. "Bir fırka da, içlerinden bazıları da şeytana kanıyor, bu gerçekleri kabul etmiyor." Le-yektümûne'l hakka. "Hakkı muhakkak gizliyorlar." "Acaba gizliyorlar mı?" değil, muhakkak gizliyorlar. Bile bile yapıyorlar bu işi;
Ve hüm ya'lemûn. "Bile bile gerçekleri saklıyorlar."
Aman Muhammed şu bizim kitaplarda yazılan bilgileri öğrenmesin!.. Aman söylemeyin, daha çok takviye olur filan diye saklıyorlar.
el-Hakku min rabbike. "Rabbinden gelen haktır." Fe-lâ tekûnenne mine'l-mümterîn. "Sakın ey Resûlüm! Tereddüd edenlerden, münakaşa edenlerden, bu konuyu münakaşa mevzuu yapanlardan olmayasın!"
Yani bu kesin, bu böyle ama onlar işte böyle duygularla bu işleri yapıyorlar. Sakın sen bu konuyu artık münakaşa edilecek konu olarak münakaşaya sokturma; onların yaptıkları budur." diye Cenâb-ı Hak Teâlâ onların bu inatları karşısında [münakaşa] yapılmayı yasaklıyor.
Tabii o yapanlar, o duygularıyla öyle hareket edenler geçtiler. Abdullah b. Selâm radıyallahü anh gibi gerçekleri söyleyip; "Evet Tevrat'ta bu bilgiler var, aynen biz bunları şu şu şu ifadelerle yazılı buluyoruz. Okuduk, zaten bekliyorduk böyle bir peygamber geleceğini..." diyenler de tabii imanlarının mükâfâtını görüp, Allah'ın lütfuna, ikramına erip, cennetlik oldular.
Şu dâr-ı dünya imtihan dünyasıdır. Allahu Teâlâ hazretleri imtihanı başarıp, imanını koruyup, fitnelerden kurtulup, musîbetlerden sıyrılıp, dinini güzelce icrâ edip, Allah'ın sevgili kulu olup, iman ile âhirete göçmeyi cümlemize nasip eylesin... Huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak yüzü ak, alnı açık varalım!.. Rabbimiz bize rahmetiyle muamele eylesin... Cennetiyle, cemaliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin...
Aman imtihanları kaybetmemeye dikkat edin!.. Aman nefse uymayın, aman şeytana kanmayın!.. Aman fânî dünyanın geçici menfaatlerine aldanmayın!
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.