es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Allah’ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikramı, hem dünyada hem âhirette üzerinize olsun... Cenâb-ı Hak iki cihanda sizi sevindirsin, bahtiyar eylesin...
Bakara sûre-i şerîfesinin 163. âyet-i kerîmesine gelmiş bulunuyoruz. Bu âyet-i kerîme ve bundan sonraki 164. âyet-i kerîme üzerinde konuşma yapmak istiyorum... Bugün bu gece sohbetimi onlarla ilgili tutmak istiyorum... Önce bu iki âyet-i kerîmenin mübarek metinlerini okuyalım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r-rahîm.
Bu 163. âyet-i kerîme. Ondan sonraki [164. âyet-i kerîme] biraz uzunca...
Bismillâhirrahmânirrahîm.
إِنَّ فِي خَلْقِ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاخْتِلَافِ اللَّيْلِ وَالنَّهَارِ وَالْفُلْكِ الَّتِي تَجْرِي فِي الْبَحْرِ بِمَا يَنْفَعُ النَّاسَ وَمَا أَنْزَلَ اللَّهُ مِنَ السَّمَاءِ مِنْ مَاءٍ فَأَحْيَا بِهِ الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا وَبَثَّ فِيهَا مِنْ كُلِّ دَابَّةٍ وَتَصْرِيفِ الرِّيَاحِ وَالسَّحَابِ الْمُسَخَّرِ بَيْنَ السَّمَاءِ وَالْأَرْضِ لَآيَاتٍ لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ
İnne fî halkı’s-semâvâti ve’l-ardı vahtilâfi’l-leyli ve’n-nehâri ve’l-fülkilletî tecrî fi’l-bahri bi-mâ yenfeu’n-nâse ve mâ enzelellâhu mine’s-semâi min mâin fe-ahyâ bihi’l-arda ba’de mevtihâ ve besse fîhâ min külli dâbbetin ve tasrîfi’r-riyâhi ve’s-sehâbi’l-müsehhari beyne’s-semâi ve’l-ardı le-âyâtin li-kavmin ya’kılûn.
Sadakallâhulazîm.
Birinci âyet-i kerîme kısa. Rabbülâlemîn, Tebâreke ve Teâlâ Mevlâmız buyuruyor ki;
Ve ilâhüküm ilâhün vâhid. “Ve sizin ilâhınız tek ilahtır, tek bir ilâhtır.” Lâ ilâhe illâ hû. “Ondan başka hiçbir ilâh yoktur, sadece o vardır.” Er-rahmânü’r-rahîm. “O Rahman ve Rahîm’dir.”
Bu âyet-i kerîmenin sebeb-i nüzûlü hakkında buyuruluyor ki;
Küffâru kureyş. “Kureyş’in İslâm’a karşı olan kâfirleri dediler ki.” Yâ muhammed sıf lenâ rabbeke ve’n-sübhü. “Ey Muhammed! Bize Rabbini vasfeyle.” Ve’n-sübhü. “Onun evsafını, methini bize tâdat eyle, söyle!” dediler.
Bu nesebe-yensübü; “sevilenin güzel evsâfını saymak” mânasına. Hatta şiirin, kasidenin böyle konuya geçen kısmına da bu nesebeden gelme olarak nesîb deniliyor. Yani Kureyşliler demiş oluyorlar ki;
“Anlat bakalım, senin Rabbin ne sıfatlara sahiptir ve O’nu medheyle bakalım, evsafını söyle!” dediler. Onların bu istekleri üzerine [bu âyet-i kerîme nâzil oldu.]
Onlar müşrik oldukları için çeşit çeşit putlara tapıyorlar, Kâbe-i Müşerrefe’ye 360 tane put doldurmuşlar. Her kabilenin bir putu var, herkesin evinde bir put var. Elleriyle yaptıkları putlara tapınıyorlar.
Bu âyet-i kerîme ve Kulhüvallâhu Ehad sûresi inmiş. Kulhüvallâhu Ehad sûresi yani İhlas sûresi de, Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığının, birliğinin ve evsâfının neler olduğunu anlatan âyetler... Burada buyuruluyor ki;
Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün. “Sizin ilâhınız, rabbiniz, mâbudunuz [bir tek ilâhtır!]” Yani ey insanlar, bütün insanların hepsine, bütün zevi’l-ukûlün, bu âyet-i kerîmeyi duyup anlayacak şanda ve sıfatta olan herkesin hepsine yönelik bir hitap; muhatap olarak dinlemesi gereken, kulak vermesi gereken bir hitâb-ı ilâhî.
“Ey insanlar, ey mahlûkât, ey yaratıklar! Sizin ilâhınız.” İlâhün vâhidün. “Bir tek ilâhtır!” Yani şerîki, nazîri, ortağı yoktur. İki tane değildir. Hayır tanrısı, şer tanrısı; karanlık tanrısı, aydınlık tanrısı... Bunların hepsi, aynı görünüşü başka yönlerden görünce farklı sanmak gibi çarpık düşünceler...
İşte buna maalesef Zerdüştîler, İranlılar, Sâsânîler, İran’daki eski kadim milletler böyle iki tanrı düşünmüşler; Yezdan ve Ehrimen, Ahura-mazda ve Hürmüz diye iki tanrı düşünmüşler. Bu sapık, yanlış düşünceye saplanmış kimselerin misalini vermek gerekirse tarihte onları misal verebiliriz. [Tanrı] iki değildir.
Sonra bazıları da her varlığı tanrı sanmış. Kendisine korku uyandıran, hürmet uyandıran, endişe uyandıran, dikkatini çeken, gözünde gönlünde büyüttüğü her varlığı tanrılaştırmış, putlaştırmış. Kimisi yıldızlara, aya, güneşe tapmış; kimisi dağlara tapmış; kimisi eski kahramanlara, millet büyüklerine tapmış... Kimisi de eski Yunanlılar gibi, her konunun ayrı tanrısı olduğunu düşünmüş; aşk tanrısı, şarap tanrısı, harp tanrısı gibi... Hâşâ sümme hâşâ!..
Sübhânehû ve teâlâ ammâ yekûlûne ulüvven kebîrâ. Cenâb-ı Hak bunların hepsinin söylediği iftiralardan, yalanlardan, yanlışlıklardan, sapıklıklardan [münezzehtir.]
Kimisi, “Allah oğul edindi, Allah’ın oğlu var, Allah’ın oğlu oldu.” demiş. Kimisi, “Melekler Allah’ın kızlarıdır.” demişler. Bunların hepsinin yanlışlığı bu âyet-i kerîme ve İhlâs sûresi ile ortaya konulmuş oluyor.
“Ey insanlar! Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Yani şerîki, nazîri yoktur.” Akıl da düşünse, bunu bulabilir. Çünkü;
Lev kâne fîhimâ âlihetün illallâhu le-fesedetâ. “Yerde gökte, yerin göğün yöneticisi olarak iki tane tanrı olsa, iki tane kuvvet olsa, ortalığı karıştırırlar.”
Biribiriyle çatışırlar, birisinin yaptığını ötekisi yaptırtmamak ister; hangisinin dediği olacak?
Birisinin dediği olacaksa, işte güçlü olan o... O zaman iki taneye lüzum olmuyor. İkisi denkse... Böyle yalan yanlış tasavvurlar olmaz, olmuyor, olamaz. Onun için burada Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığı gayet kesin bir ifade ile bildiriliyor.
İnsanoğulları çok uzun asırlardan beri yeryüzünde yaşarken bilgilerinin azlığından, tecrübelerinin, ilimlerinin geriliğinden, tarihte böyle yalan yanlış şeylere tapınmışlar. Öküze tapmışlar, kendi etraflarındaki bazı şeylere tapmışlar. Eskimoların beyaz ayıya taptığı söyleniyor. Hindistan’da yılana tapanlardan bahsediliyor, hatta 300-400 tane din olduğu söyleniliyor. Kimisi Buda’ya tapmış. Bir zamanlar aralarında yaşamış bir insan, bir kişi olduğunu bildikleri halde onun heykelini yapmışlar, tapmışlar. Hatta bizdeki put sözü de o Buda sözünden geliyor; köken olarak kelime oradan geliyor. Çünkü atalarımız onu görmüşler; öyle o heykele taptıklarını görünce “puta tapmak” diye, bir misal olarak [onu söylemişler.] Sonra put kelimesi özel isim olmaktan [çıkıp,] cins isim isim olarak lisana girmiş.
Cenâb-ı Hakk’ın şeriki, nazîri yoktur; başka tanrılar, mâbudlar yoktur. Ay, güneş tanrı olamaz! Dağ, ova tanrı olamaz! Beyaz ayı, öküz tanrı olamaz! Bunları artık yirminciyüzyılın insanları anlıyorlar ve bunu rahatlıkla söylersek kabul ettirebiliriz.
Ve Cenâb-ı Hak oğul edinmemiştir, hanım edinmemiştir. Bunlar da çok büyük [iftiralar], çok yanlış şeyler. İşte onlara anlatmamız lazım!
Dedik ki, İkibin yılı Tevhid Yılı’dır. Artık insanlar tarihteki korkunç hataları, kendilerini mahveden hataları; hatta muhterem bildikleri büyüklerinin bile razı olmayacağı [hataları terketsinler!..] Hz. İsâ kendisine tapılmasına razı olmaz. Kendisinin ilâh edinilmesini kendisi söylememiş. Annesinin ve kendisinin tanrı edinilmesini kendisinin söylemediği kesin. O razı değil. Hatta bazı din büyükleri bunu kabul etmemişler, açıklamışlar.
Milâdî 325 senesinde, Kostantin İznik’te bir meclis toplamış. Yüzlerce papazı toplamış, çeşitli İncilleri incelemişler. Teslisi, yani üçlemeyi, triniteyi orada çıkartmışlar. Ondan önce olmayan bir şeyi yerleştirmiş... Bu Kostantin’in suçu çok büyük.
Sonra, “Hayır, Allah birdir!” diyen Arius isimli papazı aforoz etmişler, dışlamışlar, bir de cezalandırmışlar. Koğmuşlar demek ki, nasıl olduysa... Halbuki demek ki içlerinde Allah’ın birliğini söyleyen var.
Sonra, Amerika’da filan İngilizce telafuzu ile uniterian (Yuniteryın), Fransızca telafuzu ile "uniteryan", yani Allah’ın birliğini kabul eden hıristiyanlar var. Bazıları onlara müslümanlara yakın olmakla tenkitlerde bulunmuşlar. Müslümanların söylediği de o; Allah üç değildir, birdir. Hatta bazı Amerikan reisicumhurları da unitarian mezhebindenmiş. Ama Avrupa’da tutunamamışlar, Amerika’ya kaçıp orada yerleşmek zorunda kalmışlar.
Zaten Amerika’ya, o ilk bulunduğu ve göçlerin olduğu sırada, [Avrupa’da] tutunamayan çeşitli baskı altındaki topluluklar gitmişler. Orada özgür yaşama imkânını bulmuşlar. Her kasaba, her şehir, her bölge paylaşılmış. Oralara yerleşmişler, kendi kafalarınca yaşıyorlar. Mesela Amerika’da Salt Lake City denilen bir yer var. Bazı arkadaşlar gitmiş, görmüş, oradakilerle tanışmışlar. Mesela orada poligami dedikleri çok kadınla evlilik serbest, içki yasak, tütün yasak... Demek ki çeşitli inançları orada sürdürme hürriyet ortamını bulmuşlar, dinleri için çalışmışlar. Hâlâ da dünyanın her yerinde çılışıyorlar.
Bizim de ne yapmamız lazım?
Bizim de Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığını, birliğini, işte bu âyet-i kerîmede belirtilen gerçekleri anlatmamız lazım!.. Ve biz haklıyız, ilim bizden yana, akıl bizden yana, mantık bizden yana... Ötekilerin yanlışlığı da, mantıksızlıkları da kesin olarak ortada... O halde, bir bizim vazife yapmamız kalıyor. Bunun için tabii her türlü imkânları kullanmamız lazım! Bu yanlış inançtaki insanlara ulaşmamız lazım!
Bazıları bizim arkadaşlara gelmişler, kendi dinlerine davet etmeye çalışmışlar. Bizim arkadaşlar da demişler ki; “Siz yanlış yapıyorsunuz. İyi bir şey yaptım sanıyorsunuz ama yanlış bir şeye çağırıyorsunuz. Böyle yanlış bir şeye bizi çağıracağınıza asıl siz Allah’ın varlığını, birliğini kabul edin, yeri göğü yaratan Allah’ı kabul edin!” diye güzel telkinlerde bulunmuşlar ama böyle yaşlı ihtiyarları, ölümden korkan, hayatının sonunun geldiğini hisseden, iyi bir şeyler yapmak isteyen insanları, başka kavimlerin üzerine koşturtuyorlar.
Şimdi biz Avustralya’dayız; çevreyi, Yeni Gine’yi, geri kalmış adaları vesaireleri görüyoruz. Oradaki tahsili olmayan, İslâm’ı bilmeyen, dinler tarihi ile ilgili konuları bilmeyen kimselere -Afrika’da- yardım edip, ilaç verip, elbise verip, açlıktan kurtarıp, zengiliklerle kesenin ağzını açarak, onları kendi okullarına alıp, iyi yaşam tarzı sağlayıp, ama sonunda kendi fikirlerini verip, bir bakıma âhiretlerini mahvediyorlar.
Müslümanların da [çalışması lazım!..] Zaten bütün hak dinlerin mensuplarının Allah’ın varlığını, birliğini kabul etmesi, müslüman olması lazım! Onun için çalışması lazım! Onlara karşı gerçekleri söyleme gayretini, çalışmasını göstermesi lazım, dini için çalışması lazım!.. Bu çok önemli bir nokta.
“Sizin mâbudunuz, ilâhınız tektir.” Yani böyle ikileme, çok tanrı düşünme vesaire, bunların hepsi yanlış.
Lâ ilâhe illâ hû. Bu da ilk cümleden sonra [gelen ikinci bir cümle.] “Evet, tamam, bizim tanrımız bir taneymiş de, tamam ama başka tanrılar olabilir mi?” [diye düşünen olursa;] Hayır! Başka hiçbir tanrı olmadığını, daha kesin bir ifade ile, hiç başka türlü düşünmeye meydan kalmayacak şekilde ifade eden ikinci bir cümle ile kuvvetlendirmiş oluyor;
Lâ ilâhe illâ hû. “O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur!” Yani, “Rabbiniz birdir, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur.”
“Evet benim Rabbim bir ama benimkinden başka, başka ilahlar var mı?” gibi bir yanlış düşünceye kaymasın diye onu gayet kesin bir şekilde, kuvvetli bir ifade ile anlatıyor.
Kuvvetli ifade ne?
Lâ ilâhe. “Hiçbir ilâh yok.” İllâ hüve. “Ancak O var! O’ndan başka hiçbir ilâh yok!”
Lâ’ya, Arapça’da nâfiyetü’l-cins derler; o kendisinden sonra gelen cinsten hiç başka bir şeyin olmadığını bildirir. Lâ’dan sonra ilâh geliyor. Lâ ilâhe. “Hiçbir ilâh yoktur...” [İlâh] cinsinin hepsini reddediyor, olmadığını beyan ediyor. İllâ hû. “Ancak O var.” Hepsini nefyettikten sonra olanı açıklıyor. Böylece hepsini temizledikten sonra, bir tanesinin olduğunu kuvvetli anlatmış oluyor. Arap dilinin bir güzel ifadesi bu.
Lâ ilâhe illâ hû. “Ancak O var.” Hû, Arapça’da zamirdir, “o” mânasına geliyor.
Biz Lâ ilâhe illallah da diyoruz. Çünkü Hû, yani bir olan O Mevlâmız Allah’tır. Lâ ilâhe illallah deriz, Lâ ilâhe illâ hû da desek, Hû da Allahu Teâlâ hazretlerini en güzel ifade eden isimlerden, kullanılan kelimelerden birisidir. “O” deyince, gayet güzel anlatılıyor. Onun için, bazıları demişlerdir ki, “Hû ism-i âzamdır.” Daha kuvvetli rivayetlerde de, “İsm-i âzam Allah ism-i şerifidir.” denilmiş. Çünkü bütün sıfatları taşıyor, bütün sıfatları ifade ediyor. Bütün sıfatlara sahip olan zâtın ism-i hası, özel ismi olduğundan ism-i âzam odur diye beyan edilmiş.
Bu arada bir hadîs-i şerîfi nakledelim;
An esmâ binti yezîdi’bni seken an resûlillâhi. Bu hatun, “[Esmâ bint-i Yezîd b. Seken] radıyallahü anhâ’dan Peygamber Efendimiz’in şöyle dediği rivayet edilmiş;
İsmullâhi’l-a’zamü fî-hâteyni’l-âyeteyn. “Allah’ın ism-i âzamı bu iki âyettedir.” Birisi şimdi okuduğumuz [Bakara sûresi] 163. âyet; Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r-rahîm. İkinci âyet-i kerîme de; Elîf lâm mîm. Allâhu lâ ilâhe illâ hüve’l-hayyü’l-kayyûm. Bu ikisinde de tabii müşterek olmuş olan hû zamiri olmuş oluyor. Onun için bu hadîs-i şerîfe dayanarak hû zamiri ism-i âzamdır denmiş oluyor.
Sûfiyye de çok geniş anlamları gönlümüzün gözüne açtığı için, bu hû zamirini Allah’a delâlet eden mânasıyla, “Hû” zikri olarak zikrederler. Bazı tarikatlarda telkin edilen zikirlerden bir tanesidir. Artık “Hû... Hû... Hû...” yani, “O..o...o...” deyince tevhidde en yüksek mertebeyi ifade etmiş oluyor. Oraya da ulaştırıyor ve insanın gönlünde o tek bir nefeste çıkıveren kelimecik, Cenâb-ı Hakk’ın sevgisini, aşkını, muhabbetini meydana getiriyor. Çünkü artık birden bire bütün esmâ ve sıfâtıyla Hâlık Tebâreke ve Teâlâ hazretlerini ifade etmiş oluyor, düşünmüş oluyor. O’na olan aşkı, sevgisi, aşkullahı, muhabbetullahı ziyade oluyor.
“Hû” olarak, “Yâ Hû!” olarak, “Yâ men lâ hüve illâ hüve!” “Yâ men lâ hû illâ hû!” gibi şekillerle, tekrar tekrar onu zikrederek o şevklerini, tevhid zevklerini perçinlemişler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Medine-i Münevvere’ye vâsıl olduğu zaman, bu âyet-i kerîme nâzil olmuş.
وَإِلَهُكُمْ إِلَهٌ وَاحِدٌ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ الرَّحْمَنُ الرَّحِيمُ
Ve ilâhüküm ilâhün vâhidün lâ ilâhe illâ hüve’r-rahmânü’r-rahîm.
Allah’ın varlığını, bir tek olduğunu, şerîki, nazîri olmadığını ifade eden âyet-i kerîme. Bunu Mekke’nin müşrikleri duyunca, tabii insanın alıştığından kurtulması çok zor, onlar 360 tane puta alışmışlar, demişler ki;
“Bu kadar insana bir ilâh nasıl yetişecek, yeter mi?..”
“Yani insan sayısınca ilâh mı olsun?..” Onların sözüne karşılık herhalde böyle bir şey söylenebilirdi. “Ne demek istiyorsunuz yani?
Cenâb-ı Hak ülûhiyyetinin kudretiyle ve hüve alâ külli şey’in kadîr. Bütün varlıkları yaratmış, hepsine de yetişir ama müşriğin kafası almadığı için, bu kadar insana bir tane tanrı az gibi düşünüyorlar. O zaman her insana bir tanrı mı olsun? Herkesin bir putu olsun? Öyle mi istiyorlar? Maalesef ibtidailikten öyle istiyorlar anlaşılan. Onun üzerine bu ikinci, 164. âyet-i kerîme nâzil olmuş.
Şöyle de anlatılıyor, İbn Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edelim, rivayeti okuyalım:
أتَتْ قُرَيْشٌ مُحَمَّدًا صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ , فَقَالُوا
Etet kureyşün muhammeden sallallâhu aleyhi ve sellem fe-kâlû. “Kureyş müşrikleri, [Kureyş] kabilesinden ileri gelen ve Peygamber Efendimiz ile uğraşan insanlar Peygamber Efendimiz’e geldiler ve dediler ki;
يَا مُحَمَّدُ إِنَّا نُرِيدُ أَنْ تَدْعُوَ رَبَّكَ أَنْ يَجْعَلَ لَنَا الصَّفَا ذَهَبًا فَنَشْتَرِي بِهِ الْخَيْلَ وَالسِّلاَحَ فَنُؤْمِنَ بِكَ وَنُقَاتِلَ مَعَكَ
Yâ muhammed! İnnâ nürîdu en ted’uve rabbeke en yec’ale lena’s-safâ zeheben fe-neşterî bihi’l-hayle ve’s-silâha fe-nü’mine bike ve nukâtile meake. “Yâ Muhammed! Biz istiyoruz ki, sen Rabbine dua et de, Allah bize şu Safâ tepesini [altın yapsın!..]”
Hani Safâ ile Merve var ya... Şimdi kralın sarayının kenarında olan, şöyle üzerinde kubbe bulunan, Mescid-i Haram’a köşe olan yer. Orası eskiden bir tepeydi. Etrafı biraz daha çukur. Cebel-i Ebî Kubeys’in eteğinde ikinci bir yükselti idi Safâ tepesi. Safâ “kaygan taş” demek. Orada kaygan taşlardan bir çıkıntı olduğundan, oraya Safâ tepesi demişler. Ve Peygamber Efendimiz’in evi de, Safâ tepesinde mescide döndüğümüz zaman, sağ taraftaki alanda kalıyor. Şimdi orası da mescide katıldı. Tâ ilerideki caddeye kadar, Peygamber Efendimiz’in doğduğu eve kadar, Peygamber Efendimiz’in mahallesi Mescid-i Haram’ın avlusu içine alındı, yani duvarla çevrilmiş oldu. Ama Efendimiz’in doğduğu ev, şimdi kütüphane olarak kullanılan bina onun dışında... Onun biraz aşağısında avlu duvarları var. Orası Peygamber Efendimiz’in mahallesiydi. O civarda oturduklarından [öyle istemişler.]
Merve tepesi de, Safâ’da durup Kâbe’ye baktığımız zaman, sağ karşı tarafa geliyor. Onun da sol tarafında Kureyşlilerin Dârun-Nedve’leri, yani toplantı yaptıkları, kabile toplantılarını yaptıkları yerler vardı. Ebû Cehil’in vesairenin evleri de o taraftaydı. Şimdi oraları da abdest alma yerleri [ve tuvaletler] yapmışlar. Tecellî, yani Cenâb-ı Hakk’ın cezası, o müşrikliklerinden dolayı da evleri öyle şeye nasip olmuş.
Öyle deyince, yani “Safâ tepesini altın yap da, o zaman biz altınları alalım. Onunla atlar alalım, binekler alalım, silahlar alalım, sana inanıp seninle [beraber] çarpışalım!” demişler.
Tabii müşriklerin bir [âdeti] var. Tarih boyunca, peygamberler tarihini okuduğumuz zaman, Nuh aleyhisselam olsun, İbrahim aleyhisselam olsun, hele hele Mûsa aleyhisselam, artık o çok bilinen bir şey. Onun firavun ile olan şeyleri daha çok kayda geçmiş, nisbeten daha yakın zamanda... Mucizeleri gördükleri halde inanmamaya devam edebiliyor. Mûsa aleyhisselam’a, “Şunu şey yaparsan, şuna da dua et, şöyle olursa artık inanacağız.” demişler. “Bu azâbı bizden kaldırsın inanacağız!.. Şöyle bir şey göstersin inanacağız!” demişler demişler ama onlar gösterildiği zaman inanmamışlar.
Bir de şimdi bunlar Safâ tepesi altın olsun istiyorlar. Altın olsun ama bir de paralanacaklar, pullanacaklar, kuvvetlenecekler, iman da etmediler. İman etmedik derlerse o zaman müşrikler çok büyük güçlerle, kuvvetlerle, müslümanlara daha büyük zararlar verecekler.
Tabii Cenâb-ı Hak, her şeyi bilen Mevlâ Tebâreke ve Teâlâ hazretleri Peygamber Efendimiz’e başka mucizeleri göstertmiş, ihsan etmiş. Eski peygamberlere nice mucizeler vermiş. Bizim Peygaberimiz’e de onların istedikleri mucizeleri vermiş. Mesela, Ay’ın ikiye ayrılmasını istemişler. Ay’ı ikiye ayırmış. Birisi bir tepenin üstünde, birisi öbür tepenin üstünde görmüşler. Öyle yaparsan inanırız dedikleri halde inanmamışlanr.
Demek ki Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz dua edince veriyor ama ötekiler yine iman etmiyorlar. Onun için bu sefer Peygamber Efendimiz demiş ki:
أَوْثِقُوا لِي لَئِنْ دَعَوْتُ رَبِّي فَجَعَلَ لَكُمُ الصَّفَا ذَهَبًا لَتُؤْمِنُنَّ بِي
Evsikû lî le-in de’avtü rabbî fe-ce’ale le-kümü’s-safâ zeheben le-tü’minünne bî. “Bana söz verin, te’kid edin, yemin edin, garanti, teminat verin ki ben Rabbime dua edip de Safâ tepesini altın yaparsam, bana inanacağınıza söz verin!” demiş. Sonra dua etmeye kalkınca, etâhü cibrîlü. “Cebrail aleyhisselam gelmiş.”
Fe kâle: İnne rabbeke kad a’tâhümü’s-safâ zeheben. Demiş ki; “Rabbin Safâ tepesini onlara altın olarak vermiş bil. Yani, duanı kabul eder. Ama, in lem yü’minû bike. “Eğer yine sana inanmazlarsa.” Azzebehüm azâben lem yü’azzibhü ehaden mine’l-âlemîn. “Artık âlemlerde başka kimseyi azaplandırmadığı bir azapla azaplandıracak! Tamam mı, istersen altın yapsın?..” deyince Peygamber Efendimiz, kavminin mucizeyi gördüğü halde inanmaması tehlikesi karşısında demiş ki;
Rabbi lâ. “Yapma yâ Rabbi!” Safâ tepesini altın yapma ve onların istediklerini verme! Çünkü inanmazlarsa, helâk olurlar. Bel da’ni. “Bana müsaade buyur.” Ve kavmî. “Ben kavmimin karşısında çalışayım, peygamberlik davetimi yapayım.” Fe-lied’uhüm yevmen bi-yevmin. Fe-lied’uhüm mütekellime emir sigası, onun için li- diye esre okudum. “Gün gün onları çağırayım, yavaş yavaş anlasınlar, iknâ olsunlar da, helâk olmasınlar.” Çünkü Peygamber-i zîşânımız raûf ve rahîm olduğu için kavminin helak olmasını istemiyordu. Hatta Tâif’te kendisini taşlayıp, dişini kırıp, vücudunu kanattıkları zaman bile; “Yâ Rabbi! Sen bunları affet, helak etmek, azap gönderme. Çünkü bilmiyorlar, anlayacaklar.”
Sonra, kavminden [bazı kimseler], şiddetli kimselerin helaki için, “Yâ Resûlallah! Beddua et de şunlar helak olsunlar.” dediği zaman; “Ben bedduacı bir perygamber olarak gönderilmedim.” diye onlara lanet etmemişti, beddua etmemişti. Sonra, onların çocuklarının nesillerinin hepsi müslüman oldular, İslam’a güzel hizmetler ettiler. Yani Efendimiz’in sabrı daha güzel oldu.
İşte bu âyet-i kerîme onun üzerine indi. Ve bu rivayetin sonunda; Cebrâil aleyhisselam Peygamber Efendimiz’e;
وَكَيْفَ يَسْأَلُونَكَ الصَّفَا وَهُمْ يَرَوْنَ مِنَ الآيَاتِ مَا هُوَ أَعْظَمُ مِنَ الصَّفَا ؟
Ve keyfe yes’elûneke’s-safâ ve hüm yeravne mine’l-âyâti mâ hüve a’zamü mine’s-safâ diye de buyurmuş. Yani, “Senden Safâ tepesinin altın olmasını nasıl isterler ki, ondan daha büyük olan mucizeleri, âyetleri gördüler ve âyât-i Kur’aniyyeyi, nice âyetleri dinlediler. Niye istiyorlar? Onlarda mü’min olmadılar, bunda da olmazlar.” diye geçmiş oluyor.
İşte onun üzerine yani bu istekleri üzerine bu 164. âyet-i kerime nâzil oldu. Onu da okuyalım çıkartalım, çünkü konu birliği var:
İnne fî halkı’s-semâvâti ve’l-ardı...
İç içe olanları birleştirirsek, âyet-i kerîme burada yedi şey sayıyor:
İnne fî halkı’s-semâvâti ve’l-ardı.
Vahtilâfi’l-leyli ve’n-nehâri.
Ve’l-fülkilletî tecrî fi’l-bahri bi-mâ yenfe’un-nâse.
Ve mâ enzelellahu mine’s-semâi min mâin fe-ahyâ bihi’l-arda ba’de mevtihâ.
Ve besse fîhâ min külli dâbbetin.
Ve tasrîfi’r-riyâhi.
Ve’s-sehabi’l-müsehhari beyne’s-semâi ve’l-ardı.
Le-âyâtin li-kavmin ya’kılûne. “Bu yedi şey akleden insanlar, akleden bir kavim, topluluk için âyetlerdir, belgelerdir, delillerdir.”
Yani, “Onlar belge istiyorlar, delil istiyorlar, mucize istiyorlar. İşte bunlar, kafalarını kullanırlarsa tefekkür ederlerse, Allah’ın verdiği aklı kullanırlarsa, Safâ tepesinin altın olmasından daha önemli bir belgedir. Safâ tepesinin altın olması bir seferlik bir olaydır ama bu olayları düşünürlerse, bunlar daha muazzam âyetlerdir, mucizelerdir.” diye bunları sıraladı. Şimdi bunları açıklayalım:
1. İnne fî halkı’s-semâvâti ve’l-ardı. “Hiç şüphe yok ki semâların yani göklerin ve yerin yaratılmasında...”
Tabii bu sayılanlardan birincisi nereye bağlı?
Le-âyâtin li-kavmin ya’kılûne. “Akleden kavim, topluluk için birçok âyetler vardır.” Yerin göğün yaratılmasında birçok mucizeler, birçok şâyân-ı dikkat belgeler vardır demek. Birisi bu.
Cenab-ı Hak bu yeryüzünü yaratmış ve gökleri yaratmış. Etrafımıza bakıyoruz, engin uçsuz bucaksız bir fezâ... Sonunu görmemiz mümkün değil! Çünkü bazı yıldızların ışıkları gözümüze milyarlarca senede geliyor. Şu anda ışığı gözümüze gelmiş olan yıldızlar, belki şu anda orada patladı, helâk oldu ama onları da milyarlarca sene sonra bakanlar görecekler; eğer dünya duracaksa... Eğer daha ötelerde başka şeyler varsa, onların ışıkları da henüz o kadar milyar sene geçmediği için, bizim gözümüze gelmediği için onları da göremiyoruz. Onun için kâinatın derinliğini, sonunu görmemiz, en sonundaki şeyleri görmemiz imkânsız. Işık hızıyla milyarlarca sene seyahat ediyor da ışık, gözümüze öyle geliyor. Çok derin bir kâinat...
Bu kâinatın yaratılışı, bu güneşler, bu aylar, yıldızlar, bunların seyyar ve sabit olanları, gezegen olanları, duranları, bizim bakışımıza göre ışıl ışıl... Bunların hepsi ve yeryüzünün yapısı, çekirdeği, yanardağları, dağları, ovaları, dereleri, denizleri ve bunların içindeki yaratıklar... bunların hepsi birer mucize, birer belge. Düşündüğü zaman, bunlar kendi kendine, kânun-u ilâhiye göre; fizik kanunları, kimya kanunlarına göre, gök kanunlarına göre, uzay kanunlarına göre hareket eden bu gök cisimleri... bunların yaratılışı belgelerdir, bir. Bunlarda çok belgeler vardır, deliller, mucizeler vardır.
Âyet kelimesinin çoğulu âyât gelir. Mesela muallime-muallimât gibi sonu böyle Arapça’da “ât” gelirse, müennes yani dişil kelimelerin çoğulu böyle yapılır. Âyet kelimesi müennestir; “belge, işâret, bir şeyi isbat edici delil” mânasına.
Kur’ân-ı Kerîm’in âyetleri de, insanı imana getiren birer belge olduğu için, Allah o cümlelere de âyet ismini vermiş. Ama Kur’ân-ı Kerîm’in dışındaki gökyüzündeki, yerdeki bir takım olaylar da insanı imana, Allah’ın varlığını birliğini idrake götürüyorsa, onlar da âyettir, yani mûcizedir, mûcize-i kevniyyedir. Yani oluşlarla, maddî âlemle ilgili olaylar da Allah’ın varlığını gösteriyor. Mesela, bir yerde duman varsa ateş olduğunu gösterdiği gibi.
Göklerin ve yerin yaratılışında çok belgeler var! Safâ tepesinin altın olması ne demek yani, o küçük bir şey!.. Bu yerin, göğün yaratılışı çok daha muazzam değil mi?..
2. Vahtilâfi’l-leyli ve’n-nehâri. “Gecenin ve gündüzün ihtilafında...”
Bu ne demek?..
Gecenin gitmesi, gündüzün gelmesi; gündüzün gitmesi, arkasından gecenin gelmesi... Bu da bir muazzam olay!
Bu gece nasıl oluyor, gündüz nasıl oluyor?
Bunu eskiden insanlar bilmiyorlardı ama ilmin ilerlemesi sonunda anladılar ki bu dünyanın dönüşüyle oluyor.
Sonra gece yaz günlerinde kısa, kış günlerinde uzun oluyor. Gündüz de öyle oluyor. Birisi ötekisinin aleyhine büyüyor, ötekisi küçülüyor. Bu gece ve gündüz muazzam bir olay!
Eğer dünya kendi ekseninde dönmeseydi yine güneşin etrafında döner miydi?
Dönerdi. Nitekim Ay, dünyanın etrafında kendi ekseni etrafında dönmeden dolaşıyor. Yani hiçbir şekilde kıpırdamadan, kendi ekseni etrafında dünyanın döndüğü gibi dönmeden [dolaşıyor.] Bir tarafında, güneşten dolayı insanoğlunun inip de ayak basamayacağı kadar sıcaklık var, korkunç bir sıcaklık var. Bir tarafında da daimî karanlık var. Yani Ay’a, o çok sıcak yere insanoğlu inemedi. Çünkü orası hep güneşe bakan kısım. Muazzam sıcak...
Düşünün, Arabistan’a gidenler düşünsün; devamlı güneşte kalsa dışarıda, nasıl gölge arıyor! Ki, o bir şey değil. Çünkü dünyanın etrafında hava tabakası var, ozon tabakası var, bulutlar var... Onlar birtakım ışınları süzüyor. Ama Ay’da bunların hiç birisi yok. Orası korkunç bir sıcaklık içinde. Hayatın sürmesine, hiç olmazsa bizim hayatımızın sürmesine imkan olmayan zor şeyler.
Dünya da öyle olabilirdi. Öyle olmamış, Allahu Tealâ hazretleri dünyayı döndürmüş. Bunda çok ibretler var. Gecenin, gündüzün olması hayatın devamı için çok önemli bir şey. Düşündükçe insan bu gece gündüz ne kadar muazzam bir yaratılış, ne kadar ince bir hesap, ne kadar güzel bir şey diye anlar. İki[ncisi de bu.]
3. Ve’l-fülkilletî tecrî fi’l-bahri bi-mâ yenfe’un-nâse.
Fülk, Arapça’da gemi demek. “O gemi ki.” Tecrî fi’l-bahri. “Denizde yüzüyor.” Bi-mâ yenfe’un-nâse. “İnsanlara fayda verecek şeyleri taşıyor.”
Yani insanlara fayda verecek şeyleri taşıyarak, insanları taşıyarak, insanların ihtiyacı olan maddeleri taşıyarak gemi denizin üstünde gidiyor. Bunda da büyük ibretler var. Bu ummanda, denizlerde büyük ibretler var. Yeryüzünün büyük bir kısmının deniz olmasında, karaların az olmasında hikmet var. Bu denizler güneşten ısınınca buharlaşıyor. Bu buharlar havaya bulut olarak çıkıyor. Yeryüzündeki hayatın ana sebeplerinden, vesilelerinden birisi bu ummanlar, okyanuslar, denizler... ve onun üstünde gemiler batmıyor. Burada kanunlar var, fizik kanunları var. Bir maddenin ağırlığı, ötekisinin hafif olması... Bunların hepsi yani düşündüğün zaman, bütün ilimlere burada böyle atıflarda, işaretlerde bulunuluyor. Bu da büyük bir ibret verici olay!
4. Ve mâ enzelellâhu mine’s-semâi min mâin fe-ahyâ bihi’l-arda ba’de mevtihâ. “Gökten Allah’ın su cinsinden indirdiği o yağmurlarda ve onunla yeryüzü ölmüş gibiyken onu diriltmesinde de çok ibretler var!”
Evet, gökten yamurların yağması gerçekten ne kadar muazzam bir olay...
Cenâb-ı Rabbül-âlemin nasıl yaratmış?
Sular buhar oluyor, küme küme bulutlar oluyor. Cenâb-ı Hak suları taşıttırıyor. Sonra gökten aşağı yere yağıyor. Yeryüzü ölmüş gibiyken, bitkiler ölmüş gibiyken, sararmış solmuşken, susuzluktan kırılıyorken gökten yağmur yetişiyor.
Yağmura bizim ecdadımız “rahmet” diye ne güzel isim vermiş... Rahmet yağıyor diyoruz. Yağmur demiyoruz, rahmet diyoruz. “Rahmet yağıyor, koş çamaşırları topla, ıslanacak!” diyoruz.
Ama gerçekten yağmurlar, Cenâb-ı Hakk’ın ne kadar büyük bir kudreti, ne kadar güzel bir rahmeti ki bitkiler onunla yeşeriyor, hayvanlar, insanlar o sulardan istifade ediyorlar. Onlarla biten meyvaları, sebzeleri, yeşillikleri yiyorlar. Onları yiyerek büyüyen mahlukları, koyunları, diğer evcil hayvanları yiyorlar; evcil olmayan hayvanları avlıyorlar. Tabiatın düzeni ne kadar muazzam bir düzen. Bu suların yukarıdan yağıp da, yer ölüyken, ölmüş gibiyken yeryüzünün bu sularla dirilmesi... Bunlar da büyük ibretler!
5. Ve besse fîhâ min külli dâbbetin. “Ve Cenâb-ı Hakk’ın yeryüzüne her çeşit mahlûkâttan cins cins yaratıklar yayması...”
Bu da büyük ibretli bir şey. Yeryüzüne, çevremize bakıyoruz; gözümüzün gördüğü görmediği, tanıdığımız tanımadığımız her birisi bir vazife ile vazifeli nice mahluk var. Hepsinin faydası var...
Mesela birisi, “Aman mikropları Cenâb-ı Hak niye yarattı?” dese; onların da faydası var. Bakterilerin, mikropların faydası var. Bazı dayanıklı maddeler var, bakteriler onları çürütemiyor. Bazı naylon çeşitleri, plastik çeşitleri dayanıklı, batılılar “Onları nasıl yok edeceğiz?” diye düşünüyorlar, insanların başına belâ oluyor. Çabuk çürüyenini arıyorlar. Hatta Almanya’da, geç çürüyen, sağda solda çöp olarak kalan maddeleri kullanmayı yasakladılar. Yerine böyle kâğıt gibi, bez gibi eşyaları koyma, alışveriş yapıldığı zaman alınanları koyma malzemeleri teşvik ettiler. Ötekileri de yasaklıyorlar, çünkü çevre bozuluyor.
Demek ki mikropların da, bakterilerin de hepsinin bir görevi var. Böceklerin, ağaçların, arıların, kuşların, sineklerin, çiçeklerin tozlaşmasında vesairesinde... Yani hangi mahluka baksanız, hangi olayı inceleseniz, onlarda Cenâb-ı Hakk’ın varlığına, birliğine, kudretine, ilmine, sanatına sonsuz âyetler, yani belgeler, işâretler var.
6. Ve tasrîfi’r-riyâhi. “Ve rüzgârların oradan oraya esmesinde çok büyük ibretler var.”
Yeryüzünde hava hareketleri olmasa, rüzgârlar olmasa durum ne olurdu, ne kadar güç durumlar olurdu. Bu rüzgarların hepsinde çok [faydalar] var. Rüzgarların oradan oraya sevkedilmesinde çok hikmetler var.
Burada [yukarıda] atladığım kelime; dâbbeh ne demek?
Bu siyga ism-i fâilin müennesi. Debbe, “yeryüzünde kımıldamak, yürümek” demek. Kımıldayıp haraket eden her şeye dâbbeh derler. Böyle yeryüzünde hareket eden nice mahluk yani canlı hayvan dediğimiz şeyler. Onları Cenâb-ı Hak çeşit çeşit yaymış. Hepsinin kendine göre meziyetleri, güzellikleri var. Çölde deve yaratmış; ayakları kuma batmıyor, böyle geniş. Sırtında yağ ve su biriktirebiliyor. Bacakları kumlara batmayacak şekilde uzun. Sulak yerlerde, suya müsait hayvanlar yaratmış. Bazı mahluklar hem suda yaşıyor hem havada uçuyor. Bazıları hem toprakta yaşıyor hem suda yaşıyor. Kimisi toprağın derinliklerinde... Solucanlar, yılanlar, böcekler, türlü türlü mahlûkât... Bunların hepsi ibret!
7. Ve’s-sehâbi’l-müsehhari beyne’s-semâi ve’l-ardı. “Yer ile gök arasında musahhar bulutta, yani orası imkân olarak ona açılmış, insanların emrine verilmiş bulutlar.”
Bulut ne yapıyor?
Yağmur tanelerinden oluşan bir varlık. Rahmet getiriyor, yağmur getiriyor, gölge getiriyor. Güneşin fazlalığını, zararlı ışınlarını süzüyor. Bunda da çok ibretler var!
İşte bu sayılanlar, bütün bunların hepsinde, le-âyâtin. “Çok belgeler, mûcizeler, deliller var.” Li-kavmin ya’kılûne.
Kavim ne demek?
Bizdeki kavmiyet, Türk kavmi, Rus kavmi, Bulgar kavmi filan mânasına değil; insanların topluluğu mânasına. “İnsan toplulukları için.” Daha doğrusu, ya’kılûne sıfatı var. “Akleden topluluklar için, akleden insanlar için, nice nice belgeler vardır.”
İşte bu akletmek çok önemli. Cenâb-ı Hakk’ın yarattığı, kullara bahşettiği varlıkların içinde, bize verilen nimetler içinde en kıymetlisi akıldır. Çünkü imanı da insan akıl ile algılayıp kabul ediyor, değerlendiriyor. Ama akl-ı selîm [olmalı,] yani akıl sağlam çalışmalı. Eğer bozuksa; bozuk terazi doğru tartmadığı gibi, bozuk ayna doğru görüntü vermediği gibi, yamuk testerenin doğru kesmediği gibi bozuk akıl da doğru değerlendiremez. Her şeyin yamuğu iyi olmaz.
Şöyle hastalıksız, sağlıklı, esen, sâlim akla sahip; akledebilen, tefekkür edebilen, aklını kullanan, bilgiyi değerlendirebilen insanlar için çok belgeler vardır.
Yeryüzü zarif insanlar tarafından bir kitaba benzetilmiş. Ve bu yeryüzündeki cereyan eden olaylar da varlıklar da, hepsi birer âyete benzetilmiş. Yani akıllı bir insan bu yeryüzü kitabının sayfalarını çevirip olaylara, varlıklara bakıp, buradan çıkartılması gereken bilgileri çıkartır. Alınması gereken dersleri alır, imanını kuvvetlendirir.
En kuvvetli imana sahip olan insanlar, en alim insanlardır. Allah’ı en iyi bilen, Allah’a en iyi kulluk eden, Allah’tan en çok korkan, en çok edebine sahip olan, takınan insanlar alim insanlardır, aklını kullanan insanlardır.
إِنَّمَا يَخْشَى اللَّهَ مِنْ عِبَادِهِ الْعُلَمَاءُ
İnnemâ yahşellâhe min ibâdihil-ulemâ. [Kulları içinden ancak alimler, Allah’tan gereğince korkar.] Onun için ilim ve alim çok kıymetlidir.
Akıl İslâm’da çok önemlidir... Hatta İslâm’ın beş ana amacından bir tanesi aklı korumaktır.
İslâm niçin gelmiştir, Allah niçin peygamberler gönderiyor, Cenâb-ı Hak insanlara neyi öğretmek murad ediyor?
Bir; doğru inancı öğretmek, imanı korumak... İki; aklı hâkim kılmak, aklı korumak. Onun için aklı gideren içki ve sâir uyuşturucu yasak. Çünkü aklı engelliyor, akıl nimetini kullandırtmıyor. Aklı korumayı amaçlıyor.
Sonra, nesli korumayı amaçlıyor. Neslin sağlam, sahipli ve itinâlı büyümesini sağlamaya çalışıyor. Onun için zina yasak... Onun için evlilik var... Anne belli, baba belli, sorumlulukları belli nesil yetişecek.
Ondan sonra, malı korumayı amaçlıyor. Onun için malı telef etmek yoktur. İslâm’da zarara zararla mukâbele yoktur. Birisi bana zarar verdi diye onun malına zarar veremez.
Böylece İslâm beş şeyi koruyor ve bütün Allah’ın âyetleri, ahkâmı incelendiği zaman bu muazzam gayeler ortaya çıkıyor.
Demek ki İslâm her güzel şeyin korunmasını amaçlayan, bozgunculuğu, bozmayı yasaklayan, bozulmayı engelleyen [bir sistem.] Fesad da Arapça’da zaten “bozulma” demek. Salâh da, “sâlih olmak, uygun olmak, güzel olmak, iyi olmak” demek. Her şeyin salâhını sağlamak, fesâdını engellemeye çalışmak amacını güdüyor.
İslâm’ın koruduğu en başta gelen şeylerden birisi de akıl... Aklı olanlara ne mutlu! Aklını kullananlara ne mutlu! Aklı sâlim olanlara, selim olanlara ne mutlu!..
Cenâb-ı Hak bazılarına çok büyük meziyetler veriyor ama bazıları bu meziyetleri güzel kullanmıyorlar. Bu aklımızı, Cenâb-ı Hak nasip etsin, yerli yerinde kullanalım!.. Cenâb-ı Hakk’ın rızasına uygun işler yapalım!.. Ömrümüzü güzel geçirelim, hayat imtihanını başaralım ve Cenâb-ı Hakk’ın huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varalım!.. Akleden insanlardan, kavimlerden olalım!.. Etrafımıza bakıp gerçekleri gören insanlardan olalım!..
Gözleri açık olduğu halde, bakar kör olanlardan, Allah’ın âyetlerini görmeyenlerden, kâinâtı anlamayanlardan, varlıklardan derslerini çıkarmayanlardan, gâfillerden, câhillerden, kâfirlerden, müşriklerden Cenâb-ı Hak bizi uzak eylesin... İman ile yaşatsın; huzuruna sevdiği, râzı olduğu mü’min-i kâmil kullar olarak varmayı nasip etsin... Cennetiyle, cemâliyle cümlenizi, cümlemizi müşerref eylesin...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.