es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Allah, dünyada âhirette âfiyet ve sıhhat, sağlık ve selâmet ihsan eylesin.
Bakara sûresinin 44. âyetine kadar gelmiştik. Bugün 44, 45 ve 46. âyet-i kerimeler üzerinde sohbet yapmayı düşünüyorum. Bu âyet-i kerimelerin önce mübarek metinlerini okuyalım.
Bismillâhirrahmânirrahîm:
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlûne'l-kitâb, efelâ ta'kılûn.
Ve'steînû bi's-sabri ve's-salâh ve innehâ lekebîretün illâ alel-hâşiîn.
Ellezîne yezunnûne ennehüm mülâkû rabbihim ve ennehüm ileyhi râciûn.
Sadakallâhül-azîm.
Biliyorsunuz daha önceki âyet-i kerimeler Yâ benî isrâil diye başlıyordu. Onların birtakım yanlış işleri yapmamaları ve gönderilen peygambere iman etmeleri emrediliyordu. Hakkı bâtılla karıştırmamaları, namaz kılan müslümanlarla beraber namaz kılmaları, zekât vermeleri, rükû etmeleri emrediliyordu.
Burada da buyuruluyor ki;
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri ve tensevne enfüseküm ve entüm tetlûne'l-kitâb, efelâ ta'kılûn. "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Kitabı okuyup dururken, okuduğunuz halde, hiç akıl etmeyecek misiniz? Hiç akıllanmayacak mısınız? Aklınızı başınıza toplamayacak mısınız?"
Tabi bu âyet-i kerîme ehl-i kitâba, kendilerine daha önce, Kur'an'dan önce kitap indirilmiş kavimlere, Peygamber Efendimiz'den önce Musa aleyhisselam gibi, İsa aleyhisselam gibi peygamber gönderilmiş kavimlere hitap ediyor. Hitap onlara ama hükmü herkes için geçerli, bütün mü'minler için geçerli. Bütün mü'minlerin bu hususlara dikkat etmesi lâzım!
Buyruluyor ki;
E te'mürûne'n-nâse bil-birr. "Siz insanlara iyiliği emrediyorsunuz, yapın diyorsunuz, tavsiye ediyorsunuz da kendinizi unutuyor musunuz? Başkasına emrediyorsunuz da kendinizi niçin unutuyorsunuz? Halbuki kitabı okuyorsunuz."
Peygamber Efendimiz oraya hicret edince, Medine'deki benî İsrâil'in alimleri Peygamber Efendimiz'le karşılaştılar. Tabi Peygamber Efendimiz'in geleceğine dair Tevrat'ta âyetler var, İncil'de âyetler var. Peygamber Efendimiz'in evsafının ne olduğuna, hayatında nasıl mühim olaylar geçeceğine dair de, onun tanınmasına, bilinmesine vesile olacak işaretler var. Tavsifler, tasvirler var.
Hatta "eski kitaplarda Peygamber Efendimiz'le ilgili ihbarlar" diye, "haberler" diye, "haber vermeler, açıklamalar, uyarılar" diye bunlar toplanmıştır. Hatta" AllahuTeâlâ hazretleri bütün eski ümmetlerin fertlerinden; "Ben bir peygamber gönderdiğim zaman, size bir peygamber geldiği zaman ona inanacaksınız." diye ahd ü mîsak almıştır. Bütün kavimler, Allah'ın kendilerine göndereceği peygambere, geldiği zaman Peygamber Efendimiz'e inanmakla mükellef. Çünkü ahd ü mîsak etmişler, anlaşma olmuş. Allahu Teâlâ hazretleri ihbar etmiş, ihtar etmiş, bildirmiş. Onlar da o günün şartları içinde, "Tamam, pekiyi!" diye kabullenmişler. O zaman bir itiraz yok tabi. Sonradan çıkıyor bu itirazlar.
Bu Benî İsrâil'in alimleri kendilerine gelip soru sorulduğu zaman Allah'a inanmayı, müttakî olmayı, takvâ ehli olmayı tavsiye ederlermiş. Hatta bazıları; "Bu Muhammed hakkında nasıl davranalım? Geldi buraya, kendisinin peygamber olduğunu ifade ediyor. Allah'tan kendisine vahiy geldiğini söylüyor. Ne yapalım?" diye sordukları zaman, onlara:
"Tamam, ona tâbi olun!" diyenleri varmış. Fakat kendileri de dinlerini değiştirip müslüman olsalar; işte "halktan kendilerine gelen hediyelerden, vergilerden mahrum kalacağız" diye, bu insanlara tavsiye ettikleri gerçekleri, güzel şeyleri kendileri yapmazlarmış. Onlar hakkında inmiş oluyor.
Nitekim Abdullah b. Abbas radıyallahu anh bu âyetlerin izahında buyuruyor ki;
Tenhevne'n-nâse ani'l-küfri bimâ indeküm mine'n-nübüvveti ve'l-ahdi mine't-tevrâti ve tetrükûne enfüseküm. "Peygamber geldiği zaman, ona itaat etmek hususundaki malumatı Tevrat'tan bildiğiniz halde, Peygamber'e tâbi olmak gerektiğini, insanların bir peygamber geldiği zaman ona uyması gerektiğini bildiğiniz ve insanlara; 'Aman peygambere âsî olmayın, kâfir olmayın!' diye söyleyip durduğunuz halde, şimdi siz kendiniz aynı duruma düşmüş oluyorsunuz. Ve entüm tekfürûne bimâ fîhâ min ahdî ileyküm fî tasdîki resûlî. "Benim şu gönderdiğim âhir zaman peygamberini tasdik hususunda sizinle, sizin kavminizle yapmış olduğum ahde aykırı olarak inkâr ediyorsunuz, o ahde riayet etmiyorsunuz. Halbuki eskiden insanlara aksini söylüyordunuz, 'peygamberlere uyun' diyordunuz. Şimdi siz benim gönderdiğim âhir zaman peygamberime uymuyorsunuz." Ve tenkudûne mîsâkî. "Ahd ü misâkı, ilâhî anlaşmayı bozuyorsunuz." Ve techadûne mâ ta'lemûne min kitâbî. "Allahu Teâlâ hazretleri hitâb-ı itâb ile, azarlayarak böyle buyuruyor: 'Benim kitabımdan bildiğiniz şeylere kâfir oluyorsunuz, inkâr ediyorsunuz!" demektir diye İbn Abbas bu kelimelerle âyet-i kerimeyi açıklıyor.
Tabi onların o zamanki bilgilerine göre, gerçeği anlayıp da doğru hareket eden âlimler de vardı. Mesela onların âlimlerinden Abdullah b. Selâm radıyallahu anh. O, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'e geldi. Yahudi alimlerindendi, ahbâr-ı yehûd'dan, yani hahamlardandı:
"Evet yâ Rasûlallah, senin buyurduğun haktır. Tevrat'ta seninle ilgili âyetler var ve senin geleceğin bize bildirilmişti, biz bekliyorduk zaten." diye, o müslüman oldu. Abdullah b. Selâm radıyallahu anh müslüman oldu. "Bunlar kıskançlıkları dolayısıyla ve menfaatleri elden gidecek diye düşündüklerinden evet demediler." diye, o kendisi ifade etti. O çağındaki öteki ırkdaşlarının, dindaşlarının olumsuz tavırlarının izahını öyle yaptı. Yani inananlar da oldu, müslüman olanlar da oldu ama müslüman olmayanlar da oldu.
Peygamber Efendimiz gelinceye kadar, "Bir peygamber geldi mi itaat etmek lâzım!" veyahut benî İsrâil'in peygamberleri bahis konusu olduğu zaman, halka; "Bak, bu peygamberlere itaat edin!" diye, kendi peygamberlerine itaati tavsiye ederken; Allah yeni peygamber gönderince, ona kendileri itaat etmeme durumunda oldukları için bu âyet-i kerimede itâb ediliyor. Azarlanmış oluyorlar.
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri. "İyiliği başkasına emredip de kendinizi unutuyor musunuz? Kendinizi, vaaz ettiğiniz şeyi uygulamaktan niye alıkoyuyorsunuz, uymuyorsunuz?" diye itâb ediliyor.
Birr, iki re harfiyle, şeddeli re ile; mânası "geniş iyilik" demek. Bu birr kelimesi, Arapça'da arazi mânasına gelen berr; fi'l-berri ve'l-bahri, denizin karşıtı. Suya, denize bahr deniliyor, karaya da berr deniliyor. Berr ve bahr, "kara ve deniz" demek. Kara geniş olduğu için berr deniliyor. İyiliğin de böyle geniş miktarda, çok olarak yapılmasına birr deniliyor. Böyle yapan kimseye de berr deniliyor.
İyiliğin, sahasına göre çeşitleri var:
Allah'a kullukta iyilik; takvâ ehli olmak, Allah'a güzel, iyi kulluk etmek. Ana babaya iyilik; ana babaya güzel muamele etmek. Halka karşı iyilik, birr ü ihsan, güzel muamele yapmak mânasına ama genişlik manâsı var. Yer yüzünün genişliği gibi, karanın genişliği gibi, geniş iyiliğe birr deniliyor.
Böyle geniş çaplı iyilik yapmayı, güzel ahlâklı olmayı, güzel işler yapmayı insanlara tarih boyunca din âlimleri emredegelmiş. Eski ümmetlerin din alimleri de emredegelmiş. Ama insanın emrettiği şeyi, herkesten önce kendisinin tutması lâzım.
Bu âyet-i kerime her ne kadar onlar için inmişse de, bizler için de bir nasihat, bizler için de bir tehdit. el-Kitâb, İbn Abbas'a göre onların okudukları Tevrat ve İncil ama Allah bize de Kur'ân-ı Kerîm'i indirmiş. Biz de Kur'ân-ı Kerîm okuyup dururken, gerçekleri bilirken, başkalarına öğütlerde bulunurken, bunları ilk önce kendimiz tutmalıyız.
Eskiden beri, emrettiği şeyi kişinin kendisinin yapması çok özel bir gayretle, dikkatle tavsiye edilmiştir. Mesela Ebü'd-Derdâ radıyallahu anh buyurmuş ki;
Lâ yefkahu'r-recülü külle'l-fıkhi hattâ yemkute'n-nâse fî zâti'llâhi sümme yercia ilâ nefsihî fe-yekûnü lehâ eşedde maktâ. "İnsan dinde fakih insan durumuna, bilgili insan, dini çok iyi bilen, derinlemesine bilen bir insan durumuna gelemez, Allah rızası için insanlara kızmadıkça…" "Şu insanların yaptığına bak, şu adamın yaptığına bak! Nasıl zulmediyor, nasıl haksızlık yapıyor, nasıl günah işliyor!" diye kızacak.
Neden?
Allah rızası için. "Allah'ın emrine aykırı, zararlı iş yapıyor." diye. Ama sümme yerciu ilâ nefsihî "Sonra kendisine döndürecek bakışını, dikkatini." Fe-yekûnü lehâ eşedde maktâ. "Kendisine daha çok kızacak, insanlardan daha çok kızacak:"
"Ey benim zalim nefsim! Sen bu kadar gerçekleri bildiğin halde Allah'ın emrini tutmakta neden böyle gevşek davranıyorsun? Neden böyle gece namazına kalkmıyorsun? Neden şu oruçları tutmuyorsun? Neden daha çok gayret göstermiyorsun?" diye kendisini levmeden, kendisini kınayan, kendi hatalarına daha çok dikkatle bakan bir insan olmayı, böylece tavsiye ederlerdi. O zamandan beri sahabe-i kirâm, evliyâullah, ilmiyle âmil olan büyük alim zâtlar hep böyle hareket ederlerdi.
Tabi şimdi burada yanlış bir şey, bir fikir de anlaşılmasın:
"Ben kendim tam yapamıyorum, o halde halka emr-i ma'ruf yapmayayım, güzel şeyleri söylemeyeyim mi? Ben sözümü tutmuyorum ki, kendim tutamıyorum ki, günahlardan kendimi kurtaramamışım ki, başkasına nasihat edemem mi?" diyeceğiz.
Hayır. Çünkü tam mânasıyla kusursuz, mükemmel hiçbir insan olmaz. Herkesin açığı, kusuru olur. Kusurlu insan konuşmayacak olursa o zaman dinde hiç nasihat, vaaz, öğretim, eğitim olamaz.
Onun için insanın kendi kusurları da olsa kendisine ait o kusurların muhakemesini kendisi yapsın. Ama doğru bildiğini söyleyecek, halkı iyiliğe teşvik edecek. Halkı kötülükten vazgeçirmeye gayret edecek. Yani herkes hizmet, emr-i ma'ruf, bildirme, öğretme vazifesini yapacak; kendisinin kusurları olsa bile... Bu, "Kendin kusurluyken vaaz etme!" demek değil. "Vaaz et ama vaazını önce kendin tut!" demek oluyor.
Bu âyet-i kerime; bir insan kendisi vaaz eder, nasihat eder, dini öğretir de kendisi tutmazsa tabi onun çok günah olduğunu gösteriyor.
Bu hususta hadîs-i şerîfler de var. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş ki; Meselü'l-âlimi'llezî yuallimü'n-nâse'l-hayra ve lâ ya'melü bihî kemeselü's-sirâci yudîu li'n-nâsi ve yuhriku nefsehû. "İnsanlara hayrı, doğru yolu, güzel şeyleri, Allah'ın rızasına uygun ahkâmı öğreten, ama kendisi onu işlemeyen alim neye benzer? Kendisi yanıp etrafı aydınlatan kandile benzer."
Kandilin içinde yağ vardır, fitil vardır. Fitil yağı çeker, yakar. Sonunda yağ da biter, fitil de biter. Bir insan böyle başkasına öğretip de kendisi tutmazsa kandil gibidir. Evet etrafı aydınlatıyor ama yanarak, kendisini yakarak, kendisini mahvederek aydınlatıyor. Onun için bu durumda olmaması lâzım!
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Enes b. Mâlik radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre miraca çıktığı zaman bazı manzaralar gördü. Gördüğü olayları Cebrâil aleyhisselam'a sordu:
Merertü leylete üsriye bî alâ kavmin tukradu şifâhühüm bimekârîda min nârin. Kultü: Men hâülâi? "Ben miraca çıkarıldığım gece, birtakım insanların yanından geçtim. Orada baktım ki ateşten makaslarla bazı insanların dudakları kesiliyor, koparılıyor. 'Bunlar kimdir?' diye sordum.
Kâlû: Hutabâü ümmetike min ehli'd-dünyâ mimmen kânûye'mürûne'n-nâse bi'l-birri ve yensevne enfüsehüm ve hüm yetlûne'l-kitâbe efelâ ya'kılûn. 'Bunlar senin ümmetinden ehl-i dünyâ olan bazı hatiplerdir ki ümmetine hitap ettiler, söz söylediler ama kendileri ehl-i dünya. Âhireti değil de dünyayı elde etmeye çalışan, dünyalık peşinde koşan, kaygıları âhiret olmayıp dünya olan insanlar. Bunlar insanlara iyiliği emrediyorlardı ama kendilerini unutuyorlardı. Kitabı okudukları halde kendileri yapmıyorlardı. Onların hiç mi akılları yoktu, hiç mi akletmemişlerdi?' diye cevap verildi."
Demek ki "Alimlerin ilmiyle âmil olmayanları, sözünü kendisi uygulamayanları cezalandırılacak." diye Peygamber Efendimiz'in bildirdiği hadîs-i şerîflerden birisi de bu. Bir başka hadîs-i şerîf ki, Üsâme radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş:
Yücâü bi'r-racüle yevme'l-kıyâmeh. "Kıyamet gününde bir adam ortalığa getirilir." Fe-yülkâ fi'n-nâr. "Ve ceheneme atılır." Fe-tendeliku bihî aktâbühû. "Bağırsakları karnından patlayıp çıkar. Bir ucu karnında, bir ucu patlamış, uzamış gitmiş." Fe-yedûru bihâ fi'n-nâri. "Bağırsakları yere dökülmüş vaziyette, ateşin içinde." Kemâ yedûrul-hımâru birahâhu. "Değirmene bağlanıp da değirmeni döndüren merkebin döndüğü gibi döner." Fe-yutîfu bihî ehlü'n-nâr. "Ehl-i nâr da onların etrafına toplanırlar, onları kuşatırlar;" Fe-yekûlûne: Yâ fülân, (mâ leke) mâ esâbeke. Adıyla sanıyla tanıyanlar sorarlar: "Ey filanca! Ne oldu, nedir bu senin başına gelen hal? Elem tekün te'mürûnâ bi'l-ma'rûf ve tenhânâ ani'l-münker? "Sen bize emr-i ma'ruf yapmaz mıydın, kötülükten men etmez miydin; bu ne hal?" diye sorarlar." Fe-yekûlu: Küntü âmirüküm bi'l-ma'rûf ve lâ âtîhî ve enhâküm ani'l-münker ve âtîhî. "Evet, ben size iyilik yapın diye söylerdim ama, iyiliği kendim yapmazdım. Kötülükten kaçının derdim ama kendim kaçınmazdım." diye cevap verdiğini, Buhârî ve Müslim kitabına kaydetmişler. Sahih hadîs-i şerîflerden birisi de bu.
Ahmed b. Hanbel, Enes radıyallahu anh'ten rivayet etmiş ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyurmuş:
İnna'llâhe yuâfi'l-ümmiyyîne yevme'l-kıyâmeti mâ lâ yuâfi'l-ulemâ'. "Kıyamet gününde Allah ümmî insanları affeder de âlimleri affetmez."
Alimlerden affetmediği şeyleri ümmîlerden affeder. Çünkü bilgisine göre o elinden geldiğince bir şeyler yapmış. Ama alim bilgisine göre yapması gerekenleri yapmadığı için kurtulmuyor. Ötekisi az bilgisiyle uyguladığı için kurtuluyor.
Evet, bütün bunlar, bu âyet-i kerîme her ne kadar, yahudilerin başkasına iyi şeyleri söylediği halde kendisi yapmayanları hakkındaysa da, bu hükmün bütün dinlerde ve bizler için de geçerli olduğunu gösteriyor. Bu âyetin hükmünün umûmî olduğunu gösteriyor.
Bir hadîs-i şerîf daha. el-Velid İbn Ukbe radıyallahu anh, Peygamber Efendimiz'den rivayet etmiş:
İnne ünâsen min ehli'l-cenneti, yettaliûne alâ ünâsin min ehli'n-nâr. "Cennet ehlinden bazı kişiler, cehennem ehlinden bazı insanlara şöyle yukarıdan bakarlar. Fe-yekûlûne. "Ve onlara yukarıdan sorarlar." Bime dehaltümü'n-nâr? Kendileri cennette ama ötekilerin durumunu Allah gösteriyor." "Siz ne yaptınız da cehenneme düştünüz?" Fe va'llâhi mâ dehalne'l-cennete illâ bimâ teallemnâ minküm. "Vallahi biz cennete, sizin söylediğiniz sözleri uygulayıp girdik. Siz niye cehenneme girdiniz?" diye sorarlar. Fe-yekûlûne. "O cehennemdekiler de bu kendilerine soru soran cennettekilere cevaben derler ki:"
İnnâ künnâ nekûlu ve lâ nef'alü. "Evet, biz söylüyorduk ama uygulamıyorduk, yapmıyorduk."
Demek ki ilmiyle âmil olması lâzım! Abbas radıyallahu anhümâ'ya bir zât gelmiş. "Ben emr-i mâruf, nehy-i münker yapmak istiyorum, ey Abbas'ın oğlu!" demiş.
O da demiş ki;
"Sen bu işte kendini yetiştirdin mi, durumun tamam mı?"
"Eh, ümid ediyorum ki yetiştirdim." Buyurmuş ki;
"Ama sakın Kur'ân-ı Kerîm'deki şu üç âyet sebebiyle mahcup duruma düşmeyesin! Düşmeyeceksen emr-i mâruf, nehy-i münkeri yap!"
"Nedir o âyet-i kerimeler?" demiş.
O âyetlerden birisi bu işte açıklamasını yaptığımız Bakara Sûresi'nin 44. âyeti:
E te'mürûne'n-nâse bi'l-birri ve tensevne enfüseküm. (Bakara: 44)
E hakemte hâzihî, veyahut E hakkemte hâzihî. "Sen bu âyet-i kerimeyi anladın ve hazmettin, içine yerleştirdin mi? Bu hususu sağladın mı? İnsanlara iyiliği emredip kendisini unutmama hususunda tamam mısın?"
Kâle: Lâ. "Hayır, tam öyle değilim." dedi. O ikinci âyet hangisi?
Saf sûresindeki âyet-i kerime:
Lime tekûlûne mâ lâ tef'alûn. Kebura makten inda'llâhi tekûlü mâ lâ tef'alûn. "Niçin yapmayacağınız, yapmadığınız şeyleri söylüyorsunuz? Böyle şeyleri söylemek, yapmadığını söylemek, yapmayacağını söylemek Allah'ın indinde çok büyük kızgınlığa, gazab-ı ilâhînin çekilmesine sebep olur."
"Bu âyet-i kerimeyi bildin, anladın; buna göre tertibatını aldın mı?"
"Yok, o da yok!"
Üçüncüsü ne?
Şuayb aleyhisselam kavmiyle konuşurken hikâye ediliyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de, âyet i kerimede bildiriliyor ki;
Ve mâ ürîdü en uhâlifeküm ilâ mâ enhâküm anhü. "Ben sizi nehyettiğim konularda, ona muhafelet, ona aykırı hareket etmeyi istemiyorum."
İn ürîdü ille'l-ıslâha mesteta'tü. Gücüm yettiğince ortalığı düzeltmek istiyorum." demiş.
"Bu âyet-i kerimeyi de anladın, bunu da yapacak hâle geldin mi?"
"Hayır" demiş adam.
O zaman İbn Abbas buyurmuş ki;
Fe'bde' binefsike. "O zaman sen işe kendi nefsinden başla! Kendini ıslahtan başla. kendini düzelt. Ondan sonra emr-i mâruf, nehy-i münker yapacak hâle gel."
Diğer bir hadîs-i şerîfi bu âyet-i kerimenin açıklamalarında İbn Kesir kaydediyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem, Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ten rivayet edildiğine göre buyurmuş ki;
Men dea'n-nâse ilâ kavlin ev amelin ve lem ya'mel hüve bihî, lem yezel fî zılli sahati'llâhi hattâ yeküffe ev ya'mele mâ kâle ev deâ ileyh. "Bir kişi ki insanları bir söze, bir işe teşvik ediyor, davet ediyor, yapın diyor ama kendisi yapmıyorsa o daima Allah'ın gazabının gölgesi altındadır, bu işten vazgeçinceye kadar; yahut söylediği sözü kendisi tutup tavsiye ettiği işi kendisi yapıncaya kadar... Şunu yapın, bunu yapın dediği hususu kendisi yapıncaya kadar Allah'ın gazabındadır."
Demek ki bu âyet-i kerîme hepimiz için son derece önemli âyetlerden birisidir. Hatırımızdan hiç çıkmamalı. İyi insan olmaya çalışacağız. İyiliği emredeceğiz, kötülükten men edeceğiz ama ilk önce tavsiyemizi kendimiz tutmaya çalışacağız.
Pekiyi bu nasıl olacak?
İnsanlar niçin günah işliyorlar? Günah işleyenlerin hepsi münkir değil, hepsi ateist değil, hepsi kötü değil. Ama yine de günahsız insan da bulunmaz diyoruz, hatasız kul bulunmaz diyoruz. Ne yapmak lâzım?
45. âyet-i kerîmede bir tavsiye geliyor;
Tabi bu 44. âyetin sonunda da Efelâ ta'kılûn "Akletmez misiniz, akletmiyecek misiniz?" buyuruluyor. Bu, iyiliği emredip de kendisi tutmamanın cahillik olduğunu gösteriyor, akılsızlık olduğunu gösteriyor. Akıllılığın böyle hareket etmemeyi gerektirdiğini gösteriyor. Akıllı insan tedbirini alır, söylediğini kendisi uygular, demek oluyor. O da çok önemli!
Ve'steînû bi's-sabri ve's-salâh o zamanki o insanlara tavsiye olduğu gibi, bize de yine tavsiye:
Ve'steînû. "İstiâne ediniz, yardım isteyiniz. Avn isteyiniz, yardım sağlayınız." demek.
Neyle?
Bi's-sabri. "Sabır ile." Ve's-salâti. "Namazla."
"Sabırla, namazla yardım sağlayınız, kendinize güç sağlayınız! O kötü durumdan kendinizi kurtarmak için sabra ve namaza sarılınız."
Bu, yahudi âlimleri için de, sözünü söyleyip de kendisi uygulamayan münafıklar için de, Peygamber Efendimiz'in zamanındaki ve şimdiki insanlar için de önemli iki şey var: Birisi sabır, ötekisi namaz.
Tabi insanın dişini sıkması lâzım. Neye sabredecek? Mesela niçin Allah'ın emrini tutmuyor? Niçin Peygamber Efendimiz'in hizmetine girmiyor? Niçin Kur'an'ın hitabına tâbi olmuyor?
Dünya menfaati için. Onlara karşı sabırsız. Sabır lâzım. Günahları yapanlar, Allah yolunda kendisine gelecek meşakkatlere, sıkıntılara, zorluklara, bir takım yoksulluklara sabretmediği için sabırsızlıktan dolayı yapıyor. Sabır tavsiye ediliyor, namaz tavsiye ediliyor.
Bu sabır hakkında birkaç çeşit izah var: Birincisi; sabr ale'l-farâiz, Allah'ın farz kıldığı ibadetleri yapmaya sabredecek, sebat gösterecek. Nefsini zorlayacak, meşakkat ve sıkıntılara sabredecek, onları göğüsleyecek, onları göze alacak. Çünkü cennetin yolu böyle imtihanlıdır. Çok tatlı gibi görünmeyen şeyler vardır. Sabrederse iltifatı alır. Bir umûmî mânasıyla sabır mânası veriliyor.
İkincisi; buradaki sabırdan maksat oruçtur, deniliyor. Çünkü insanı sabırlı olmaya alıştıran en elle tutulur, mücerred değil de müşahhas, somut iş, plan nedir?
Oruç tutmaktır.
"Sabırlı ol!"
Tamam, sabırlı olayım ama olamıyorum işte.
Sabırlı olmak için çare nedir? İşte bir elle tutulur çare, oruç tutmak. Bir insan oruç tutmakla ne yapıyor? Herkes bunu yapıyor, çocuk da yapıyor, cahil de yapıyor; şu vakitten şu vakite kadar belli şeyleri yapmıyor. Yapmaktan kendisini tutuyor. "Oruçluyum ben!" diyor. Yemek yemiyor, su içmiyor vs. İşte bu bir uygulama oluyor. Bu uygulama sonunda da insan sabrı öğreniyor, seviyor. Mesela Ramazan'ın çıkmasını istemiyor insan.
Buradaki sabrın oruç mânasına geldiğini söyleyenler, "Hattâ Ramazan'ın bir adı da şehrü's-sabr'dır, sabır ayıdır diyorlar. Çünkü aç durmak, susuz durmak sabrı gerektiriyor ve sabra alıştırıyor ve ortaya sabır çıkıyor. Sabredebilme meziyetini kazanmak mümkün oluyor. Onun için bu sabırdır." diye izah etmişler.
Hz. Ömer radıyallahu anh Allah cennette buluştursun, şefaatine erdirsin buyurmuş ki;
es-Sabru sabrân. "Sabır iki çeşittir. Sabrun inde'l-musîbeti hasenün. Bir sabır; musibet, Allah'ın kendisine isabet ettirdiği kaderin cilvesi bir şeyin karşısında sabır. Bu güzeldir." diyor Hz. Ömer.
Ve ahsenü minhü es-sabru an mehârimi'llâh. "Ama bundan daha güzeli, Allah'ın günah kıldığı şeylere karşı sabretmektir."
Allah'ın haram kıldıkları karşısında sabretmek daha güzeldir. Ağrı geldi, sızı geldi, Karadeniz'de gemisi battı, işi ters gitti, çocuğu şöyle oldu, böyle oldu... Tamam, bunlar musibet, acı, zor. "Kaderin cilvesidir." diye bunlara sabredecek ama günahlara sabretmek daha önemli. Sabredecek
"Sabır hasletine sarılarak yardım sağlayınız." İşte bu dünyaya meyletmemeyi, Resûl'e itaat etmeyi böyle sağlayabilirsiniz. Ya da oruç... Oruç tutarsınız, feyizlenirsiniz. Allah güç kuvvet verir, zihniyetinizi değiştirir. "Tamam, ben hata etmişim." diye, iyi insan olmaya dönersiniz. Bir de namaz. Namaz da öyle. İnsan namaz kıldı mı;
İnne's-salâte tenhâ ani'l-fahşâi ve'l-münker ve lezikru'llâhi ekber. "Muhakkak ki namaz fuhşiyattan, münkerattan insanı kesinlikle alıkoyar. Çünkü bu Allah'ın zikri olan namaz çok muazzam, muhteşem, sevaplı feyizli bir ibadettir."
Namaz kılan insan değişir. Oruç tutan insan değişir. Kötü huyları gider, silinir, pâk olur. O zaman Allah'ın rızasına uygun işleri kolay yapacak hâle gelir, Allah'ın rızasına aykırı işi kolayca bırakabilir.
Ve innehâ lekebîretün illâ ale'l-hâşiîn. "Bu, Allah'ın şu emirlerini tutmak, zor bir iştir, büyük bir iştir.Kolay bir iş değildir."
"Veya bu innehâ'daki zamir salât'a da gidebilir." diyorlar, müfessirler. Salât'a giderse, namaza giderse; "Bu namaz kılmak muazzam bir iştir, zor bir iştir."
Herkes kalkıp da sabah namazına gelemiyor, yatsı namazına gelemiyor, münafıklar gelemiyorlar. "Ama bu, büyük bir ibadettir, sevabı çoktur." İllâ alel-hâşiîn. "Ancak huşû sahiplerine kolay gelir. Zor gelmez, kolaylıkla yapabilirler." Eğer bu hâ zamiri namaza gidiyorsa...
Ama Kur'ân-ı Kerîm'den pek çok âyetlerde misalleri var. Bu tavsiye, daha önceki cümlede geçen tavsiyeye de gidebilir. Daha önceki cümlenin mefhumu hâ zamiri ile ifade edilmiş olur. "Allah'ın bu oruca, namaza devam edin, sabra mülâzemet edin emri, kolay bir iş değildir. Ancak huşû sahibi olanlar bunu kolayca yapabilirler. Herkes kolayca başaramaz." demek. Evet, herkes Allah'a mutî kul olamıyor, başaramıyor.
Huşû ne demek?
Haşea, "baş eğmek" demek, aslında. Tabi hakiki mânâsı "baş eğmek" mecazi mânâsı da "mütevazı olmak, mahviyetkâr olmak, Allah'tan korkan kul olmak" mânâsına geliyor. "İyi, ileri müslüman, mü'minin daha üst kısmı, kaymak kısmının kolay yapabileceği bir şeydir." mânasına geliyor. Herkes yapamaz, ancak mütevazı ise o yapabilir. İyi müslümansa o yapabilir. Allah'tan korkan bir kimseyse o yapabilir. Ötekilere zor gelir. Zor gelirse yapmaz. Yapmayınca da cezasını çeker. Dünya hayatı bir imtihandır.
Bu huşû sahipleri kimlerdir? 46. âyet-i kerimede onların vasfı anlatılıyor.
Ellezîne. "Bunlar bunlar o kimselerdir ki." Yezunnûne ennehüm mülâkû rabbihim. "Bilirler ki Rablerine kavuşacaklardır, Rableriyle karşılaşacaklardır." Ve ennehüm ileyhi râciûn. "Ve onlar Allah'a rücû edeceklerdir, Allah hükmedecektir."
Hükmedecektir deyince, "Din gününün sahibi, mâliki Allah hükmedecek, günahlardan dolayı ceza verecek." demektir. Bu kavuşma sadece bir düz kavuşma değildir." İşleri de Allah'ın hükmüne kalmıştır. Allah, "affettim" derse, hesabı iyi çıkarsa lütfedecek, cennetine sokacak. Ama cezalandırılmasını hükmederse emrederse, o zaman cehenneme atılacak. Ondan da korkması lâzım!
İşte ondan dolayı, huşû sahibi insanlar bilirler ki yanlış iş yaptıkları zaman cezalandırılacaklar; başları önlerine eğiktir, tir tir titrerler, takvâ ehlidirler. Onun için onlar Allah'ın huzuruna varacaklarını bildikleri için bu işi kolaylıkla yapabilir.
Burada yezunnûn kelimesi geçiyor. "Onlar o kimselerdir ki zannederler ki Allah'a kavuşacaklardır ve O'na döneceklerdir." Buradaki zan sözü bizi şaşırtmasın. Kur'ân-ı Kerîm'de zan sözünün geçtiği âyetlerde, çoğunlukla bu, "bilmek" mânâsına gelir. Âyet-i kerîmelerde bunun misalleri de var. Onlardan bir iki âyet okuyalım:
Ve rae'l-mücrimûne'n-nâre fe-zannû ennehüm müvâkıûhâ. "Âhirette mücrimler cehennemin yanına götürülecekler; Ve rae'l-mücrimûne'n-nâr oraya suçlu olarak elleri ayakları bağlı, zebaniler tarafından sevk edilip götürülüp cehennemi görecekler."
Korkunç bir manzara, alevler fışkırıyor. Cehennem çok korkunç bir şey!
Fezannû ennehüm muvâkıûhâ. "İçine atılacaklarını zannettiler."
Orda artık zannetmenin, bizim anladığımız, bugün kullandığımız mânaya olmadığı kesin. Bakın burada, "Bilirler ki oraya atılacaklar." demek. Çünkü gördükten sonra artık şek ve şüphe kalmaz. Türkçede zan, "zannediyorum ki" dediğimiz zaman, şüpheli bir durum. Ama burada öyle değil; iyice bilmek, yakîn mânâsına.
Başka bir âyet daha hatırlayalım: İnnî zanentü ennî mülâkın Âhirette yine hesabı görülüp de cennetlik olduğunu gören bir insan da diyecek ki;hisâbiyeh. "Ben biliyordum, bilmiştim ki hesabım olacak; ona göre tedbirli davranmıştım. Böyle Allah'a itaatli hareket etmiştim." diyecek.
Fehüve fî îşetin râdıyeh. Fî cennetin âliyeh. "O cennete götürülecek." Orada hesabı görüldükten sonra, artık "sanıyorum ki" gibi bir mânâ olmadığı kesin.
Âyet-i kerimelerde böyle "kesin bilmek" mânâsına geldiği gibi, hadîs-i şerîflerde de bu mâna var. Sahih haberlerde gelen rivayeti okuyalım:
Yekûlû li'l-abdi yevme'l-kıyâmeti. "Allahu Teâlâ hazretleri, kıyamet gününde buyuracak ki. " E lem üzevvicke. "Ben seni ev bark sahibi yapmadım mı? Evlendirmedim mi?" E lem ükrimke. "Ben sana ikramlarda bulunmadım mı ey kulum?" E lem usahhir leke'l-hayle ve'l-ibile. "Ben sana atları, develeri mal olarak verdim; 'Üstüne bin, etinden istifade et, sütünden istifade et!' diye bunları musahhar kılmadım mı ey kulum?"
Bunları böyle sorunca:
Fe-yekûlü: Belâ. "Evet yâ Rabbi, bunları hep dünyada bana verdin." diyecek.
Onun üzerine;
Fe-yekûlu'llâhu Teâlâ. "Allahu Teâlâ hazretleri ona soracak."
İfade burada, delil olarak getirilen asıl nokta burada, kelime geliyor:
E zanente enneke mülâkî. Burada zanente fiili, "Sandın mı ki bana mülâki olacaksın?" diye tercüme edilmez.
"Bilmedin mi ki bana kavuşacaksın?
Fe yekûlü: Lâ. "O zaman "Hayır, onu hiç düşünmedim." deyince;
el-Yevme ensâke kemâ nesîtenî. "Sen beni unuttuğun gibi ben de seni bugün unuttum. Sana rahmetmeyeceğim, senin duana, tazarrûna, isteğine nazar etmeyeceğim, cehennemlik olacaksın!" diye hadîs-i şerîfte de böyle geçiyor.
Demek ki bu huşû sahibi insanlar kimlerdir?
Ellezîne. "O kimselerdir ki." Yezunnûne. Yani ya'lemûne, "Rablerine, ahirete kavuşacaklarını yakînen çok iyi bilenlerdir."
Bakara sûresinin başında;
Ve bi'l-âhireti hüm yûkınûn diye geçmişti ya. Çok kesin, yakîn ile, şeksiz şüphesiz kendilerinin hesabını Allah'ın göreceğini bilen insanlar. İşte onlar, âhiret korkusuna sahip olan insanlar. Hataları da olsa hatanın ilacı nedir, hatalı yoldan dönmenin şekli nedir? Namazdır, oruçtur, sabırdır, sebattır. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hüzeyfetü'bnü'l-Yemân radıyallahu anh'ın rivayet ettiğine göre: Kâne izâ hazebehû emrun sallâ. "Peygamber Efendimiz'in kendi başına zorlu bir iş geldi mi üzücü bir iş geldi mi." Hazebehû emrun. (hazebe Resûlullâh emrun) "Bir iş Resûlullah'a zor geldi mi, zor bir işle, çetin bir işle karşılaştı mı hemen ne yapardı?" Sallâ. "Namaz kılardı."
Başka bir rivayette de;
Kâne Resûlullâh sallallahu aleyhi ve sellem, izâ hazebehû emrun fezia ile's-salâh. "Hemen namaza sarılırdı, namaza kalkışırdı ve namaz kılardı. Teselliyi namazda bulurdu."
Namaz için, "gözümün bebeği" diye buyurmuş.
Hz. Ali radıyallahu anh'ten de rivayetler var. Ondan önce yine Huzeyfetü'bnü'l-Yemân'dan bir rivayet:
Leylete'l-ahzâb. "Kureyş ve diğer kabilelerin gelip Medine'yi kuşattıkları zaman, o zorlu günde vardığında baktı ki." Ve hüve müştemilün fî şemletin yusallî. "Resûlullah Efendimiz'i namaza durmuş vaziyette gördü." Ve kâne izâ hazebehû emrun sallâ. "Resûlullah Efendimiz namaz kılardı."
Hz. Ali radıyallahu anh diyor ki;
Lekad raeytünâ leylete bedrin. "Bedir'de, Bedir gecesinde bizi görmüştüm." Ve mâ fînâ illâ nâimün. "İçimizde uyumayan hiç kimse yoktu."
Çünkü o Bedir gecesinde Allah, Ümmet-i Muhammed'e bir uyku bastırttı. Hepsini uyku bastı, hepsinin gözleri kapandı, uyudular. Böylece dinlendiler, Bedir Savaşı için hazırlık oldu. "İçimizde hiç uyku tutmayan yoktu, herkes uyudu.
Ğayra Resûlillah sallallahu aleyhi ve sellem. "Ancak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz uyumadı." Yüsallî ve yed'û hattâ asbaha. "Namaz kılıyordu; candan, içten, derûndan dua ediyordu, sabaha kadar..."
Demek ki Peygamber Efendimiz teselliyi namazda buluyordu. Bu âyet-i kerîmede de, "Oruçla, namazla veyahut sabırla, namazla kendinize destek sağlayın!" buyuruluyor. Efendimiz de onu uyguluyordu, bu onu gösteriyor.
Hz. Ebû Hüreyre radıyallahu anh, kıvrılmış duruyordu. Peygamber Efendimiz yanından geçerken sordu:
E şikemet derd? "Karnın mı ağrıyor? Karnın da bir hastalık mı var, ağrı mı var?" diye Farsça sordu.
Demek ki Ebû Hüreyre radıyallahu anh Farsçayı bilen bir kimse, onun diliyle soruverdi Peygamber Efendimiz.
Kâle: Neam. "Ebû Hüreyre radıyallahu anh da, 'Evet.' dedi."
Peygamber Efendimiz ona ne tavsiyede bulundu?
Kum fe-sallî, fe inne's-salâte şifâün! "Kalk, namaz kıl; çünkü namaz şifadır!" buyurdu.
Karnı ağrıyor; "Kalk namaz kıl, çünkü namaz şifadır." buyuruyor.
Peygamber Efendimiz namazla teselli bulurdu. Mühim işlerle, çetin işlerle karşılaştığı zaman, üzüldüğü zaman, zorlandığı zaman namaza sarılırdı.
Burda da o doğru yola gelemeyen, halka nasihat verip de kendisi tutamayan insanlara, sabır tavsiye ediliyor, namaz tavsiye ediliyor. Böylece günahları affolsun, nefisleri tepelensin, ıslah olsun da hayrı yapabilecek hâle gelsinler. Bu işleri yapmak kolay değil, ancak ibadetle mümkün. Onun için dervişlik lâzım! Kısaca kendi tarihimizden, örfümüzden bildiğimiz şey, derviş olmak lâzım!
Derviş olmak nasıl oluyor?
Sabırla oluyor, namazla oluyor. Bu herkese kolay bir şey değil, bu işleri ancak huşû sahipleri yapabiliyor. Çünkü onlar kesin olarak biliyorlar ki Rablerine kavuşacaklar ve işleri Allah'ın hükmüne kalmış olacak. Ondan korkup onun için böyle kendilerini derleyip toparlayabiliyorlar.
Ama bunlar, bu ilaçlar herkes için tedbir; mü'min için, münafık için, ehl-i kitap için, herkes için tedbir. Namaz, sabır, oruç tedbir. Böyle yaparsa bir feyiz gelir, bir hal gelir, kötü halleri değişir, iyi hâle döner insan. Yapamadığı iyilikleri yapabilir, şeytandan yakasını, paçasını kurtarabilir.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi hayırları işlemeye muvaffak eylesin. Tevfîkini bize refîk eylesin. Haramlardan, günahlardan korunmayı nasip eylesin. Rızasına uygun ömür sürmeyi nasip eylesin. Eski ümmetlerde, insanlar raydan çıkıp, yoldan çıkıp, dinlerinin, kitaplarının icabını yapamaz duruma düştükleri gibi, biz de o durumlara düşebiliriz. Tehlike bizim için de var. Aklımızı başımıza toplayalım, dinimize sımsıkı sarılalım! Kur'ân-ı Kerîm'e sarılalım ve namazla, oruçla, ibadetle, itaatle kendimizi koruyalım!
Bütün bu İslâm'ın emirleri, Kur'an'ın emirleri, hepsi birer şifadır. "Namaz şifadır." dedi ya Peygamber Efendimiz, Allah'ın bütün emirleri birer şifadır, mânevî şifadır. İnsanın derdi var. Mesela "Hocam, benim dervişliğim zayıfladı, bugünlerde kalbim karardı." diyor, ilaç, çare soruyor. İşte ilaç, ibadet. O zikir ilaç, o namaz ilaç, o oruç ilaç. Allah'ın emrettiği her şey, hatta zekât bile ilaç. O zekâtı verdiği zaman kalbinde, gönlünde, kafasında değişiklik oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri İslâm'ın kıymetini bilmeyi, ibadetleri sevmeyi, ibadetleri aşk ile, şevk ile yapmayı; böylece sevdiği kul durumuna gelmeyi, sevdiği kulu olarak yaşayıp, sevdiği işleri yapıp, Ümmet-i Muhammed'e faydalı olup, boşa ömür geçirmeyip; yardıma muhtaç kardeşlerimize yardım elini uzatıp, yapılması gereken hizmetlere koşup, yapıp; İslâm'ı ve müslümanları feraha, huzura, sürûra, izzete, nusrete ulaştırmakta bize hizmetler nasip eylesin...
Gafletten ikaz eylesin. Yolunda daim eylesin. Hüsn-ü hâtimeler nasip eylesin. Huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmayı, cennetiyle, cemaliyle müşerref olmayı nasip eylesin. Peygamber Efendimiz'e Firdevs-i A'lâ'da komşu eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!