es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Aziz ve sevgili dinleyiciler,
Bakara sûre-i şerîfesinin 189. âyet-i kerîmesine geldik. Bu akşamki sohbetim, bu âyet-i kerîmeyle ilgili konularda olacak. Önce âyet-i kerîmenin mübarek metnini besmele çekerek okuyalım:
Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahim.
Yes'elûneke ani'l-ehilleh kul hiye mevâkîtü li'n-nâsi ve'l-hacci ve leyse'l-birru bi-ente'tü'l-büyûte min zuhûrihâ ve lâkinne'l-birre meni't-tekâ ve'tü'l-büyûte min ebvâbihâ vettekullâhe le'alleküm tüflihûn.
Sadakallâhu'l-azîm.
Bu âyet-i kerîme hilal, ayın en ince şekli [hakkında...] "Hilal" kelimesini Türkçe'de herkes bilir. "Çatma kurban olayım çehreni, ey nazlı hilâl!"den herkesin duyduğu bir şey.
Yes'elûneke "Ey Resûlüm! Sana soruyorlar" Muhatap Peygamber Efendimiz. Allahu Teâlâ hazretleri habibine, Peygamber Efendimiz'e buyuruyor ki:
Yes'elûneke ani'l-ehilleh. "'Bu hilaller nedir, ayın evreleri, inceliği, büyümesi nedir?' diye sana soruyorlar." Kul. "Sen onlara de ki:" Hiye. "O hilaller, o ayın evreleri, değişik şekilleri, dolunay, yarım ay, hilal, biraz daha karışık şekilleri." Hiye mevâkîtü li'n-nâs. "Bunlar insanlar için vakitleri tespit vasıtalarıdır, zamanları tayin etme fırsatlarıdır, vesîleleridir, araçlarıdır, aletleridir." Ve'l-hacc. "Haccın da tespitiyle ilgili bir imkândır, vasıtadır."
Ve leyse'l-birru bi-en te'tü'l-büyûte min zuhûrihâ. "İyi müslümanlık, dindarlık, böyle müttakî, muhlis bir insan olmak, birr ü takvâ sahibi olmak, evlere arkalarından girmek, gelmek değildir." Ve lâkinne'l-birre. "Birr ü takvâ sahibi, halis muhlis, iyi müslüman, iyi dindar insan" Meni't-tekâ. "Sakınan insandır." Haramlardan, günahlardan Allah'ın rızasına aykırı işleri yapmaktan, ödevlerini ihmalden sakınan insandır.
Ve'tü'l-büyûte min ebvâbihâ. "Evlere kapılarından girin! Ve't-tekullâhe. "Allah'tan sakının ki, korunun ki," Le'alleküm tüflihûn. "Felâh bulasınız."
Burada; bir, ayın durumları sorulmuş; buna verilen cevap var. Bir de cahiliye devrinin ve Peygamber Efendimiz zamanında yaşayan insanların yaptığı, evlerin arkasından eve girmek adetinden [bahsediliyor.]Âyet-i kerîmenin, bunu dindarlık sanarak, takvâ sanarak, dini bir usul olarak uygulayan kimselerin yaptıkları şeyin yanlış olduğunu; aklı başa alıp her şeyi tabî haliyle yapmayı tavsiye eden tarafı var.
Yes'elûneke. "Sana soruyorlar."
Soranlar kimler?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e insanlardan bazıları sormuşlar. Bunların arasında ismi geçenlerden birisi de Mu'âz radıyallahu anh olacak. O zât-ı muhterem, o sahabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e sormuş:
"Yâ Resûlallah! Bu hilalin durumu nedir? Bir zaman ince, ondan sonra kalınlaşıyor, sonra yusyuvarlak oluyor; sonra eksiliyor." diye sormuş.
Bir sebep bu Mu'âz b. Cebel radıyallahu anh'ın ve Sa'lebe isimli sahabilerin rıdvanullahi aleyhimâ soruları.
Bunlara karşı, Allahu Teâlâ hazretleri bu âyet-i kerîmeyi indirmiş:
"Sana hilalin durumlarını soruyorlar: 'Bu hilalin durumları nedir?'" Mevâkîtü li'n-nâsi ve'l-hacc. "İnsanlar için zamanların dönemlerini gösteren, haccın zamanını gösteren işaretlerdir."
İnsanoğlu zaman denilen olayı, varlığı, kavramı; ölçmek, tarif etmek ve zamanın belirli yerlerini tayin etmek, anlatabilmek istemiştir. Eskiden beri bu bir ihtiyaç... Bir olay, bir olaydan daha sonra oluyor, daha önce oluyor.
Mazi var, şimdiki zaman var, gelecek zaman var... Bunu ne ile ölçeceğiz, bunu neye bağlı ölçelim, hangi esasa bağlayarak ölçelim?
Allahu Teâlâ hazretleri bunun için dünyanın peyki, uydusu olarak Ay'ı yaratmış. Ay dünyanın etrafında dönüyor. Yavru bir uydu. Dünyanın etrafında dönüyor, dünyaya tesir ediyor ve insanlara çeşitli şekillerde görünüyor.
Çünkü dünyanın etrafında dönerken, dünyadaki ayı izleyen insanın gözüne göre, güneşe bakan yüzü aydınlık görülüyor. Eğer güneş bakan kimsenin yan tarafındaysa, o zaman ayın bir kısmını aydınlanmış görüyor ve bir kısmını karanlık görüyor. Karanlık kısmı da göremediği için aydınlık kısmı koyu zeminde parlak bir şekilde göründüğünden Ay bu sefer o yanlığın durumuna göre, bakan kimseyle ayın ve güneşin açılarının, konumunun hâline göre o aydınlık kısım az veya çok oluyor.
Eğer bakan kişiye göre ayla güneş birbirine yakınsa o zaman güneşin aydınlattığı kısım çok ince oluyor. Çünkü aydınlanmış kısmı arkada kalıyor ve adeta insan ayın arkasından bakmış oluyor. Çok ince oluyor.
Eğer ay ile güneş arasındaki açı büyükse, mesela 90 derece ise bu sefer Ay'ın yarısını aydınlanmış görüyor. Eğer açı 180 derece ise, bakan kimsenin güneş bir tarafında, ay da tam aksi tarafındaysa bu sefer güneşin aydınlattığı bütün tarafı gördüğünden dolunay oluyor.
Öbür tarafa dolaştığı zaman da bu sefer yine yarım hâle geliyor. Ama o zaman evvelki aydınlanan kısmın karanlıkta kaldığını, bu sefer evvelce karanlık olan kısmın aydınlık olduğunu görüyoruz. Yani durum değişiyor. Çünkü ay bu sefer 180 derecelik bir dönüş, yarım dönüş yapmış oluyor
Bu tabii bir durum. Bunu ilk insanlardan beri insan nesli, Ademoğlu hep görüyorlardı. Ve ayın belirli zamanlarda muntazam olarak karşılarına çıkmalarından, zamanı bölümleyebiliyorlardı. Buradan ay dediğimiz olay doğmuştur.
Kamerî ay, Ay'ın ilk göründüğü halinin, sonra dolunay hâline gelmesiyle ilgili halin tekerrürü, insanların zihinlerinde tabii bir zaman birimi meydana getirmiştir; buna ay diyoruz. Yani 29 – 30 gün olan bir zaman birimi.
Ay deyince biz iki şey anlıyoruz;
Bir gökteki cisim, kamer; bir de senenin 12 parçada birisi. Bunları şaşırmamak için ayrı kelimeler kullanmamız lazım.
Araplar buna şehr derler. Şehr u Ramazân, şehr u Receb gibi... Ötekisine de kamer derler. Bizde ay deyince hem zaman birimi olan yılın 12'de biri anlaşılıyor, hem de gökteki cisim anlaşılıyor. Karışıklık oluyor. "Aydede" dersek, belki o zaman gökteki cisim daha iyi anlaşılmış olur. Anlaşılması kolay olsun diye, biz öyle diyelim!
Aydede dolayısıyla, insanlar bir aylık zaman birimini eskiden beri tanımışlardır. Binâenaleyh doğaldır, tabî bir zaman birimidir.
Kul hiye mevâkîtü li'n-nâs. "İnsanlar için vakitlerdir, vakit işaretidir." deniyor ki, bütün insanlık için, Hz. Âdem atamızdan bize kadar ve bizden sonra da bir zaman şeklidir.
Bu senenin 12'de biri olan bir aylık zamandan da, yine ayın durumlarına göre, hafta çıkmıştır. Çünkü ay bir bakıyorsunuz, hilal oluyor; bir bakıyorsunuz, yarım ay oluyor... Bir bakıyorsunuz tam ay, dolunay, mehtap oluyor... Bir bakıyorsunuz yine yarım oluyor. Bu da bir aylık zamanın, dört şeklini insanların gözünün önüne serdiği için, dikkat edilirse çok eskiden beri, dünyanın her milletinde bir de hafta çıkmıştır.
Hafta niye yedi gündür de, dokuz gün değildir, altı gün değildir, beş gün değildir?..
Çünkü Ay'ın yarım ay hâline gelmesi yedi günde oluyor. Dolunay hâline gelmesi de yedi günde oluyor. Tekrar yarım hâle gelmesi yine yedi günde oluyor. Tekrar kaybolması yedi günde oluyor...
Yirmi sekiz, küsuratıyla yirmi dokuz; işte bir ay oluyor. Tabii o küsuratı insanlar o ince, hassas aletler olmadan anlayamazlar.
O bakımdan hem senenin bölümleri, hem de hafta dediğimiz olay, insanlar için bir zaman ölçüsü olarak çıkmıştır. Tabii güneşin de görülmesi kaybolmasıyla, gece gündüz zamanı çıkmıştır.
Cenâb-ı Hak dünyanın etrafında ayı yaratmasaydı, farzlar, ihtimaller üzerinde duralım:
Ay yaratılmamış olsaydı ne olurdu?
O zaman insanlar güneşin etrafında dünyanın dönmesinden bir senelik zaman birimini ölçemezlerdi, anlayamazlardı. Çok ince bir alim, derin, bu işin üzerinde duran bir kimse belki anlardı da, başkaları anlayamazlardı.
Hakikaten, hilalin böyle değişmesi, insanlara umumî olarak bir zaman birimi. Fakir, zengin, parası olan, olmayan, alet kullanabilen, kullanamayan, dağdaki çoban, köydeki köylü, şehirdeki medenî insan... Hepsi için bir zaman birimi… Hikmeti bu! Yaratılmasının şekli ayrı, ama bir de sebep ve hikmeti insanlar için bunun zaman birimi olmasıdır. Zaman birimi, işareti olmasıdır.
Ve bir de, İslâm'ın en büyük ibadetlerinden hac da yine ayın durumuyla ilgilidir. Ramazan da aya göre tutulur. Oruç ve hac gibi iki mühim ibadet, İslâm'ın emrettiği iki temel ibadet yine bu ayla ilgilidir. Bunlarla ilgili olarak âyet-i kerîmeler geçiyor.
Mesela:
Şehru Ramadâne'l-lezî ünzile fîhi'l-Kur'ân. "İçinde Kur'an'ın indirildiği veya hakkında Kur'ân-ı Kerîm'in indiği Ramazan ayı."
Sonra:
el-Haccü eşhürun ma'lûmat. "Hac belli aylardadır."
Sonra, birisinin beyi vefat edince, hanımının iddet beklemesi gerekiyor. O vefat eden kimseden evlâdı olacak mı, olmayacak mı diye:
Yeterabbasne bi-enfüsihinne erbe'ate eşhurin ve aşrâ. "Dört ay on gün kendilerini bir kollasınlar bakalım, bu müteveffâdan bir evlâdı olacak mı?" Hemen başkasıyla evlenirse, acaba vefat edenin mi çocuğuydu, yoksa yeni evlenilenin, yeni kocanın çocuğu mu, o karışacak. O da aya bağlı.
Ondan sonra, boşanan kadınlarla ilgili, çocukların emzirilmesiyle ilgili çeşitli hükümler, hep bu ay hesabına bağlanmış. Hikmeti bu.
Mevâkît sözü, mîkât sözünün çoğuludur. Mîkât da vakit sözünden geliyor. Vakate, vakt dediğimiz, zaman dediğimiz şey. Ondan mîkât da vakti ölçmeye yarayan araç, vasıta, âlet. İf'âl, ism-i âlet sîgasıdır… Vakit ölçüm birimi. Demek ki, zaman olarak kullanılıyor.
Bir de mîkâtı biz müslümanlar, sizler, bizler biliriz ki, haccın mîkâtı var.
O ne demek?
O da mekânı gösteriyor. Hacca giden bir insanın ihramı en son giyeceği nokta... Oradan öteye ihramsız geçemez, ihramlanıp öyle geçmesi lazım.
İşte Zül-huleyfe veya Yelemlem veya Yemen'den gelenlere göre şurası, Irak'tan gelenlere göre şurası diye bir yer. O da mîkât mekânı, muayyen bir zamanı gösteriyor ama o da artık: "Bu zamandan itibaren ihramlı olman lazım gelir." diye yine o kelime de vakitle ilgili olarak zikredilmiş.
Mîkât, vakit işareti, zaman işareti demek oluyor. Zamanı ölçme âleti oluyor. İnsanlar için bu böyledir. Evet, böyle olmuştur; çeşitli milletlerin hepsi, Alman, İngiliz, Fransız, Orta Doğudaki ülkeler, hep haftayı biliyorlar, yedi gün. Hilalin durumundan dolayı ay'ı da biliyorlar.
Hac zamanının tespiti için vasıtadır. Hac çok önemli bir ibadet... Din evrensel, hac da bütün dünyadaki müslümanları ilgilendiren çok mühim bir ibadet.
Namaz kişisel, oruç kişisel, insanın ruh terbiyesiyle, irade terbiyesiyle ilgili... Zekât toplumsal... İslâm fakirleri, başkalarını da düşünmeyi sağlıyor. Hac, dünya çapında, küresel bir ibadet olmuş oluyor. Çok önemli bir ibadet, çok muhteşem bir ibadet ve çok hikmetli, çok yerli yerinde, çok faydalı bir ibadet...
İşte hilal budur. Tabii işi astronomların, müneccimlerin, ilm-i hey'etçilerin bakış açısıyla anlatmıyor.
Astronomi ne demek?
Star "yıldız" demek, nomi de "ilim" manâsına geliyor. Astronomi, yıldız ilmi demek oluyor. Gök ilmi, gök bilim. Ecdadımız ilm-i hey'et derlerdi. Cenâb-ı Hak gökbilim cevabı vermiyor. Hikmetini söylemeye salâhiyetli makam olduğu için,
Yeri göğü, insanları Allah niye yarattı? Sizi bizi Allah niye yarattı?
Nasıl yaratıldığı ayrı, ama niçin yaratıldı? Sebep ne, hikmet ne?
İmtihan için yaratıldı.
Li-yeblüveküm eyyüküm ahsenü amelâ. "Hanginiz Allah'a daha güzel kulluk edeceksiniz?" diye Allah bizi yarattı. Hayatın gayesi bu.
Hayatın gayesi ne?
Allah'a güzel kulluk etmek. Allah'ın emirlerini tutup, imtihanı başarmak.
Ana hikmetleri, ana şeyleri kim söyleyebilir?
Yeri göğü yaratan, âlemlerin Rabbi söyleyebilir. Yoksa başka insanlar bu hayatın amacını, gayesini anlayamazlar. Çoğu kimse de söylendiği halde anlamıyor, hayatını amacına gayesine uygun olmayan şekilde geçiriyor. İmtihanı kaybedip gidiyor.
Bir öğrencinin okulda okumasını amacı nedir?
Okulu bitirecek, bilgili insan olacak, hayatta başarılı bir insan olacak. Çocuk okula gider de, amacına uygun olarak işleri yapmaz, futbolla, sinemaya kaçarak, kahveye giderek, kötü alışkanlıklar edinerek vakit geçirirse sınıfı geçer mi? Okuldan mezun olur mu, diplomayı alır mı? Hayatta kendisine fayda sağlayacak rütbeleri kazanır mı?
Kazanamaz.
İşte böyle, hikmetleri Cenâb-ı Hak söylüyor. Bu da Kur'an'ın hak kitap olduğunu, Peygamberimiz'in hak peygamber olduğunu gösteren, ince sezenlerin güzelce sezebileceği bir husustur. Hikmeti söylüyor Cenâb-ı Hak.
Deseydi ki:
"Ay bir gök cismidir, dünyaya bağlı bir uydudur, etrafında dönüyor. Dönerken, güneşin ışınlarına bazen göğsünü veriyor, bazen yanını veriyor, bazen sırtını veriyor. Ondan dolayı biz de ona bakarken o muhtelif yerlerde olduğundan yandan, önden, arkadan baktığımızdan; arkadan bakınca hiç aydınlık görmüyoruz. Önden baktığımız zaman, tam dolunay görüyoruz. Şu taraftan, bu taraftan baktığımız zaman yarım yarım görüyoruz." diye, böyle bir şekil çizip anlatmıyor, hikmeti söylüyor. Ne kadar güzel!
Kul hiye mevâkîtü li'n-nâsi ve'l-hacc.
Kâinatın yaradılışının hikmetini bilmek, insan için selâhiyetli bir yerden bunu duymak ne kadar güzel!
Sonra, Ve leyse'l-birru bi-en te'tü'l-büyûte min zuhûrihâ ve lâkinne'l-birre menittekâ. "Dindarlık evlere arkasından girmek değildir; dindar insan Allah'tan sakınan insandır." diye bir cümle geliyor.
Bu ilk, kamerin, ayın durumlarıyla ilgili husustan sonra bunun gelmesinin sebebi ne?
Çünkü hac edecek insanların bir takım yanlış adetleri var, onları düzeltmek sadedinde, yaptıkları yanlışlıkları düzeltmek için böyle buyuruluyor.
Hilal, ayın ilk iki gününde incecik olduğu zamanki ismidir. Artık üçüncü güne girdi mi, Araplar kamer derler. Son iki gündeki ismine de yine hilal derler ama birinci hilalle ikinci hilal arasında farklar vardır. Ben bunu her zaman söylüyorum. Bilmeyenler için yine yeri geldiği için söyleyelim:
Güneşin battığı zaman, güneşin battığı tarafta, hemen güneşin battığı yerin biraz yukarılarında, eğer ince bir hilal görüyorsanız, işte bu yeni hilaldir. Onun için Osmanlı ecdadımız, "nev hilal" demişler. Nev, new Farsçayla Avrupa dilleri kardeş olduğundan aynı manâya "yeni" demek. "Nev hilal", "yeni hilal, yeni ay" demek. Çünkü incecik, daha yeni başladı.
Bu yeni ay ne olur?
Ertesi gün biraz daha yüksekte, biraz daha kalın... Daha ertesi gün biraz daha yüksekte, biraz daha kalın...
"Ne kadar yüksekte?" derseniz; aşağı yukarı 29 gün 12 saat, şu kadar dakikada dünyanın etrafında döndüğü için, her gün ne kadarlık bir açı yayı takip edeceği belli. 360 dereceyi 30'a bölersek, 12 çıkar. Her gün 12 derece daha yukarıya çıkacak. Ufuktaki cisimleri, yıldızları, açısına göre ölçebilen bir dürbününüz, [teleskopunuz] varsa her gün 12 derece daha yukarıya kaldıracaksınız ayı görmek için.
Çünkü dönüyor ay. Hem yukarı çıkacak, hem de güneşle olan aralığı açıldığı için, güneşe yakınlığı fazlalaştığı için, bizim güneşin aydınlattığı kısmını görmemiz daha fazla olduğundan gittikçe kalınlaşacak. Hem yukarı çıkacak, hem kalınlaşacak; hem yukarı çıkacak, hem kalınlaşacak... Sonra dolunay olacak. Ondan sonra artık arkasından bakmaya başladığınızda tekrar küçülecek, küçülecek. Yine dörtte bir hale elçek. Quarter moon, yarım ay hali görünecek. Dolunay değil de yarım ay, yarım dilim, yarım kamer, yarım ay dede hali olacak.
Tabii her gün ufuktan 50 dakika, 49 dakika daha geç doğacak. Çünkü bunları da topladığımız zaman, bir günün 24 saati ediyor. Geç doğacak, geç doğacak, gece 11'de, 12'de doğmaya başlayacak...
Birde, ikide doğmaya başlayacak, gittikçe incelecek. Sabaha doğru, güneş doğmadan önce, camiye giden kimseler bilir; göğe baktığı zaman berrak havada yine ince hilali görürler. Çünkü daha doğmadı, bu tarafı aydınlatıyor. Ona da "eski hilal, köhne hilal" derler. Çünkü artık ay eskidi, bu dolunay hâlinden zayıflaya zayıflaya bu hâle geldi." Köhne hilal"derler.
O köhne hilalin, köhne hilal olduğunu bilmek lazım. Çünkü bazıları, "Biz hilali gördük." diyorlar. Gördün ama, ne zamanda gördün?.. Ramazan'da herkes heyecanla yeni hilali beklerken, bazıları: "Ben gördüm hilali." diyor. Yoo, senin gördüğün Şaban'ın hilali, köhne hilali gördün sen.
Nerde görecek?
Güneşin battığı yerde, güneş battıktan sonra ufukta biraz yukarda hilali görecek; yeni hilal odur.
Bunu böylece anlattıktan sonra, bu Araplar'ın bir takım yanlış adetlerinin düzeltildiği kısma geliyoruz.
Neymiş yanlış adetleri?
Bir:
Araplar, cahiliye devrinde bir adam bir şeye niyet eder de yapamazsa; seyahate niyet eder de sonra onu yapmaktan vazgeçerse evinin kapısından girmezmiş, arkadan girermiş. Bir sene böyle devam edermiş. Bunu da birr ü takvâ sayarlarmış, dindarlık sayarlarmış.
"Sözümüzde duramadık, yapamadık bu işi; bari arkadan girelim!" filan gibi bir ters düşünce.
Ensar; -Peygamber Efendimiz'in Medine'ye gittiğinde ona yardımcı olanlara "Ensar" deniliyor. - Muhâcirîn ve Ensar umre yaptıkları zaman böyle örtülü bir yere girmezlermiş, kendilerini zahmete sokarlarmış. Eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Ev kerpiçtense arka tarafından girerlermiş. Çadır ise, arka tarafına dolaşırlarmış. Bunu da bir adet olarak dindarlık sayarlarmış. Aksi yapılırsa rahatsız olurlarmış
Cahiliye zamanında da Araplar, ihrama girdikleri zaman, evlerinin, çadırların arkasını delerlermiş, oradan girer çıkarlarmış; ana kapıdan çıkmazlarmış. Yalnız böyle çok dindar sayılan kabileler var, hamâset-i dînîyeleri, dinî bakımdan şöhretleri olduğundan, onlara humus deniliyor.
Kureyş, Kinâne, Huzâa, Sakîf, Haysem, Benî Âmir, Benî Nasr gibi kabileler evlerine girmezler, çadırda gölgelenmezler, tereyağı yemezler, keş yemezlermiş... Kendilerine dindarlık nâmına bir takım yasaklar koyuyorlar...
Bir gün Peygamber Efendimiz, ihramlıyken bir bostana girmiş ve bostanın kapısından çıkmış. Arkasından Kutbet b. Âmir isimli Ensar'dan olan şahıs da, kapıdan çıkmış. İkisi de ihramlı. Demişler ki:
"Yâ Resûlullah, bu Kutbet b. Âmir tüccardır; bunun seninle beraber çıkması doğru değil. Sen hamâseti dîniye sahibi, ahmes olan insanlardansın, Kureyşten'sin. Sen girebilirsin ama bunlar giremezler."
Peygamber Efendimiz o zâta demiş ki:
Mâ hameleke alâ mâ sana'ke. "Niye böyle yaptın? Bu yaptığın şeyi yapmaya seni ne sevk etti?" diye sormuş.
O da çok tabii bir cevap vermiş, demiş ki:
"Raeytüke fe'altehû fe-fe'altü kemâ fe'alte."
"Senin öyle yaptığını gördüm, ben de senin yaptığın gibi yaptım yâ Resûlullah! Seni taklit ediyorum, senin peşinden gidiyorum, sana uyuyorum." Peygamber Efendimiz Kureyş'ten, daha imtiyazlı bir kabileden ama adam demiş ki:
Fe-inne dînî dînüke. "Benim dinim, senin dinindir. Sen ne yaparsan, ben aynen onu yaparım!"
Onun üzerine bu âyet-i kerîmenin bu kısmı inmiş;
"Böyle kapıların arkasından gitmek, kapılardan geçmemek, çadıra girmemek, gölgelenmemek, tereyağı yememek vs… Bunlar kendilerinin koyduğu şeyler, bunların aslı esası yok, bu takvâ değil, dindarlık bu değil... Böyle yanlış cahiliye uygulamalarını, düşüncelerini bir kenara atın!"
Leyse'l-birru bi-en te'tü'l-büyûte min zuhûrihâ. "Evlere böyle arkalarından girmek birr ü takvâ değilidir. Birr ü takvâ sahibi olmak, iyi dindarlık, Allah'tan korkmak, hâlis, sâlih bir kimse olmak, böyle birtakım formaliteler, birtakım anlamsız, hikmetsiz yasaklar değildir.
Ve lâkinne'l-birra menittekâ. "Birr ü takvâ sahibi insan, yâni iyi insan, iyi müslüman, dindar insan, Allah'tan sakınan, korunan insandır."
İttakâ-yettakî, "korunmak, sakınmak" demek. Menittekâ korunan kimse.
Kimden korunuyor? Takvâ ehli insan kimden korunuyor?
Bir, İttekullah. "Allah'tan korkuyor."
Müttakî insanın ilk korktuğu nedir?
Allah'tır.
Allah'tan neden korkar?
İki sebepten korkar:
Bir; hatalı hareket ederse, Allah cezalandırır diye korkar. Tabii suçlu korkacak. Elbette korkacak. El-hâinu hâifun. "Hâin de korkak olur." Suçlu da elbette korkacak. Ondan korkar. Suç işlememeye dikkat eder, sakınır. Haramlardan, günahlardan sakınır. Takvâ budur.
Bir de suç işlediği zaman, "ya Allah sevmezse, sevgisini kaybetmeyeyim" diye korunur, sakınır insan. O daha yüksek bir korunma, daha yüksek bir duyguyla.
İşte o veya bu sebeple, cezaya uğramayayım diye veyahut sevgiyi kaybetmeyeyim diye iyi kul olmaya çalışmak, böyle hatalı hareket etmekten sakınmak takvâdır.
Birr, "iyi olmak" demek. İyi olan kimseye de berr derler veya bârr derler. İyiliğin çeşitleri var. Bir kere evlât iyiyse anne-babasına, berren bi-vâlideyhi derler, "anne-babasına karşı iyi insan" derler. İyi insan olmak sakınmakla olur.
Demek ki, dikkat etmek, haramlardan, günahlardan sakınmak, korunmak, güzel bir şeymiş. Hz. Ömer sormuş da, cevabını almış ya meşhur sahabiden:
"Dikenli bir tarlaya gitsen nasıl yürürsün?"
"Dikenler eteklerime takılmasın diye dikkat ederim. Ayağımı bastığım zaman acıtmasın diye bastığım yere dikkat ederim..."
İşte takvâ budur. Demek ki, insan dünya hayatını yaşarken, dikenli bir tarlada yürüyormuş gibi; haramlar ve yanlışlıklar da diken gibi, çalı çırpı gibi, ayağı acıtan, elbiseyi yırtan şeyler gibi [hareket edecek.] Takvâ, onlardan sakınmak gibi oluyor. Sakınan, çekinen, korunan...
İttekâ, vikâye kökünden geliyor, korunmak kökünden... Birr ü takvâ sahibi insan, korunan kimsedir.
Daha önce geçmişti:
Leysel-birre en tevellû vücûheküm kıbele'l-meşrikı ve'l-mağribi velâkinne'l-birre men âmene billâhi ve'l-yevmi'l-âhiri ve'l-melâiketi ve'l-kitâbi ve'n-nebiyyîn… diye daha önce okuduğumuz ayetlerde geçmişti.
Birr ü takvayı tarif ediyordu o âyet-i kerîmeler. Nedir iyi dindar insan, birr ü takvâ sahibi insan?
"Allah'a inanan, ahirete inanan, kitaba, peygamberlere inanan, ona göre hareket eden kimsedir."
Ve'tü'l-büyûte min ebvâbihâ. "Böyle yalan yanlış gelenekleri, anlamsız, hikmetsiz işleri bırakın; evlere kapılarından girin!" Kapısı varken evin, arka tarafını delmenin bir anlamı yok... Eğer o câri olsaydı, herkes: "Allah Allah, bu niye böyle yaptı?" diyeceklerdi. Evlere kapılarından girin! Allah'ın yasak kıldığı şeylerden, haramlardan, günahlardan sakının! İşi öyle aksi yapmayın!
Bir de burada; Peygamber Efendimiz'in asıl görevi, Allah'ın rızasını kazanacak yolları insanlara öğretmek. Yoksa gök cisimlerinin, ayın, güneşin durumlarını, gökbilimcinin anlattığı gibi anlatmak değil.
"Böyle konuları sormayın! Yanlış yoldan, arkadan eve girer gibi, işe ters yönden bakmayın! Evin ön kapısından girin!"
Bir de işaret var burada ki; Peygamber Efendimiz'in asıl vazifesi ayın, yıldızın durumunu anlatmak değil ama yeri gelince güzel de anlatıyor. Meselâ güneş tutulduğu zaman;
"Peygamber Efendimiz'in oğlu öldü de, bak yas tutuyor, ondan tutuldu." denilince, hutbeye çıktı:
"Bu ay-güneş tutulması gök olayıdır, bunun bir kimsenin yaşamasıyla, vefat etmesiyle bir ilgisi yoktur." diye yirminci yüzyıl insanının alkışlayacağı bir açıklama yaptı.
Burada da öyle; "Sadede gelin; böyle aykırı şeylerle, uzak şeylerle uğraşmayın, ana konulara yönelin! Malayaniye sapmayın, faydalı şeylerin peşinde koşun! Ahiretinizi kazanmaya, Allah'ın razısını kazanmaya bakın!"
Mü'minin asıl vazifesi Allah'ın rızasını kazanmaktır. "İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî" cümlesiyle bunu [ifade ediyoruz.]
Vet'tekullâhe le'alleküm tüflihûn."Madem iyi dindarlık sakınmakla oluyor, siz de o halde Allah'tan sakının! Kendinizi Allah'tan gelecek cezadan koruyun, sakının, cezalı duruma düşmemeye gayret edin!"
Arabayı sürerken nasıl ışıklara dikkat ediyorsunuz, polisin ceza yazacağı bir şeyi yapmamaya çalışıyorsunuz; "Allah'tan sakınarak, korunarak, güzel kulluk yapın ki; Le'alleküm tüflihûn. "Felâh bulasınız." buyuruyor Allahu Teâlâ hazretleri.
Biz de, Allah yardımcımız olsun, takvâ ehli olalım! Günahları, haramları bilelim ve onlardan sakınalım! Sevapları bilelim, vazifelerimizi bilelim, yapalım! Şu hayatın ana gayesinin Allah'ın rızasını kazanmak olduğunu, bir imtihan olduğunu bilerek bu imtihanı kazanmaya gayret edelim, felâh bulalım!
Allahu Teâlâ hazretleri, bize bu güzel sonuca ulaşmakta tevfîkini refîk eylesin... Bize bunu nasip eylesin... Bizi güzel kulluk yapmaya muvaffak eylesin... Allah hepinizden razı olsun...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.