es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Kur'ân-ı Kerîm sohbetimizde Bakara sûre-i şerîfesinin 74. âyetinden 77. âyetine kadar olan kısımları konu edineceğim.
Bundan önceki hafta, Bakara sûresine ismini veren inek kesilmesi, sığır kurban kesilmesi hadisesi ve bununla bir mucize olarak "Mirasına konulsun." diye öldürülen bir insanın vurularak onun etinden bir parçayla, onun kendisini kimlerin öldürdüğünü söylemesi ile ilgili âyetleri okumuştuk. Bunu sohbetimize konu edinmiştik.
Orada;
Kezâlike yuhyi'llâhu'l-mevtâ ve yürîkum âyâtihî lealleküm ta'kılûn. "İşte böyle, Allahu Teâlâ hazretleri ölüleri diriltir ve âyetlerini size gösterir. Ta ki akledesiniz." dedikten sonra bu 74. âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;
Sümme kaset kulûbüküm mim ba'di zâlike fe hiye ke'l-hıcâreti ev eşeddü kasveten ve inne mine'l-hıcâretı lemâ yetefeccerü minhü'l-enhâr ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe-yahrücü minhü'l-ma' ve inne minhâ lemâ yehbitu min haşyeti'llâh ve ma'llâhu bi ğâfilin ammâ ta'melûn.
O mucizeyi gördükten sonra öldürülen kimsenin kendisini kimlerin öldürdüğünü bildirme mucizesini gördükten sonra;
Sümme kaset kulûbüküm min ba'di zâlike. Zâlike'den murat, o olay. "Bunu gördükten sonra" demek. "Sonra kalpleriniz yine kasvetlendi, karardı, katılaştı. Bundan sonra..." Fe hiye ke'l-hıcâreti ev eşeddü kasveten. "-Ve o kalpleriniz- sanki bir taş gibi oldu, taş gibidir. Sanki ondan daha sert, daha katı bir haldedir." Ve inne mine'l-hıcâreti lemâ yetefeccerü minhü'l-enhâr. "Muhakkak ki taşların bir kısmı güzeldir. Taşlardan öyle taşlar vardır ki aralarından, kayalıkların arasından nehirler fışkırır." Ve inne minhâ lemâ yeşşekkaku fe-yahrücü minhü'l-mâ'. "Kimiside parçalanır çatlar ve o çatlaklarından su çıkar." Ve inne minhâ lemâ yehbitu min haşyeti'llâh. "Yine bu taşlardan bazıları vardır ki Allah korkusuyla aşağılara iner, düşer." Ve ma'llâhu bi ğâfilin ammâ ta'melûn. "Ey yahudiler! Allah sizin yaptıklarınızdan asla gafil değildir, hepsini biliyor."
74. ayet-i kerîmenin meali bu.
Sümme kaset kulûbükum.
Bu olaylardan sonra bu kadar delillerden sonra Cenâb-ı Hakk'ın size Musa aleyhisselam'ın zamanında bunca mucizeleri göstermesinden sonra;
"Rabbine dua et de bize şunu göstersin, bunu göstersin." deyip bütün isteklerinizi bulduğunuz halde, mucizeleri gördüğünüz halde Firavun'dan kurtulduğunuz halde Tûr dağındaki maceralar, çöldeki rızıklanmalar, geçtiğimiz haftalarda bahis konusu âyetler vesaire hepsi bunlardan sonra artık iyice imanınızın kuvvetlenip iyice kuvvetli mü'minler olmanız gerekirken; "Ondan sonra kalpleriniz yine karardı, taşlaştı, katılaştı, kasvetlendi."
Ya da zâlike sözünden murat, bu mirası için öldürülen Amiyl -m'den sonra y var, uzun- isimli ihtiyar zengin hadisesi özel olarak kastediliyor.
O bakara'yı, o sığırı kurban edip de onun etiyle o ölüye vurduğunuz zaman o dirilip de "Beni şu öldürdü." diye söyleyince bu mucizeyi gördüğünüz halde "Ondan sonra yine de inanmadınız, yine de doğru yoldan saptınız." diye özel olarak o hadiseyle ilgili zâlike ile işaret edilen olayın o olay, o hadise olduğunu söyleyen alimler de var.
Bütün bu okuduğumuz âyetlerde belirtilen "Çeşitli mucizeler, ikram ve nimetler ve özel yardımlara rağmen yine ey yahudiler, kalpleriniz karardı ve taş gibi oldu."
Kasvet, "bir şeyin kalınlığıyla beraber katılığı" demek oluyor. Kalplerin katılığı da; gönüllerin idraksizliği, âyetlerden duygulanmaması, imana gelmemesi, Allah'ın peygamberine ve ahkâmına uymaması, âhiret hesabını düşünmemesi, âhirette Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkıp hesap vereceğini düşünmemesi tarzında tecellî ediyor.
"Taş gibi" diye, Cenâb-ı Hak, katılıkları bakımından gönüllerini taşlara benzetiyor ama sonra taşlardan da fena olduğunu bildiriyor:
Ev eşeddü kasveten. "Yahut daha da katı..."
Buradaki ev, "tereddüt" mânasına değil, "belki de daha da katı" mânasına takviye bâbında söylenmiş veyahut, "ve" mânasına söylenmiş veyahut, bel, Arapçadaki "belki" mânasına söylenmiş. Müfessirler böyle ifade ediyorlar.
Cenâb-ı Hak herşeyi çok iyi bildiği için onun için tereddüt bahis konusu değil. "İşte şu şöyle veya böyle" dediği zaman tereddüt ifade ettiğinden değil de mânanın kuvvetli ifade edilmesi bakımından...
Kalbini niye taşa benzetiyor? Mesela niye demire benzetmiyor? Tefsirinde; "Niye Cenâb-ı Hak onlara, 'Kalpleriniz demir gibi oldu.' demiyor da, 'Taş gibi oldu.' diyor?" sorusunun cevabı olarak şöyle deniliyor:
"Çünkü demiri belli bir sıcaklıkta erittiğin zaman yumuşuyor. Mesela Davut aleyhisselam'a
Ve elennâ lehü'l-hadîde. "Demiri onun için yumuşattık; demire istediği şekli verdi, kalıba soktu, zırh yaptı, kılıç yaptı, kalkan yaptı." buyuruluyor. Demirin kalp katılığı için kullanılması uygun değil. Burada duygusuzluğu bakımından taşa benzetiliyor.
Ve inne mine'l hıcâreti. Taşların hepsi aynı değildir, çeşit çeşittir. Ama "taşların içinde bazıları vardır ki." Lemâ yetefeccerü minhü'l-enhâr. "İçlerinden, o kayalıkların yarıklarından neler fışkırır? Bol bol sular çıkar."
Ben görmedim ama gören tanıdıklar söylüyorlar. Tabi memleketimizde pek çok kimse de görmüştür. Dicle'nin ilk kaynağının bir kayanın altından güldür güldür çıktığını söylüyorlar. Tabi kendi memleketimiz olan Çanakkale'nin Kaz dağı civarında da kayalardan güldür güldür sular çıkıp nehirlerin, derelerin aşağı doğru aktığını oralarda alabalıklar yetiştirildiğini gördük.
Sonra Ereğli'nin meşhur kayalıkları var. Orada Hititlilerden kalma kayalar var; oralardan güldür güldür sular çıkıyor. Kayalardan sular çıkıyor ama bu katılaşmış insanlarda bir hislenme, bir duygulanma, diye bir şey yok. Gözlerinden ırmaklar gibi yaşlar akması bahis konusu değil, duygulu değiller, anlayışlı değiller, imanlı değiller. Önlerindeki âyetleri göre göre yine günahtan, imansızlıktan yapacaklarını yapıyorlar
Ve inne minhâ lemâ yeşşakkaku fe-yahrücü minhü'l-ma'.
Yeşşakkaku, yeteşakkaku, tefa'ul bâbından. Ş harfi onun için t'ye "bedel" olarak şeddelenmiş. "Taşların da bazıları vardır ki çatlar."
Fe-yahrücü minhü'l-ma'. "O çatlaklarından hani nehirler kadar güldür güldür olmasa bile yine aşağılara sular sızar."
Bunun için de bazı alimler demişler ki;
"Bazı insanlar gece gündüz göz yaşları içinde ağlarlar. Mevlâ'yı istedikleri için veyahut Allah'tan korktukları için ibadet ederken, zikrederken gözyaşı dökerler. Güldür güldür, nehirler gibi seccadeleri ıslanır."
Bazıları da ;
"Bu kadar çok ağlayamaz ama az ağlar."
Bu kayaların bir kısmından nehirler çıkar, bir kısmının çatlaklarından da sular çıkar. Bazısından yine duyguludur.
Ve inne minhâ limâ yehbitu haşyeti'llâh. " "Taşların bir kısmı da Allah korkusuyla aşağılara düşer, aşağı iner." Ve ma'llâhu biğâfilin ammâ ta'melûn. "Ey Yahudiler! Sizin bu durumlarınızdan, yaptıklarınızdan, işlediğiniz amellerden, günahlardan Allah haberdardır, asla gafil değildir, bilmiyor değildir, gaflette değildir, hepsini biliyor."
Elbette hepsinin hesabının sorulacağı bir zaman olacak ve Cenâb-ı Mevlâ tabi zerre kadar hayır işleyeni mükâfâtlandıracak, zerre kadar şer işleyenin de o şer hesabı olacak, onun cezasını verecek. Bu noktayı düşünmüyor.
Şimdi burada haşyetu'lllâh, Allah'tan korkmak meselesi taşlara ait. O konuşulurken; "Taşların bir kısmı da Allah korkusundan yukarılardan aşağılara düşer." diye bir söz geçmiş oluyor.
"Bu nasıl olur? İnsanlara ait bir sıfat." diyorlar.
Bu ne demek?
Bu taşların haşyetullah'tan aşağılara düşmesi, Allah'ın emirlerine mûti olmasının işareti. Tabi tabiatın kanunlarını koyan Cenâb-ı Haktır. Öyle emredince öyle olur. Başka türlü emrederse emrettiği şekilde olur.
İnnemâ emrühû izâ erâde şey'en en yekûle lehû kün fe-yekûn. "Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman 'ol' der, olur."
Dağlar havalara da fırlar, yanardağlar püskürür, fışkırır, sular gibi aşağılara da akar ve yahut zelzelelerden sarsılır. Veyahut Musa aleyhisselam;
"Yâ Rabbi! Seni görmek istiyorum." dediği zaman dağa tecelli ettiğinde dağın parça parça parçalanması gibi veyahut Haşr sûresinin sonunda;
Lev enzelnâ hâze'l-Kur'âne alâ cebelin. "Biz Kur'an'ı bir dağın üstüne indirseydik." Le raeytehû hâşian mütesaddian min haşyeti'llâh. "Onu Allah korkusundan huşû içinde bir vaziyette görürdün." bildirildiği gibi...
Bu âyetlere dayanarak bu taş, cemâdât yani bitkiler var, hayvanlar var, cansız dediğimiz varlıklar var. Bu cemâdâtın da böyle haşyetullah nasıl söylenmiş? Bizim inancımıza göre bu âyetlerdende anlaşıldığına göre Cenâb-ı Hak taşlara da bazı duyguları duyurma kabiliyeti vermeye kâdirdir.
Evet, biz onların davranışlarının sebeplerini anlayamayız ama onlarında bir takım olağanüstü durumları olduğunu âyet-i kerîmeler bildiriyor. Mesela tesbih çektiklerini...
Ve in min şey'in illâ yüsebbihu bi-hamdihî velakin lâ tefkahûne tesbîhahüm. "Kuşların saf saf olarak hepsinin kendilerinin üzerine düşen salat ve tesbihleri neyse onu yaptıklarını" âyet-i kerîme bildiriyor. Daha başka âyet-i kerîmeler de var.
Demek ki Cenâb-ı Hak onlara da kendi tabiatlarına uygun bir tarzda, bizim anlayamayacağımız alışık olduğumuz şeklin dışında bazı şeyler vermeye kâdirdir. Çünkü âyetler bunu açıkça söylüyor.
Nitekim -hadîs-i şerîflere gelecek olursak- Câbir İbn Semûre radıyallahu anh'ten rivayet edilmiş ki;
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri şöyle buyurmuşlar:
İnni le a'rifü haceren bi Mekkete kâne yüsellimü aleyye ve en üb'ase ve innî le a'rifühü'l'ân. "Ben Mekke'de bir taş biliyorum ki bana selam verirdi. Daha Peygamber tayin olunmadan önce Peygamberlik görevi bana tebliğ olunmadan önce bir taş biliyorum ki o bana selam verirdi ve o taşı ben Mekke de hâlâ biliyorum." buyurmuş.
Demek ki cansız gibi gördüğümüz taş, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in, Allah'ın sevgili kulu ve Peygamberi olduğunu Allah ona bildirdiği için Rasûlullah'a selam veriyor. Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîfinde bu böylece görülmüş oluyor.
Hz. Ali radıyallahu anh'ten Tirmizî'nin rivayet ettiği bir başka hadîs-i şerîf de şöyle:
Küntü mea Resûlillahi sallallahu aleyhi ve sellem. "Ben Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'e beraberdim. Bi Mekkete. "Mekke'de" Fe-harecnâ fî ba'di nevâhîhâ. "Şehrin içinden Mekke'nin bazı bölgelerine, mıntıkalarına doğru çıkmıştık." Fe-me'stakbelehû şecerün ve lâ cebelün illâ ve hüve yekûlü es-selâmü aleyke yâ Resûlallah! "Hiçbir ağaç, hiçbir dağ ile karşılaşmasın ki o dağ ona es-selâmü aleyke yâ Resûlallah demesin."
Ağaçlar ve dağlar Peygamber Efendimiz'e –ben de yanındaydım duydum, gördüm.- es-Selâmü aleyke yâ resûlallah, diyordu."
Sadece kişisel, içine kapanık bir olay, Peygamberimiz'in bildiği bir olay değil. Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh de sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yanında giderken o da es-selâmu aleyke'yi, aleyke yâ Resûlallah'ı duyduğunu bildiriyor.
Sonra Cabir b. Abdillah radıyallahu anh'ten bildiğiniz, duyduğunuz bir olay. Alimler, mütevatir diyor. "Yalan üzerine toplanması aklen imkânsız olan geniş bir topluluk tarafından, birçok kimse tarafından aşikâre görülen bir olay."
Kâne fî mescidi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem cizun fî kıbletihî. "Peygamber Efendimiz'in mescidinin kıblesi tarafında bir hurma kütüğü vardı, dalı vardı." Yekûmü ileyhi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem fî hutbetihî. "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hutbe okuyacağı zaman, cemaate konuşacağı zaman onun üstünde ayakta dururdu."
Biraz daha yüksek olmuş oluyor. Oraya çıktığı zaman insanlar görebiliyor. Şimdi hutbede minbere çıkılıyor; merdiven merdiven daha yüksekte, aynı amaçla. Peygamber Efendimiz'in onun üzerine çıktığı gibi...
Fe-lemmâ vudıa mimberu. Ağacın üstüne çıkmak kolay olmadığından bir zât-ı muhterem; "Ben bir minber yapayım." diye düşünmüş. Peygamber Efendimiz'e minber yapılmış. Peygamber Efendimiz onun basamaklarına çıkıp hutbeyi orada okuyacak.
"O minber oraya konulduğu zaman semi'na li'l-ciz'i halimen müse savti'l-ışar, -on yaşına gelmiş deve demek- o kütükten malum deve sesine benzer bir ses duyduk."
Hattâ nezele Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem fe-vadaa yedehû aleyhi. "Öteki yapılmış olan sunî minberden Resûlullah inip de ona elini koyuncaya kadar ondan bir deve sesi gibi, bir inilti ses duyduk." diyor.
Ve fî rivâyetin. Başka bir rivayet de şöyle: Tabi birçok kimse gördüğü için çeşitli rivayetleri var:
"O hurma kütüğü çocuğun feryadı gibi, ağlaması gibi, bağırması gibi ağladı." Ve nezele Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem. "Peygamber Efendimiz çıktığı minberden indi." "Sonra o kütüğü aldı ve onu kucakladı." "Hani çocuğun bir ağlaması tutar da annesi kucağına aldığı zaman bir müddet ağlar ya, çocuğun ağlaması gibi ağlaması, inlemesi devam etti."
İşte bir kütük ama demek ki Resûlullah'ın Allah'ın habîbi olduğunu bildiği için onun üzerinde durmasından mutlu idi. Minber vazifeyi yüklenince kendisi o vazifeden ayrılınca feryad u enîn ediyor.
Hadîs-i şerîf meali sabit.
Kâle beket alâ ma kâne mâ tesmeu mine'z-zikr.
Bütün bunlardan, bu haberlerden, âyetlerden ve hadislerden misaller şunlar oluyor ki çevremizdeki cemâdât dediğimiz, "cansız" dediğimiz varlıkların da belki bitkilerin ve hayvanların duygularına benzer veya benzemez birtakım duyguları olabildiğini kabul etmek gerekiyor. Çünkü başka türlü yorumlanması mümkün olmayan açıklıkta böyle şeyler, birçok kimse görmüş:
"Taşların kimisi nehirler çıkacak gibi, kimisi sular sızacak gibi, kimisi de Allah korkusundan aşağılara yuvarlanacak gibi. Ama bu kalbi katılaşmış insanlarda ne öyle hüngür hüngür çok çok ağlama, ne göz yaşarması, ne de tevazua sarılıp boynunu büküp secde edip doğru yola gelecek bir hal yok." demek gibi oluyor.
Bu taşların çeşitlerinin sıralanmasından âyet-i kerîmede;
Ve ma'llâhu biğâfilin ammâ ta'melûn. "Ey yahudiler! Böyle kalpleriniz karardı ama Allah, sizin yaptığınızdan gafil değildir."
Aslında bu bir tehdit cümlesidir. Âyet-i kerîmeden; "Günahkârları, suçluları, böyle yapanları cezalandıracağım." mânası çıkmış oluyor.
Sonra 75. âyet-i kerîmede buyuruluyor ki:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
E fe-tatmeûne en yü'minû leküm ve kad kâne ferikun minhüm yesmeûne kelâmaâllahi sümme yuharrifûnehû min ba'di mâ akalûhü ve hüm ya'lemûn.
Burada hitap Peygamber Efendimiz'e ve Medine'nin mü'minlerine. Yani müslümanlara hitap ediliyor:
E fe-tatmeûne. "Siz tahmin ediyor musunuz, tamah ediyor musunuz, ümitleniyor musunuz ki." En yü'minû leküm. "Bunlar size inanacaklar." Ve kad kâne ferikun minhüm yesmeûne kelâma'llahi sümme yuharrifûnehû min ba'di mâ akalûhü ve hüm ya'lemûn. "Onlardan bir grubun Allah'ın kelamını işittiği halde, manasını anladığı halde, bile bile Allah'ın kelamını değiştirmiş olduklarını" zikrediyor, Cenâb-ı Hak. "Onlar böyle yapmışlarken siz hâlâ onların size inanacağını mı ümit ediyorsunuz, bekliyorsunuz, tamah ediyorsunuz?" buyuruluyor.
Resûlullah aralarında, mucizeler görünüyor. Allahu Teâlâ hazretleri âyetler indiriyor. Benî İsraile Peygamberleri, onların kendi inandıkları Musa aleyhisselam'ın zamanındaki mucizeler hatırlatılıyor. Ve onlara rağmen böyle kalplerinin katılaşması üzerine siz hâlâ onların imana geleceklerini mi tahmin ediyorsunuz? Gelmezse gelmez. Mucizeler de görse birtakım insanlara iman nasip olmuyor.
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Bunu muhtelif vesilelerle her zaman söylüyorum. İman etmek insanın âhiret saadetini kazanmasına sebep oluyor, cennete ancak mü'minler girecek, başkaları giremeyecek, bu kesin. Böyle olduğu için Allahu Teâlâ hazretleri o âhiretin ebedî nimetlerine ermeye sebep olacak olan imanı liyakatsız kimselere, kötü kimselere, suçlu kimselere, günahkâr kimselere nasip etmiyor.
İşin asıl mânası o insanların imana gelmesine Allah'ın bir ihtiyacı yok, bundan kazanacağı bir şey yok. İnsanlar kendileri kazanacaklar, kendileri cennetlik olacaklar, âhiretleri kurtulucak. Kendilerinin müslüman olmalarını, imana gelmelerini, minnet etmelerine, başa kakmalarına lüzum yok.
Yemünnûne aleyke en eslemû kul lâ temünnû aleyye İslâmeküm beli'llâhu yemünnû aleyküm en hedâküm li'l-îmân. âyet-i kerîmesinde de belirtildiği gibi imana gelirlerse Allah'a şükretmeleri lazım. İmana gelmek Allah'ın bir lütfudur, nimetidir fakat işte olmayınca olmuyor.
Geçtiğimiz âyet-i kerîmede bu taşların çeşitlerini sıralarken;
Ve inne mine'l-hıcâreti lemâ yetefeccerü minhü'l-enhâr. "İçinden nehirler çıkan taşlar" derken, "içinden nehir çıkan herhangi taşlar" kast edilmiş diyenler de var. "Bir de Musa aleyhisselam'ın mucize olarak âsasını vurduğu zaman o yahudi sıpt kabilelerinin hepsinin ayrı ayrı ihtiyacını karşılayacak kadar suyun çıktığı taş kast edilmiştir, onu da onlar biliyorlar. Murâd odur." diyenler de var.
Belki o Allah'ın haşyetinden aşağı düşen taşlardan murad da Musa aleyhisselam'ın; "Yâ Rabbi! Ben seni görmek istiyorum. Bana kendini göster." dediği zaman Tûr dağına tecelli ettiği zaman dağın parça parça olması haşyetullah'tan, tecellîye tahammül edememesindendi. Bu da kast edilmiş olabilir. Onu da arada söylemiş olayım.
Demek ki delillerin kuvvetli olması, insanın haklı olması, duyanların mutlaka onları kabul edeceği ve muhakkak imana geleceği mânasına alınmamalı. Çünkü Allah nasip etmemişse mucizeleri görseler de inanmıyorlar, gördükten sonra yine kalpler kararabiliyor, peygamberi tanıdıktan sonra yine kavimlerden bazıları buzağıya tapma durumuna düşebiliyor.
Bunlar hep, hayatın imtihan olduğunu gösteriyor. Allah'ın delillerini gördüğü halde bazı insanların iman edemeyeceğini bilmemiz lazım. Şeytanın da cennette Âdem aleyhisselam ile beraber bulunduğu halde o söylediği sözlere, takındığı tavra hayret etmemek mümkün değil.
Ama işte nasipsizlik oldu mu şeytan da oraları görmüş biri olduğu halde ters bir yol tutturmuş, Allah'a âsi gelmiş ve insanları saptırmaya çalışıyor, kendisi de sapmış oluyor, kendisine onu meslek edinmiş oluyor. Allah da müsaade verdiği için bu dünya imtihan olduğu için böyle olaylarla karşılaşıyoruz.
Bunlardan çıkacak nedir? Bu sözlerden ne anlayalım?
Ne kadar hakkı söyleseniz bazı kimseler kabul etmeyebilirler. Siz hakkın haklılığında şüphe etmeyin, imana sımsıkı sarılın, Allah'ın sevdiği kul olmaya bakın ve nasipsizlerin nasipsizliğinden ibret alın, Allah'a sığının. Bu âyet-i kerîmeler;
"Yâ Rabbi! Bak bu hakikatler bu kadar kesin olduğu halde bunlar inanamıyorlar. Aman yâ Rabbi! Sen bizi imandan sonra küfre düşürme, hidayetten sonra dalâlete saptırma." diye daima Allah'a sığınmaktan başka bir çaremiz olmadığını gösteriyor.
Ondan sonraki âyet-i kerîme, 76. âyet-i kerîme:
Ve iza leku'llezîne âmenû kâlû âmennâ ve izâ halâ ba'duhüm ilâ ba'dın kâlû etühaddisûnehüm bimâ feteha'llâhu aleyküm liyühâccûküm bihî ınde rabbiküm e fe lâ ta'kılûn.
İşte bu Allah'ın kelamını aklettikten, anladıktan sonra bazılarının tahrif etmeleri, değiştirmeleri, bozmaları, mukaddes kitabın sözlerini değiştirmeleri ilginç bir olay. Bunun da çeşitli misalleri tefsir kitaplarında verilmiş.
Ferîkun minhüm. "Yahudilerden bir kısmı, Musa aleyhisselam'a tâbi olan insanların bir kısmı yapıyor, hepsi değil. Herhalde içlerinde dosdoğru yürüyüp de tam istenilen şekilde iman üzere duranlar da vardır.
Tefsir kitapları, Allah'ın kelamını değiştirmelerinin açıklamasını iki şekilde yapıyor:
Birisi; bunlar, o Musa aleyhisselam'ın seçtiği, kavminin eşrafından yetmiş kişi dediler ki; - geçtiğimiz haftaki âyetlerden hatırlayacaksınız. Âyetlerin sebeb-i nüzûlünü izah ederken bunlar geçmişti.-
"Tûr dağına bizi de götür, biz de Rabbimiz'in kelamını işitelim." dediler.
Tûr dağına vardıkları zaman kendilerine temiz bir halde abdest almaları, oruç tutmaları emredildi. Tûr dağına gittikleri zaman onları bir bulut sardı ve orada Cenaab-ı Hak Musa aleyhisselam'a emirlerini söylerken Allah'ın müsadesiyle onlar da dua ettiği için Musa aleyhisselam da dua ettiği için Allah'ın kelamını, Musa aleyhisselam'a hitabını duydular. Sonra da kavmin arasına dönünce;
"Evet, Allah böyle dedi. Biz Allah'ın kelamını işittik ama bunları eğer gücünüz yeterse yapın, gücünüz yetmezse yapmayabilirsiniz." dediler.
Sonuna böyle bir laf eklemişler. Böylece Allah'ın kelamını tahrip ediyorlar. Tabi Allah'ın emirleri öyle değil; "Tutulsun." diye söylenmiş emirler, öyle keyfe kalmış değil. "Bazıları böyle bir tahribat yaptı; o kast edilmiştir." deniliyor.
Daha çok müfessirlerin söylediğine göre; "Allah'ın kelamından murat, Tûr dağındaki o emirleri, o yetmiş kişinin dinlemesini kavme döndükleri zaman yanlış anlatması" değil de, "Bu ifadeler; Tevrat'ın ahkâmını güzelce anlayan yahudi alimlerinin, bilginlerinin bir kısmının anladıkları halde, gerçekleri bildikleri halde, sonra Tevrat'ın ahkâmını değiştirdikleri ve müslümanların lehine olan âyetleri, Peygamber Efendimiz'i bildiren âyetleri, Peygamber Efendimiz'in sıfatını bildiren âyetleri değiştirdiklerini kast ediyor; tahrif budur." diye açıklamışlar. Tabi bu daha açık seçik bir olay olmuş oluyor.
Bu tahrifatın misallerinden bahsedelim:
Mesela Peygamber Efendimiz ile ilgili; "Âhir zaman Peygamberi'nin sıfatları şunlar olacak." diye Tevrat'ta yazılmış ki "Yüzü güzel olacak, saçları güzel olacak, gözleri sürmeli gibi, koyu kirpikli olacak, orta boylu olacak."
Bu bahsedilenler tam Peygamber Efendimiz'in sıfatlarına uygun olduğundan; "Etrafındaki insanlar Peygamber Efendimiz'e inanmasın." diye, o kelimeleri değiştirerek; "Uzun boylu olacak, yeşil mavi gözlü olacak, saçları kıvrık olacak." diye değiştirdiler.
Daha başka âyetlerin ahkâmını, kendilerinin yapması emredilen şeyleri değiştirdiler, yapılmaması emredilen şeyleri yapılabilir gibi gösterdiler. Bu tahrifat vâki oldu.
Artık böyle yapan insanların Allah korkusu kalmamış oluyor; "Onların imana gelmesinden boşuna ümitlenmeyin. Onlar öyle yapmışken artık imana gelmezler, ey müslümanlar!" denmiş oluyor.
Ondan sonraki âyet-i kerîme 76. âyet-i kerîme de;
Ve izâ leku'llezîne âmenû kâlû âmennâ.
Ümit edilmemesi gereken bu kavmin, bu yahudilerin durumları anlatılıyor:
"İman edenlerle karşılaştıkları zaman dediler ki âmennâ biz de iman ettik."
Ve izâ halâ ba'duküm ilâ ba'dın. "Birbirleriyle, yahudiler yahudilerle, yahudilerin reisleri ile, - isimleri tefsir kitaplarında, tarih kitaplarında belli olan o devirde yaşayan azılı karşıt olan kimseler ile- başbaşa kaldıkları zaman." Kâlû. "O zaman da birbirlerine dediler ki." Etühaddisûnehüm. "Onlara söylüyor musunuz?"
"Niçin söylüyorsunuz? Söylemeniz doğru değil!" mânasına. Soru ama istifhâm-ı inkârî. "Söylememeleri lazım" gibi nasihat ediyorlar, ters nasihat.
Etühaddisûnehüm'de ki hüm zamiri, müslümanlar. "Ey yahudiler! Bu müslümanlara gidiyorsunuz, 'İnandık.' diyorsunuz. 'Tevrat'ta bu âhir zaman Peygamberi'nin alametleri var, evet, biz öyle bir Peygamber'in gelmesini bekliyorduk.' diyorsunuz."
Bunları niye söylüyorsunuz?
Bimâ fetaha'llâhu aleyküm. "Allah'ın size fethetmiş olduğu, açmış olduğu, anlatmış olduğu kitabınızdaki şeyleri onlara niye söylüyorsunuz?" Li-yühâccûküm bihî ınde Rabbiküm. "Rabbiniz'in indinde onları delil olarak, aleyhinizde hüccet olarak" kullanmalarına sebep olacak bu şeyleri onlara niçin söylüyorsunuz? E fe lâ ta'kılûn. "Hiç akıl etmiyor musunuz? Bu yaptığınız şeyin doğru olmadığını anlamıyor musunuz?" diyorlardı.
İki türlü tavırları var:
Bir, müslümanlarla karşılaştıkları zaman;
"Tamam, doğru, evet biz de inandık." diyorlar.
Bir de birbirleriyle kaldıkları zaman birbirlerine diyorlar ki;
"Tevrat'taki bilgileri onlara aktarmayın. Onlar aleyhinize delil olarak kullanır, haklılıklarını ispat ederler. Hiç akıl etmiyormusunuz, böyle yapmayın!" diye birbirleriyle söyleştiklerini, birbirlerini kısıtlamaya, engellemeye çalışıyorlar.
Âyet-i kerîme bunu anlatıyor.
Bunlar kimlerdir?
Mesela Ka'b b. Eşref, Ka'b b. Esed, İbn Yahuda gibi yahudi reisleri. Bunlar yahudilerin bir kısmı. Peygamber Efendimiz Medine'ye gelince Medine'nin ahâlisi kendilerine gitmiş, sormuş;
"Bir şahıs geldi. Bak böyle söylüyor, ne dersiniz?" deyince
"Evet, böyle bir Peygamber'in gelmesini biz de bekliyorduk Tevrat'ta da böyle bilgiler var. Evet, inanın. Biz de inanıyoruz." dediler. "Onun sözü haktır, doğru sözlüdür." dediler.
Ama daha sonra birbirleriyle kaldıkları zaman belki öyle diyenlere, öteki azılılar, demeyenler, iyice sert aşırı olanlar;
"Niye söylüyorsunuz?" diye açıkladıkları bilgileri açıklamamalarını söylediler.
İnde Rabbiküm. "Rabbiniz'in huzurunda." Fi'd-dünyâ ve'l-âhireh. "Dünyada veya âhirette."
Bu sözlerin, bu âyet-i kerîmelerin izahı sadedinde bir de şöyle bir olay naklediliyor:
Benî Kurayza kabilesinin kalesinin etrafına (yahudiler) toplanıp da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onlara aşağıdan hitap etmiş ki;
Yâ ihvâne'l-kıredeti ve'l-hanâzîr. "Ey maymunların ve hınzırların kardeşleri!"
Çünkü o Allah'ın emirlerini dinlemedikleri için bazı ahâlinin Kızıldeniz sahilindeki yerdeki cumartesi gününün ahkâmına riayet etmeyen kavmin maymunlara döndürülmesi vesairesi olayları, hınzırlara döndürülmesi olayları âyet-i kerîmelerde geçtiği için Peygamber Efendimiz onlara;
"Ey maymunların, hınzırların kardeşleri!" dedi.
Bak onları hatırlayın; Allah'ın emrini dinlemedikleri için onlar maymun ve hınzır hâline döndü! Tabi onlar bu sözü duyunca bu sözden bir hayli etkilendiler, ürktüler ve onun üzerine birbirlerine dediler ki;
"Bunu sizden biriniz söyledi herhalde. Böyle bilgiler vermeyin. Onlar aleyhinize delil olarak işte böyle kullanırlar!"
Halbuki bundan sonraki âyet-i kerîmede, 77. âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Evelâ ya'lemûne enna'llâhe ya'lemu mâ yüsirrûne ve mâ yu'linûn.
Evela ya'lemûne. "Onlar bilmiyorlar mı ki?"
O yahudiler; "Aman söylemeyin, aman susun, aman bu bilgileri müslümanlar duymasın, 'Bu gerçekleri müslümanlara açıklamayın.' diyenler bilmezler mi ki?"
Enna'llâhe. "Muhakkak ki Allah."
Ya'lemü mâ yüsirrûne ve mâ yu'linûn.
Mâ yüsirrûne. "Sır olarak sakladıklarını, sır olarak ketmettiklerini, söylemediklerini Allah bilir!" Ve mâ yu'linûn. "İlan ettiklerini, aşikâre açıkça söylediklerini de bilir."
"Bunu bilmezler mi? Allahu Teâlâ hazretleri onların sakladıklarını da, açıkladıklarını da bilmiyor mu? Allah'ın bildiklerinden onların haberi yok mu?" diye, 77. âyet-i kerîmede bu birbirlerini engelleme sözlerine karşı cevap bulunuyor.
Cenâb-ı Hak onlara buyurmuş oluyor ki;
"Siz bunu bir yahudinin gidip de onlara haber verdiğini sanıyorsunuz. Cenâb-ı Hak sizin sakladıklarınızı, işlediklerinizi, aşikare söylediklerinizi hepsini biliyor.
Bildiği için Peygamber'i olan, Habîb-i Edîbi olan, Muhammed Mustafâ'sına da bildiriyor. Bir yahudinin gidip de onlara söylemesinden değil, Cenâb-ı Hakk'ın geçmişi geleceği, olmuşu olacağı bilmesinden... Sizin mazide yaptıklarınızı, hallerinizi, tarihinizi, mazinizi Allah biliyor ya, işte o bildiğinden, bilince de Habîb-i Edîbi'ne bildiriyor.
Onun için başka sebep aramayın. Cenâb-ı Hak bildiriyor. Bu âyet-i kerîmeleri indiren Cenâb-ı Mevlâ ve kendi mazilerindeki çeşit çeşit kusurlarını onlara hatırlatarak siz ecdadınızın yaptığı bu kusurları işlemeyin, imana gelin, kurtulun. Eğer böyle inat ederseniz siz de onlar gibi azaba uğrarsınız."
Tabi bu âyet-i kerîmeler o devir yahudilerine öyle bir anlam taşıyor. Bu devirde de bizler için aynı şekilde. Yahudilerin, eski kavimlerin, eski ümmetlerin yaptığı hatalara, aynı duruma bizim de düşmememiz gerektiğini bu âyet-i kerîmeler gösteriyor.
Cenâb-ı Hakk'ın Kur'an'ını öğrenmeliyiz, anlamalıyız, dinlemeliyiz, öğrendiklerimizi samimiyetle uygulamalıyız, Kur'ân'ı Kerîm'i tahrif etmeye, değiştirmeye, ahkâmını tebdil etmeye, Cenâb-ı Hakk'ın ahkâmına uymamaya kalkışmamalıyız. "O zaman onların başına gelen o hadiseler böyle yapanların da başına gelir." diye, biz de bu dersi kendimiz çıkarmalıyız.
Çünkü ben de bakıyorum. Hani "Tarih takerrürden ibarettir." diye, bazıları bu kanaati ileri sürmüş. Tarihteki olaylar bazen benzer şekilde yine yapılıyor, hatalar o aynen işleniyor. Eski kavimlerin hatalarından yeni kavimler ibret alıp da; "Biz o hataya düşmeyelim." demiyorlar. Onlar da bir başka türlü yapıyorlar.
Bu neden böyle oluyor?
Çünkü Cenâb-ı Hak bu dünyayı imtihan dünyası olarak yaratmış. Her devrin insanı aynı şartların karşısında, aynı oyunlara muhatap. Sorular biraz çehre değiştirse bile herkesin başında.
Genel anlamıyla Cenâb-ı Hak; "Ben size iyilikleri emrediyorum bakalım tutacak mısınız tutmayacak mısınız? diye iyilikleri bildiriyor, duyuruyor. Bir insan iyilikleri bilip duyarsa tamam, o zaman imtihanı başarmış oluyor, mü'min olmuş oluyor.
Bilip anladıktan sonra yan çizebiliyor, çünkü menfaatleri var, kurulmuş düzeni var, şimdiki hayatında önemsediği birtakım şeyler var. Onlardan vazgeçemiyor. "Evet galiba bu sözler doğru, haklı, ama... Cenâb-ı Hak doğru buyurmuş, ama..." derken yapamıyor, şeytana uyuyor, nefsine uyuyor, zevki bırakamıyor, parayı bırakamıyor, mevkii, makamı bırakamıyor veyahut işte çeşitli sebepler...
Etrafımızdaki insanların durumlarına; neden mü'min olmadıklarına, neden Kur'an'a uymadıklarına, neden Resûlullah'ın yolunda gitmediklerine dikkatle bakalım. Sebeplerini kendimiz de tahlil edebiliriz.
Ama genel durum şu ki bu devirde Müslümanlar da bozulmuş durumda. Müslümanlar da yasak olan, günah olan, haram olan pek çok şeyi irtikap ediyorlar, işliyorlar. Sevap olan birçok şeyi de yapmıyorlar. Bir böyle acaip dünyaya gelmiş durumdayız.
Belki eskiden de böyleydi, belki şimdi âhir zaman olduğundan durumlar biraz daha kötüleşti. İnsanlarda din, iman, insaf, merhamet, ahlâk, edep, haya, namus, utanma, arlanma azalmış gibi görünüyor. Tabi azalabilir, azalması teessüf edilecek bir olay. İyi ahlâklı ülkeler, güzel ahlâkları sayesinde yükselir; kötüler, kötü ahlâkları yüzünden çökerler. Tarihte bunun misalleri çok.
Şaşıranların durumuna üzülürüz; onları da düzeltmeye çalışırız.
Ama bizim ilk başta kendimizin düşünmesi gereken husus nedir?
Aman, biz bu duruma düşüp kendimizi mahvetmeyelim. İlk önce kendimizi kurtaracağız; çevremizi ondan sonra kurtaracağız. Kendisi henüz kurtulamamış bir insan, başkasını nasıl kurtaracak?
Kendisi muhtac-ı himmet bir dede.
Nerde kaldı gayrıya himmet ede.
Siz sağlam bir yere basmadıktan sonra ötekisini çekip çıkaramazsınız ki. Bu bakımdan önce kendimize dikkat edelim, kendimizi düzene sokalım, Allah'ın kitabına sarılalım, emrine sarılalım. Allah'ın varlığını birliğini iyice anlayalım, idrak edelim ki bu böyledir. Kesin olarak bilim, ilim, tarih, hal, teknik, keşifler herşey bunu böyle gösteriyor. Cenâb-ı Hakk'ın yolunda güzel kulluk etmeye çalışalım.
Allah bize tevfîkini refîk etsin. Hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasip etsin. Bâtılı bâtıl görüp onun cazibesine rağmen, güzelliklerine, çekiciliğine rağmen cazibesine kapılmayıp bâtıla, günaha, harama yanaşmamayı, kapılmamayı Allah hepimize nasip eylesin.
Hâsılı işin sonunda cümlemizi cennetiyle cemaliyle müşerref eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!