es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili dinleyiciler!
Allahu Teâlâ hazretlerinin selamı, rahmeti, bereketi, ihsanı, ikramı üzerinize olsun.
Bakara sûre-i şerîfesinin 197. âyet-i kerîmesini ve 198, 199. âyetlerini okuyup onlar hakkında sohbet etmek, bilgi vermek istiyorum.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ فِي الْحَجِّ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَتَزَوَّدُوا فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى وَاتَّقُونِ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ
el-Haccü eşhurun ma’lûmât fe men ferada fîhinne’l-hacce fe lâ rafese ve lâ füsûka ve lâ cidâle fi’l-hacc ve mâ tef’alû min hayrin ya’lemhullâh ve tezevvedû fe inne hayre’z-zâdit-takvâ ve’t-tekûni yâ üli’l-elbâb.
Sadakallâhü’l-azîm.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ
el-Haccü eşhurun ma’lûmât. “Haccetmek mâlum olan aylardır. Mâlum olan aylarda yapılan hac ziyareti hakiki hacdır.”
Bu mâlum olan aylar hangileridir?
İbrahim aleyhisselam Kâbe’yi bina etti, İsmail aleyhisselam aralarında yaşadı, ondan sonra hac yapılageldi. Eskiden beri Araplar’ın geleneklerine yerleşmiş olan mâlum aylar; Ramazan’dan sonra gelen Şevval ayı, Zilkâde ayı ve Zilhicce ayının onuna kadar olan zamandır. Bunlar üç ay oluyor, iki ay on gün oluyor. Âyet-i kerîmede;
“Hac; bilinen aylarda, halkın arasında mâlum olan bu aylarda yapılandır. Hac o zaman hac olur.” denmiş oluyor.
Geçen hafta da bir ara, söz arasında nesî’ –nun, sin, ye ve hemze ile– denilen bir cahiliye âdetinden bahsetmiştim.
Nesî’, hac mevsimlerini ve haccın zamanını değiştirme âdeti. Cahiliye devrinde Araplar bunu bazen yaparlarmış. Buradan, o nesî’ âdetine; haccın zamanını, mevsimini keyiflerine göre, kararlarına göre senenin şu mevsimine bu mevsimine, şu ayına bu ayına kaydırma âdetine de karşı kuvvetli bir ifade var:
“Öyle değil, hac sadece şu mâlum aylardadır.”
Tabii Araplar’ın cahiliye devrinde yaptıkları yanlışlık, hac mevsimini değiştirmek, aylarını günlerini keyiflerine göre senenin muhtelif zamanlarına kaydırmak, tarihî bir şey. Ama bazı kimseler; “Hac kalabalık oluyor. Kalabalık olduğu için haccın başka zamanlarda da yapılması olsa rahat hac yapsalar…” gibi sözler ileri sürüyorlarmış.
Ben dışarıdan bunları duyuyorum. Ya bunlar hiç bu âyetleri okumuyorlar, bu âyetlerin tefsirlerinden haberleri yok ya da Allahu Teâlâ hazretleri, “Hac şu mâlum aylardadır.” dediği halde Allahu Teâlâ hazretlerine karşı geliyorlar! Ne kadar korkunç bir şey!
Tabii bunlar televizyonda, radyoda söylenince bunu bilmeyen ahali de; “Mâkul.” derse; o zaman Kur’ân-ı Kerîm’e, âyet-i kerîmeye ters düşmüş oluyor. Kur’ân-ı Kerîm’in karşısına, Allahu Teâlâ hazretlerinin ifadesinin karşısına çıkmış oluyor. Ne kadar büyük bir karışıklık, fitne ve kötü bir durum.
Demek ki mâlum aylardadır. Hac o zamandır. Onun dışında başka zamanda olmaz.
فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ
Femen ferada fî hinne’l-hac.
İki ay on gün, dedim. Çünkü Zilhicce’nin onundan sonra haccın farzı olan Arafat’taki vakfe kaçmış olduğundan! Arafat’ta vakfe kaçırılınca hac olmamış oluyor. Bir insan, bir gün sonra gittiğinde artık haccın zamanını kaçırmış oluyor. Namazın vakti gibi haccın da vakti bu!
Onun için hac Şevval’den başlıyor: Şevval, Zilkâde, Zilhicce; muhtelif yerlerden gelecek insanların ihramlanması, seyahatini sürdürmesi, Mekke-i Mükerreme’ye gelmesi için.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Zilhicce ayının sekizinde Mina’ya çıkardı.
Mina neresi?
Harem-i Şerîf’ten uzakta, iki dağın arasında bir vadi. O zaman Harem-i Şerîf’in çevresinde evler vardı. Orası ayrı bir yerdi. Şimdiki Aziziye’den gelinen yeri geçtikten sonra Vadi-i denilen vadiyi geçiyorsunuz. Hacca giden kardeşlerimiz hatırlasınlar diye söylüyorum. Cin Mescidi’nin yanından ilerliyorsunuz. Cennetü’l-Muallâ var; sahabe kabirlerinin olduğu, Mekke-i Mükerreme’nin kabristanı. Onu da geçiyorsunuz. Öteye doğru bir vadi ilerliyor.
Ondan sonra yol çatallaşıyor; bir Medine tarafına doğru gidiyor bir Aziziye tarafına doğru gidiyor. Aziziye tarafına doğru vadiden kıvrılıyorsunuz. Oradan bir yüksekçe eşiği geçtikten sonra Aziziye’nin kuzeyindeki dağ ile daha kuzeyindeki dağ arasında Mina vadisi var. O eşiğe Akabe deniliyor.
Akabe; Arapça kelime olarak da “eşik” demek. Orası biraz dağın yüksekçe kısmı, iki dağın arasında ama vadinin yolunun yüksekçe bir kısmı olduğundan, oraya kadar yokuş çıkılıp ondan sonrada Mina vadisine doğru iniş inildiği için oraya Akabe denmiş. Akabe, Mina’nın dışı oluyor. Büyük şeytan dediğimiz Cemretü’l-Akabe orada.
Peygamber Efendimiz bu dediğimiz yerlerden geçerek Aziziye’nin kuzeyindeki, iki dağ arasındaki Mina’ya gelirdi. Burası 5-6 kilometrelik bir mesafe. Şimdi tüneller açıldı. O tünellerden biraz daha yakın oldu. Öbür taraflardan biraz daha dolambaçlı oluyor. Dağların vadisinden geçmek gerektiği için Peygamber Efendimiz Mina’da konaklardı. Orda beş vakit namazı kılardı.
Hangi namazları kılardı?
Zilhicce’nin sekizinde sabah namazını Harem-i Şerîf’te kılardı, öğle namazını orada kılardı. Ondan sonraki gelen namazlar; öğlen namazı bir, ikindi namazı iki, akşam namazı üç, yatsı namazı dört. Geceyi dualarla, ibadetle, taatle Mina’da geçirirdi. Ertesi gün sabah vakti gelince imsak kesildikten sonra sabah namazını kılar, Arafat’a doğru hareket ederdi.
Arafat uzun bir mesafe. Müzdelife geçilecek, ondan sonra Taif tarafına doğru yürünecek. Şu anda kilometresini hatırlayamıyorum ama bayağı uzunca bir mesafe; 10-12 km, belki daha fazla olabilir. O mesafe yürünüyor, ondan sonra Arafat denilen meydanlık kısma geliniyor. Meydanlık bir kısım. Ortasında bir kumlu, kuru nehir yatağı var. Yağmur yağdığı zaman oralarda da su olur ama hacıların gittiği zaman orada umumiyetle su filan olmuyor. Sulu devri hiç görmedik. Bayağı geniş bir nehir gibi, kuru nehir yatağı var. Bir köprü yapıldığı zaman, dört-beş köprü gözü olacak kadar uzunca bir nehir. Buraya Urane Vadisi deniliyor; ayn-re-nun-kapalı te. Vadi-i Urane Arafat’ın dışıdır.
Vadi-i Urane’yi geçtikten sonra Arafat başlar. Orada şu anda hacıların gittiği zaman gördükleri Mescid-i Nemîre var. Mescid-i Nemîre; uzunlamasına büyük, dünyanın en büyük mescitlerinden birisi. Çünkü bütün hacılar oraya toplanıyor, hac vazifesini yapacaklar. Ölçeği çok büyük tutulmuş. Ön tarafı, imamın durduğu yer ve caminin üçte bir kadar kısmı, Urane Vadisi içinde kalıyor. Orası Arafat’ın dışı oluyor.
Bunun önemi ne?
Önemi şu: Orada bir insan akşama kadar dursa, sonra Müzdelife’ye dönse Arafat’ta vakfe yapmamış oluyor, durma işlemini yapmamış oluyor. Hâlbuki Arafat’ta vakte yapmak, durup niyazda bulunmak haccın farzı!
Peygamber Efendimiz ne yapardı?
Zilhicce’nin sekizinde Mina’ya giderdi. Orada beş vakit namazı kılıp ertesi sabah dokuzunda Arafat’a hareket ederdi. Arefe günü, bayramdan bir önceki gün! Arafat’a da öğlenden önce varmış olurdu. Arafat’ta öğle vakti, ikindi vakti, akşam oluncaya kadar durmak gerekiyor. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in tavsiyesi var. İlerdeki sohbetlerimizde hadîs-i şerîfleri mutlaka okuyacağız.
Ama orada hac dolayısıyla, haccın işlemlerinin hacılar tarafından yapılmasında bir kolaylık olmak üzere, öğle namazının vaktinde öğlenin farzı kılınıyor. Ondan sonra hemen arkasından ikindinin farzı kılınıyor. İki namaz aynı zamana alınmış oluyor. İkindi öne alınmış oluyor. Akşama kadar böylece hacıların geniş bir zamanda orada, Arafat’ta vakfe yapmaları, tazarru, niyaz, münacaat, dua ve sâir zikr ü tesbihât yapmaları sağlanmış oluyor.
Bir insan, dokuzuna Arafat’a yetişemese akşamdan sonraya yetişirse yine olabiliyor. Gecenin içinde yetişirse yine oluyor. Ama imsak kesildiği zaman, onuncu gününün artık sabah namazının vakti geldiği zaman haccın vakti geçmiş oluyor.
Onun için;
الْحَجُّ أَشْهُرٌ مَعْلُومَاتٌ
el-Haccü eşhurun ma’lûmât, denilince Şevval ayı, Zilkâde ayı ve Zilhicce’nin onuna kadarki zaman kastediliyor. İmam Şâfiî, “Onuna kadar değil, sonuna kadar.” demiş. Onun ictihadı, görüşü, Zilhicce ayının da sonuna kadar.
Bundan çıkacak sonuç nedir?
İbn Kesir tefsirinde diyor ki; “Bunun sonucu şudur: İmam Şâfiî’ye göre hac bittikten sonra da Zilhicce ayının sonuna kadar umre yapmak doğru olmaz.”
Ama bizim diğer Hanefî mezhebimiz ve diğer mezhepler, “Zilhicce’nin onunda haccın işlemleri bitmiş olduğu için hac ayları bunlardır, Zilhicce’nin onuna kadardır.” diyorlar.
Şimdi bu vakit gelince;
فَمَنْ فَرَضَ فِيهِنَّ الْحَجَّ
Fe men farada fî hinne’l-hacca. “Her kim ki bu aylarda kendisine haccı gerekli kıldıysa…”
Farada, burada “gerekli kılmak” mânasına. Gerekli, mutlaka yapılması gereken ifadeye de farz deniliyor.
Bu haccı kendisine gerekli kılmak nasıl oluyor?
İhrama niyetleniyor, “Ben hac için ihramlandım.” diyor. “Lebbeyk, allâhümme lebbeyk!..” diye telbiye ediyor, ihrama giriyor. İşte o zaman artık başlamış oluyor. Kendi kendisine artık gerekli kılmış oluyor. Hac yapmaya niyetlenmiş oluyor. Veyahut kurban getirmişse kurbanını kurban yerine sevk ediyor. Bu gibi şeylerle kendisine haccı tamamlanması gereken bir ibadet hâline getirmiş olan, başlatan kimse.
“Bu aylarda haccı kim kendisine gerekli kılmışsa, ihramlanmışsa…”
Hacca niyetlendi, artık hacı olacak, hac işlemlerine başladı ise;
فَلَا رَفَثَ وَلَا فُسُوقَ وَلَا جِدَالَ
Fe lâ rafese ve lâ füsûka ve lâ cidâle fi’l-hac. “Hac işlemini yapması esnasında, hac esnasında refes de yoktur füsuk da yoktur cidal de yoktur.”
Hacda refes, füsuk, cidal olmayacak!
Şimdi bunlar nedir?
Bunların açıklamasını söyleyelim:
فَلَا رَفَثَ
Fe lâ rafese. Refes, peltek s ile; “cinsel ilişki” mânasına bir kelime. Artık cinsel ilişkiden de kendisini alıkoyacak.
Tabii cinsel ilişki sâir zaman evladı olsun diye eşiyle yapmış olduğu, Allah’ın müsaade ettiği tabii bir şey. Hani “Allah’ın emriyle nikâhlıyoruz veya kızınızı oğlumuza istiyoruz.” diyoruz. Allah’ın emri, sevap ve cemiyetin direği aile! Ve neslin devamı için şart, mutlaka olacak bir şey! Tabiatın gereği, insanın yaradılışı gereği! Böyle bir şey gerekli ve sevaplı ve insan evlendiği zaman dininin yarısını kurtarmış oluyor. Bekâr kaldığı zaman tehlikeler ve kusurlar, günahlar, flörtler ve sâireler yapıp da günaha gireceğinden, bekârlıkta durması doğru olmuyorlar.
Ama hacca başladı mı artık hac bir ibadet, önemli, ciddi, uzun bir ibadet.
Hacda refes yok:
1.Doğrudan doğruya cinsî ilişki.
2.Bu ilişkiye dair laflar, sözler, sohbetler. Bu da uygun değil. Sözünü etse, ağzında küfür gibi söylese o da doğru değil. ağzını bozarak müstehcen konuşsa o da doğru değil. Veyahut bunun sohbetini yapsa o da doğru değil. Veyahut da o noktaya götürecek, insanın kendisi tutamamasına sebep olacak başlangıçları da yapmaması gerekiyor. “Sonunda dayanamadı…” denecek bir duruma sürüklenmemek için uzak durması gerekiyor. Bunlar olmayacak. Hanımıyla haccediyorsa bile, otelde aynı odada kalıyorlarsa bile olmayacak.
وَلَا فُسُوقَ
Ve lâ füsûka.
Füsuk ne demek?
“Cenâb-ı Hakk’ın emrine aykırı işler yapmak, emrinin dışına çıkmak” demek. Böyle şeyler de olmayacak. Allah’ın yasakladığı işlerden kaçınacak. Çünkü hac, muazzam bir ibadet. Onun sevabı kaçarsa çok büyük kayıp olur. Hem masraflı, hem uzun, hem zahmetli.
Onun için oruçta olduğu gibi cinsel ilişki yasak. Bir de hac güzel, mühim bir ibadet olduğundan sevabı kaçmasın diye yasak şeyler de işlemeyecek.
وَلَا جِدَالَ
Ve lâ cidâle. “Cidal de yok.”
Cidal ne demek?
Câdele-yücâdilü-mücâdeleten-ve cidâlen; mufâale bâbından masdar: “Cedel yapmak, çekişmek, mücadele etmek, kavgalaşmak, münakaşa yapmak” mânasına. Yol arkadaşlarıyla, karşılaştığı kimselerle, hizmetçileriyle veyahut arabayı süren insanlarla, devesini kendisine kiralayan veya çadırı kiralayan kimselerle ve sâireyle münasabetlerinde çok dikkatli olacak. Cidal, kavga, gürültü, patırtı cinsinden şeyler olmayacak. Ağırbaşlı bir şekilde, haccın mânasını kavramış, Cenâb-ı Hakk’ın güzel ibadetine başlamış olmanın vakarı içinde haccı yapacak.
Ve hayır hasenât işleyecek.
يَعْلَمْهُ اللَّهُ وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْر
Ve mâ tef’alü min hayrin ya’lemhullah.
“Hayır cinsinden işlediğiniz her şeyi Allahu Teâlâ hazretleri bilir.”
Hacda neler hayır?
Bir kere;
el-Haccü’l-mebrûr leyse lehû cezâün ille’l-cenneh. “Mebrur, güzel bir hac yaptı mı insan cennetlik olacak!”
Cennet vaad edilen çok kıymetli bir ibadet. Ama haccın uyduruk kaydırık, eksikli bozuklu, çarık çürük bir şeyi olmaması lazım! Hacc-ı mebrur olursa mükâfatı cennet oluyor.
Mebrur ne demek?
“İyi, yapılmış bir iyilik” demek. Hacc-ı mebrur da iyi yapılmış hac! Onun için Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e sormuşlar:
“Haccın mebrurluğu nasıl sağlanacak?”
Peygamber Efendimiz bu hususta tavsiyelerde bulunmuş:
“Hacı tatlı dilli olacak, gönül alıcı olacak, mükrim olacak. kesesinin ağzını açacak, arkadaşlarına ikramda bulunacak. Çevresine ikramda bulunacak. Herkesin hayır duasını alacak. İyilik yapacak…”
Tabii bunlar başkalarıyla ilgili münasebetlerinde. Tatlı dillilik, güleç yüzlülük, yumuşaklık, uyumluluk; hac arkadaşlarıyla kavga yok, gürültü yok, küfür yok, müstehcen konuşma yok, Allah’ın yasakladığı şeyler yok… Tatlı dilli olacak, kesesinin ağzını açacak; meşrubat ısmarlayacak, yemek ısmarlayacak, arabayı tutuverecek… Buna benzer, başka insanların hayır duasını almak için yapabileceği iyilikler.
Başka ibadet ve taatler; kişisel olan, şahsî olan, kendisiyle ilgili olan namaz kılmak, Kur’an okumak, tesbih çekmek, bazı günler oruç tutmak gibi neler olursa olsun Cenâb-ı Hak bunların hepsini biliyor. Hacı da bildiğini düşünecek.
وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ
Ve mâ tef’alü min hayrin ya’lemhullah. “Allah hepsini biliyor, görüyor.” diye o şuuru takınacak.
Allah her zaman her şeyimizi biliyor ama “Ben Cenâb-ı Hakk’ın beni gördüğünü, her yaptığımı bildiğimi düşünmeliyim!” diyerek o mantıkla haccını yapacak.
وَتَزَوَّدُوا
Ve tezevvedû. “Ve levazımâtınızı sağlayın!”
Zâd, “yol için insana gerekli olan yiyecek, içecek, giyecek ve malzeme” demektir.
Tezevvüd, “yol için gerekli levazımâtı, araç ve gereçleri yiyecek, içecek ve sâire almak” demek.
Biz karayoluyla bir hacca gitmiştik. Seyyar yüznumaraları, çadırları bile almıştık, arabamızın üstüne koymuştuk. Ama kır tecrübemiz olmadığı için dört dane kazık aldık. Kumlara sapladığımız zaman beton gibi, bir parmak gitmiyor. betonun sertliğinden değil, kazığı siz sokamıyorsunuz. Dört tane kazığı soksanız bile bu kazıkların dik olarak durması mümkün olmuyor. Rüzgar yandan vurduğu zaman yelken gibi aşağıya deviriyor. Tepelerinden iplerle uzağa bağlanması lazım. Çadır ipleri ve çadır kazıkları olması lazım.
Bizim tabii izciliğimiz, seyahat tecrübemiz olmadığı için ondan sonra bütün kardeşlerime bu gibi şeyleri öğrenmesini tavsiye ettim. Hatta zaman zaman beş yıldızlı otellerden de daha ileri olan çok yıldızlı gökyüzü altında çadırlı toplantılar yaptık. Aile eğitim toplantıları, çocuklara izci oymak başlarını tuttuk; dersler versinler, kırda ihtiyaçlarını görmeyi öğrensin çocuklar diye dört duvarın arasında tecrübesiz, bilgisiz bir şehir çocuğu olarak kalmasın diye onları sonradan sağlamaya çalıştık.
تَزَوَّدُوا
Tezevvedû “Yol için gerekli hazırlıklarınızı alın!” diyor, Allahu Teâlâ hazretleri emrediyor. Bu kısmın bu emrin sebebi olarak müfessirler diyorlar ki;
“Yemenliler!”
Yemen, Hicaz’ın güneyinde bir ülke. Oradan kuzeye doğru yürüdükleri zaman; artık 600-700-800 km, İstanbul’dan Kayseri’ye kadar, Adana’ya kadar, Antep’e kadar daha fazla yol yürünerek Hicaz’a geliyorlar.
Yemenliler hiç yanlarına hazırlık almadan yola çıkarlarmış. Biz Allah’a tevekkül ediyoruz, derlermiş. Yiyecek, içecek almazlarmış.
Yiyecek içecek almayınca ne oluyor?
Geldikleri zaman hacılardan bekliyorlar. Başkaları kendilerine ikram ederse o zaman yiyecekler, diye dilenme gibi durumlar oluyor. Bu kısım onların hakkında. Öyle yaptıkları için onlara nasihat olarak Allahu Teâlâ hazretleri böyle buyurmuş, diye müfessirler beyan ediyor.
وَتَزَوَّدُوا
Ve tezevvedû. “Yol hazırlığı yapın! Kuru yiyeceklerinizi alın yanınıza, gerekli eşyanızı alın! Kimseye yük olmadan yolculuğunuzu yapın!” diye tavsiye ediyor.
Hacda iyilik yapmak var, iyilik yapmak, hayırdua almak var ama yük olmak yok. Zaten tasavvufu tarif ederken büyüklerimizden bir tanesi çok güzel bir söz söylemiş, ben onu çok severim:
Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır
Gül-i gülzâr olup hâr olmamaktır
Yâr olup bâr olmamak ne demek?
Bâr, “yük” demek; bâr-ı gîran, “ağır yük”; Bârgir, “yükü taşıyan”. Bârgîr’i biz “beygir” yapmışız. Yük taşıyan ata beygir diyoruz.
Tasavvuf yâr olup bâr olmamaktır
Yâr olacaksın, dost olacaksın, ahbap olacaksın, ahbaplık edeceksin ama yük olmayacaksın! Maddî bakımdan yük olmayacaksın, mânevî bakımdan yük olmayacaksın, hizmetlerini yaptırtmaya koşturtmayacaksın. Onun bunun sırtından geçinmeye, beleşçiliğe parazit deniliyor.
Onun eski adı, Arapça’sı nedir?
Tufeylîlik!
Tufeyl, Türkçe’si “asalak” deniliyor. Mesela bir ağacın üstüne bir başka otun tohumu geliyor, orada yerleşecek bir kabuk aralığı buluyor, kökünü salıyor. O ağacın suyunu emiyor, o ağacın kökünü kurutuyor. Mesela ökseotu. Asalak bitki deniliyor, o ötekisinin sırtından geçiniyor. Toprağa git, toprağa kökünü sal, kendi suyunu kendin al, kendin büyü, öbür ağacı öldürme. Ama işte onun da hikmeti vardır. Çeşitli ibretler var.
Tasavvufta insan yâr olacak, bâr olmayacak!
iyi arkadaşlık edecek de kimseye yük olmayacak. Ah güzel tasavvuf! Yûnus’un, Mevlânâ’nın tasavvufu, ah eski büyüklerin tasavvufu!.. O olsaydı şimdi, ülkemiz gül gülistan olurdu. Milletçe bütün çektiklerimizi o güzel tasavvufun, o güzel tasavvufî ahlâkın olmayışından çekiyoruz.
Allahu Teâlâ hazretleri; “Herkes Hazırlığını yapsın!” diyor.
Yiyeceğini, torbasını alsın, ihtiyaç malzemesini alsın; ondan bundan dilenmesin, kimseye yük olmasın! Bilakis mesela başkasına ikramlarda bulunsun. Öyle sevap kazanır.
وَمَا تَفْعَلُوا مِنْ خَيْرٍ يَعْلَمْهُ اللَّهُ
Ve mâ tef’alü min hayrin ya’lemhullâh. “Hurma bile verse Allah onu bilir.”
Bilmekle kalmaz Cenâb-ı Hak, mükâfatını da verir. Hediyesini, ikramını da verir.
Arkasından da duvarlarımıza yazmamız gereken bir ibare geliyor:
فَإِنَّ خَيْرَ الزَّادِ التَّقْوَى
Fe inne hayrez zâdit-takvâ. “Çünkü azıkların, yol hazırlıklarının en hayırlısı takvâdır.”
Birinci cümleyle bunun ilişkisini düşünecek olursak ne var:
“Müttakî insan olun, Allah’tan korkun, sakının! Onun bunun sırtından nasıl olsa geçiniriz diye düşünmeyin! Öyle takvâ ehli olun da kendi yol hazırlığınızı yapın! Yoksa onun bunun sırtından geçinirim diye kötü niyetli, fikirli olursanız takvâ ehli olmazsanız. O zaman kıymeti olmaz.” gibi bir mâna çıkıyor. Daha başka ince mânalar da var.
Biz hepimiz âhiret yolcusuyuz.
Âhiret yolunun da en önemli gereç, araç, zâd ve levazımâtı nedir?
Takvâdır. Bir müslüman, takvâ ehli olursa dünyasını âhiretini kurtarır, cennete gider. Takvâsız olursa her şeyi kaybeder. Takvâ çok önemli. Onun için burada o belirtiliyor:
“En hayırlı levazımât, yol araç gereci, en hayırlı azık takvâdır. Takvânızı takının, kimseye yük olmayı düşünmeyin, yol hazırlıklarınızı yapın!” deniliyor.
Takvânın da yiyecek, içecek cinsinden olmayıp mânevî bir şey olması ayrıca önemli. Çünkü biz dünyada mânevî bir yolculuk hâlindeyiz. Bu dünya bir imtihandır, bu dünyada biz bir yolcuyuz. Bir yerden geldik, gidiyoruz, âhirete gidiyoruz. Burada bize takvâ lazım! Her işimizi müttakî kul olarak yapmalıyız. Karşımıza o çıkıyor.
وَاتَّقُونِ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ
Vettekûni yâ uli’l-elbâb.
Vettekûni, vettekûnî’nin kısaltılmışı. Böyle kısaltmalar her dilde oluyor. Allahu Teâlâ hazretleri; “Benden sakının!” buyuruyor. “Benden sakının ey insanlar, ey kullarım, benden sakının!” demiş oluyor.
Hitap kime?
يَاأُولِي الْأَلْبَابِ
Yâ ulil-elbâb. “Yâ!” nidâ edatı, seslenme sözcüğü. Biz Türkçe’de “Ey!” diyoruz. Arapça’da da “Ey!” var aynı zamanda.
أُولِي
Ulî, “sahipleri” mânasına bir kelime. Öteki kelimeyle tamlama teşkil ediyor.
Uli’l-elbâb; “lüb sahipleri, elbâb sahipleri” demek oluyor.
Ulî’nin tekili nedir?
Sahibi diye kısa bir kişi için söyleyeceksek; erkekse zû deriz. Zü, zâ, zî; cümledeki yerine göre olabiliyor. Zi’sini tanıyoruz. Mesela zîşân dersek “şan sahibi, şanlı” demek. Zîkıymet dersek, “kıymet sahibi, kıymetli” demek.
Kadın olursa ne deniliyor?
Zâti deniliyor. Kadına zî denmiyor, o erkek için kullanılan bir kelime. Zâti, “sahibi” demek. Mesela zâti şevketin, “şevket sahibi bir kadın”. Zâti ilmin, “ilim sahibi bir kadın”.
Bizim ayrıca “Şu muhterem zât…” filan diye kullandığımız zât var, o ayrı. Bu sahip mânasına gelen, kendinden sonraki gelen isimle tamlama yapan bir kelime.
Zû ve zâti, çoğulu ulî geliyor. Çoğulu, tekil kelimelerle hiç ilgisi olmayan bir şekilde geliyor. Özel bir kelime, “sahipleri” demek. Ulî ve ulû iki şekilde gelir.
Ne zaman ulî gelir, ne zaman ulû gelir?
U’su da kısa, vav olduğu halde kısa! Teferruatlı bilgi veren Kur’ân-ı Kerîmlerde de kısa olduğunu belirten işaret yazılır. Çünkü elif var; ûlî okunmasın, ulî okunsun diye kısaltma yazısı konulmuştur.
Ulî niye burada ye ile geldi?
Çünkü yâ var. Yâ gelince muzaf ve muzâfun ileyhte, tamlamada birinci kelime üstünlü olacak. Bu mansub hâli ulî olduğundan ulî’l-elbâb deniliyor.
وَاتَّقُونِ يَاأُولِي الْأَلْبَابِ
Vettekûni yâ uli’l-elbâb. “Ey elbâb sahipleri!”
Elbâb da “lüb” kelimesinin çoğulu.
Lüb ne demek?
“Yürek, gönül, akıl” demek.
“Ey gönül sahipleri, ey akıl sahipleri! Benden korkun, sakının!” denmiş oluyor.
Demek ki akıllılığın şânı, insanın aklının fikrinin kâmil olmasının sonucu, Allah’tan korkmaktır. İnsan Allah’tan korkmuyor: pervâsız, günahkâr, zalim, fâsık, fâcir, şeytanlaşmış bir kimse. Demek ki akılsız! Aklı olsaydı, kendisini âhirette mahvedecek olan işleri yapmazdı. Yaptığına göre aklı yok! “Ey akıl sahipleri, aklınız varsa benden korkun!” demek. Aklı olan Allah’tan korkar. Çünkü yeri göğü yaratan, yerin göğün, ins ü cinnin sahibi, bizim de yaratanımız!
İnsan yaratanına karşı gelir mi?
Gelmez.
Ne zaman gelmez?
Akıllıysa gelmez. Akıllı, imanlı, tertemiz akıllıysa! Akıl var ama herkesin aklı var. Şimdi kimse “Ben akılsızım.” demiyor. Hatta delilere bile deli olduğunu doktorlar kabul ettiremiyormuş. Gel hastaneye gidelim, dediği zaman çoğu kere deliler; “Yahu benim bir şeyim yok, gitmem.” diyormuş, hastalığını kabul etmiyormuş. Akıllı olsa hastalığını kabul edecek. Bende bir anormallik var diyecek. Hastaneye gideyim de doktorlar ilaç versin, diyecek. Ama kabul etmezmiş.
Akıllılık alâmeti kusurunu bilmektir, anlamaktır, Allah’tan korkmaktır. Aklın alameti kendisini tehlikeden korumaktır. O adam kendisini tehlikeden korumuyor.
Ne yapıyor?
Allah’ın gazabını çekecek işler yapıyor.
Allah’ın gazabı nasıl tecelli eder?
Çok çeşitli şekillerde tecelli eder. Bazen kafasına yıldırım düşürür. Bakarsın adamı, azılı kâfiri yıldırım çarpmış. Bazen de Firavun’a mühlet verdiği gibi mühlet verir. Mühlet verir verir, ondan sonra suda gark eder. Bazen Nemrud gibi mühlet verir, ondan sonra helâk eder. Bir mühlet, zaman tanıması, mühlet vermesi aldatmasın!
“Ben günah işliyorum da Allah beni cezalandırmıyor.”
Bekle, sen cezalandırmıyor sanıyorsun ama gelecek. Cezası gelecek. İnanmayan tabii gelmiyor sanıyor. Ama sonra burnundan Allah fitil fitil getiriyor. Aklı varsa bir insanın Allah’tan korkması lazım!
Lübbün, “bir şeyin özü” demek.
Mesela bir meyvenin ve sâirenin özü. Kabuğunu kırdığın zaman içinden çıkan özü. Ona lüb derler. İnsanın da insan olarak kıymeti kalıbında değildir. İçindeki, gönlündeki, aklındaki fikrindeki meziyetlerdendir. Pehlivan gibi olsa tuttuğu zaman demiri bükecek gibi olsa vurduğu zaman kapıyı kıracak gibi olsa; ama aklı olmasa, içi olmayan çekirdek gibi oluyor. İçi bozulmuş çekirdek gibi oluyor. Onun için akla, temiz akla lüb denmiş. İç, öz.
“Ey kafasında beyni olan, özü olan insanlar! Benden korkun!” diye Cenâb-ı Hak emir buyuruyor, tavsiye buyuruyor. Allahu Teâlâ bizi akl-ı selîm sahibi eylesin.
Tabii herkesin bir çeşit aklı var ama bazısının aklı çok yanlış çalışıyor. Yok demek: var ama yok sayılır. Bazısının aklı son derece hatalı sonuçlara götürüyor, hatalı işler yaptırıyor. Demek ki yanlış.
Bazen insanların akılları ters çalışır. Doğru çalışması için aklın kuvvetli bir eğitimi olması lazım! Kuvvetli bir eğitim! Mesela ben dış ülkelerde gezdiğim zaman dikkat ediyorum, görüyorum: Bu ülkelerde aydın kimsenin gerçeği bulması için kanıtlaması için bulduğu zaman da kabul etmesi için çok güzel temel veriyorlar. Siz ona İslâm’ı anlatıyorsunuz; düşünüyor, kararını veriyor. Tamam, haklısınız, diyor, müslüman oluyor. Ama eğer bir akıl terbiyesi, mantık terbiyesi veyahut düşünme terbiyesi, fikir terbiyesi, güzel düşünme öğretilmemişse anlatıyorsun anlatıyorsun, yine ters sonuç çıkartıyor. Gerekeni yapmıyor.
Demek ki herkeste birazcık akıl emaresi var ama hastalıklı olunca işe yaramıyor. Salim olması, tam olması, tertemiz olması lazım! İşte öyle olanlara, içinde özü, cevheri var, içi boş değil mânasına uli’l-elbâb deniliyor. “Öz, cevher sahibi, temiz akıl sahibi, mantık, muhakeme sahibi, fikir sahibi bilge insan” demek.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizin aklını akl-ı selîm eylesin. Hepimizi uli’l-elbâbdan eylesin. Gönlü olan, hâl ehli olan insanlardan eylesin. Kendisini münevver sanıp da cahillerin en cahili olmaktan; doğru yapıyorum sanıp da yanlışların en kötüsünü yapmaktan; ben biliyorum deyip de en cahil kalmaktan cümleyi korusun. Şaşıranlara da Cenâb-ı Hak doğru yolu ihsan eylesin.
Allah hepinizden razı olsun. Razı olduğu kul olarak yaşayıp huzuruna sevdiği kul olarak varmanızı nasip eylesin. Cennetiyle cemâliyle cümlenizi müşerref eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!