es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtühû!
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Mevlam gönlünüzün muradını versin. İki cihanda sizleri sevindirsin. Aziz ve bahtiyar eylesin.
Bu akşamki tefsir sohbetinde Bakara sûre-i şerîfesinin 87. ve 88. âyetleri üzerinde açıklamalar yapmak istiyorum. Önce âyetlerin mübarek metinlerini, kendilerini okuyayım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Velekad âteynâ Mûse'l-kitâbe ve kaffeynâ min ba'dihî bi'r-rusuli ve ateynâ Îse'bne Meryeme'l-beyyinâti ve eyyednâhu bi-rûhu'l-kudüsi e fe-küllemâ câeküm resûlün bimâ lâ tahvâ enfüsüküm'üstekbertüm fe-ferîkan kezzebtüm ve ferîkan taktulûn.
87. âyet-i kerîme.
Sadaka'llâhu'l-azîm.
Geçtiğimiz haftalarda, şimdiye kadar [okuduğumuz] âyet-i kerîmelerde Medine-i Münevvere'deki yahudi cemaatlerine hitap eden, onlara yahudi tarihinden, kendi dinlerinin tarihlerinden, mâzilerinden misaller vererek onlara hareketlerinin doğru ve yanlış taraflarını açıklayan âyetleri okumuştuk, Bakara sûresinin evvelki sohbetlerimizde üzerinde durduğumuz âyetlerinde...
Bu âyet-i kerîmede Cenâb-ı Mevlâmız buyuruyor ki;
Ve lekad âteynâ Mûse'l-kitâbe.
Kad, Arapça'da tahkik edatı, yani "muhakkak ki" mânasına bir şeyin gerçekten vuku bulduğunu belirtmek için mâzinin başına gelen bir edat. Le gelince de başına daha da kuvvetlendirme, tekid olmuş oluyor.
Ve lekad âteynâ. "Biz Azîmüşşân..."
Tabii buradaki 'Biz' çoğul mânasına değil, azamet siygası. Allahu Teâlâ hazretlerinin azameti ve celâlini ifade için, yani birliğiyle beraber azametini ifade etmek için kullanılan Kur'ân-ı Kerîm siygası bu. Türkçe'de -her zaman söylediğim gibi- azamet ifade eden konuşma tarzı; "Ben şöyle yaptım. Ben böyle emrettim. Ben böyle buyuruyorum." "Ben" demektir. Arapça'da da bu; "Biz böyle buyuruyoruz. Biz böyle emrediyoruz." tarzında ifade edilir. Bu azamet konuşması, yani kişinin çoğul olduğundan değil, çoğul yerine geçecek kadar muhterem, önemli olduğunu göstermek bakımından bu siyga kullanılıyor. Çünkü Lâ ilâhe illallah İslâm dininin direğidir, çokluk bahis konusu değildir, birlik esastır; bu kesin. Bu azamet siygası.
Ve lekad âteynâ. "Biz vermiştik."
Yani, "Ben Allahu Azîmüşşân kesin olarak vermiştim." Bir hakikat bu. İnkâr edilmez âşikâr bir hakikat.
"Musa'ya vermiştim." el-Kitâbe. "Kitabı vermiştim."
el-Kitâb, belirli siyga ile geliyor. Harf-i târif ile geliyor.
"O belirli kitabı vermiştim."
O belirli kitap nedir?
Musa aleyhisselâm'a verilen belirli kitap Tevrat'tır.
"Tevrat'ı Musa'ya ben vermiştim."
Ve kaffeynâ. "Arkasına eklemiştik."
Yani "Ben eklemiştim." mânasına yine...
Min ba'dihî. "Onun, Musa'nın arkasından..."
Hû zamiri Musa aleyhisselâm'a gidiyor.
"Onun arkasına eklemiştik."
Bi'r-rusul. "Peygamberler eklemiştik."
Bu ne demek?
Yani Allahu Teâlâ hazretleri Musa aleyhisselam'dan sonra Musa aleyhisselâm'a indirilen Tevrat'ı ve Musa aleyhisselâm'ın şeriatini uygulayan bir dizi peygamber de vazifelendirmişti. Onlar da Musa'dan sonra Benî İsrail'in yani yahudi kavminin peygamberleri idiler. Hatta kardeşi Harun da bir peygamberdi. Ondan sonra Beykoz'da makamı bulunan Yûşâ aleyhisselam da Musa aleyhisselâm'ın Kudüs'ü fetheden ashabındandı, peygamberdi. Ve böyle peygamberler devam etmiştir...
Yahudilere gelen peygamberlerin sonuncusu kimdir?
Belki biraz şaşıracaksınız, sonuncu yahudi peygamberi İsa aleyhisselam'dır.
Neden şaşırır insan?
Çünkü İsa aleyhisselam ayrı bir İncil'i getirdi, ayrı bir şeriat getirdi. Ama Benî İsrail'e peygamber gönderilmişti. Binâenaleyh, Benî İsrail'e gönderilen peygamberlerin sonuncusu o.
Ve âteynâ Îse'bne Meryeme'l-beyyinât. "Ve Meryem'in oğlu İsa -her ikisine de selam olsun, aleyhimesselam- beyyineler vermiştik." Ve eyyednâhu bi-rûhu'l-kudüs. "Ve o İsa aleyhisselâm'ı Rûhu'l-kudüs ile teyit, takviye, kuvvetlendirme ve sağlamlaştırma yapmıştık. Onu vazifesini güzel yapması konusunda teyit ve takviye eylemiştik."
E fe-küllemâ câeküm resûlün bimâ lâ tahvâ enfüsüküm. "Sizin nefislerinizin arzu etmediği, şevk duymadığı, istemediği şeyleri bir peygamber size getirdiği zaman siz hep istikbar edeceksiniz." İstekbertüm. "Kibirlenip kabul etmeyeceksiniz, karşı çıkacaksınız." Fe-ferîkan kezzebtüm. "Bir kısmını öldüreceksiniz, yalanlayacaksınız." Ve ferîkan taktulûn. "Bir kısmını da öldürmeye mi kalkışacaksınız?" diye Allahu Teâlâ hazretleri azarlıyor.
Onları âyet-i kerîmenin bu son bölümüyle; "Hep size peygamber gelince, böyle canınızın istemediği şeyleri söyleyince böyle kibirlenip, istikbar eyleyip, kibre tutulup, kibir duygusu içine gark olup da o peygamberleri yalanlayacaksınız, bir kısmını da öldürecek misiniz? Hep işiniz böyle mi olacak?" diye Allahu Teâlâ hazretleri azarlıyor.
Bunları biraz açıklayalım.
Kaffeynâ kelimesi bildiğimiz kâfiye kelimesiyle ilgilidir. Kâfiye, bir şiirin satırının sonundaki, en sonuna gelen sesler zümresidir. Öteki satırın sonuna gelen sesler grubu ile benzerlik olunca şiir kâfiyeli olmuş oluyor. Ama kâfiye, "arkasına ekleme" demek. Satırın en arkasına, en gerisine geldiği için öyle denmiş oluyor. Bu kaffâ-yukeffî-takfiye de "arkasına eklemek, arkasından devam ettirmek, getirmek" mânasına geliyor. Etba'nâ, "tâbi kılmak" demek veya evdefnâ "redif eyledik arkasına" mânasına kullanılan bir kelime. Yani "Musa aleyhisselâm'a Tevrat'ı verdik. Onun arkasına da bir seri peygamber ekledik. Tevrat'ı anlatsınlar, öğretsinler, ona göre hükmetsinler diye." Yahudi kavmine, onun mûcibince amel etmelerini sağlasınlar diye vazifeli bir sürü peygamber geldi. Bu kaffâ-yukaffî o mânaya geliyor. Peygamberler geldi.
Ve âteynâ Îse'bne Meryeme. "Meryem'in oğlu İsa'ya verdik. Ben verdim." el-Beyyinât. "Beyyineleri verdim."
el-Beyyinât, "beyyineler, mucizât" demek.
Çünkü İsa aleyhisselâm'ın peygamberliğini kabul etmek istemediler. İncil'in ahkâmını öğretmeye başlayınca, Tevrat'taki bazı ahkâmı değiştirmeye başlayınca muhalefete başladılar. Çünkü o Benî İsrail'e vazifeli olarak gönderildiği zaman dedi ki;
Ve li-uhille leküm ba'de'llezî hurrime aleyküm. "Size daha önce Tevrat'ta haram kılınmış olan bazı şeylerin artık haramlığının kaldırıldığını, helal edildiğini, onları helal kılmak üzere, bildirmek üzere geldim." Ve ci'tüküm bi-âyetin min rabbiküm. "Ve size Rabbiniz'den âyet getirdim, mucizât getirdim." diye Kur'ân-ı Kerîm['in] başka kısımlarında yer alan [diğer] âyetlerde bildiriyor.
İsa aleyhisselam Tevrat'taki ahkâmı artık değiştiriyor. Allah ne emretmişse; "Şu şöyle olsun, şu değişsin, o yasak kalsın, bu şöyle olsun..." Yef'alu'llâhu mâ yeşâ' ve yahkumu mâ yurîd. "Cenâb-ı Mevlâ ne dilerse onu yapar ve neye hükmederse dilediğine hükmeder." Vallâhu yahkumu lâ muakkıbe li-hükmihî. "Allah hükmeder ve hükmüne hiç kimse itiraz edip karşı çıkamaz. Çıkma selâhiyeti, hakkı yok. Mevlâ dilediğini yapar." Mâşâallahu kân. "Allah ne dilemişse o olur, dilediği olur."
Cenâb-ı Mevlâ insanlığın ilerlemesine göre yani toplumların hayat seviyesinin, yaşam şartlarının değişmesine göre peygamberler gönderip, şeriatlerde, buyruklarında değişmeler yapmıştır. Yeni buyruklar buyurmuştur, emretmiştir. Yeni hükümler hükmetmiştir. Eski hükümleri kaldırmıştır. Zaruretlere göre böylece hikmetli değişiklikler yapmıştır. Nice nice peygamberler göndermiştir. Nice kitaplar indirmiştir. Bunların hepsi Cenâb-ı Mevlâ'nın hikmetli işidir, yerli yerindedir. Çünkü öyle yapılması uygundur, Cenâb-ı Hak ondan öyle yapmıştır.
Musa aleyhisselâm'ın şeriatindeki değişiklikleri yapmak isteyince o zaman yahudiler tutuculuk gösteriyorlar. Yani kendi kitaplarında değişiklik yapılmasını istemiyorlar. Halbuki kendileri bazı ahkâma uymadılar. Kendileri Tevrat'ı tahrif ettiler, değiştirdiler. Elleriyle bazı metinler yazıp "Bunlar Tevrat'tır." diye söylediler, dünya menfaati sağlamak için. Tevrat'taki bazı ahkâm sorulduğu zaman sakladılar, söylemediler. Kendileri öyle şeyler yapıyorlar ama Cenâb-ı Hak İsa aleyhisselâm'a yeni âyetler, hükümler indirince o zaman düşman oldular, muhalefete kalktılar. O zaman da Cenâb-ı Hak İsa aleyhisselâm'ı teyit etmek yani kuvvetlendirmek için, peygamberliğinin hak olduğunu herkes bilsin, tereddüt kalmasın diye, vazifesini sağlam yapmasını sağlamak için ona mucizeler verdi. Neydi bu mucizeler?
İbn Abbas radıyallahu anh -mesela- diyor: İhyâi'l-mevtâ, yani ölüleri Allah'ın izniyle diriltmesi gibi. Sonra çamurdan kuş şeklini yapıp üfürdüğü zaman onun kuş olup uçması gibi, Allah'ın izniyle... Bütün bunları bi-iznillah yani Allah'ın izniyle, Allah'ın müsaadesiyle yapıyor. Peygamber olarak yapıyor. Yani peygamber mucize gösteriyor. Olağanüstü, herkesin yapamayacağı şeyi Allah onun elinden göstertip öteki insanlara onun hak peygamber olduğunu anlamalarını sağlamak için yapıyor.
Allahu Teâlâ hazreti Musa aleyhisselâm'a da bir asâ vermişti, o asâda da olağanüstü meziyetler oldu. Mesela "Nedir o elindeki asâ ya Musa?" diye soruyor. O da diyor ki; Hiye asâye. "O benim asâmdır." diyor. Musa aleyhisselâm'ın Tur dağındaki münâcaatında Rabbü'l-âlemîn soruyor. "Bu benim asâmdır." diyor. Etevekkeu aleyhâ. "Ben bu asâma bazen dayanırım." Ve ehuşşu bihâ alâ ğanemî. "Ve bu asâm ile koyunlarımı güderim." diyor.
Bunu niye söylettiriyor Cenâb-ı Hak?
Bak işte, o işleri yapmakta kullanılan basit bir asâ değil mi bu?
Tamam, basit bir asâ...
"At bakalım, onu yere..."
Asâsını yere attığı zaman Musa aleyhisselâm'ın asâsı bir ejderha oluyor. Hatta sihirbazlarla halkın huzurunda toplandıkları zaman, Firavun'un sihirbazlarıyla sihir yarışı yapmak istedikleri zaman, onlar çeşitli hileler, sihirler yaptılar, halkın gözünü boyadılar. Musa aleyhisselam "Eyvah!" dedi. Yani korktu. Baktı ki o çok başarılı şeyler, hokkabazlıklar, sihirler yapıyorlar; korktu. Allahu Teâlâ o zaman "Asânı at yere ya Musa!" dedi. Asâ yere atınca bütün onların yaptıkları hileleri, tuzakları, dolapları, sihirleri, hepsini yuttu. Halbuki asâ küçük bir değnek. Olağan bir asâ olarak ne olduğunu Musa aleyhisselâm'a soruyor. Her şeyi bilen Mevlâ; "O nedir? Nedir o elindeki?" diyor. "İşte bir değnektir. Ben ona dayanırım, onunla koyunlarımı güderim, kışalarım." diyor. Ama attığı zaman o basit değneği, değneğe Allah mucize olarak olağanüstü işler yaptırtıyor. Sihirbazların bütün sihirlerini malzemeleriyle beraber yutturuyor. Halbuki incecik bir sopa. Gözünüzün önüne getirin... Yani mucize.
Musa aleyhisselâm'a o mucizeyi gösterdiği gibi, "Vur asânı denize!" dediği zaman, denize değdiği zaman asâ 12 tane yol açıldı. Asfalt gibi, şahrah, geniş bulvar gibi... Türkçesi, Osmanlıcası şahrah. "Bulvar" diyoruz şimdi, Fransızca niye kullanalım; şahrah deriz. "Yolların şâhı" demek, "kocaman yol" demek. Koca yollar açıldı. Denizden geçtiler, karşı tarafa geçtiler. Firavun da geçmeye kalktı. Tam ortasına geldiği zaman sular kapandı. İşte bir mucize. Tabiî bir olay değil, her zaman olan bir olay değil; olağanüstü bir şey.
Mucize ne demek?
"Olağanüstü bir hâdise" demek.
Olağanüstü bir hâdise olacak ki, herhangi bir insanın yapamayacağı, akla, mantığa hayret bahşedecek olağanüstü bir durum olacak, başkası aynı şeyi yapamadığı için, gösteremediği için mucize deniyor; "başkasını âciz bıraktıran olay". İ'caz, "âciz bıraktırmak" demek. Âciz bıraktıran olay.
Musa aleyhisselâm'a o mucizeleri veren Cenâb-ı Hak İsa aleyhisselâm'a da hastaları iyileştirme meziyeti veriyor. İyileşmeyen abras illetine tutulmuş illetlilere elini sürdüğü zaman iyi oluyor. Ölmüş kimseye Allah'ın izniyle [işaret ettiği] zaman diriliyor. Kuş şeklinde çamur yaptığı zaman, üflediği zaman kuş olarak uçuyor. Bunlar nedir?
İsa aleyhisselâm'a Cenâb-ı Hakk'ın kendisinin verdiği mucizelerdir. Başka insanlar görsünler de İsa aleyhisselâm'ın hak peygamber olduğunu anlasınlar diye. Bunlar beyyinelerdir yani açık belgelerdir ki o Allah'ın gerçek peygamberi, vazifeli bir insan; sahtekâr değil, yalancı değil, uydurma değil, gerçek bir peygamber diye.
Ve âteynâ Îse'bne Meryeme'l-beyyinât. "Meryem'in oğlu İsa'ya mucizeler verdim." buyuruyor Cenâb-ı Hak. Ve eyyednâhu bi-rûhi'l-kudüs. "Rûhu'l-kudüs'le de onu kuvvetlendirdim, teyit ve takviye ettim."
Rûhu'l-kudüs, bilinen yaygın tefsir, bu Rûhu'l-kudüs'ün Cebrail aleyhisselam olduğudur. Ama bilgi bakımından genişlik olsun diye ben bu konuda başka neler olduğunu da, hangi izahlar olduğunu da size İbn Kesîr tefsirinden özetlemek istiyorum.
Önce başka âyetlerden deliller arayalım, bu "Rûhu'l-kudüs Cebrail'dir." mânasını gösteren... Mesela:
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Nezele bihi'r-rûhu'l-emînu alâ kalbike li-tekûne mine'l-münzirîn. "Ey Resûlüm Muhammed-i Mustafa! Bu Kur'an'ı sana..." Nezele bihî. "İndirdi." er-Rûhu'l-emîn. "Allah'tan vazifeli o Rûhu'l-emîn -senin gönlüne, kalbine- indirdi." Li-tekûne mine'l-münzirîn. "Peygamber olasın diye, peygamberlik vazifeni yapasın; inzar edesin, insanları ikaz edesin, kötü davranırlarsa, âsi olurlarsa azap göreceklerini inzar eyleyesin, korkutasın diye bu Kur'an'ı indirdi." deniliyor. er-Rûhu'l-emîn yani "Emin Ruh" deniliyor.
Bu âyet-i kerîmenin izahında, sahabe-i kirâm ve tâbiînden müfessirler, tefsir ilmiyle uğraşan mübarek büyüklerimiz, selef-i sâlihinîmiz hep "Bu Cebrail'dir." diye buyurmuşlar. Orada er-rûhu'l-emîn deniliyor, burada Rûhu'l-kudüs deniliyor.
Hz. Âişe anamız radıyallahu anhâ'dan bir rivayet var. Bu da bu kelimenin, Rûhu'l-kudüs'ün "Cebrail" mânasına geldiğine hadîs-i şerîften delil olsun diye buraya kaydedilmiş. Hadîs-i şerîfi okuyalım:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem şair Hassan b. Sâbit için -şiirle meşgul olan sahabi Hassan b.Sabit; başka şair sahabiler de vardı- bir minber yaptırdı. Vadaa li-Hassan ibni Sâbit minberen fi'l-mescit. "Mescitte bir minber yaptı." Fe-kâne yunâfihu an Resûlillah. "O da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'i tanzim ettiği şiirlerle savunuyordu. Müşriklerin şiirlerini cevaplandırıyordu. Resûlullah Efendimiz'in evsâfını şiir hâline getiriyordu. Sahabe-i kirâm zevkle dinliyorlardı, memnun oluyorlardı bu [şiirlerden.] Peygamber Efendimiz Hassan b. Sâbit'e demişti ki;
Allâhümme eyyid Hassâne bi-Rûhi'l-kudüs. "Yâ Rabbi! Hassan'ı Rûhu'l-kudüs ile kuvvetlendir, takviye et, sağlamlaştır, destekle." Kâne yunâfihu an nebiyyike. "Senin peygamberine o öyle şiirleriyle yardım ettiği gibi, cevaplar yazdığı gibi, methiyeler yazdığı gibi, şiirle İslâm'a hizmet ettiği gibi sen de Rûhu'l-kudüs'le onu teyit et yâ Rabbi!" diye Efendimiz'in duası var.
Rûhu'l-kudüs kelimesi hadiste böyle kullanılıyor. Bu tabii Cebrail olduğunu gösteriyor.
Yine Ebû Hüreyre radıyallahu anh'ten bir başka rivayet var. Onu da bir hadis rivayeti olarak zikredelim:
Enne Umere'bne'l-hattâbi merre bi-Hassâne ve hüve yünşidu'ş-şi're fi'l-mescidi fe-lehaza ileyhi. "Ömer İbnü'l-Hattab radıyallahu anh -yani ikinci halife Hz. Ömer- Hassan b. Sâbit'in mescitte bulunduğu bir sırada oradan geçiyordu ve Hassan b. Sâbit mescitte şiir okuyordu."
Hz. Ömer de ona dik dik, hışımlı hışımlı baktı. Neden bakıyor?
"Ne bu şey? Mescitte şiir okunur mu?" gibilerden Hassan b. Sâbit'e öyle baktı. Yani kızdı. Hz. Ömer de kızdı mı onun kızmasından korkulur.
Ama Hassan b. Sâbit ne demiş?
Kad küntü ünşidu fîhi ve fîhi men hüve hayrun minke. "Ben burada -yani fîhi dediği mescitte- bu mescitte şiir okurdum." Ve fîhi men hüve hayrun minke. "Bu mescidin içinde senden daha hayırlı bir zât-ı muhteremin huzurunda, o varken de ben bu şiiri okurdum." dedi Hz. Ömer'e.
Yani kendisini savunuyor. "Benim burada şiir okuduğumu ne garipsiyorsun, ne öyle dik dik bakıyorsun, kızgın kızgın bakıyorsun? Ben Resûlullah'ın huzurunda da burada şiir okurdum." O tabii Resûlullah, Hz. Ömer de onu kabul ediyor. "Senden daha hayırlı insanın huzurunda ben burada okuyordum, ne bakıyorsun?" demiş oluyor. Hz. Ömer'i susturuyor.
Sümme'ltefete ilâ Ebî Hüreyre. Sonra orada Ebû Hüreyre varmış, radıyallahu anhüm ecmaîn, Allah hepsinden razı olsun. Bir tablo, bir sahne... Böyle [rivayetler] de konunun biraz daha iyi anlaşılması için, hatırda kalması için vesile oluyor diye bunları da anlatmayı seviyorum. Hassan b. Sâbit Ebû Hüreyre'ye demiş ki;
Ünşüdüke'llâhe. "Allah için sana and veriyorum." E semi'te Resûlallahi sallallahu aleyhi ve sellem yekûlu ecib annî. "Sen Resûlullah'ın bana dönerek 'Benim nâmıma bu müşriklere cevap ver ya Hassan!' dediğini duymadın mı? Allah rızası için and veriyorum sana, söyle yâ Ebâ Hüreyre!" "'Allâhümme eyyidhu bi-Rûhi'l-kudüs' demedi mi? 'Rûhu'l-kudüs'le sen bu Hassan'ı teyit ve takviye eyle yâ Rabbi!' dememiş miydi Resûlullah? Allah aşkına söyle!" dedi.
Ebû Hüreyre radıyallahu anh:
Kâle Allâhümme neam. "Evet, vallahi öyle."
Allâhümme neam bir tabir.
"Evet Allahım, öyle." dedi. Ebû Hüreyre de; "Evet, aynen Resûlullah böyle söylemişti." dedi.
Demek ki Rûhu'l-kudüs'e takviyesi, yani Rûhu'l-kudüs Cebrail demek.
Allahu Teâlâ hazretleri İsa aleyhisselâm'ı Cebrail ile takviye etti. Tabii Cebrail ona Allah'ın kelâmını, vahyini getirmek için geliyordu.
Ruhu'l-kudüs hakkında başka rivayetler de var. Onların da bilinmesini istiyorum, tefsirlerdeki zengin malzemeyi kardeşlerimiz duymuş olsunlar diye. Bu rivayetlerden bir tanesi, İbn Abbas'tan gelen rivayetlerin birisi:
Hüve'l-ismu'l-a'zam ellezî kâne Îsâ yuhyî bihi'l-mevtâ demiş. Yani ne demek?
İsm-i Âzâm duasıydı o Rûhu'l-kudüs denilen şey ki İsâ aleyhisselam onu okurdu da ölünün dirilmesi bu İsm-i Âzâm duasıyla olurdu. Demek ki "Rûhu'l-kudüs nedir?" sorusunun bir cevabı, rivayetlerden birisi de; "O İsm-i Âzâm'dı."
İkinci bir rivayet var. O da: er-Rûhu hüve hafazatun ale'l-melâiketi. "Meleklerin muhafızı olan, onların üstünde olan er-Ruh isimli melektir." demiş alimlerin bazısı. Bu da bir rivayet.
Bazı rivayetlerde de Ruh İncil'dir. Allahu Teâlâ hazretleri İncil'i indirerek İsa aleyhisselâm'ı takviye etti. Ruhu'l-kudüs dediği İncil'dir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'de bir âyet-i kerîmeyi delil getirmiş: Ve kezâlike evhaynâ ileyke rûhan min emrinâ buyurmuş Allahu Teâlâ hazretleri; "Ey Resûlüm Muhammed-i Mustafa! İşte böyle ben sana benim emrimden bir ruhu vahyeyledim." deniliyor. Yani "Kur'an'ı" demek oluyor. "Bu âyette ruhtan maksat Kur'ân-ı Kerîm olduğu gibi buradaki eyyednâhu bi-Rûhu'l-kudüs'teki de İncil'dir." diyen olmuş. Bir mâna da bu.
Bir rivayet daha: "Buradaki Kudüs sözü Allahu Tebâreke ve Teâlâ hazretleridir." rivayeti var. O zaman Rûhullah demek oluyor. Yani Kudüs Allah demek olunca bi-Rûhi'l-kudüs deyince "Allah'ın ruhu" demek oluyor ki o da yine Cebrail aleyhisselâm'ı ifade edebilir. Böyle bir rivayet var. Kudüs "Allahu Teâlâ hazretleri" mânasına gelir diyenler var.
Ayrıca "Kudüs, 'tuhur, temizlik' mânasına gelir, 'bereket' mânasına gelir." diyenler var.
Zemahşerî; -o da dil bilgisi, edebiyat bilgisi kuvvetli olan bir isim- "Rûhu'l-kudüs demek, er-rûhu'l-mukaddes demektir." diyor. Yani Kudüs kelimesi tavsif için gelmiş ama muzaf-muzâfun ileyh şeklinde "kutsallığın, temizliğin ruhu" yani "mukaddes ruh" demek mânasına diye böyle bir bunun lisan açıklaması var. Çünkü Araplar böyle ifadeler kullanırlar. Mesela hâtemü'l-cûd "cömertliğin hatemi" yani "cömert hâtem" demek. Raculü sıdkin, -yani muzaf-muzafun ileyh- "doğruluğun adamı" yani er-raculü's-saduk demek, "doğru adam" demek. Araplar böyle izafeti bazen sıfat tamlaması ifade edecek şekilde kullanır diye Rûhu'l-kudüs'ten maksat er-rûhu'l-mukaddes demektir ki o da Cebrail aleyhisselam demek olur netice itibariyle diye bildiriyorlar.
Bu çeşitli kavillerden çıkan sonuca göre Cebrail aleyhisselâm'ı Allahu Teâlâ hazretleri İsa aleyhisselâm'a vahiy indirmek, İncil'i indirmek için gönderdi. Mucizeler de nasip etti. İncil'i de indirdi. Böylece İsa aleyhisselâm'ın Allah'ın gerçek bir peygamberi olduğu o kavme âşikâr oldu. Artık onların kabul etmeleri gerekir.
Ama öyle yapmadılar. İtiraz ettiler. O zaman Cenâb-ı Hak onlara soru ile, soru şeklinde bir azarlama [ile hitap etti:]
E fe-küllemâ câeküm resûlün. "Size her zaman bir peygamber geldiği zaman..." Bimâ. "Geldi." Ama bi harf-i cer'i ile burada müteaddî oluyor.- Bimâ lâ tehvâ enfüsüküm. "Nefislerinizin sevmediği, hoşlanmadığı bir şeyi getirdiği zaman..." -Bi yine tâdiye oldu.-
"Herhangi bir zamanda bir peygamber size nefislerinizin hoşlanmadığı bir şey getirdiği zaman siz hep bunu böyle âdet mi ediniyorsunuz?"
İstekbertüm. "Kibirlenip, hakkı reddedip 'Biz bunu kabul etmeyiz!' deyip burun kaldırıyorsunuz." Fe-ferîkan kezzebtüm. "Bu gönderilen peygamberlerin bazısını yalanlıyorsunuz. 'Doğru değil! Sen yalancısın! Sözlerin doğru değil! Peygamber değilsin!' diyorsunuz, yalanlıyorsunuz. Yalancı yerine koyuyorsunuz. Yalancılıkla itham ediyorsunuz." Ve ferîkan taktulûn. "Bazısını da öldürüyorsunuz!"
"Bu mu sizin huyunuz? Yapmanız gereken bu mu? Böyle şey olur mu?"
Yani "olmaz" mânasına... Böyle bir soruya istifhâm-ı inkârî derler veya istifhâm-ı istikrârî derler. Yaramazlık yapan çocuğa biz; "Böyle şey yapılır mı evlâdım?!" deriz. Ne demek?
"Böyle şey yapılmaz." demek, "Yapmaman lazım." demek. Soru şeklinde bir azarlama oluyor.
Çünkü maalesef o kavim Musa aleyhisselâm'a inanmış oldukları halde, Allah'ı bildikleri, Allah'ın peygamber gönderdiğini bildikleri halde, kitap indirdiğini bildikleri halde, ondan sonra mucizelerle İsa aleyhisselâm'ın da o peygamberlerden bir peygamber olduğunu, kendilerine gönderilmiş bir peygamber olduğunu anladıkları halde kabul etmediler. Ve İsa aleyhisselam'dan önceki peygamberlerin de bazılarını öldürdüler. Zekeriya aleyhisselâm'ı testere ile biçtiler. Yahya aleyhisselâm'ı öldürdüler. Onlar da İsa aleyhisselâm'ın yakınlarıydı. Zekeriya aleyhisselam Meryem validemize nezaret eden bir peygamberdi. Yahya aleyhisselam da onun oğluydu. Onları öldürdüler mesela... Yapmamaları gereken şey. "Böyle şey olur mu? Niye böyle yaptınız? Yapmamanız gerekti!" diye Cenâb-ı Hak bu âyet-i kerîmede hatalarını hatırlatıyor.
88. âyet-i kerîmeyi de buna bağlı olarak açıklamak istiyorum. Onun üzerinde sohbetimi devam ettirip bırakmak istiyorum. Bu akşamki sohbetimi burada tamamlamak istiyorum.
Ve kâlû kulûbunâ ğulf. "Ve dediler ki; 'Bizim kalplerimiz perdelidir, örtülüdür, kapalıdır.'"
Peygamber Efendimiz onları doğru yola çağırınca, hakkı söyleyince âmennâ demiyorlar; "Bizim kalplerimiz ğulftür, kapalıdır."
Ğulf ne demek?
Ve fî kulûbinâ ekinnetün. "Kalplerimizde perde vardır. Yani anlamıyoruz, anlayamıyoruz, kalplerimiz perdelidir." demiş oluyorlar. Bir rivayet bu. Müfessirlerin bir kısmı "Söylediklerini kavramıyoruz, anlamıyoruz." mânasını anlamış, tefsir etmiş.
Mesela İbn Abbas demiş ki; Ey lâ tefkahu. Yani farkına varmıyor, ne demek olduğunu anlamıyor. Aleyhâ ğışâvetun. "Üzerinde örtü var." Çalışmıyor, gönlü kapalı, perdeli, gerçekleri anlayamıyor. Lâ tefhemu ve lâ tefkahu mânasına. Ğulf, ğıta "örtü" demek.
İbn Abbas radıyallahu anhümâ bir de ğulf kelimesini ğuluf diye okumuş. Yani lam'ı da ötreli, cezimli değil de ğuluf diye okumuş. O zaman ğılaf kelimesi "torba, kılıf" dediğimiz torba sözünün çoğulu oluyor; torbalar. "Bizim kalplerimiz ilim irfan torbasıdır." demek istemiş oluyorlar. Yani "Biz her şeyi biliyoruz, senin söylediğine ihtiyacımız yok. Biz senin söylediklerinden âlâsını biliyoruz." gibi bir iddia [ortaya atmış] oluyorlar. "Tamam tamam, biz seni dinlemiyoruz, daha âlâsını biliyoruz." mânası olur o zaman; ötreli okumakla, ğulf yerine ğuluf okumakla... Böyle bir mâna veren de var. Ey kulûbunâ ev iyetun li'l-ilmi. "İlim torbasıdır. Biz çok daha iyi biliyoruz. Sus sus, biz çok daha iyi biliyoruz." gibi bir söz söylemiş oluyorlar. Ama Cenâb-ı Hak onları reddediyor. Buyuruyor ki;
"Öyle değil, aksine..." Leanehumu'llâhu bi-küfrihim. "Kâfirliklerinden, küfre sapmalarından dolayı Allah onlara lanet etti de..." Fe-kalîlen mâ yu'minûn. "Onun için inanmıyorlar."
Lanet ne demek?
"Her türlü rahmetten, lütuftan mahrum olmak, uzaklaştırılmak, kovulmak" demek.
Onlar inanmayıp da küfrü tercih edip kâfir olduklarından, küfrü tercih edip inkâra saptıklarından dolayı Allah onları lanetlendirdi, rahmetinden mahrum etti de ondan inanamıyorlar. Çünkü inansalar cennete girecekler. İnanmamak felaket. İnanmamak en yanlış iş. Çünkü inanmayan insan ebediyen cehennemde yanacak. Allah onları rahmetinden mahrum ettiğinden inanmıyorlar.
Fe-kalîlen mâ yu'minûn sözünün iki izahı var: Fe-kalîlün men yu'minu minhu. Yani "Onlardan pek azı inanıyor." Tek tük bazıları gerçekleri kabul etmişler. Âmennâ ve saddaknâ demişler. "Evet, doğru söylüyorsun. Bu söylediklerinin hepsi haktır. Kur'ân-ı Kerîm sana Cebrail vasıtasıyla Allah'tan geliyor. Bildirilen şeylerin hepsi doğru, evet böyledir." diye kimisi [inandılar.] Fe-kalîlen mâ yu'minûn'u "İnananlar azdır." mânasına almışlar.
Bir anlayış da: fe-kalîlün imânuhum ennehüm yu'minûne bimâ câehüm bihî Mûsâ min emri'l-meâdi ve's-sevâbi ve'l-ikâb velâkinnehû imânun lâ yenfeuhum li-ennehû ma'bûrun bihâ keferu bihî mine'llezî câehüm bihî Muhammed. "Peygamber Efendimiz'e inanmadıkları için inandıkları şey yeterli değil, imanları az geldi, yani kâfi gelmedi." mânasına almışlar.
Bir üçüncü mâna daha var, onu lisan-edebiyat alimleri belirtmişler. Buradaki mâna "hiç inanmadı" mânasınadır. Ğayrı mü'minîne. "Onlar hiçbir şeye inanmış değiller." demektir bu. Çünkü Araplar ne derler?
Kalle mâ raeytü misle hâzâ kadtu. "Böyle bir şeyi çok az gördüm." Yani "Hiç görmedim." demek. Türîdu mâ raeytü misle hâzâ kadtu. "Hiç böylesini görmedim." Böyle derler. Kisâî ve diğer lisan ve edebiyat alimleri; "'Hiç inanmadılar.' mânasına gelir." demişler. "Arap'ın lisanı kullanış tarzına göre bu mânaya gelir." demişler.
Sonuç itibariyle bir garip durum var ki kendilerine bir peygamber gelen bir kavim; peygamber geliyor, ona inanıyorlar; güzel, aferin. Ondan sonra Allah başka bir peygamber gönderince niye inanmıyorsunuz? O da Allah'ın gönderdiği peygamber. Yine Allah gönderiyor. Maalesef Musa aleyhisselâm'a inananlar İsa aleyhisselam gelince ona inanmadılar. Halbuki o da Allah'ın bir peygamberi. Birçok peygamberi; bazılarını reddedip yalanladılar, bazılarını da öldürdüler. Maalesef çok büyük cinayet... İsa aleyhisselâm'a inananlar da bu sefer Peygamber Efendimiz, hem de onların ihtilafa düştükleri, ihtilaflı konuları, yalan yanlış söylediklerini düzeltecek gerçekleri bildirdiği halde, tamamen apaçık, güzel, âşikâr, dinî hakikatleri, onların bütün sorunlarını çözecek bilgiler getirdiği halde, Kur'ân-ı Kerîm'i getirdiği halde bu sefer onlar da Peygamber Efendimiz'e inanmadılar. Maalesef şeytana uymuş oldular. Âhiret hayatlarını mahvettiler. Âhiretlerini kaybettiler. Âkıbetlerinin kötü olduğunu ilerideki âyet-i kerîmelerde göreceğiz.
Bütün insanlar tabii bizim Hz. Âdem'den kardeşlerimizdir. Hepsinin cennete girmesini istiyoruz. Basit bir çekişme, çatışma, rekabet veyahut particilik veyahut futbol takımı tutar gibi bu işi böyle [anlamak] çok yanlış oluyor. Madem Allah bir emir göndermiş, emir tutulur. Ondan sonra bir başka emir gönderdiyse ondan sonraki emir tutulur. Ondan sonra bir emir daha gönderdiyse o tutulur. En sonuncu emir en muteberdir, çünkü en son gönderilmiştir. Dileriz ki bütün insanlar cennete girsin. Dileriz ki hata işlemesinler. Dileriz ki şeytana uymasınlar. Dileriz ki Allah'ın peygamberlerini yalanlamasınlar. Allah'ın kitaplarını inkâr etmesinler. Hem "Allah'ı seviyoruz." deyip, hem "Allah'ın bir peygamberine bağlıyız." deyip de hem de Allah'a kâfir duruma düşmek, âsi duruma düşmek çok yanlış bir iş oluyor.
"Allah yanlışa düşenleri hatalarını görüp o yanlıştan dönmeye muvaffak eylesin." diye dua ediyoruz. "Allah insaf sahiplerine hidâyet versin." diyoruz.
Bizi de imanımızın kadrini kıymetini bilip, sımsıkı dinimize imanımıza sarılıp, mü'min-i kâmiller olup öyle yaşamaya muvaffak eylesin. Sonunda da hüsnü hâtimeler ile, güzel bir sonuçla şu hayat imtihanımızı tamamlayıp Rabbimiz'in sevdiği razı olduğu bir kul olarak âhirete göçmeyi, cennetiyle cemâliyle müşerref olmayı nasip eylesin.
Tevhidi dünyanın her yerine yerleştirelim. Yanlış yolda gidenleri doğru yola çekelim. Eğri yolda gidenler bizi eğri yollarına çekmesinler. Uçuruma gidenler bizi uçuruma çekmesinler.
Bazen gazetelerde okuyoruz; boğazda araba hızlı giderken Emirgan'dan, yolun dönemecinden, dönemeci alamamış, denize düşüyor. Şoför tam kapıyı açıp dışarı çıkacakken, denize uçan otomobilin kapısını açıyor, şoför atlayacak dışarıya, otomobilden çıkmış olacak; yanındaki yolcu tutmuş, içeri çekmiş. Yani "kıskançlık" mı diyelim, o andaki gayri ihtiyari bir durum mu, "Nereye gidiyorsun?" gibi şoförü geri çekmiş. Tabii suya düşünce kapı suyun tazyiki ile tekrar yüzlerine çarpıyor, aşağı gittikleri zaman da suyun tazyikinden açılması mümkün olmuyor; hepsi birden felakete uğruyorlar. Halbuki kapı açık olsaydı belki kurtulacaklardı. Kurtulacaklarken böyle bir şey yapıyor. Bazı insanlar kendileri felakete gidiyorlar, başkalarını da felakete çekiyorlar.
Elhamdülillah, biz de istiyoruz ki bütün uçuruma düşenleri engelleyelim, düşürmeyelim. Cehenneme gidecekleri cehenneme gitmekten kurtaralım, cennet yoluna çevirelim, cennet yolunu gösterelim de hepsi Âdem atamızın evlatları, hepsi cennete gitsinler. Cennette bütün insanlar için yer var.
Miraç gecesi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz seyri esnasında Âdem atamızın yanına da uğramış, Âdem atamızla da konuşmuş. Âdem aleyhisselâm'ı sağına baktığı zaman gülüyor olarak görmüş, soluna baktığı zaman ağlıyor olarak görmüş. O mübarek, ak sakallı, yaşlı dedemiz sağına bakarken gülüyor, tebessüm ediyor, memnun; soluna bakarken ağlıyor, gözyaşları döküyor. Öyle mübarek bir ihtiyarın ağlaması ne kadar acı... Güldüğü kimler?
Sağındakiler, cennetlikler. Onlara baktıkça seviniyor; "Benim evlatlarım cenneti kazandılar, Allah'a itaat ettiler, cenneti buldular." diye seviniyor.
Soluna bakıyor; kâfirler, cehennemlikler. O da onun evlatlarından bazıları tabii... Onların cehenneme gittiğine üzülüyor, ağlıyor.
Bu sahne benim gözümün önünde canlanır da çok hüzünlenirim, cehenneme gidenlere, kâfirlere, müşriklere üzülürüm.
Onun için, gelin elbirliğiyle bir büyük seferberlik başlatalım: Lâ ilâhe illallah'ı bütün insanlara öğretelim. Tevhidi öğretelim. Hak dini öğretelim. Herkes hak yola gelsin, imana gelsin, İslâm'a gelsin de insanlık kurtulsun, insanlar kurtulsun, dünya ve âhiret saadetine ersinler.
Hepinizden gayret bekliyorum.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!