es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı rahmeti bereketi üzerinize olsun.
Bakara sûre-i şerîfesinin 91. âyet-i kerîmesi ve devamını sohbetimin konusu yapmak istiyorum. Önce âyet-i kerîmenin kendini, metn-i şerîfini bir okuyalım.
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve iza kîle lehüm âminû bimâ enzelallahü kâlû nü'minu bimâ ünzile aleynâ ve yekfürûne bimâ verâehû ve hüve'l-hakku musaddikan limâ me'ahüm kul fe-lime taktülûne enbiyâallahi min kablü in küntüm mü'minîne.
92. âyet-i kerîme.
Ve lekad câeküm mûsâ bi'l-beyyinâti sümme't-tehaztümü'l-ıcle min ba'dihî ve entüm zâlimûne.
93. âyet-i kerîme.
Ve iz eheznâ mîsâkaküm ve rafe'nâ fevkakümü't-tûre huzû mâ âteynâküm bi-kuvvetin ve's-me'û kâlû semi'nâ ve asaynâ ve üşribû fi-kulûbihimü'l-icle bi-küfrihim kul bi'semâ ye'muruküm bihî îmânüküm in küntüm mü'minîne.
94. âyet-i kerîme.
Kul in kânet le-kümü'd-dâru'l-âhiratü indellâhi hâlisaten min dûni'n-nâsi fe-temennevü'l-mevte in küntüm sâdıkîne.
95. âyet-i kerîme.
Ve len yetemennevhü ebeden bimâ kaddemet eydîhim vallâhu alîmün bi'z-zâlimîne.
96. âyet-i kerîme.
Ve le-tecidennehüm ahrasa'n-nâsi alâ hayâtin ve minellezîne eşrakû yeveddü ahadühüm lev yü'ammeru elfe senetin ve mâ hüve bi-müzahzihıhî mine'l-azâbi en yü'ammera vallâhu basîrun bimâ ya'melûne.
Sadakallahulazim.
Cenâb-ı Hak, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e yahudilerin tarihinden misaller hatırlatarak, geçmiş olayları yahudilere söylemesini emrederek yahudileri insafa davet ediyor. Çeşitli tarihi olayları hatırlattırıyor.
Bu 91. âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;
Ve izâ kîle lehüm. Onlara, yani ilk âyet-i kerîmenin devamından Musa aleyhisselam bahsedildiği için ilk kastedilenin yahudiler olduğu âşikar. Ama yahudiler ve emsali kendisine kitap indirilmiş başka kavimler de aynı hükme tâbi.
Ve izâ kîle lehüm. "Onlara denildiği zaman." Onlar, ilk başta akla gelen yahudiler ama öteki hıristiyanlar da, öteki Ehl-i Kitâb da olabilir. Bu hükme onlar da dahildirler.
Âminû bimâ enzellallah. "Allah'ın indirdiğine iman edin denildiği zaman."
Tabii bunlar Ehl-i Kitâb oldukları için, kendilerine Allah daha önce peygamber göndermiş olduğu için, Hz. Âdem'i, Nuh aleyhisselam'ı, İbrahim aleyhisselam'ı, Musa aleyhisselam'ı bildikleri için, bunlar Allah'ı ve gönderdiği peygamberleri bildikleri için onlara, "Allah'ın indirdiğine iman edin." deniliyor. Yani siz Ehl-i Kitâb'sınız, müşrik değilsiniz, bu Arapların cahilleri, puta tapanları gibi değilsiniz. Allah'ın indirdiğine iman edin. Size daha önceden Cenâb-ı Hak kitap indirdi, peygamber gönderdi. Ona kitap indirdi. İşte bu indirdiğine de iman edin denildiği zaman;
Kâlû. "Onlar dediler ki."
Demek ki böyle teklif olmuş. "Onlar da cevaben demişler ki." Mâzi sigasıyla denildiği zaman, Türkçe'ye çevirdiğimiz zaman Türkçe'sinde siganın mâzi mi muzari mi olduğu görünmüyor. Ama Arapça'sında ve izâ kîle lehüm. "O zaman ki onlara şöyle denildi." yani mâzi sigasıyla. Âminû bimâ enzellallah. "Allah'ın indirdiğine iman edin." O zaman ki onlara Allah'ın indirdiğine iman edin denildi. Kâlû. "Dediler ki onlar." Nü'minü bimâ ünzile aleynâ. "Bize indirilene inanırız." Ve yekfurûne bimâ verâehû. "Bize indirilene inanırız diyorlar ama ondan sonrakilere inanmıyoruz diyorlar."
Yekfurûne. "Kafir oluyorlar, karşı geliyorlar, reddediyorlar, inkâr ediyorlar." Bimâ verâehû. "Kendilerine indirilenden başkalarına kâfir oluyorlar, onları kabul etmiyorlar."
Halbuki kaynak Cenâb-ı Hak. Cenâb-ı Hak gönderiyor, aynı yerden geliyor, aynı yüce makamdan, Rabbülalemin'den geliyor. Kendilerininkine inanmışlarsa, ondan sonra yeniden gelene de inanmaları lazım.
Onlar diyorlar ki bize indirilene inanırız. Bize indirilene inandık tamam orada kalacağız. Ve yekfurûne bimâ verâehû. "Gerisine, bundan ötesine, bundan başkasına, maadasına kâfir oluyorlar." Ama ve hüve'l-hakku. "O indirilen hak olduğu halde kâfir oluyorlar." Yani hakkı inkâr ediyorlar, hakka karşı çıkıyorlar, hakkı reddediyorlar, hakkı kabul etmiyorlar. Hem de, ve hüve'l-hakku musaddıka'l-limâ me'ahüm.
Daha önceki haftalarda da okuduğumuz âyetlerde de bu noktayı Cenâb-ı Hak onlara hatırlatmıştı geçen âyetlerin ifadelerinde. "Kendilerinin yanındakini tasdik edici ve hak olduğu halde kendilerine indirilen kitabı ve ahkamı ve dini ve peygamberlerini tasdik edici, reddetmeyici, kabul edici temize çıkartıcı, onlara inanıcı olduğu halde ve hak olduğu halde kendilerine indirilenin dışındakine kâfir oldular, kâfir oluyorlar."
Tabii burada bir de şu nokta var ki Cenâb-ı Hak onlara kitaplarında, hem Tevrat'ta hem İncil'de; "Bir peygamber gelecek, o peygamber geldiği zaman ona iman edin. Eğer sizin nesillerinizden bu ümmetin, şu anda yaşamakta olanların sülalesinden, soyundan başkaları gelirse, siz söyleyin onlara da, ne zaman hangi nesle geleceği belli olmaz, geldiği zaman o peygambere tâbi olsunlar, iman etsinler, ona itaat etsinler, ona bağlansınlar." diye emir var. Onlar da bekliyorlar. Babaları, dedeleri, ecdadı, din büyükleri kitapları yazıp kendilerine şifahi olarak bu nasihati, bu tavsiyeyi yapmış olduğu için bekliyorlardı.
Ve hatta, daha önceki haftalarda yine âyet-i kerîmelerde geçtiği için açıklamıştık. Evs [ve] Hazrec Kabilesine söylüyorlardı; bir peygamber gelecek biz onunla küfrü tepeleyeceğiz. Sizi, Allah'ın Ad ve İrem kavmini helâk ettiği gibi, bizim elimizle biz [sizi] helâk edeceğiz, helâk olacaksınız diyorlardı. Ama gelince kendileri iman etmediler. Bu müşrik olanlar şirkten döndü, onlar iman etti, onlar mü'min oldu. Bunlar bu sefer kâfir durumuna düşüverdiler. Kendilerininkine inandılar ama kendilerinin inandığı kitabın içinde geleceği bildirilen şeyi kabul etmemekle bu sefer çok ters bir duruma düştüler. Çünkü kitaplarında bu yazılıydı. Ve kitaplarını bu peygamber teyid ediyordu.
Musaddikan limâ me'ahüm. "Onların yanında olan kitaplarını doğruluyordu ve tasdik ediyordu." Evet, "Tevrat Allah'ın kitabıdır. İncil Allah'ın kitabıdır. Onun bazı âyetleri doğrudur, haktır." Bazılarını eksik yazdınız, bozdunuz, değiştirdiniz, sakladınız ama ana yapısı itibariyle Allah'ın indirdiği mübarek vahiylerdendir." diye tasdik ettiği halde, gelen hak olduğu halde onlar kâfir durumuna düşüyorlar.
Biz bize inene inanırız deyip ötekilere kâfir olanlara de ki;
Kul fe-lime taktülûne enbiyâallahi min kablü in küntüm mü'minîne. Şimdi siz İslâm'a inanmadınız, Hz. Muhammed'e inanmadınız, Kur'an'a inanmadınız ve inanmazken de diyorsunuz ki biz bize indirilene inanıyoruz. Biz bir vazife yapıyoruz. Sanki Allah'ın sevdiği bir durumdaymış gibi filan diyorsunuz ama aslında durum da öyle değil.
Fe-lime taktülûne enbiyâallahi min kablü in küntüm mü'minîne. "Eğer inanmışlar idiyseniz niçin size gelen peygamberleri öldürüyordunuz?"
"Niye öldürüyorsunuz?" diyor, tabii mazide min kablü. Evvelce olduğu için Türkçe'ye tercemede, "O halde niye öldürüyor idiniz?" diye terceme etmek lazım.
Onlara sor bakalım. Madem siz size indirilene inandık diyorsunuz. Bize indirilene inanırız da sana indirilene inanmayız diyorsunuz, aslında bu da doğru değil. Bu sözünüz de doğru değil. Siz kendinize indirilene de inanmıyorsunuz. Çünkü niye peygamberleri öldürüyor idiniz, niye öldürdünüz?
Evet, yahudiler Allah'ın kendilerine görevli olarak gönderdiği bazı peygamberleri yahid kavmi tarihte öldürdü. Mesela Zekeriya aleyhisselam, Yahya aleyhisselam ve diğer bazı mübarek peygamberânı, salevâtullahi ve selâmühû alâ nebiyyinâ ve aleyhim ecmaîn öldürdüler.
"Madem mü'minler idiniz o peygamberleri niçin öldürüyor idiniz? Söyleyin bakalım?" diye Cenâb-ı Hak bir yanlışlıklarını, yani aslında İslâm gelmeden önce de Yahudilik çerçevesi içinde de tam görevleri yapmadıklarını onlara bu âyet-i kerîmeyle beyan ediyor. Yani siz o zaman da tam mü'minliğin gereğini yapmadınız.
Ve lekad câeküm mûsâ bi'l-beyyinâti sümme't-tehaztümü'l-ıcle min ba'dihî ve entüm zâlimûne. "Musa aleyhisselam..."
Tabii Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede kulu olduğu için sadece Musa diyor ama biz Allah'ın mübarek peygamberi olduğu için adı geçince, ona selam olsun diye aleyhisselam'ı ekliyoruz. Seviyoruz, başımızın tacı, gönlümüzde yeri var.
Musa aleyhisselam, Hz. Musa, ve lekad câeküm. "Getirmişti." Bi'l-beyyinâti. "Mucizeleri onlara getirmişti."
Bu mucizeler nelerdi?
Bir kere Musa aleyhisselam'ın asâsı bir mucizeydi çünkü gözlerinin önünde sihirbazların bütün âlet edevâtını yuttu. Eli bir mucizeydi, koynuna sokup çıkardığı zaman bembeyaz oluyordu. Sonra kavim yine bu mucizeleri gördüğü halde, firavunun kavmi ve etrafındaki insanlar ve ahâli inanmayınca Cenâb-ı Hak onlara çeşitli âfetleri musallat etti. Kurbağa âfeti, bit âfeti, bilmem elkummele ve'd-dafâdi'. Âyet-i kerîmelerde bildirilen tufan.
Ve'l-cerâde ve'l-kummele ve'd-dafâdi'a ve'd-deme... Buna benzer çeşitli mucizeleri inansınlar diye hayatı boyunca onlara gösterdi. O açık belgeleri, beyyine, beyyinâtı, mucizeleri, belgeleri; kendisinin hak peygamber olduğunu, çağırdığı yolun Allah'ın rızasına uygun yol olduğunu beyan eden, kesinlikle belirten şeyleri size getirdi ama ey yahudiler!
Ve lekad câeküm mûsâ. "Hz. Musa sizlere getirmişti mucizeleri ama siz." Sümme't-tehaztümü'l-ıcle min ba'dihî ve entüm zâlimûne. "Haksızlık yapıcılar olarak, zalimler olarak siz ondan sonra."
Min ba'dihî. "Onun hayatından sonra." demek değil, o Tûr'a, Tûr-u Sînâ'ya münacaata gittiği zaman, daha hâl-i hayâtında yani o doğru itikadı, doğru ahkamı kendilerine getirdiği halde, hâl-i hayâtında onun getirmesinden hemen sonra siz ey yahudiler, "Buzağıyı yine kendinize tanrı edindiniz."
İttehaztümü'l-ıcle. Icl, "buzağı" demek. Mısır'lılar buzağıya tapıyor diye yine buzağı heykeli yaptılar. Yol kenarında, geçtikleri, seyahat ederken gördükleri kavim buzağıya tapıyor görünce yine kendileri de buzağıyı tanrı edinip ona tapınmaya kalktılar.
E hani inanmıştınız!?
Ona da inanmamışsınız, ona da inanmamış olduğunuz görülüyor.
Ve iz ehaznâ mîsâkaküm. Yine daha önceki âyet-i kerîmelerde de hatırlatılmış olan hususlar. Onlar, "Biz böyle kendimize inene inanırız." dediği için, "Hayır, siz kendinize inenlere bile inanmış değilsiniz." diye onların o yanlış sözünden dolayı Cenâb-ı Hak tekrar hatırlatıyor.
Ve iz ehaznâ mîsâkaküm. "Hani biz sizden söz almıştık." Hani Tevrat'ı uygulayacaksınız, dinin ahkamına uyacaksınız diye. Ve rafe'nâ fevkakümü't-tûre. "Tûr dağını böyle bulut gibi, gölge gibi, üstünüze böyle çökecek gibi yapmıştık." Siz de o korkudan, o dehşetten, "Tamam itaat ettik, buyruğu tutacağız." demiştiniz. Huzû mâ âteynâküm bi-kuvvetin ve's-me'û. "Benim size verdiğim ahkamı sımsıkı yapışıp tutun. Ahkama uyun. Dine sımsıkı sarılın." Ve's-me'û. "Söylenenleri dinleyin." denmişti onlara. Hani size öyle denmişti ey yahudiler!
Böyle mucizeleri gördükleri halde onlar ne yaptılar?
Kâlu semi'nâ. "Tamam işittik." Ve asaynâ. "Ve isyan ettik."
Bu büyük bir söz! Tabii böyle işittik de isyan ettik demek çok büyük bir söz.
İnsanoğulları bu kadar acizliğiyle, naçizliğiyle, bu kadar Cenâb-ı Hak kendilerini nimetlerine gark etmekteyken, verip durmaktayken; bu nimetlerin kendilerinin eseri olmadığını bildikleri halde nasıl oluyor da, nasıl oluyor da böyle bu kadar küstah olabiliyorlar hayret edilecek bir şey!
Allah insanı yanıltmasın, şaşırtmasın.
Semi'nâ diyorlar, Musa aleyhisselam'ı inkâr etmeleri mümkün değil çünkü nice nice mucizeler gösterdi. Kahren, cebren, artık inanmak durumunda kaldılar. Sihirbazlar bile secde ettiler. Ahali çeşitli mucizeleri gördü. Kendilerine âfetler, musibetler gelince Musa aleyhisselam'a gelip, "Sen Rabbine dua et de bu âfetler kalksın o zaman inanacağız." dediler. Dua etti, [âfetler] kalktı yine döndüler inanmadılar.
O inanmayanlar ayrı. İnanlar da inandıkları halde, Mısır'dan kurtarıldıkları halde, firavun gözlerinin önünde gark edildiği halde, çölde gıdalandırıldıkları halde, başlarına bulutlar gölge yaptığı halde, nice nice mucizelere rağmen Musa aleyhisselam'a, "Biz Allah'ın vahyini duymak istiyoruz. Sen duyuyorsun biz niye duymayalım? Biz de duyalım." diye isteklerini zaman onları Tûra götürdüğü zaman sesi duydular. Tüyleri diken diken oldu. Bundan sonra da semi'nâ, tamam duyduk, ondan sonra da asaynâ diyorlar. Ata'nâ diyecekler, itaat ettik, tamam baş üstüne yapacağız demeleri lazım ama asaynâ dediler, âsi oldular. İsyan ettiler.
Eh hani imanları?
İslâm'a gelin denildiği zaman, biz bize indirilene inandık diyorsunuz. Bak onu da yapmadınız. Kendinize inene de inanmadınız. Böyle yaptıkları için;
Ve üşribû fi-kulûbihimü'l-icle bi-küfrihim. Bu böyle İslâm'a, Kur'an'a, Hz. Peygamber Efendimiz'e kâfir olmaları, inkâr etmeleri dolayısıyla tabii neler olacağını mazideki olaylardan belirtmek için, semi'nâ deyip isyan edince, "İsyan edip karşı geldikleri için, o zaman gönüllerine buzağı içirildi." Üşribû fi-kulûbihim. "Gönüllerinin içine emdirildi." el-Icle. "Buzağı."
Yani ne demek?
Buzağı sevgisi, buzağıya tapınma duygusu, o buzağıya tapınma dininin duyguları gönüllerine emdirildi. Yani kumaşı boyanın içine sokup da boyayı kumaşa emdirtmek gibi bir mâna var.
Gönüllerine buzağı sevgisi neden dolayı [emdirildi?]
Bi-küfrihim. Bâ-ı mukabele. Kafirlik yaptıkları için, küfürlerine mukabil Allah da ceza olarak, "Siz küfrettiniz. Binaenaleyh buyurun, buzağı sevgisini içinize vereyim de görün." [dedi,] buzağıyı sevdiler. Ayrılamıyorlardı, kendilerini çekemiyorlardı. Ama kendi küfürlerinin, kâfirliklerinin cezası.
Yani bu âyet-i kerîmede Musa aleyhisselam'a bile âsi geldiler ve kâfir oldular deniliyor. O zaman böyle böyle yaptıkları hatırlatıldıktan sonra Cenâb-ı Mevlâ Peygamber Efendimiz'e emrediyor;
Kul. "Ey Resûlüm de ki."
Bi'semâ ye'muruküm bi-hî îmânüküm in küntüm mü'minîne. "Eğer siz dediğiniz gibi mü'minler iseniz, sizin imanınız size ne kadar kötü şeyler emrediyor."
Eğer siz dediğiniz, iddia ettiğiniz gibi mü'minler iseniz, sizin bu imanınız size ne biçim işler emrediyor? Şu yaptıklarınıza bakın! Buzağıya tapınmak, âsi olmak, peygamberi üzmek, sözünü dinlememek. Yalan yanlış işler.
Tabii mazide öyle yaptılar, o zaman da iman etmediler. Bak şimdi siz de aynı duruma düşüyorsunuz denmiş oluyor. Peygamber Efendimiz'in onlara bu sözleri hatırlatmasından murad, bak siz o zaman, sizin ecdadınız Musa aleyhisselam'a da böyle yapmıştı, sonra belayı buldunuz. Şimdi de aynı hataya düşüyorsunuz. Bak, hatırlayın! Şimdi Musa aleyhisselam'ın hak peygamber olduğunu anlamış durumdasınız ona sarılıyorsunuz. Ama şu anda da bu sefer Allah'ın âhir zaman peygamberine âsi oluyorsunuz, yine kâfir oluyorsunuz. Yahudilere böyle yapmayın denmiş oluyor.
Ve 94. âyet-i kerîmede buyuruluyor ki;
Kul in kânet le-kümü'd-dâru'l-âhiratü indellâhi hâlisaten min dûni'n-nâsi fe-temennevü'l-mevte in küntüm sâdıkîne.
"Ey Resûlüm! Onlara bir de şöyle söyle." Cenâb-ı Hak hep öğretiyor Resûlüne. Yahudiler inkâr edince, Müşrikler Peygamber Efendimiz'e gelip kendisine bir söz söyleyince, bir itirazda bulununca; güya kendi aklıyla, bâtıl mantığıyla bir şey söyleyince Cenâb-ı Hak peygamberine cevabını öğretiyor; "Şöyle söyle ey Resûlüm. Madem öyle diyorlar, onun cevabını şöyle söyle." diye vahyediyor.
Kul, "de söyle" mânasına bir emir. Kul. "Deki ey Resûlüm." İn kânet le-kümü'd-dâru'l-âhiratü. "Eğer, âhiret yurdu, âhiret sizin ise, iddia ettiğiniz gibi sizin olacaksa." İndellâhi. "Allah'ın huzurunda." Hâlisaten min dûni'n-nâsi. "İnsanlardan hariç, sırf size mahsus, sırf size tahsis edilmiş olarak âhiret yurdu sizin olacaksa." Fe-temennevü'l-mevte in küntüm sâdıkîne. "O zaman bu iddianızda sâdık iseniz, doğru iseniz haydi bakalım ölümü temenni edin!"
Bu "ölümü temenni etmek" müfessirlerce [farklı şekillerde yorumlanmış.] İbn Kesir güzel bir şekilde, aynı konuyu açıklayan başka âyet-i kerîmelerden de deliller vererek, "Bu mübâhaledir." diyor. Yani siz madem mü'minim diyorsunuz. Madem âhiret bizimdir diyorsunuz, cennete ancak yahudiler girecek, hıristiyanlar girecek diyorsunuz, bizim girmeyeceğimizi iddia ediyorsunuz. Kendinizin hak yolda olduğunuzu sanıyorsunuz. Bize indirilene inanırız size indirilene inanmayız diyorsunuz. Kâfir duruma düşüyorsunuz. Ama kâfir duruma düştüğünüzü de kabul etmiyorsunuz da "Allah'ın dostlarıyız", nahnü ebnâullahu ve ehibbâuhû diyorsunuz, "Allah'ın sevgili kullarıyız" iddiasındasınız. Haa, o zaman haydi bakalım ölümü isteyiniz. Fe-temennevü'l-mevte. "Ölümü temenni ediniz." İn küntüm sâdıkîne. "Eğer sadıklarsanız."
Tabii bu mübâhaledir.
Mübâhele ne demek?
Yani, "Eğer siz doğruysanız biz yanlışsak Allah bizi helâk etsin. Eğer biz doğruysak siz yanlışsanız Allah sizi helâk etsin, siz mahvolun. Siz ölün, kahrolun!" demek.
Yani ne demek?
İşi Allah'a bırakmak.
Her türlü delili söylüyorsun, anlatıyorsun, dinlemiyor dinlemiyor, inat ediyor. Mugalata dediğimiz laf kalabalığına getirme yoluyla filan bir türlü kabul etmiyor. Halbuki bu din işi önemli. İnsanlar iman edecek, imanına göre dünya hayatını sürecek, imtihanı kazanacak. Dünya hayatında da insanların yaşamı güzel olacak. Yani huzur olacak, uluslararası huzur olacak, ulusun içinde huzur olacak, evde huzur olacak, yani maddi sonucu var. Emrin sonucunda dünya ve âhiret saadeti sağlanacak. Sözün dinlenmesi lazım, iş ona bağlı. Dinlemiyor, mugalata yapıyor, "Bize indirilene inanırız, size indirilene inanmayız." diyor.
Haksız. İşte haksızlıkları geçtiğimiz âyetlerde göründü. O zaman, haydi bakalım, hangimiz haksızsa o kahrolsun diye, gel bakalım, ortaya çoluk çocuğumuzu; hanımlarımızı, ailelerimizi, çoluklarımızı çocuklarımızı, bir tarafa birisini bir tarafa birisini koyalım. Allah, hangi taraf haklıysa onu kurtasın, yaşatsın. Hangi taraf haksızsa onu tepelesin, kahretsin, öldürsün, işine geliyor iş. Buna mübâhale denir.
Peygamber Efendimiz bunu kendi hali hayatında Necran'dan gelen hıristiyan cemaatine Hıristiyanlığın yanlış taraflarını, düzeltilmesi gereken taraflarını söyleyip onları İslâm'a davet ettiği zaman bazıları müslüman oldular, bazıları da olmadılar. Her şeyi izah etti. Bakın dedi, Hz. İsa Allah'ın bir kuludur. Annesi saliha bir hatundur. Evet babasız, sadece anneden dünyaya gelmiştir. Ama Allah'ın oğlu değildir. Allah'ın kuludur. Burada yanlışlık yapıyorsunuz, vesaire...
Tabii bunlar 70 küsur kişilik heyet halinde gelmişlerdi. Medine'yi doldurmuşlardı. Mescidi doldurmuşlardı. Onlara hepsini anlattıktan sonra, uzun günler izahlardan sonra onlar yanaşmayınca o zaman Cenâb-ı Hak dedi ki;
Te'âlev ned'u ebnâena ve ebnâüküm. "O halde geliniz, sizin çoluk çocuğunuzu ortaya koyalım, çağıralım. Bizimkileri ortaya koyalım." Ve nisâenâ ve nisâeküm. "Sizin hanımları getirelim, bizim hanımları getirelim bir tarafa koyalım." Ve enfüsenâ ve enfüseküm. "Kendilerimizi de oraya koyalım." Çoluk çocuk, hanım erkek, bey, iki taraf. Ondan sonra sümme nebtehil. "Sonra mübâhale yapalım, ibtihal yapalım." Yani, "Yâ Rabbi! Hangimiz haksızsak onu kahret!" diye Allah'a dua etmek. Fe-nec'al la'netallahe ale'l-kâzibîne. "Haksız olana Allah'ın laneti olsun diyelim." diye bu noktaya geldi. O zaman kendi aralarında dediler ki;
Bir dakika, biz bir konuşacağız."
İstişare yaptılar, kendi aralarında konuşurken dediler ki;
"Bu peygamberdir. Eğer biz böyle yaparsak, kendimiz ve çoluk çocuğumuz Allah'ın lanetine anında uğrarız, kahroluruz, mahvoluruz. Biz hıristiyan olarak kalalım cizye verelim." dediler.
O zaman Peygamber Efendimiz Ebû Ubeyde b. el-Cerrah'ı yani sevdiği, ashabından birisini onlara onlarla beraber yönetici olarak gönderdi. Onların da cizyelerini aldı kabul etti. Onlar o haliyle kaldılar. İçlerinden bazıları müslüman oldular. Bu olaya, yani "Hangimiz haksızsak Allah onu kahretsin." noktasına geldi mi iş, ona mübâhale deniliyor.
Müfessirlerin bir kısmına göre burada söylenen şey aynı şey. Biz Allah'ın sevgili kullarıyız. Bizler cennete gireceğiz sizler girmeyeceksiniz filan diye mukalata yapıyorsunuz, kuru iddialarda bulunuyorsunuz. Haydi bakalım o zaman ölümü dileyin. Yani kim haksızsa o ölsün diye dileyin bakalım. Yahudiler onu yapamadılar. Yani Peygamber Efendimiz'in etrafındaki yahudiler onu yapamadılar.
Eğer yapsalardı, yalancı olan taraf helâk olsun diye öyle bir şey yapsalardı ne olurdu?
İbn Cerir tefsirinde diyor ki;
Enne'n-nebiyye sallallahu aleyhi ve sellem kâle. "Bize ulaşan hadise göre, bilgiye göre Peygamber Efendimiz buyurdu ki." Lev enne'l-yehûde temennevü'l-mevte. "Eğer yahudiler, haksız olan ölsün diye ölümü temenni etselerdi." Le-mâtû. "Hepsi ölürlerdi." Ve le-raev makâ'idehüm mine'n-nâri. "Ölürlerdi ve cehennemdeki makamlarını, nereye atılacaklarını, cehennemdeki azap yerlerini görürlerdi."
Yapamadılar onu, in küntüm sâdıkîn. "Eğer siz haklı olduğunuz kanaatinde iseniz yapın bunu!" dediler ama yapamadılar.
Bazıları da bu âyet-i kerîmeyi şöyle anlamak istemiş, böyle yorumlamışlar. Siz eğer, biz Allah'ın sevgili kullarıyız diyorsanız o zaman ölümü isteyin. Nasıl olsa âhirette siz cennete gideceksiniz mü'minseniz, o zaman ölümü isteyin. Ama bu mâna biraz zayıf. İbn Kesir buna itiraz ediyor, diyor ki; "İnsanın dünya hayatını sevmesi tabiidir, doğaldır. Mü'minlerden de yaşamayı isteyen vardır. Hatta hadîs-i şerîflerde insanın çok yaşaması tavsiye de edilmiştir. İnsan çok yaşayayım da çok hayır yapayım, hayrım daha çok olsun diye isteyebilir de. Ölümden de kaçmak, korkmak da bir duygudur, tabiidir."
Hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz de buyurmuş;
Hayruküm men tâle umuruhû ve hasune amelühû. "Sizin en hayırlınız ömrü uzun olup da ameli de salih olandır." Yani iyi ömrünü iyi işlerle geçirendir buyurmuş.
Binâenaleyh ölümden korkmak doğrudan doğruya bir imansızlıktan neşet etmez. Herkes aşının faydalı olduğunu bildiği halde iğne olmaktan kaçar. Ameliyat mecburi olduğu halde ameliyat olmaktan korkar. Bu insanın içgüdüsüdür; yaşam, kendisini koruma içgüdüsüdür. "Murad o değildir. Allah haksızı kahretsin." mânasınadır diye o onun daha doğru bir mâna olduğunu İbn Kesir beyan ediyor. İki tarafın da delillerini zikrettikten sonra ben de o kanaatteyim. Şeyin gidişi öyle, mâna o zaman daha tatlı oluyor.
95.âyet-i kerîmede.
Ve len yetemennevhü ebeden. "Onu şimdi de temenni edemiyorlar, ileriye doğru da hiç temenni edecek halleri yok."
Temenni de edemeyecekler. Hiç temenni edemeyecekler o ölümü. Yani biz haklıyız. Allah haksız olanı kahretsin diyemeyecekler. Deseler çünkü Allah bu gibi durumlarda derhal, ânında haksızı kahrediyor. Cenâb-ı Hakk'ın gayretullahı, âdetullahı öyle. Gayretullah, bir yerde azgınlık arttığı zaman Allah gazabı güm diye indiriyor. Bunun Kur'ân-ı Kerîm'den çok misalleri var. Ad Kavmi, Semud Kavmi ve diğer azgın insanlar, karunlar, nemrutlar, firavunların başında gelenler... Yani Allah'ın gazabına uğrayan insanların maceraları mâlum.
Ve len yetemennevhü ebeden. "Asla böyle bir şeyi temenni edemeyecekler." Edemedikleri gibi ileriye doğru da bir ümit yok. Temenni şimdi de etmediler, etmiyorlar, ilerde de etmeyecekler.
Bimâ kaddemet eydîhim. "Ellerinin öne takdim ettiği, sunduğu şeylerden dolayı." Elleri, eydîhim. "Onların elleri." Bimâ kaddemet eydîhim. "Ellerinin öne takdim ettiği şeyler."
Bunlar ne demektir?
Ortaya koydukları işler, ameller, icraat, kötülükler, günahlar dolayısıyla...
İnsanın yaptıkları ne oluyor?
Bu dünyadayken deftere yazılıyor, bunların hükmü âhirete gönderiliyor, âhirette cezası olacak. Yani elleriyle işledikleri günahlar demek. Sonuç itibariyle elleriyle takdim ettiklerinden murat, günahlarından, haksızlıklarından, suçlarından dolayı bunu hiç isteyemeyeceklerdir.
Vallâhu alîmün bi'z-zâlimîne. "Allah o günahkarları, o zalimleri, o adaletsizleri, o haksızları, o doğru işe yanaşmayanları, o doğruya yanaşmayanları, günahkârları pekâlâ, son derece iyi bilmektedir."
İşte onların halleri böyle!
Ve le-tecidennehüm ahrasa'n-nâsi alâ hayâtin ve minellezîne eşrakû. "Onları, ölüm temenni etmek şöyle dursun; hayata insanların en hırslı olanı, yaşamaya en bağlı olanı, yaşamayı en temenni edeni bulursun." Ve minellezîne eşrakû. "Hatta şirk koşanlardan bile." Yani onları şirk koşanlardan bile daha haris, yaşamaya daha istekli, ölümden daha korkucu bulursun.
Niye onun böyle insanların hayata en hırslısı olduğunu söyledikten sonra hatta şirk koşanlardan bile daha hırslıdır diye söylüyor?
Çünkü mü'minler âhireti bildikleri için; dünya hayatından sonra bir de âhiret hayatı var diye inanıyor. Müşriklerden, imansızlardan öyle ayrılıyor. Âhireti bildiği için âhireti isterler.
Mesela benin rahmetli dedem, annemin babası yaşlandığı zaman, "Al yâ Rabbi artık emanetini!" demiş. Ben şehirdeydim, vefatında yanında değildim ama yani yaşadım al artık canımı...
Tarihten de Lebid b. Rebia var, 156 yıl yaşadığını Ebû Hüreyre radıyallahu anh rivayet ediyor. O da demiş ki;
Ve lekad seimtü mine'l-hayati ve tûlihâ ve suâli hâze'n-nâsi keyfe lebîdü. "Hayattan bıktım, insanların 'nasılsın Lebid' demesinden bıktım." diye şiirine yazmış.
İstiyor, çünkü mü'min âhiret daha iyi diyor. Yine ashaptan bazı kimseleri, Kadı Iyaz, Kitabü'ş-şifâ bi-ta'rîfi Hukuki'l-Mustafâ [adlı] meşhur güzel eserinde bildiriyor ki, öyle mübarek insanlar, ismini söylüyor, öyle insanlar vardı ki her akşam, 'Yâ Rabbi! Bari bu akşam benim canımı alıver de, öleyim de sevdiklerime kavuşayım." diye ölümü her akşam temenni edermiş.
Tabii temenni edenleri olur. Âhireti bilen insan, âhireti gören insan, âhirete inanan insan, âhireti temenni eder. Birisi de [rüyada] hûrîlerden birisini görmüş, ondan sonra artık hayatı hiç istememiş. Bir de cennetteki makamını veya cennette kendisine bahşedilecek ikramları görünce artık hayatı istememek gayet güzel. Ama mü'minler böyledir.
Ehl-i Kitâb'a da Allah bu bilgileri o peygamberlerle öğretmişti. Cenneti, cehennemi onlar da biliyorlardı. Onlar da aslında mü'min olanları âhirete şevk duyabilirler. Mesela Yunus Emre'nin şiirlerini düşünün, Mevlânâ'yı düşünün. Mevlânâ hazretlerinin hocamızın vefatı dolayısıyla benim şey yaptığım, meşhur yazdığı şiiri düşünün, ölüme bakışını düşünün...
Ölüm evliyaullah için sevgiliye kavuşma, vuslat gecesi oluyor, o temenni ediliyor.
Bunlar Ehl-i Kitâb, Musa aleyhisselam'a tâbi olduklarını iddia ediyorlar. O halde bunların böyle ölümü istemesi, hayata bağlılığı hatta âhiret inancı olmayan müşriklerden bile daha çok hayata bağlı olması çok garip.
Le-tecidennehüm. "Ey Resûlüm! Sen onları bulacaksın muhakkak ve muhakkak." Le fiilin başına te'kid için gelmiş. Tecidü denmiyor, le-tecidennehüm. Bir de sonuna nûn-u te'kidi sakîle yani kuvvetlendirme; yani manayı "muhakkak ve muhakkak öyle olacak" mânasına kuvvetlendirme nûnu gelmiş.
Ve le-tecidennehüm ahrasa'n-nâsi alâ hayâtin. "Yaşamaya, yaşama insanların, halkın, insanoğlunun en hırslısı bulacaksın onları." Bulursun, görürsün, bu vaziyette görürsün, hatta âhiret inancı olmayan müşriklerden bile daha çok hırslı görürsün.
Müşrikler tabii âhirette, öldükten sonra yok olacağız diye düşündüklerinden, çok yaşamayı istemek onların müşriklik mantığı içinde tabii görülür. Ama mü'minler için onlardan da daha çok hayatı istemeleri dünya hırslarını ve inançlarının olmadığını gösterir. Bu âyet-i kerîme o noktaya işaret buyuruyor.
Yeveddü ahadühüm lev yü'ammeru elfe senetin. "Onlardan birisi diler ki keşke bin yıl yaşasa." Ve mâ hüve bi-müzahzihıhî mine'l-azâbi en yü'ammera. "Halbuki bin yıl yaşaması, muammer olması, uzun ömürlü olması onları azaptan kurtarmaya yaramayacaktır." Azaptan onları kurtarıcı, uzaklaştırıcı olmayacaktır. Vallâhu basîrun bimâ ya'melûne. "Allah onların işlediklerini pek mükemmel, pek güzel görmektedir."
Yani ne icraat yaptıklarını, ne tavırlar aldıklarını, ne yanlış yollara kaydıklarını, neler düşündüklerini, imanlarına aykırı nasıl hatalara düştüklerini Cenâb-ı Hak çok güzel görmektedir. Tabii bu bir tehdit oluyor. Çünkü Allahü Teâlâ hazretleri yaptıklarından gafil değil. Hepsini her an görüyor çünkü her yerde hâzır ve nâzır. İnsanoğlu ona rağmen günah işliyor.
Hacı Bektâş-ı Velî hazretlerinin Makâlât'ında çok güzel olarak diyor ki; 'Sen ey mü'min!" Yani bir müslümana hitap ediyor. "Sen âmentü billâhi ve melâiketihî... diyorsun." Yani meleklerine inandım diyorsun. "İnsanların yanında kusur işlemekten kaçınıyorsun, çekiniyorsun, utanıyorsun. Ama yalnız kaldığın zaman kimse yok diye türlü türlü hatalar, günahlar, edepsizlikler yapıyorsun. Hırsızlık, arsızlık, terbiyesizlik, yüzsüzlük, vesaire. Nerede kaldı senin Allah'a inancın?" diye, ne yapıyor, "Böyle şey olmaz." diye Hacı Bektâş-ı Velî de bildiriyor.
Yani insan etrafında Allah'ın melekleri olduğunu bilince onlardan utanır. İnsanlardan utanıyor, yalnız yerde yapıyor. Yalnız yerde yalnız değil ki melekler var. Meleklere inanıyorsan meleklerden de utanacaksın. Peygamber Efendimiz hadîs-i şerîfinde buyuruyor; "Sizden biriniz yanında görevi icabı hep bulunan meleklerden utansın." Yani fazih, fezahat, kötü iş yapmasın demek.
Tabii meleklerde görüyor, Cenâb-ı Hak da her yerde hâzır ve nâzır. O en iyisini görüyor. Cenâb-ı Hak en iyisini görüyor. Binâenaleyh onların bu suçları sabittir, yazılıyor. Melekler de yazıyor. Onların cezası olacaktır. Ölümden ne kadar kaçsalar kurtuluşu olmayacaktır, âhirette cezalarını çekecekler.
Tabii bu mânada ilerdeki sûrelerde, âyetlerde aynı konu onların şeylerine karşılık benzer âyet-i kerîmeler gelecek.
Tabii biz şimdi kendimiz [ne yapıyoruz?]
Onlar bu hataları yapmışlar, Peygamber Efendimiz'in zamanından da 1400 yıl geçmiş. Biz şimdi tefsiri, Kur'ân-ı Kerîm'in başından başlayalım dedik, Bakara sûresinden 96. âyet-i kerîmeye kadar geldik. Bu münasebetle bunları görüyoruz. Tabii insan okuduğundan ibret alacak. Bizim de ibret almamız lazım. Biz de Allah'ın kuluyuz. Biz de mesulüz, sorumluyuz. Bizim de inandık deyip de inanmamamız başımıza felaket getirir. Bizim de böyle gevşek olmamamız lazım.
Bir zamanlar mü'min bir kavim olan, firavunun kavminin yanında Allah'ın sevgili kulları olan kavim, sonradan bir zaman geliyor kâfir duruma düşüyor. Bir zamanlar Peygamber Efendimiz'in ümmetinden mübarek insanlar olan kimseler şimdi ilericiliktir, batıcılıktır diye; çağdaşlık, bunlar eski masallar diye [kâfir oluyorlar]. Eski masallar ama [söylediği] hakikatler; fizik kanunları, kimya kanunları gibi dinî gerçekler, doğru olan şeyler bunlar. Binâenaleyh gevşemememiz lazım. Bizim de bu gibi durumlara düşmemek için kendimizi yoklamamız, kollamamız, murâkabe etmemiz lazım, her an murâkabe etmemiz lazım ve Cenâb-ı Hakk'ın emirlerine sımsıkı sarılmamız lazım. Yani mü'minsek, ki mü'min olmayınca mahvolacağız. Binâenaleyh mü'min olmak lazım o kesin.
Küfür mü, şirk mi, inkâr mı iyi, iman mı iyi?
İman iyi.
Tamam, imanı tercih ettin, aferin kazandın. Tamam, mü'min isen o halde imanın gereğini yapmanı Cenâb-ı Hak istiyor. Yapmadığın zaman, kim yapmamışsa ona da, "Niye imanının gereğini yapmadın? Niye imanının gereğine aykırı işler yaptın?' diye de soruyor.
Şimdi ben yirminci yüzyılda bakıyorum, işte dünya... Türkiye bana küçük görünüyor, tabii şimdi dünya üzerinde bir ülke olarak görünüyor. Bakıyorum, çok inkarlar var, çok haksızlıklar var, çok yanlışlıklar, yanılmalar var...
Allah bizi yanıltmasın. İmandan, İslâm'dan, Kur'an'dan ayırmasın. Bu okuduğumuz âyetlerde tenkit edilen, sapıtmış, eski, şaşırmış, Allah'ın gazabına uğrama durumuna düşmüş, dalâlete düşmüş kavimler gibi olmayalım.
"Nasıl olalım hocam?" diye soracak olursanız, şu Allah'ın kelamı Kur'ân-ı Kerîm'i açın okuyun. Amerikalı açıyor okuyor müslüman oluyor, Avrupalı açıyor okuyor müslüman oluyor, Japon alıyor okuyor müslüman oluyor, Hintli alıyor okuyor müslüman oluyor. Allah'ın kelamını alın okuyun veya dinleyin. Veya bunları okumuş büyük feylesoflar, mütefekkirler, alimler müslüman olmuş onların sözlerini dinleyin. Adamların neden böyle bir şeyi, gelip en sonunda böyle bir şeyi tercih ettiğini anlayın.
Roger Garaudy'e bizim gazetecilerden birisi demiş ki;
"Ya üstad neden müslüman oldun?"
Güleceğim geliyor benim. İslâm doğru olduğu için müslüman oldu. Adam her şeyi [yeri] gezdi, hıristiyan ülkede yetişti, sosyalist oldu, komünizmi gördü, kapitalizmi gördü. Sonra en güzel nizam İslâm olduğu için İslâm'a geldi.
Niye olsun, niye hayıflanıyorsun?
E İslâm gericilik dini değil mi?
Birileri bana zamanında; "Türkler niye Müslümanlığı seçmişler, Müslümanlık başa dert." gibi sormuştu. Böyle söylüyor.
Hayır. Türkler Hıristiyanlığı da, Budizm'i de, Brahmanizm'i de biliyordu. Yani Orta Asya'da, Çin'de hükümetler kurmuşlardı, ahalileri tanıyorlardı, inançları biliyorlardı. Hıristiyanlığı, Yahudiliği de biliyorlardı. Onların en doğrusunu seçtiler. Hem de irdeleye irdeleye, gayet güzel inceleye inceleye yaptılar bu işi. Ve İslâm'ın en mükemmel eserlerini onlar ortaya koydular, İslâm'ın en güzel uygulamasını tarih boyunca onlar gösterdiler.
Osmanlıların şu ilk devresine bakın, bozulmadıkları o saffet, safilik devresine. Ne kadar temiz, ne kadar güzeldir, herkes hayran, beğeniyor. Yani yıkılış devrine doğru, bozulma devrine değil de daha [öncesine] bakacak olursak görülüyor uygulama. Tabii Osmanlılardan önce İslâm'ı güzel uygulamış, başka devrelerde, başka çevrelerde, başka milletler de var. Allah razı olsun. Ve İslâm'ın nasıl huzur getirdiği, nasıl mutluluk getirdiği görüyor. Şimdi bazıları da tabii şöyle düşünüyor;
Canım işte Osmanlıyı okuyoruz, onların aletine edevâtına bakıyoruz, şimdi batının aletine edevâtına bakıyoruz...
E canım aynı devirdeki batıya baksana! O zaman ortaçağda, karanlık şeyde. İslâm'ı düşünürken Kanuni devrini düşünüp de batıyı düşünürken yirminci yüzyılı düşünmek olmaz ki! Yani çağları eşit zamanları içinde şey yapacaksın, [düşüneceksin] öyle inceleyeceksin.
Hangisi kadına hak vermiş? Hangisi kadının hukukunu kollamış? Hangisi zulmü engellemiş? Hangisi çeşitli inançları koruyarak, hiç kimseye zulmetmeden yönetim göstermiş? Ötekiler ne yapıyorken?
Mukayese edildiği zaman, gerçekler mukayeseden çıkar. En medeni yönetimi bizimkiler göstermiş.
Çanakkale'de bizim dedelerimizle çarpışmış Avustralyalıları burada televizyonda konuşturmuşlar. Bir tanesi çıkmış, ben onu şimdi merak ediyorum. Nereden bulunur, nasıl alınır bilmiyorum ama konuşmasını keşke alabilsek... Demiş ki;
"Çanakkale'ye gitmekle, orada çarpışmakla çok haksızdık... Ve dünyanın en asil, en dürüst, en temiz milletiyle çarpıştık. Bizim oraya gitmemiz yanlıştı. Ve çok temiz insanlardı." diye.
Hakikaten Osmanlı terbiyesi çok güzel. Yani çok güzel huylarımız vardı. Çok güzel komşuluğumuz vardı, çok dürüst hallerimiz vardı. Şimdi herkes [değişti.]
Televizyonda gösteriyor, TRT International'dan bakıyorum;
"Bu sigarayı kaça aldın?" diyor,
"Şu kadar fiyata aldım."
"Bunun asıl fiyatı kaçtı?
"Şu kadar daha azdı."
"Ne dersin bu işe?"
"Allah kahretsin!" diyor.
Kimisi depremden perişan olmuş, felaket... ağlıyor zırlıyor, şey yapıyor, kimisi de onun istismar ediyor. Fahiş fiyatlarla, hırsızlıkla, talanla yağmayla şey yapıyor...
Bu nedir?
Çöküntüdür, ahlâkî bozukluktur. Borsa şöyle rezil, böyle şey. Önümde mecmua var, borsada ne haksızlıklar, ne şarlatanlıklar, ne saçmalıklar oluyor. Utanıyor insan.
Düzen olması lazım. Temizlik olması lazım, dürüstlük olması lazım, halka acıma olması lazım, halka hizmet olması lazım. Halkı ezmemek lazım. Yani bunları doğruyu, iyiyi görmek ve yapmak lazım. Eğrinin eğriliğini de anlamak lazım. İman gidince, her şey gidiyor.
Allah akıbetimizi hayr eylesin, başka felaketlerden korusun.
Bazıları imanını kaybetmiş. Maalesef yetişme tarzı. Güdümlü yetişmeye kanmışlar, aldanmışlar yanılmışlar. Buradan açıkça söylüyorum. Çok yanılıyorlar. Ben onların her şeylerini biliyorum. Onların inançlarını da biliyorum, hayat görüşlerini de düşüncelerini de biliyorum. Çok yanlış yoldalar çok... Çok hata ettiklerini anlayacaklar; bu yahudilerin bu âyetlerde anlatılan suçlularının şeyleri gibi. Doğruyu bulmak lazım ve uygulamak lazım.
Biz de gözümüzü açalım da yanlış işler yapmayalım, aldanmayalım, şaşırmayalım. Sonra Cenâb-ı Hakk'ın kahrına, gazabına uğramayalım. Aksine lütfuna erelim, sevdiği kul olalım. İki cihanda aziz ve bahtiyar olalım. Allah tevfikini refik eylesin, hakkı hak olarak görüp ona uymayı nasip etsin. Batılı bâtıl olarak görüp ondan korunmayı nasip eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.