es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Rabbimize sonsuz hamd ü senâlar ederiz.
Bakara sûre-i şerîfesinin 111 ve 112. âyet-i kerîmelerini anlatacağımı sanıyorum. 111. âyet-i kerîmede Rabbimiz Tebâreke ve Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Eûzubillahimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve kâlû len yedhule'l-cennete illâ men kâne hûden ev nasârâ tilke emaniyyühüm kul hâtû burhâneküm in küntüm sâdıkîn.
Belâ men esleme vechehû lillâhi ve hüve muhsinün fe-lehû ecruhû inde rabbihî ve lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn.
Sadakallahülazîm.
Ve kâlû. "Dediler ki."
Kimler diyenler?
109. âyet-i kerîme Ehl-i Kitâb'tan bahsetmişti. Ehl-i Kitâb'tan çoğu sizi, iman etmenizden sonra kafirler olarak geriye döndürmek, çevirmek isterler.
Haseden min ındi enfüsihim. "Kendi içlerinden, kendi nefislerinden kaynaklanan bir kıskançlık duygusuyla bunu isterler."
Min ba'di mâ tebeyyene le-hümü'l-hakku. "Gerçek onlar için açık seçik ortaya çıkmış olduğu halde."
İslâm'ın hak din olduğu, Muhammed'in Allah'ın âhir zaman peygamberi olarak gönderdiği mübarek bir zât olduğu iyice belirmiş olduktan sonra ona rağmen hasetlerinden, kıskançlıklarından böyle yapmak isterler demişti.
İşte bunlar yine Ehl-i Kitâb yani kendilerine daha önce peygamber gönderilmiş, kitap indirilmiş ümmetler; Ve kâlû "Dediler ki." Len yedhule'l-cennete. "Cennete girmeyecek."
Len istikbal mânası veren bir ön takı. Şimdiki ve geniş zamanın başına geliyor.
Len yedhule. "Girmeyecek, cennete girmeyecek." İllâ men kâne hûden ev nasârâ. "Ancak yahudi olan ve[ya] nasrani olanlar girecek, ondan gayrileri cennete giremeyecek." dediler.
Tilke emâniyyühüm. "Bu onların kendi kuruntularıdır, temennileridir." Kul. "Ey Resûlüm! Sen onlara de ki." Hâtû burhâneküm. "Kanıtlarınızı, delillerinizi, belgelerinizi getirin ortaya koyun bakalım." İn küntüm sâdıkîn. "Eğer bir doğru sözlü insanlar iseniz..."
Ey Resûlüm onlara; "Bir kanıt, bir deliliniz varsa bunu ispatlayacak, bir belgeniz mevcutsa getirin koyun bakalım ortaya." de. Çünkü öyle bir belgeleri yok. İstikbale ait, Cenâb-ı Hakk'ın kararına ait bir şeyi söylemeye hakları yok buyurmuş oluyor.
Hıristiyanlar tarih boyunca Peygamber Efendimiz gelinceye kadar ki hayatlarında iddia etmişler ki; bu Mâide sûresinde gelecek, o âyet-i kerîmede de bahis konusu ediliyor;
Nahnü ebnâullahi. "Biz Allah'ın evlatlarıyız." Ve ehibbâuhû. "Ve Allah'ın habibleriyiz, dostlarıyız, sevgilileriyiz." demişler.
Yani kendilerini Allah'ın evlâdı sıfatıyla sıfatlandırıyorlar. Ve Allah'ın sevgili kulları, sevgilileri sanıyorlar. Böyle iddia ediyorlar. Bunu demişler, bunları dedikleri sabit.
Tabii bu "Allah'ın oğullarıyız biz" demeleri bir benzetme oluyor. Bir baba nasıl kendi evladını severse, biz de öyle Allah yanında sevgili insanlarız. Onu daha iyi açıklamak için nahnü ebnâullahi ve ehibbâuhû. "Allah'ın oğullarıyız ve O'nun sevgileriyiz." diye iddia ediyorlarmış.
Daha önceki âyet-i kerîmeler izah edilirken geçmişti. Yahudiler de demişler ki;
Len temessene'n-nârü illâ eyyâmen ma'dûdeten. "Bize cehennemin ateşi ancak sayılı günlerde gelecek, etki yapacak. Ondan sonra biz cennete gireceğiz. Başkaları ebedî cehennemde kalacaklar." demişler. Tabii bunların hepsi istikbale ait boş yani asılsız sözler.
Allah cenneti niçin yarattı?
Sevgili kullarını taltif etmek için, kendisine itaatkâr kullarını, halis muhlis kullarını mükâfatlandırmak için.
Cehennemi niçin yarattı?
Kendisine âsi kulları, günah işleyen kulları, söz dinlemeyen, sözünün tutmayan kulları cezalandırmak için, kafirleri cezalandırmak için.
Şimdi hem kâfir olup hem cennete gireceğini sanmak, hem Allah'ın emrine karşı gelip, peygamberine karşı gelip, kitabına karşı çıkıp; hatta kendilerinin kitaplarının ahkamına, kendi peygamberlerinin sözlerine uymayıp da ondan sonra yine cennete girmeyi temenni etmek, hem imansızlık alâmeti. Çünkü Allah'a ait bir şeyi kendileri böyle yalan yanlış ne cüretle söylüyorlar. İmanları zayıf ki söyleyebiliyorlar. Sağlam olsa Allah'tan korkarlar, ürperirler, titrerler. Hem de ileriye dönük bir şey. İstikbalin ne olacağını beşer bilemez. Söyledikleri sözler zan ve tahminden öteye gidemez. Mazinin, halin ve istikbalin; geçmiş zamanın, gelecek zamanın her şeyini Cenâb-ı Hak bilir. Sonra insanların cennete girecekleri yahut cehenneme atılacakları onun kararına bağlı. Muhakeme olacaklar. İnsanlar mü'min bile olsalar, kâfir mü'min insanların hepsi muhakeme olacaklar, sevapları günahları tartılacak.
Çok iyi bazı kullarını Cenâb-ı Hak hesapsız cennetine sokacağını bildiriyor. Çok müstesna bir ihsan. Sorgu sual olmadan, hesaba çekilmeden bazı çok mübarek kullar cennete girecekler. Ama ötekilerin sevapları günahları tartılacak, ölçülecek, Cenâb-ı Hak cennet girsin derse girecek, girmesin cehenneme atılsın derse cehenneme atılacak. Karar ve hüküm el-hükmü lillâh. Hüküm Allah'ın, kararı O verecek, O buyuracak, ne dilerse öyle olacak.
O'nun hakkında birisi kalkıp da bir şey söyleyebilir mi?
Şimdi meclisin karar vereceği bir şeyi halktan birisi şöyle olacak, böyle olacak, böyle istiyorum diyebilir mi?
Ya da baş komutanın karar vereceği bir hususu bir er şöyle olacak böyle olacak diyebilir mi?
Kendisine ait olmayan bir hak ve bir mevkinin sorumluluğunu, salahiyetini ne hakla kullanıyor?
Tabii son derece esassız olduğu için, uydurma olduğu için [bu sözlerin değeri yok.] Kendileri zaten Peygamber Efendimiz'in âhir zaman peygamberi olduğunu çocuklarını bilir gibi biliyorlardı. Hakikat kendilerine apaçık açıklanmış, ortaya çıkmıştı. Onu bildikleri halde hasetlerinden, kıskançlıklarından kabul etmiyorlardı.
Kıskançlığı Allah mükafatlandırır mı? Hasedi Allah mükafatlandırır mı? Doğruyu bile bile eğri yola gideni Allah mükafatlandırır mı?
Son derece yanlış bir şey, olmayacak bir şey. Onun için onlara de ki;
Tilke emâniyyühüm. Cenâb-ı Hak, "Bu onların temennileri." diyor. Emânî, ümniye kelimesinin çoğulu. Temenni kelimesi ile aynı köktendir. İçinden ah şöyle olsa, ah böyle olsa diye heves ettikleri, temenni ettikleri hevesleridir onların ama hevesleri kursaklarında kalacak. Öyle temenni ediyorlar, öyle hayal ediyorlar ama hayal başka hakikat başka, temenni başka başlarına gelecek başka.
Cenâb-ı Hak önce buyuruyor ki; Tilke emâniyyühüm. O, bu iddia yani, "Cennete ancak yahudi olanlar ya da nasrani olanlar, hıristiyanlar girecek demek, bu sadece bir kuruntudur, bir hevestir." Kendilerinin hevesleridir. Ağızlarının sulanması, istemeleridir.
Onlara sen deki. Kul. "Ey Resûlüm! Böyle laf söyleyenlere de ki;"
Hâtû burhâneküm in küntüm sâdıkîn. "Eğer doğru iseniz, gerçek iseniz, gerçeği söyleyen, gerçeği işleyen, gerçeği konuşan insanlarsanız, dürüst insanlarsanız getirin belgeyi koyun bakalım."
Hangi belgeye dayanarak bunlar cennete girecek de ötekiler giremeyecek [diyorsun?] Allah'ın işine ne hakla karışıyorsun? Cennete gireceklerin ve cehenneme atılacakların tespiti sizin işiniz değil ki. "Getir bakalım delili." de diyor. Tabii bir delil getiremezler. Sadece bir takım temennilerden, kuruntulardan, heveslerden ibarettir. Cenâb-ı Hak bunu böyle açıkça temelsiz, asılsız olduğunu beyan ettikten sonra; ["Eğer doğru iseniz getirin belgeyi koyun bakalım."] diyor.
Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri Âdem aleyhisselam'ı peygamber olarak göndermiş, ondan sonda her beldeye, her millete nice nice isimlerini bilmediğimiz, Allah'ın salih kullarının geldiğini Kur'ân-ı Kerîm bildiriyor. Bunların bazılarının isimlerini biliyoruz. Çeşitli devrelerde, çeşitli milletlere Peygamber gelmiş; Ad kavmine, Semud kavmine, Firavun'a ve sair ahaliye bu peygamberler gelmiş, Allah'ın emirin bildirmişler. O zaman, Allah'ın emirini bildirdiği zaman o peygamberleri dinleyenler, sözünü tutanlar, itaat edenler, onlara mü'min olanlar, ashab olanlar cennete girecek. O şeriate tabii olup akıllı uslu ömür geçirenler cennete girecek.
Ondan sonra da Hz. Musa'dan sonra Hz. İsa aleyhisselam geldi. Hz. İsa'dan sonra da Peygamber Efendimiz Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem geldi. Peygamber Efendimiz'e tâbi olanların çoğu cennete girecek. Cennete giren insanların büyük çoğunluğu [Peygamber Efendimiz'e inanan] mü'minler olacak. Tabii ne kadar halis, ne kadar muhlis ne kadar mübarek insanlar geçtiğini İslâm tarihinden biliyoruz. Nasıl kerâmet sahibi olduklarını, nasıl mübarek olduklarını tarih kitapları yazıyor. Hıristiyanlardan, yahudilerden bazıları onların o mübarekliği karşısında imana geliyor.
Mesela Cüneydi Bağdâdî hazretlerine o zamanın yahudilerinden bir tanesi gelmiş ki, Hadîs-i şerîfte denmiş ki;
ed-Dünyâ sicnü'l-mü'mini ve cennetü'l-kâfiri. "Dünya mü'minin zindanıdır, hapishanesidir, kafirin de cennetidir."
Nasıl oluyor bu? [diye soruyor.]
Kâfirler o devirde ne kadar sıkıntıdalar. Mü'minler o devirde devlet kendilerinin, hükümet kendilerinin, mal mülk imkanlarının olduğu sahabenin [idareci olduğu zamanlarda] İslâm yayıldı, nice nice zenginler oldu. Her türlü dünyevî ve uhrevî nimet mü'minlerin elinde. Gayr-ı müslim olanlar da o zamanlar kenar mahallelerde fukara takımı durumunda düştüler. Yahudi mahallesi, hıristiyan mahallesi hor hakir bir şekilde yaşadılar o zaman.
Yani fiili durum böyle değil. Mü'minler sanki cennette gibi rahat ediyorlar, kafirler sıkıntı çekiyorlar nasıl oluyor? [diye soruyor.]
O da demiş ki; "Âhiretteki azapların fenalığına bakılırsa kâfirin dünyadaki bu hali cennet gibidir. Mü'minin de âhiretteki sahip olacağı, cennetteki uçsuz bucaksız sonsuz nimetler düşünülürse o zaman dünyada ne kadar rahat da etse, refah da görse, müreffeh de yaşasa cennetin yanında sönük kalacak." [Hadîs-i şerîf] böyle bu mânaya gelir demiş. Hem de demiş ki;
"Sen müslüman ol bakalım, müslüman olma zamanın geldi." demiş. Müslüman olmadığını da bilmiş, müslüman olmasının zamanının geldiğini de bilmiştir. O da hemen anlamış kendisinin tebdîl-i kıyâfet etmiş olmasına rağmen karşısındaki evliyâ tarafından teşhis edilmesini görünce anlamış ki karşı taraf hak, Hak din üzere, müslüman olmuş. Zaten deliller ortada, hepsi biliyorlar. Hasedinden, kıskançlığından kabul etmiyorlar, yanaşmıyorlar.
Böyle nice evliyaullah geçmiş. Tarih kitapları anlatıyor, Mevlânâ hazretleri yaşadığı zamanda; "Vefat etti." denince gayr-ı müslimler cenazesine gelmişler ağlamışlar. Bunların hepsi bilinen şeyler.
Cennete sadece yahudiler girecek, sadece nasraniler girecek demek; "Bu sadece sizin kuruntunuzdur, temenninizdir, hevesinizdir. Delileriniz varsa getirin koyun ortaya de onlara." Çünkü diyemeyecekler.
Belâ. "Hayır öyle değil." Veyahut, "Onların dediklerinin aksine evet, giremeyecek diyorlar ama aksine, evet girecekler."
Belâ böyle bir olumsuzdan sonra o olumsuz hükmün aksini gösteren bir edattır. Mesela, elestü bi-rabbiküm. "Ben sizin Rabbiniz değil miyim?" Değil miyim, olumsuz bir ifade oluyor. Ona "Rabbimizsin." demek için belâ demek gerekiyor. Belâ, "evet" mânasına gelen bir kelime ama olumsuzluğu değil de olumlu tarafı tasdik etmeye yönelik bir mâna taşıyor. Belâ. "Hayır, sizin öyle tahmin ettiğiniz gibi değil. Evet, siz ummuyorsunuz ama ummadığınız halde mü'minler cennete girecek" demek. Belâ. "Bilakis, evet mü'minler cennete girecek."
Men esleme vechehû lillâhi. "Her kim ki zâtını Allah'a teslim ederse." Esleme, yüslimü, islâm "selamete gitmek, selamete yönelmek" demek. Vecih de "yüz" demek ama yüz vücudun bir parçası. Ama bir parçası zikr edilip bütün kastedilme durumu var. Zât mânasına geliyor.
Men esleme vechehû. "Zâtını kim teslim ederse, yönlendirirse." Lillâhi. "Allah'a." Yani kim Allah'a yönelirse, Allah'a kendini teslim ederse, Allah'ın emrine itaat ederse, Allah'ın dinine tâbi olursa mânasına geliyor.
Yani bir müslüman ne yapıyor?
Vechini selamet yönü olan iman tarafına döndürmüş oluyor. Onun için esleme vechehû, yani zâtını Allah'a teslim etmek. "Kim zâtının Allah'a teslim ederse."
Zâtını nasıl teslim edecek?
"Yâ Rabbi! Sen ne dersen ben onu kabul ettim. Tamam sana teslimim. Senin buyruğunu tutuyorum. Senin dinine giriyorum." [diyecek.]
Onun için eski tefsir alimleri rahmetullahi ecmaîn, vechehû yüzü demek olduğu halde, yüzü demekten vücudu demeye, zâtı demeye geldiği halde, tefsir ederken demişler ki; men esleme dînehû lillâhi. Yani, "dindarlığını Allah'ın istediği şekle döndürürse" mânasını çıkarmışlar. Mâna verirken murat budur diye, dînehû diye tefsir etmişler.
Aslında vecih "yüz" demek. Ama mesela güzel bir yemek yiyoruz ondan sonra çok beğeniyoruz. Yemeği yapan kimseye dua edeceğiz, diyoruz ki; "Eline sağlık."
Peki eli sağlıklı olsa da ayağı ağrısa, beli romatizma olsa, başı çatlasa, diş ağrısından kıvransa elinin sağlığının kıymeti olur mu?
Yani elden murad ne olmuş oluyor?
Vücut, o elin sahip olduğu kişi demek.
Buna ne derler?
Zikrü'l-cüz irâdetü'l-kül. "Azı söyleyip, parçayı söyleyip, bütünü kast etmek" derler.
"Kim yüzünü Allah'a teslim ederse, yönlendirirse..." Çünkü Allah'a yönelmek, Allah'ın dinine yönelmek, selamete yönelmektir, çünkü esleme de "selamete doğru gitmek" demektir. Yani, "Kim Allah'ın buyruğuna el pençe divan durur, yönelir, onu kabule, kabul yoluna girerse." Bu iman etmektir.
İslâm olmak ne demek?
İşte böyle bir işi yapmak demek. Allah'a teslim olacak, Allah'ın yoluna yönlenecek, Allah'ın istediği istikamete teveccüh edecek.
Yani yahudi olmak şartı, nasrani olmak şartı değil de, kim kendisini Allah'a yönlendirirse, Allah'ın yoluna girerse...
Ve hüve muhsinün. Dine girdi, tamam ama Cenâb-ı Hak bir de şu şartı koyuyor;
Ve hüve muhsinun. "Bir de iyilik yapıcı olarak." Yani dine girdikten sonda da iyilik yapmak. Dine girdi, ilmiyle de bilgisiyle de âmil olursa... Hem müslüman olacak hem de İslâm'ın gereği olan görevleri yapacak.
"Kim müslüman olursa, Allah'ın dinine girerse, hem de müslümanlığını muhsin bir şekilde yaparsa..."
Muhsin ne demek?
Ahsene, yuhsinu, ihsân, bir şeyi güzel yapmak demek. Dindarlığını güzel yaparsa, muhsin olarak yaparsa, eğri büğrü değil, eksik ve kusurlu değil, yamuk değil, baştan savma değil, güzel yaparsa.
Fe-lehû ecruhû ınde rabbihî. "O zaman rabbin huzurunda, katında, yanında onun ecr ü sevâbı olur, oluşur." Rabbine vardığı zaman bu dindarlığının mükâfâtını, ecrini, karşılığını görür.
Ve lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. "Zâtını, vechini Allah'a teslim edip selamet yoluna girmiş ve bir de icraatında muhsin kullar olarak güzelce kulluğunu yapmış olan kimselere Rablerinin huzurunda ecirler, mükafatlar oluşur, var. Sevapları var." Ve onlar, ve lâ havfün aleyhim. "Onlara âhirette bir korku olmayacak."
Aman acaba Allah bizi günahlarımızdan dolayı cehenneme atar mı, yakar mı?
Öyle bir korku olmayacak. Korkulacak duruma düşmeyecekler.
Ve lâ hüm yahzenûn. "Onlar mahzun da olmayacaklar." Umduğunu bulamamak, istediği kadar mükâfâta erişememek gibi üzücü bir takım olaylarla karşılaşmak gibi durumlar bahis konusu olmayacak.
Cenâb-ı Hak iki şart koşuyor. Birisi kişinin, kulun zâtını Allah'a yöneltmesi, tevcih etmesi. Yani biz buna İslâm olmak, İslâm'a girmek diyoruz. İmanı olacak bir. Tabii Allah'a, sırf Allah'a ibadet edecek, bu bir. Ve hüve muhsinün. "Kulluğun güzel olması."
İslâm'a girdikten sonra kulluğun güzel olması nasıl olacak?
Onu da müfessirler ey ittebe'a fîhi'r-rasûl. "Dindarlığında Resûlullah'a tabii olursa." İhsanın iki şartı var. Bir, ibadetlerinin kabul olması için şartlardan birisi, Allah rızası için olacak, hâlisâne olacak. Niyetinde katışıklık, art niyet, başka maksat olmayacak, bu bir. Kendini tam halis muhlis Allah'a teslim edecek. Tam teslim edecek.
Yani tam teslim olmayan ne yapıyor?
Dini sömürüyor, dindarlıktan faydalanıyor. Oy toplamaya çalışıyor, veyahut ticaretini geliştirmeye çalışıyor, veyahut dünyasını doğrultmaya gayret ediyor. Veyahut birisinin gözüne girmeye gayret ediyor. Yani bunlar niyetlerdeki çarpıklıklar, bozukluklar, katışıklıklardır, öyle değil. Tam teslim oldu, katıksız, Rabbim ne derse onu yapacağım; örtün derse örtüneceğim, oruç tut derse tutacağım, namaz kıl derse kılacağım, haram yeme derse yemeyeceğim. Her şeyiyle, tamam, bu bir. Şartın birisi, ihlas. Kalbinin niyetinde [bozukluk] olmayacak.
İkinci şart nedir?
Ve hüve muhsinün. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in sünnetine uygun olacak. Resûlullah'a uygun olacak.
Yani Resûlullah'ın sünnetine uygun olmadan iyi niyetle bir insan bir şey yapsa bunun bir değeri var mı?
Yok. Çünkü Resûlullah'a uygun değil.
Mesela bu hususta delilin nedir? diye sorulacak olursa, müfessir [delil olarak] hadîs-i şerîfi getirmiş. Müslim isimli, meşhur Sahih-i Müslim'in yazarı [kitabında kaydetmiş.] Hz. Aişe validemiz radıyallahu anhâ'dan rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Men amile amelen leyse aleyhi emrünâ fe-hüve reddün. ' "Bir amel işleyen, bir icraat yapan, bir iş yapan kimse, ama öyle bir iş ki." Leyse aleyhi emrünâ. "Bizim işimiz o tarzda değil."
Bizim işimizin üzerinde olmayan bir şekilde, bir amel işlerse bir insan, icraat yaparsa o nedir?
Fe-hüve reddün. "Merdudtur." Allah onu reddeder, kabul etmez.
Ne yaptın?
Şöyle yaptım, böyle yaptım.
Niye Peygamberime uygun yapmadın?
Red. Kabul edilmez. Peygamber Efendimiz öyle buyuruyor.
Onun için biz her işimizi Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in sünnetine uygun yapmaya dikkat ediyoruz.
Neden?
Sünnete aykırı olunca fe-hüve reddün. "Reddedilecek, merdut olacak, Allah'ın huzurundan geri dönecek, kabul edilmeyecek."
Onun için daha başından beri Peygamber Efendimiz'in sünnetine sarılmış ihlaslı insanlar, sünnet-i seniyyeyi okumuşlar, öğrenmişler, uygulamışlar. Namazların sünnetleri var. Orucun sünnetleri var. Her şeyin âdâbı[na uygun,] Peygamber Efendimiz'in yaptığı şekle uygun bir şekilde yapmaya gayret etmişler. Eğer yapılan iş farzedelim ki hâlisâne bile olsa, eğer Allah'ın, Resûlullah'ın gösterdiği şekilde değilse Allah onu kabul etmez.
Neden?
Sünnete aykırı olduğu, bid'at olduğu, yanlış olduğu için. Çünkü herkes dinde kendi aklına göre bir şey yapmaya kalkarsa [olmaz.] Burada dünyanın dört bir yanından umreye gelen kardeşlerimizi görüyoruz işte. Kendi bildiğine bir şey yaparsa olmuyor, yanlış oluyor. Giyim kendi bildiğin gibi olursa yanlış oluyor. İbadet kendi bildiğin gibi olursa yanlış oluyor.
Nasıl olacak?
Hepsi sünnet-i seniyyeye, Peygamber Efendimiz'in şekline uygun olacak.
Peki, şu karşıdaki filanca herif sünnet-i seniyyeye çok uygun hareket etti de amma kalbi fesat, niyeti başka, birilerini tavlamak, aldatmak istiyor. Onun için böyle kuzu postuna büründü, müslümanların arasına girdi. Amma ben onun aslını bilirim. O ne tilkidir, o ne domuzdur, o ne bilmem ne!
Ha, dış şekli itibariyle, her şeyiyle şekli, sûreti, görünüşü Peygamber Efendimiz'in sünnetine uygun olsa, kalbi uygun olmasa, niyeti bozuk olsa onun da kıymeti olmaz.
Ve kadimnâ ilâ mâ amilû min amelin ve ce'alnâhu hebâen mensûrâ. "O zaman Allah o amellerini kabul etmez. Onların da hepsi boşa gider. "
Çünkü münafıkça yapmıştır, riya ile yapmıştır. Riya ile yaptığı zaman da Allah'ın kabul etmeyeceği hakkında çok âyet-i kerîmeler var. Mesela bir tanesini okuyalım;
İnne'l-münafikine yuhâdi'ûnellahe. "Münafıklar Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar."
Hâde'a, yuhâdi'u, karşılık bir taraf, iki taraf olmuş hud'a, 'oyun, hile' yapmaya çalışıyor. Yuhâdi'ûnellahe. "Allah'ı aldatmaya kalkışıyorlar." demek yani bu. Halbuki bu mümkün olmayan bir şey.
Ve hüve hâdi'uhüm. "Halbuki Allah onların o hilelerini başlarına çeviriyor." Onlar kendileri yanlış yolda olduklarının farkında değil. Allah'ı aldatmaya çalışıyorlar halbuki kendileri aslında aldanıyorlar.
Ve izâ kâmû ile's-salâti kâmû küsâlâ. Münafıklar Efendimiz'in zamanında namaz kılarlardı. "Namaza kalktıkları zaman tembel tembel kalkarlardı." Yürâûne'n-nâse. "İnsanlara gösteriş için yaparlardı."
Ve lâ yezkurûnellâhe illâ kalîlâ. "Allah'ı çok az zikrederlerdi."
İnne'l-münâfikîne fi'd-derki'l-esfeli mine'n-nâri. Ve bunların cehennemin en aşağı tabakasına gideceklerini de âyet-i kerîmeler bildiriyor.
Demek ki bu âyet-i kerîmede de Rabbimiz bize öğretiyor. Bir kere kişi zâtını, bütün varlığını Allah'a tam bağlayacak, tam teslim olacak, tam yönelecek. Çok temiz duygularla Allah'a sımsıkı bağlanacak bir. Bir de bu bağlılığının gereği olan işlemleri, ibadetleri güzel yapacak. Ve hüve muhsinun. "Muhsin olarak yapacak."
Muhsin olması, ibadetin ihsan üzere olması nasıl oluyor?
Sünnete uyarak. Umumî mânada Efendimiz'in öğrettiği şekle uygun olacak, bid'at olmayacak.
Bir de Peygamber Efendimiz kendisi ihsanı nasıl tarif etmiş?
"Allah'ı görüyormuş gibi ibadet etmek" diye tarif etmiştir. Yani Allah'ı görüyormuşuz gibi... Biz O'nu görmüyoruz ama O bizi görüyor. Biz O'nu göremeyiz. Zaten bakamayız, baksak gözümüzün görmesi mümkün değil. Musa aleyhisselam bakmak istedi, "Göster cemalini göreyim yâ Rabbi! Tecelli eyle de seyredeyim." dedi. Tûr Dağı'na tecelli edince o dağın tecellisine bile dayanamadı, bayıldı yere düştü. Yani insanoğlunun takati yok, o şeyi [görmesi,] gözlerin O'nu idrak etmesi mümkün değil. Ama O bizi görüyor.
Biz de O'nun bizi gördüğünü bilerek kendimizi derleyip toparlar, edepli hareket edersek o zaman ne olacak?
Cenâb-ı Hak büyük ecirler, sevaplar verecek.
Fe-lehû ecruhû inde rabbihî. "Böyle yapan bir kulun sevabı Rabbinin huzurunda, yanında teşekkül eder ve orada korunur, mahfuz kalır." Yarın onun mükafatını, faydasını görecek.
Ve lâ havfün aleyhim ve lâ hüm yahzenûn. "Ve böyle insanlar, zâtını Allah'a teslim eden ve Muhsin olarak [yaşayan]lara âhirette bir korku olmayacak."
Cenâb-ı Hak bizleri böyle halis bir şekilde tam Rabbine bağlananlardan, kendisini tam teslim edenlerden, yüzünü tam Cenâb-ı Hakk'ın yönüne dönenlerden eylesin. Yaptığımız, bütün ömrümüz boyunca yaptığımız her işimizi de güzel yapmayı nasip etsin. Çünkü İslâm'ın güzel tarafı var. Müslümanın niyeti iyi oldu mu, yaptığı her güzel işten sevap alıyor.
Ben şimdi şu vakitte yatayım da geceleyin teheccüde kalkayım da, teheccüd namazımı aklım başımda güzel güzel, hissede ede güzel kılabileyim. Biraz vücudum uykulu uykulu olmasın, kafam bulanık olmasın diye yatarsa, gece ibadetimi [rahat yapayım diye] gündüz kaylûle uykusu uyursa, - öğlen civarındaki uyku- o uykusu bile ibadet olur. İnsan uykuda bir şey yapmıyor ki! Yatağa yatıyor, işte boş geçiyor vakit. Boş geçiyor ama ilerdeki bir ibadeti yapma niyetiyle o istirahatı yaptığı için Allah sevap yazıyor. Onun için ben şu yemeği yiyeyim de ibadete taate kuvvet olsun [diye düşünür yerse], sevap alır. Ben evleneyim de haramlardan günahlardan kendimi kurtarayım. O zaman evlilik sevap olur. Yani hayattaki bütün icraatımız, faaliyetimiz niyetimiz iyi olursa bize sevap kazandırabilir. Niyet bozuk olursa, gösteriş için olursa veya bid'at olursa, yalan yanlış olursa bütün icraat ve faaliyetimiz bizi vebal atlına sokabilir. Onun için bu iki hususa çok dikkat etmemiz lazım. Samimiyete çok dikkat etmemiz lazım. Yaptığımız her işi çok güzel yapmaya dikkat etmemiz lazım.
Başkaları tabii çeşit çeşit laflar söylüyorlar. Dünyada rekabet denilen şey çok, kıskanmak denilen şey çok, tenkit denilen şey de çok oluyor. İyileri de tenkit ediyorlar, çok iyileri de tenkit ediyorlar. Hatta Peygamber Efendimizi de nice nice kişiler kalkmış ileri geri konuşmalarla tenkit etmeye çalışmış. Kur'ân-ı Kerîm'i şiir gibi gördüğü için kimisi şair demiş; vahiy geldiği zamanki hâline bakarak kimisi mecnun demiş; istikbali söylüyor, mucize gösteriyor diyerek kimisi kahin demiş ama hiçbirisi değil, Peygamber.
Peygamber Efendimiz Allah'ın en sevgili kulu olduğu halde, en seçkin kulu olduğu halde tenkit edildiğine göre anlayacağız ki iyiler tenkit edilebiliyor. Her tenkidi ölçüye, ölçeğe vuracağız, haklıysa haklı, haksızsa haksız, yersiz yurtsuz saçma sapan bir söz diyeceğiz. Bu tenkidin yeri yok, aslı esası yok diyeceğiz. Bu başyazı saçma diyeceğiz. Bu gazete saçmalıyor diyeceğiz. Bu televizyon programında tamamen gerçekler çarpıtıldı. Anlayacağız yani.
Bir de bu adamların bir usulleri var, diyorlar ki; "Bir çamur at kabul edilmezse de izi kalır." Yani birazcık, bir daha birisi daha atar, bir daha birisi daha çamur atar, sonunda şey yapar. Yani çamur atmalardan da iyi insanların kadrini gözümüzde, gönlümüzde küçülttürmeyeceğiz. Kimisi İmam-ı Azam Efendimiz'e çatıyor. Kimisi İmam-ı Maturidi Efendimiz'e çatıyor, kimisi Ehli Sünnet mezhebimize çatıyor. Kimisi şuna çatıyor, kimisi buna çatıyor. Çatanların sayısına bakarsak o sözlerden etkilenirsek yanlış olur.
Doğruya doğru, eğriye eğri. Yani biraz bağışıklı olmalıyız, aldatmalara karşı kuvvetli olmalıyız. Mikroplar çok, vücut kuvvetli olursa mikroplar vücuda tesir etmiyor, zayıf olursa geliyor icraatını yapıyor. Mikroplu bir ortamda yaşıyoruz. Dünyada mikrop var, havada mikrop var, suda mikrop var. Derimizin üstünde mikrop var, tuttuğumuz kapı tokmağında, kalemde vesairede her şeyde mikrop var ama kuvvetli olduğu zaman vücuda tesir etmiyor. Zayıf olduğu zaman tesir etti hastalık yaptı. Salgın hastalık yapıyor vesaire.
Allahu Teâlâ hazretleri bizim imanımızı kuvvetli eylesin, mikroplara, hastalıklara karşı kuvvetli bağışıklı eylesin. Akl-ı selim sahibi eylesin, hiss-i selim sahibi eylesin, zevk-i selim sahibi eylesin, muhsin eylesin. Her şeyi güzel yapmaya muvaffak eylesin. Kulluğumuzu güzel yapalım, İslâm'a güzel hizmet edelim, İslâm'ı güzel savunalım.
Biliyorsunuz İslâm'ın savunması için bir ayrı sınıf yok. Her müslüman İslâm'ı savunacak. Şimdi İslâm'a çok büyük hücumlar var. Müslüman ülkeleri emperyalistler sömürdüler. Harpler, darpler, saldırılarla zayıf düşürdüler, fakir düşürdüler, kendileri de sömürdükleri paralarla semirdiler. Semirince yükseldiler, zenginlediler. Şimdi onlar kendilerini ağa paşa sanıyor. Halbuki haramla hepsi oldu. Ondan sonra da fakir müslümanlara tepeden baktılar. Bir de o kendi topladıkları güçlerle müslümanları tamamen yok etmeye çalıştılar.
Sahabe gibi olalım. Sahabe faaliyeti yapalım. Sahabe gibi Cenâb-ı Hak [bizlere yardımını] ihsan eylesin. Çünkü ümmetin bozulduğu zamanda bir sünneti ihyâ edene 100 şehit sevabı verilecek. Şehit sevapları almak ne kadar güzel!
Allah bizi iki cihanda aziz eylesin. Kimsenin önünde mağlup ve mahcup düşürmesin. Hor ve zelil etmesin. Aramızdaki fitneleri, fesatları izale eylesin. Bizi düşmanlara karşı güçlü eylesin. Hem dünyada hem âhirette aziz ve bahtiyar eylesin. Cennetiyle cemaliyle hepimizi müşerref eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.