es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
İbadetlerinizin makbul olmasını, dualarınızın müstecâb olmasını Cenâb-ı Hak'tan dilerim. Rabbülalemin muradlarınıza erdirsin, bu mübarek günlerin, gecelerin, ibadetlerin güzel sonuçlarından, mükafatlarından azamî nasibdar olmayı, kısmetinizi, nasibinizi bol bol almayı Cenâb-ı Hak'tan dilerim. Cenâb-ı Hak ihsan eylesin.
Şimdi Bakara sûresinin 122. ve 123. âyeti üzerinde, biraz da burada vakit oradan faklı bir durumda. [Âyetleri] okuyarak hafif, kısa bir izah ile bu sefer ki sohbetimi kısa kesmeyi düşünüyorum, hayırlısı...
122. âyet-i kerîme;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yâ benî isrâîle'zkürû ni'metiyelletî en'amtü aleyküm ve ennî faddaltüküm ale'l-âlemîn.
Vettekû yevmen lâ teczî nefsün an nefsin şey'en ve lâ yukbelu minhâ adlün ve lâ tenfe'uhâ şefâ'atün ve lâ hüm yunsarûne.
Sadakallahülazîm.
Bu da 123.âyet-i kerîme. Bakara sûre-i şerîfesinin 122. ve 123. âyet-i kerîmeleri.
Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
Yâ benî isrâîl. "Ey İsrail'in evlatları!" Yani benî İsrail dediğimiz Yahudi kavmi.
Benî kelimesi Arapça'da ibn, 'evlat, oğul' sözünün çoğuludur. Benî "evlatlar" demek. [Benî isrâîl] "İsrailoğulları" demek oluyor. İsrail de Yakub aleyhisselam'ın sıfatıdır diye kitaplarda bildiriliyor. Yani İbrahim aleyhisselam'ın neslinden… Tabii bunlar Arapların akrabası oluyor. İbrahim aleyhisselam Arapların da atası; onun bir oğlundan bir taraf gelişiyor, öbür oğlundan öbür taraf gelişiyor.
Aslında bütün insanlar Hz. Âdem'den biribirlerinin kardeşi, bunlar da İbrahim aleyhisselam da nesebler birleşiyor, birbirleriyle akraba olan kavimler. İnsanların hepsi Hz. Âdem'in evlatları, bizler hep biribirimizin kardeşiyiz ama işte böyle çeşit çeşit kabilelere, milletlere, ırklara bunlar teşekkül etmiş; tarihin akışı içinde coğrafi, kavmî şartlarla, inanç meseleleriyle bunlar böylece oluşmuş bir vâkıa, karşımızda duruyor.
"Ey İsrail oğulları!" Üzkürû. Tabii üzkurû'nun başındaki ü'sü, hemze-i vâsıl, geçilebilen hemze olduğundan, bi-ismillahi demiyoruz da bismillah diyoruz ya… besmelede söylemiştim. Bazı hemzeler geçilebilen hemzelerdir. O harfler ikisi arasında kalınca okunmaz, geçilir.
Üzkürû, zekere-yezkuru'dan emir. Üzkürû. "Siz zikredin." Yani siz anın, hatırlayın. Ama yâ benî isrâîle derken ona vuruluyor;
Yâ benî isrâîle'zkürû. "Ey İsrailoğulları hatırlayın!"
Neyi?
Ni'metî. "Benim nimetimi."
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki; "Benim nimetimi hatırlayın!" Nimetin de ne olduğunu açıklıyor;
Elletî en'amtü aleyküm. "O nimet ki ben size bu nimeti bahşetmiştim, in'am etmiştim, ihsan etmiştim, ikram etmiştim." "Benim size ikram etmiş olduğum nimetimi hatırlayın."
Ve ennî. "Ve yine hatırlayın ki ben sizi." Faddaltüküm. "Üstün kıldım, faziletli kıldım, daha meziyetli kıldım." Ale'l-âlemîn. "Âlemlere nispetle, başka insanlara, başka ırklara, başka ailelere, topluluklara nispetle sizi faziletli kılmıştım." "Bunları hatırlayın ey İsrailoğulları!" buyuruyor.
Cenâb-ı Hak, İsrail oğullarına ne nimet verdi?
En büyük nimet peygamberlik nimeti… Yani onların bağlı bulundukları o şahısların, İbrahim aleyhisselam'ın Yakup aleyhisselam'ın İshak aleyhisselam'ın peygamber olması; Allah'ın seçtiği, mübarek, Allah'ın emirlerini insanlara duyuran insanlar olması. Bu büyük bir ikram! Allahu Teâlâ hazretleri bir kavme böyle peygamber gönderdi mi çok büyük bir ikram, çok büyük bir lütuf. Bize de Peygamber Efendimiz Muhammed Mustafa hazretlerini [rahmet olarak gönderdi.]
Allahu Teâlâ hazretleri ne buyuruyor?
Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li'l-âlemîn. "Ben seni ey Resûlüm, ancak âlemlere rahmet olarak indirdim."
Yani acıdığım için, onlar doğru yola sevk olsunlar, doğru yolu bulsunlar, böylece sevaplı işler yapsınlar da cenneti kazansınlar; hidâyet yolunu göstereyim diye; sen onlara benim emirlerimi tebliğ edesin, onlar dalâlette, cehalette, cahiliyette kalmasınlar diye seni rahmet olarak gönderdim dediği gibi, en büyük nimet o.
Tabii Allahu Teâlâ hazretlerinin bütün kullara umumî olarak nimetleri çoktur, sayısızdır, sayılamayacak kadar fazladır.
Ve in te'uddû ni'metellâhi lâ tuhsûhâ. "Allah'ın nimetlerini saymaya kalksanız, takat getirip, sayıp hepsini bitiremezsiniz."
Bitmez, ömür biter ama nimetlerin sayılması yine yarıda kalmış olur, nimetler bitmez. Allah'ın nimetleri çoktur. Zaten her türlü nimet ayrı ayrı yerlerden, ayrı ayrı yönlerden, ayrı ayrı cihetlerden bize geliyor. Vücudumuzun sağlığı bir nimet, aklımızın sağlam olması bir nimet, çevremizde tabiat şartlarının güzel olması bir nimet, huzurumuzun olması nimet. İslâm, iman, Allah'ın sevdiği iman üzere olmak nimet. Bu nimetler sayılamayacak kadar çok. Cenâb-ı Hakk'ın nimetleri esas itibariyle, onun adâlet-i ilahîyesinin gereği olarak insanlara umumi olarak iner, yani gökten rahmetin indiği gibi, şakır şakır her evin üstüne, bir şehre, bir beldeye, bir bölgeye geldiği zaman yağdığı gibi gelir. Ama bazıları bu nimetten istifade ederler, bazıları etmezler. Kabiliyetleri nisbetinde… Bazı toprak çöl, yağmur yağar, kumların arasından rahmet sızar, diplere gider, üstte bir bitki birşey olmaz. Ama toprak münbit ise, bitirici bereketli ise, güzelse, yağmuru da birden aşağıya geçirtmiyorsa o zaman yeşillenir, otlanır, çiçeklenir, ağaçlanır, ormanlanır, türlü türlü nimetler olur.
Allahu Teâlâ hazretlerinin nimetleri umumi insanlara çoktur da hususi olarak da İbrahim aleyhisselam'ın nesline, her koluna, evlatlarından devam eden neslinin kollarına nimetleri çok. Yahudilere de, yani benî İsrail'e de, Yakub aleyhisselam'ın evlatlarına da içlerinden nice nice nice peygamberler gönderdi. Hatta onlara devlet, şevket, izzet, ikram nasip etti. Düşmanlarını yendiler, muazzam devletler kurdular. Davud aleyhisselam Câlut'u öldürdü, hükümdar oldu, Süleyman aleyhisselam cinlere, insanlara hükmetti… Artık o nimetlerin neler olduğunu daha önceki âyet-i kerîmelerden hatırlayacaksınız. Onların hatırlatılması, tarihi olaylar geçmişti. Burada da bu nimetleri yine hatırlamaları tekraren ifade ediliyor.
Bu tekrar niçin?
Kürriret hâhünâ li't-te'kîd. Yani tekid için.
Tekid ne demek?
Bir meseleyi iyice sağlamlaştırmak, kuvvetlendirmek, iyice belirlensin diye.
Ve'l-hissi ale't-tibâ'i'r-resûl ennebiyye'l-ümmiyyillezî yecidûnehû sıfatühû fî kütübihim ve na'tehû ve ve's-mehû ve emrehû ve ümmetehû. Yani, "Kendi kitaplarında, Tevrat'ta geleceği bildirilen bu âhir zaman peygamberi, bu ümmî, Muhammedi'l-ümmiyyi'l-arabî, bu resûle ittibâ etmeye teşvik için bu…" İsmiyle, emriyle, sıfatlarıyla, hayatıyla, ümmetinin evsafıyla kendilerine bildirilmişti. Geldiği zaman, öyle bir peygamberin geldiği zamana sizin evlatlarınız, nesilleriniz yetişirse ona uysunlar diye onlardan ahd ü mîsak alınmıştı. Bunun yapılması lazım diye; bunu teşvik sadedinde, bu âyet-i kerîmeler tekrar tekrar, tekiden yani durumu kuvvetlendirmek için, iyice anlasınlar diye tekrar ediliyor.
Ve kitmânü mâ en'ame bihî aleyh ve emerahüm en yezkürû ni'metellâhi aleyhim mine'n-ni'ami'd-dünyeviye ve'd-dîniyye. "Bunları [tefsir kitabından] okuyorum. İbn Kesir kısaca böyle şey yapmış. Türkçesini söyleyelim; "Allah'ın kendilerine verdiği bu nimetleri hatırlasınlar ve açıklamaları gereken bilgileri saklamasınlar." Haset ettiklerinden, akrabası olan bu kavmin içinden, yine dedeleri İbrahim aleyhisselam'ın evladından gelmiş olan bu mübarek peygambere haset edip de Allah'ın ona verdiği nimetlere düşmanlık edip de ona münkir olmasınlar. Bu hasetten dolayı muhalefete, yalanlamaya düşmesinler, mü'min kavimken kâfir olmasınlar, muvafakatinden, ona ittibadan uzak kalmasınlar diye tekrar ediliyor.
Evet, gerçekten mü'min olmak, imansız olmaktan çok yüksek bir meziyettir. İnsanlardan fark böyle olur. İmanla iman etmeyen arasında çok büyük fark vardır. Birisi cennete girecek, ebedî saadete erecek, birisi de cehenneme düşecek, ebedî şekavet, ebedî azapta kalacak, çok büyük fark var. Yani tariflere sığmayacak kadar fark var.
Bir de imanda da fark nedir?
Takvâ; yani Allah'tan korkmak. Allah'ın emrini tutmak, Allah'a muhalefetinden, karşı gelmekten, âsi olmaktan kaçınmak önemlidir. O âsi olmaktan sakınmak, kaçınmaya takvâ diyoruz. "Filanca adam takvalı bir müslüman." Yani âsi olmayayım, günah işlemeyeyim diye tir tir titriyor, titizleniyor… dikkatli müslüman demek. Bunları Cenâb-ı Hak İsrailoğullarına tekrar tekrar hatırlatıyor.
Kendilerinin yanlış fikirlerini de yanlış kanaatlerini de geçtiğimiz haftalarda izah ettiğim gibi, ihtilafa düştükleri konuları da bir bir açıklıyor. Yani İsrailoğulları tarih boyunca, kendi tarihleri içinde ileri sürdükleri çeşitli yanlış fikirleri, bu Kur'ân-ı Kerîm ile düzeltiyorlar. Hatalarını, çeşitli fikirler çoğaldığı zaman doğru olan fikirleri buradan, Kur'ân-ı Kerîm'den anlayabilirler, anlıyorlar. Bunları anlayıp, bu peygamberin de Allah'ın hak peygamberi olduğunu kendi evlatlarını bilecek kadar kesin, açık seçik bir şekilde bilip de ondan sonda küfürde kalmamak çok önemli.
İnsanlar bunu neden yapıyor?
Maalesef, siz de tecrübe kazanmışsınızdır, hayat tecrübenize dayanarak, insanların niye kusurları, günahları işlediğini şöyle bir düşünüverin...
İnsanoğlu bir kere şeytana kanıyor, şeytana kandığı için, hatalı işler yapıyor. Şeytan da tarih boyunca, insanlığın tarihi boyunca, Hz. Âdem atamızdan beri kandırmayı yapagelen bir varlık olduğundan kulları çok ustaca kandırıyor... Kul, şeytanın kendisini sinsice, vesvese vererek kandırdığını anlamıyor. Şeytanın kendisine verdiği fikirleri, kendisinin öz fikri sanıyor, canım öyle istiyor sanıyor, halbuki şeytan onu kandırıyor.
Bir, şeytanın kandırması var; iki, nefsin, insanın kendisinin, kendi egosunun, bencilliğinin, benliğinin aldatmaları, istekleri, arzuları, bitmez tükenmez hevesleri, hevâsı, şehevâtı var.
İnsanoğlu bu hevâ ve hevesâtı, arzu ve şehevâtına gem vurmazsa, dizginlemezse, engellemezse, yani iradesi kuvvetli olmazsa, aklını nefsine emir ve hakim kılmazsa o zaman ne oluyor?
Her aklına geleni, her canının istediğini her yerde yapabilir mi insan?
Yapamaz.
Neden?
E başkalarının hakları var. Hep bu her istediğini yaparsa o zaman başkalarının haklarını çiğnemiş olur.
Onun için bu nefsin, bu sonsuz, bitmez tükenmez arzularına, heveslerine, şehevatına ne demek lazım?
Dur bakalım, hizaya gel, başkalarının da hakları var, aşırı gitme, teraziyi elinden bırakma, adaletten ayrılma, hakkın olanı al, hakkından fazlasını, yanlış şeyleri isteme, duygularının şiddetine, hırsına kapılarak günah olan şeylere kayma; demek lazım ona. Şeytan da büyük bir düşman. Tabii bu iki aslî düşman insanları şaşırtıyor, imana getirtmiyor, küfürde, şirkte bırakıyor, âhireti hiç düşündürtmüyor ve mahvediyor.
Bu iki büyük düşmanı, hele şeytanı hiç hatırdan çıkarmamak lazım. Şeytana, şeytanın oyunlarına karşı, bilinçli olmak, uyanık olmak lazım. Nefsin de arzu ve heves ve şehevâtına da meşru ölçüler içinde müsaade etmek lazım. Gayrı meşru çizgiye çıktığı yerde, zamanda, "Yoo, burası gayrı meşru, böyle yapma!" diye dur demesini bilmek lazım.
İnsan ile hayvan arasındaki zaten en büyük ayrım, insanın en yüksek meziyeti, kemalâtı, yani kamilliği, olgunluğu nerededir?
Her arzu ettiğini hemen yapmaması, düşünmesi, taşınmasıdır. Aklına mantığına göre hareket etmesidir.
"Ben şu adama çok kızıyorum, bunun hemen kafasını kıracağım geliyor, bunu öldürmek istiyorum, bir kaşık suda boğmak istiyorum."
İyi ama doğru değil, kâtil olursun.
O zaman tamam, yapmayayım, yapmamam lazım.
Şunu çok canım istiyor, şu benim olsa...
İyi ama, onu şu anda alacak param yok.
Çalayım.
Çalarsan hırsızlık olur.
Sen onun malını çalıyorsun, memnun oluyorsun ama birileri de gelse senin mallarını çalsalar memnun olur musun?
Olmam.
O zaman o da [memnun] olmadığına göre demek ki çalma iyi bir şey değil. Oradan anla! İğneyi kendine çuvaldızı başkasına batır. Yani kendini onun yerine koyarsan o zaman anlarsın.
Şimdi Allah onları âlemlere, aralarından bazılarını peygamber kılarak, kendilerine kitap göndererek, hak yolu göstererek, tevhidi, lailahe illallah'ı göstererek, âhireti bildirerek, bir büyük iyilik yapmış, faziletli kılmış. Öteki kavimler puta taparken, güneşe, aya, yıldıza taparken; Sümerler, Babilliler, Romalılar, Yunanlılar... Politeizm, çok tanrıya tapmak, heykellere tapmak, yıldızlara, gökteki varlıklara tapmak [gibi] saçmalıkların yanında bunlar Allah'ın varlığını biliyorlar, peygamberleri de tanıyorlar, Allah'ın indirdiği kitaplara da sahipler. Bunlar büyük meziyet.
İşte bu âyet-i kerîme bunları hatırlatıyor, hizaya gelmelerini, dinlerinin icabını, kitaplarının kendilerine söylediğini yapmalarını gösteriyor. Sonra Cenâb-ı Rabbü'l-âlemin buyuruyor ki;
Ve't-tekû yevmen. "Öyle bir günden korunun, sakının, korkun ki." Lâ teczî nefsün an nefsin şey'â. "Hiçbir nefis hiçbir nefisten bir şey koruyamaz, kurtaramaz."
Onun yerine karşılık olarak ona bir şey verilemez. Herkes kendisi ne kazandıysa o kazancına göre mükâfat veya cezayı alır. Ötekisi, "Cezayı ben alayım da o çekmesin." diyemez. Mükafatı da, "Bu faziletleri ben yaptım ama mükafatı ona ver." O da olmaz. Her koyun kendi bacağından asılır, her nefis kendi ettiğini bulur, hiçbir nefsin hiçbir nefse, hiçbir canın hiçbir cana, hiçbir kişinin hiçbir kişiye, o kişinin kendinde Allah'ın istediği vasıflar olmayınca bir hayrı faydası, bir yardımı olamaz.
Ve lâ yukbelü minhâ. "O günde kabul olunmaz." Adlün. "Muâdili, yerine bedel olarak."
İşte ben girmeyeyim de cehenneme şu giriversin benim yerime gibi öyle bir muâdil kabul edilmez.
Ve lâ tenfe'uhâ şefâ'atün. "Eğer kişi kulluğunu yapmamışsa o zaman şefaat de fayda vermez."
Bu benim yakımın, bu benim akrabam, bu benim sevdiğim, bunu kurtarayım. İyi ama Allah'ın emrini tutmadı, iyi kulluk etmedi, o zaman şefaat ona fayda vermez.
Ve lâ hüm yunsarûne. "İyi kulluk yapmamış insanlara da hiçbir yerden yardım gelmeyecek, hiçbir şekilde kendilerine yardım olmayacak."
Burada ve lâ tenfe'uhâ şefâ'atün. "Bir şefaat fayda vermeyecek." deniliyor.
Kime fayda vermeyecek?
Cehennemi hak etmiş bir insana, kâfir olmuş bir insana, imana gelememiş bir insana birisinin şefaati fayda vermeyecek. Onu kurtarıp cennete girmesine yardımcı olamayacak ama şefaat var. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in şefaati var. Kur'ân-ı Kerîm'de bazı kulların, Allah'ın müsaade ettiği bazı kimselerin bazı mü'min kimselere, bazı kusurlarının affı konusunda şefaat edeceği kesin olarak bildiriliyor. En kesin, herkesin bildiği delil Âyete'l-Kürsî…
Her namazın arkasından okuyoruz, ki her namazın arkasından Âyete'l-Kürsî okumak çok sevap, onu okuyan insanın cennete girmesine sadece ne mâni oluyor?
Hayatta yaşaması mâni oluyor. Çünkü Âyete'l-Kürsî'yi okuyor diye, hayatta olmasa, cennete girecek. O kadar meth edilmiş.
Men zellezî yeşfe'u indehû. "Kimdir Allah'ın huzurunda şefaat edecek?" İllâ bi-iznihî. "Ancak izni olursa şefaat eder. İzni olmadan kim şefaat edebilir? Kimse izinsiz şefaat edemez." diye bildiriliyor.
Buradan izinsiz şefaat edilemeyeceği anlaşıldığı gibi, Allah'ın bazı kimselere izin verip onlara da şefaat hakkı verdiği de görülüyor. Hadîs-i şerîflerden de biliyoruz, peygamberlerin şefaatleri var, şehitlerin şefaatleri var… Şehitler kendi aile efradına ama mü'min olanlara [şefaat edecek.] Ama iman olmadı mı şefaat kâr etmez. İman olmadı mı birisinin onun namına tevbe ve istiğfar edivermesi fayda etmez. Onun namına hayır hasenât yapıvermesi, ben onun kurbanını kesiverdim, ben onun yerine hacca gidiverdim… ama adam mü'min değil ki, hiç ona gitmez.
Her şeyin ilk temel şartı, ön şartı, kabul şartı, mü'min olmak. Mümin oldu mu o zaman şefaat olur. Allah müsaade ediyor, Allahu Teâlâ hazretleri müsaade ettiği için bazı kimseler sevdikleri bazı kimselere şefaat ediyorlar. Peygamberler ümmetlerine, kendi ümmetlerine şefaat ederler, şehitler ailelerine şefaat ederler, alimler kendilerine tâbi olan, sözlerini dinleyen kimselere şefaat ederler. "Yâ Rabbi! Bu benim talebemdi, bunu ben öğretmiştim, bunun kusurlarını affediver…" [derler.]
Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın afv u mağfireti de var. Yani kullar kusursuz olamıyor, ne kadar uğraşsalar, ne kadar gayret etseler yine kulların her an nice nice hataları oluyor, hatasız kul olmuyor. Dikkat edin, niyet edin; "Bu sabah niyet ettim, bugün hiç günah işlemeyeceğim, hata yapmayacağım." diye. Bu niyetle evden çıkın ama akşamleyin düşünürsünüz ki yine ne kadar istemeye istemeye hatalar olmuştur.
Cenâb-ı Hak hataları affediyor. Gaffaru'z-zünûb. "Günahları bağışlayıcı." Afüvv. "Affetmeyi çok seviyor." Settâru'l-uyûb. "Ayıpları örtüyor." Ekramü'l-ekramîn. Yübeddilullahü seyyiâtihim hasenât. "Kulların seyyiâtını hasenâta döndürüyor, affediyor." Namaz kılınca bir önceki [namaz ile] aradaki günahı affoluyor.
Birisi, "Yâ Resûllallah! Ben bir hata işledim. Bana hadd-i şer'iyyi yani şerî cezayı uygula." dedi. O sırada ezan okundu, namaz kıldılar, namazdan sonra tekrar geldi, "Yâ Resûlullah! Ben bir suç işlemiştim, o cezamı, şeriatin bana tayin ettiği cezayı bana uygula." dedi. İmam Nevevî'nin Riyâzü's-sâlihîn'inde, sahih hadis kitaplarında var. Riyâzü's-sâlihîn'i okuyunuz diyorum ya size, sahih hadisleri ihtiva eden güzel bir kitap diye, orada var. Peygamber Efendimiz diyor ki;
"Namaz kılmadın mı bizimle?"
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bildiği halde soruyor;
"Kıldım yâ Resûlallah!"
"Tamam, affoldu. O hatan namaz kıldığın için affoldu." diyor
Evet, namaz kılınca günahlar affolur, abdest alınca günahlar dökülür, Ramazan orucunu güzel tutunca bir sene önceki günahlar affolur; hacca, umreye gidince geçmiş günahlar affolur. İbadetler yapılmış hataları affettiriyor, sildiriyor, bağışlatıyor.
Ve yağfû an kesîr. "Cenâb-ı Hak kulların işlediği çok hataları affediyor."
Affediyor, küçücük gayretlerini, ufacık ibadetlerini, değersiz çalışma ve gayretlerini büyük mükafatlarla mükâfâtlandırıyor, lütfuyla keremiyle cennetine dahil ediyor, cemaline mazhar ediyor, köşklere sahip ediyor, hûrîleri, gılmânı emrine veriyor, cennetin sonsuz nimetlerinden ebedî istifade imkânı veriyor.
Eğer bunları cennetlik olan bir insan, cennette sahip olduğu şeylerin en küçüğünü dünyadaki bütün imkanlarını sağlayarak satın almaya kalksa bir taşını alamaz. Diyelim ki;
İngiltere Kraliyet Tacı'nın başındaki şu kadar kıratlık büyük elmas, paha biçilemiyor. Topkapı Sarayı'nın, Hazîne-i Hümâyûn dairesindeki kaşıkçı elması, paha biçilemiyor, çok pahalı…
"Tamam, bunu alabilir misin?"
Alamam hocam, nasıl alayım. Kuyumcudaki güzel elmas yüzüğü bile nişanlım için alayım dedim de, ooo çok paralar istediler, onu bile alamadım."
Evet, alamaz, ödeyemez, hiçbir şeyimiz yetmez, kendimizi esir pazarında satsak- esirler satılırmış eskiden- kaç pul ederiz? Ödemek mümkün değil.
Nasıl oluyor?
Allah'ın lütfundan, ikramından oluyor, azımızı çoğa saymasından, günahlarımızı bağışlamasından oluyor. Çok bağışlayıcı, çok cömert, çok lütufkar olduğundan, kullarına çok lütfettiğinden, kulların tevbesinden çok memnun olduğundan, hata işleseler bile estağfirullah deyip tevbe edince, affediverdiğinden kullar kurtuluyor, siliniyor, temizleniyor, günahlardan sıyrılıyor. O zaman Allahu Teâlâ hazretleri cennetine dahil ediyor.
Yani şefaat kafirlere fayda vermeyecek, eğer cehennemlik olmuşsa o zaman orada ebediyen kalacaklar, hüm fîhâ hâlidûn. Ama mü'minlerin kusurlarının affında, bağışlanmasında ve derecelerinin yükseltilmesinde, cennete girmesinde şefaatler var.
Resûlüllah Efendimiz'in müteaddid şefaatleri var; mahşer gününde şefaatleri var, hesabın başlaması için, ümmetinin günahkarları için şefaati var...
Böylece bunu açıklamış oluyoruz. Bu tehdit, bu ifade inanmayanlar için.
Görüyorsunuz ki Kur'ân-ı Kerîm'in bir âyetine dayalı bir hüküm söylemek yarım bilgi olur, doğru olmaz. Kur'ân-ı Kerîm'i tam bilmek lazım, bütün âyetleri bilmek lazım, konuştuğu konuyu da teferruatıyla bilmek lazım. Şimdi bazıları çıkıyor, şefaati inkâr ediyor.
Neden inkar ediyor?
Delil de gösteriyor, işte diyor bu âyet-i kerîmede ve lâ tenfe'uhâ şefâ'tün dedi. İyi ama bu [âyet-i kerîme] kafirler için, mü'minler için şefaat kâr etmez demiyor ki! Mü'minler için şefaatin olduğunu Âyete'l-Kürsî söylüyor, başka âyet-i kerîmeler, sahih hadîs-i şerîfler söylüyor, Peygamber Efendimiz söylüyor.
Peygamber Efendimizi mi inkâr edeceksin?
Efendim, işte adalet icabı suçlu suçunu çeksin, birisi ona şefaat edince niye kurtuluyor?
İyi ama zaten hep Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla; yaşamamız, affımız, cennete girmemiz, hep lütuf. Eğer adaletle muamele olsa herkes yanar, herkes. Fuzûlî diyor ki; şairâne bir söz söylüyor ama aynı zamanda doğruyu da söylüyor çünkü Fuzûlî alim bir insandı.
Yoh mende bir amel sana şayeste âh
Eger âmâlime göre vere adlün ceza bana
Tam böyle Âzerî şivesiyle tam nasıldır, bilmiyoruz ama bu harflerle yazıldığı için…
"Yok bende bir amel sana layık yâ Rabbi! Eğer adaletle bana karşılık verecek olursan vay benim halime, yandım o zaman." Çünkü terazide benim şeyim ne olacak ki kaşığında ne alacağım, gibi, söz söylemiş. Bu beytin olduğu o şiiri çok güze bir şiiridir.
Doğrudur, hep Cenâb-ı Hakk'ın lütfuyla o mükâfâtlara eriyoruz ama azımızı çoğa sayıyor Cenâb-ı Hak… Onun için biz karınca kararınca, elimizden geldiğince Cenâb-ı Hakk'a güzel kulluklar etmeye çalışalım.
Kur'ân-ı Kerîm bilginizi arttırın, hiç ezberi olmayanlar, az olanlar, Amme cüzünü ezberlesin… Onu bilenler Tebareke'yi de ezberlesin, onu bilenler Kadsemi'a cüzünü, Tebareke'den önceyi ezberlesin. Böylece Kur'an bilgisini arttırsın bir de mealine, mânasına, tefsirine dikkat etsin; okusun, ibret alsın, uygulasın.
Kedisini, öyle âhiretteki kimsenin kimseye fayda vermeyeceği o güne mü'min olarak gidecek şekilde hazırlamaya çalışsın, hatalarının affı için gayret etsin, emirleri tutmaya çalışsın, o zaman Cenâb-ı Hak onun hüsn ü niyetiyle, öyle karınca kararınca, adımcık adımcık, küçük gayretlerini büyük mükâfâtlarla mükafatlandırır. Ama hiç gayret göstermiyor, ben nasıl olsa hızlı koşarım diye tavşan gibi yatıyor, o zaman kaplumbağa yarışta tavşanı geçiyor gibi olur.
Allah yardımcımız olsun. Cenâb-ı Hak yardım edince, kolaylaştırınca, tevfikini refik edince kolay olur. Allah'tan yardım istemek lazım. İstiyoruz zaten ama onu candan istemek lazım.
İhdına's-sırâta'l müstekîm. "Bizi doğru yola hidâyet eyle." İyyâke na'budu ve iyyâke neste'în. "Ancak sana ibadet ederiz, ancak senden yardım bekleriz."
Onu şuurla yani yardımın Allah'tan geldiğini bilerek, şuurla istemek lazım. Allah isteyene istediğini veriyor. Sen cân u gönülden istersen, önünden müşkülleri kaldırır, kolaylaştırır, seni de sevdiği kullar arasına dahil eder.
Allah cümlemize tevfikini refik etsin, yolunu sevdirsin, günahlardan, kötülüklerden korusun, kurtarsın. Pâk eylesin, tertemiz eylesin, pürnûr eylesin, huzuruna sevdiği, razı olduğu kul olarak varalım, rızasına erelim, cemalini görelim, iki cihanda aziz ve bahtiyar olalım, aziz ve sevgili kardeşlerim.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.