Bismillahirrahmanirrahim
Elhamdülillahi Rabbi'l alemin alâ külli hâlin ve fî küllihıyn. Es-salâtü ve's- selamü ala seyyidi'l evveline ve'l ahırin. Senedinâ ve mededinâ ve üsvetüne"l haseneten Muhammedini'l Mustafa ve alihi ve sahbihi ve men tebiahü bi ihsânin ecmeîne
Emmâ ba'd.
Âmürüküm bi-erba'in ve enhâküm an-erba'in. Âmürüküm bi'l-îmâni bi'llâhi vahdeh. E tedrûne me'l-îmânü bi'llâh şehâdetü en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden resûlullâh ve ikâme's-salâti ve îtâ'i'z-zekâti ve savmü ramadâne ve en tüeeddû li'llâhi humuse mâ ğanimtüm ve enhâküm 'ani'd-dübbâ ve'n-nekîri ve'l-hantemi ve'l-muzeffeti ihfezûhünne ve ahbirûhünne men verâeküm.
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem'in ifadesini tercüme ediyorum; şöyle buyuruyor:
Âmürüküm bi-erba'in. "Sizlere dört şeyi emrediyorum, dikkat edin dört şey söyleyeceğim." Ve enhâküm an erba'in. "Dört şeyi de men edeceğim, yasaklayacağım."
"Yapın." diye dört şeyi söyleyeceğim; dört şeyden de sakınmanızı isteyeceğim.
Âmürüküm. "Size şunu emrediyorum ki."
Emrettiği şeyleri sayacak:
Âmürüküm bi'l-îmâni bi'llâhi. "Size Allah'a iman etmenizi emrederim, iman edin."
Ama nasıl?
Âmürüküm bi'l-îmâni bi'llâhi vahdeh. "Allahu Teâlâ hazretlerinin, vahdâniyetini, ehadiyetini, tek olduğunu bilerek Allah'a iman etmenizi size emrederim."
Arkasından soruyor:
E tedrûne me'l-îmânü billah. "Allah'a iman etmek nedir, farkında mısınız? İmanın ne olduğunu biliyor musunuz?" diye soruyor.
Efendimiz "iyi anlaşılsın, cevabını düşünsünler, biraz dikkatleri toplansın" diye konuşmasında bazen soru sorardı.
Bu, bizim ibret almamız gereken güzel bir metottur. Soru sorunca karşı taraf uyanır. Üniversitede hocalık yaptığımız zaman sınıfımda çocuklar uyumazdı elhamdülillah. Öğleden sonra dersim olurdu fakülteye sabahleyin erken gelmişler; herkes yemek yediği zaman öğleden sonra uyku bastırır. Öğleden sonra dersim olurdu Yemeklerin yağları da biraz ağırsa yemekten sonra çocuklar baygınlaşmaya başlarlar ama ben soru sorardım, derse iştirak ettirirdim, tatlı geçerdi, uyumazlardı. Efendimiz'in metodu.
Efendimiz; "Allah'a iman etmek nedir, bilir misiniz, farkında mısınız?" diye soruyor; cevabını yine kendisi veriyor, tarifini yapıyor:
Şehâdetu en lâ ilâhe illallah ve enne Muhammeden resûlullah. "Allah'tan başka bir ilah, bir mabut olmadığına şehadet getirmek, ve benim O'nun elçisi, peygamberi olduğuma şahadet etmek, bunu kabul etmek."
Böyle tarif ediyor peygamber efendimiz.
Dikkat ederseniz "sadece Allah'ın varlığını kabul etmek" demiyor muhterem kardeşlerim. "Allah'ın varlığını ve benim O'nun elçisi olduğumu kabul etmek" diyor. İkisi birbirine bitişik; ayrı şeyler değil. Çok önemli bir nokta bu!
"Ben Allah'a inanıyorum."
"Eee sonra, devam et."
"Allah'a inanıyorum, o kadar."
Ne kitap, ne melek, ne peygamber! Yahu sen millete sadaka mı veriyorsun, lütfen Allah'a inanıyormuş. Şu kâinatın düzeni havadan mı, nereden çıktı, kendi kendine olur mu? Şu hikmetli olaylar, oluşlar, yaradılışlar, varlıklar, çiçekler, ağaçlar, meyveler, madenler, yerler, gökler, hesaplar, kitaplar, astronomi, fizik, kimya... Bu muazzam düzen tesadüfen olur mu, sahipsiz olur mu? Mümkün mü? Yaratanı olmadan, onu öyle yapan olmadan olur mu? Tabi inanacaksın Allah'a! İnanacaksın ama ve enne Muhammeden Resûlullah Resûlullah'ın da peygamber olduğunu söyle, onun da peygamber olduğunu kabul et bakayım.
Neden?
Çünkü Allah'ın emirlerini o getirdi sana, o getirecek. Allah'ın emirlerini ondan alacaksın, işin detayını oradan öğreneceksin.
Sen Allah'a inandın mı?
İnandım. Tamam. Allah'ın emirlerini, yasaklarını, Allah'ın elçisi sana bildirecek. Onun için Allah'a iman etmek, Resûlullah'a iman etmeye bağlı; ikisi birbirinden ayrılmaz.
"Ben Allah'a inanıyorum ama hıristiyanım." Senin dinin yok, makbul değil, Allah'a inanacaksın, Muhammed Mustafa'nın elçisi olduğunu da kabul edeceksin. Onun getirdikleri, Allah'ın gönderdikleri olduğundan, Allah'a inanmanın tamam olması Resûlullah'a tâbi olmakla tamam olacak, oradan belli olacak. Hazinenin anahtarı lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah. Onu açtığın zaman içerideki her şeye sahip olacaksın. O olmadığı zaman olmaz ki!
Allah senden ne istemiş, neleri emretmiş, neleri yasaklamış?
Yok, ortada malzeme yok. Malzeme kapının arkasında kilitli. Sen Muhammedün Resûlullah diye kapıyı aç, gör Allah sana neleri emretmiş: İçki içme; zulüm, zina, hırsızlık yapma, yalan söyleme; dürüst, ahlâklı, cömert, duygulu insan ol, hemcinsini sev, insanlara iyilik etmeye çalış, sû-i zanda bulunma, hüsn-i zannı esas al… Allah'ın bir sürü mücevherat, hazine gibi emirleri var. Onların hepsi o kapının arkasında. Sen lâ ilâhe illallah -hemen arkasında ona ekli, kopması mümkün değil- Muhammedün Resûlullah diyeceksin; o zaman imanın tamam olacak. Muhammedün Resûlullah demezsen olmaz.
Fransa'da gördük; Paris'te kapı zilinin altında şifre var, ABC harflerine basacaksın, ondan sonra 147911 rakamlarına basacaksın, onlara basınca kapı kendisi açılıyor. Anahtara lüzum yok. Kapı kendisi açılıyor. Sen şifreyi biliyorsan düğmelere basıyorsun; hesap makinesi gibi kapı kendiliğinden açılıyor. İşte Allah'ın emirlerinin, yasaklarının, dininin rızasının şifresi de lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Muhammedün Resûlullah demezsen kapı açılmaz, şifre tamamlanmış olmaz. -Kaynaklarını da saydık, hadis sağlam hadis-
Efendimiz burada ne söylemiş?
"Size dört şeyi emrediyorum; birisi tek olan Allah'a inanmak. O nedir? Allah'tan başka ilah olmadığına ve benim O'nun elçisi olduğuma şahadet etmek." diyor, ikisini bir zikrediyor. O, ondan ayrı değil.
Bîle yazdum -ey Resûlüm- âdın ile âdımı.
"Ey resulüm! Ben senin adını kendi adımla beraber yazdım."
Nasıl yazdı?
Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah. Bak adını yan yana yazdı. O birbirinden ayrılmaz; ayrıldı mı iman olmaz, şifre çözülmez, iş tamam olmaz, insan mü'min olmaz, dünyası âhireti nurlanmaz, kalır. Bazı kimseler var kendi başına "Allah'ı tanıyoruz, biliyoruz." diyorlar. Biliyorsun ama Allah emirlerini, yasaklarını Peygamber Efendimiz'e söylemiş; elçi o, o bildirmiş, git ondan öğren. Muallim, mürebbi o, malzeme orada. Onun için lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah'ı emrediyorum demiş oluyor; bir.
Ve ikâme's-salâti.
"Namazı ikame etmeniz."
Muhterem kardeşlerim!
Namaz kılmanız demiyor burada da ona dikkati çekeceğim. Bildiğiniz hadîs-i şerîftir ama bazı ince noktalara dikkatinizi çekmek istiyorum. "Size namazı kılmanızı emrediyorum." demiyor, "Namazı dosdoğru doğrultmanızı emrediyorum." diyor.
İkâme ne demek?
"Eğri olan şeyi doğrultmak" demek. Hani tel eğri büğrü olur doğrultursun, demirci demiri düz hâle getirir.
İkâme "doğrultmak" demek; ikâmi's-salah, "namazı doğrultmak, dosdoğru yapmak" demektir. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyurmuş ki "Safların düzgün olması bile namazın ikamesindendir." Namazın içinde dışında şartları, farzları, âdâbı, erkânı var; saflar bile muntazam olacak. Aralıklı aralıklı duruyor beyler; omuzlarını germişler, kollarını dikmişler, kimseyi yanlarına sokmuyorlar. Yorgun öküzün sabana baktığı gibi yanına birisi sokulsa bakıyor, boğa gibi burnundan soluyor; "Ne sokuldun benim yanıma?" demek istiyor.
Peygamber Efendimiz emretmiş; safların sık olması, boşluk kalmaması lazım, "Boşluk kalırsa şeytan girer." demiş. Fazla zorlarsan arka safa gidiyor. Sen; "Öndeki safın boşluğunu doldurayım." diye Allah rızası için öne gidiyorsun, doldurmaya çalışıyorsun.
Efendimiz buyurmuş ki; "En hayırlı adımlardan birisi öndeki safı doldurmak için atılan adımdır." Sen ön safı doldurmaya çalışıyorsun, adam da keyfine düşkün, hava sıcak; sen gelince senin sıcaklığından, sıkışıklığından rahatsız olduğu için sana şöyle bir hışımla bakıyor; eritirse eritti, eritemezse kendisi çekiliyor, arka safa gidiyor. Kızıyor; "Sen mi geldin buraya? Ben de inadımdan geri gidiyorum." demek istiyor. Olmaz böyle!
Safların muntazam olması, hiç boşluksuz olması namazın âdâbından. Tadil-i erkana, mânasına riayet etmek, kalbiyle huzur ile huşu ile kılmak, bunlar hep ikâmi's-salah içine giriyor; "namazı dosdoğru kılmak" diye tercüme etmişler.
"Allah'a ve Resûlü'ne inanmanızı, namazı dosdoğru kılmanızı size emrederim."
O dosdoğru kılmanın usulünü öğreneceksiniz, öğreneceğiz, saflarda, camide kılarken, buna da riayet edeceğiz.
Sonra?
Ve îtâi'z-zekâh. "Zekât vermeyi de size emrederim."
Etti üç.
İslâm dini, sosyal bir dindir. Sosyal yönü çok kuvvetli bir dindir. İnsanlara birbirleriyle yardımlaşma şuurunu kazandıran, bu konuda emirleri çok kuvvetli olan bir dindir. Başka bir dinde böyle kuvvetli sosyal bir şuur yoktur.
Peygamber Efendimiz;
"Komşusu açken tok yatan bizden değildir." diyor. Komşusuyla ilgilenecek, müslümanların dertleriyle dertlenecek. Müslümanlar bir vücut gibidir; ayağına diken batsa bütün vücut uykusuz kalır, hastalandığı zaman ateşler içinde kıvranır. Dalağı hastalandı, bağırsağı bozuldu veyahut midesi rahatsız ama bütün vücut geceleyin uykusuz kalır yani sadece o uzvu çekmez, hepsi çeker. Müslüman, müslümanın derdiyle dertlenecek, öteki müslümanlarla ilgilenecek. Siz de öyle olacaksınız. Afrika'nın güneyindeki müslümandan, Avustralya'dakine, Orta Asya'daki müslüman kardeşimizden Amerika'daki, Brezilya'daki müslümana kadar hepsi senin kardeşindir, hepsinin derdi senin derdindir, hepsiyle ilgileneceksin; ilgilenmemiz lazım.
Bu ilgilenmek de lafla olmaz, müslüman kesenin ağzını açacak, hayırsever olacak, zekât verecek. Kur'ân-ı Kerîm, şeriat-i garrâ bunun da nispetini görmüş; para, koyun olursa kırkta bir, deve olursa şu kadar, sığır olursa bu kadar... Hepsinin belirli bir ölçüsü, nispeti var. İnsanlar zenginliği nispetinde, arazi mahsulâtına onda bir, yüzde on -öşür diyoruz- sulanmaz arazi şöyle, sulanırsa böyle, verecek. Bunları öğreneceksiniz. Bunlar farz, namaz gibi önemli.
İslâm'ın zekât müessesi, muhteşem bir müessese. Zekât müessessi olan ülkelerde fakir kalmaz, zenginle fakir arasında uçurumlar büyümez; zengin fakiri sever, hayra yönelir; fakir zengine kızmaz, sınıf kavgası, itişme, kakışma, çatışma olmaz. Olmamış.
İtişme, kakışma, dövüşme, vuruşma nerede olmuş?
Batı ülkelerinde olmuş. Kapitalizm bütün kuvvetiyle devam ediyor, yardımlaşma yok. İşçi "hakkımı alacağım" diye patrona düşman, patron "kendimi koruyacağım" diye, tröstleri kurmuş; kendi aralarında işbirliği yapmışlar, insanlar tabaka tabaka ayrılmış, sınıf mücadeleleri var. Aristokratlar kendi kahvelerine aşağı tabakadan insanları almazlar insanlar tabaka tabaka ayrılmış, burunları Kaf dağında. O zaman cemiyet perişan oluyor.
İslâm sosyal müesseslerini, yardımlaşma müesseselerini kurmuş, her taraf hayırla dolu. Fakirin de gönlü zengin, zenginin de gönlü fakirlere karşı muhabbetli; her şey tatlı. İslâm olsa hakiki İslâm olsa her şey tatlı olur.
Medine-i Müneverre'de çıkardım birisine para verdim, -tekerlekli sandalyede fakir bir kimse idi, Endonezyalı gibi görünüyordu- parayı bana iade etti.
"Niye" dedim?
I have enough money. "Daha önce birkaç kişi verdi, kâfi miktarda aldım." dedi. Parayı almadı, "başkasına ver" dedi. Gözü tok, hırs yok, İslâm'ın güzelliği işte böyle!
Zekât da bir vazifedir, vereceğiz; cömertliğin alt sınırıdır, barajdır. Zekâtın üstünde daha çok hayırlar yapabilirsiniz. Zekâttan ayrı hayırlar yapacaksınız, İslâmî müesseseler kuracaksınız, talebe yetiştireceksiniz. Cemiyetin gelişmesi, mutlu olması, müslümanların saadeti, korunması, müdafaası için her türlü gayreti göstereceğiz. İslâm böyle bir din. Onun için bir emri de zekât; paraya yönelik.
"Benden para isteme hocam, istersen bir gecede bin rekât namaz kılayım. İbadetten yana her şeyi yaparım; para isteme benden, buz gibi soğurum senden."
Öyle şey yok! Evet, ibadet senin lehinedir, ibadet yaptığın zaman sevap kazanırsın doğru ama senin ibadetin ötekisinin karnını doyurmaz. Ötekisinin karnının doyması, sırtının örtülmesi, işinin görülmesi, yetim çocuğun düğününün yapılması; cihat için malzemenin hazırlanması lazım. Onun için para vermeye alışın, alıştırın; çocuğunuza "harçlığından biraz yardım yap" diye küçükken öğretin. Para verin, "al bunu hayra sarf et" deyin, alışsın. "Rabbena hep bana" diye hep eli sıkı olmaz.
Bizim bir Hâkim Efendi var, Allah selamet versin, şakacı bir insan; "Sizin de hatırınızda kalsın." diye anlatayım. "Bir rüya gördüm hocam, bilmem tabiri nedir?" diyor. Keyifli keyifli, ballandıra ballandıra anlatıyor. Rüyamda zayıf, çelimsiz, cılız bir adam çıktı ortaya, avucunu yumdu; "Benim şu avucumu açacak babayiğit var mı? diyor. Cüsseli, pehlivan yapılı, ensesi kulağı yerinde birisi çıkmış; "bu zayıf bir insan" diye gelmiş, uğraşmış uğraşmış, açamamış. Utanmış, mahcup olmuş. "Ben böyle cüsseli enseli kulaklıyım, bu zayıf adamın elini açamadım." demiş, mahcup olarak çekilmiş.
Ondan sonra daha kuvvetli bir adam gelmiş. Bizim Hâkim Bey artık anlatıyor, Allah selamet versin, "Sonra rüya bu ya başladılar meşhur pehlivanlar gelmeye, Koca Yusuf kuşağıyla şalvarıyla geldi, uğraştı; o da açamadı. Çolak Molla geldi, o da açamadı." Tarihin eski büyük pehlivanlarını sayıyor. "Nihayet Arapların meşhur pehlivanı Amr b. Ma'd-i Kerib geldi; o davrandı, o da bunun elini açamadı. Sonra Yunanların Herküles'i geldi, yine açamadı. Bu çelimsiz adam ter bile dökmüyor, eli kapalı, cihan pehlivanları hepsi geliyorlar; bunun elini açamıyorlar.
"Hocam bu neye delalet eder, bu adam kimdir?" diyor. Biliyor, tilki gibi biliyor, mahsustan soruyor. Sonra kendisi cevap veriyor: "Müslüman zengin hocam" diyor.
Müslüman zengin avucunu açmıyor, para yardımı yapmıyor diye anlatıyor.
Bizim kardeşlerimiz hayır yapıyorlar, ben biliyorum. Hayır yapanlar çok da yapmayanlar için bir hikâye bu.
Zekât vermeyi de tavsiye etti, üç.
Ve sıyâm-ı ramazân. "Ramazan orucu tutmayı da size tavsiye ederim." size demiş Efendimiz ve dört tavsiyeyi tamamlamış.
Neydi bunlar?
Allah'tan başka ilah olmadığına, Resûlullah'ın O'nun peygamberi olduğuna inanmak; bir. Hemen ikincisi "namazı ikame etmek, namaz" geliyor. Çünkü namaz insanı çok yetiştiren, Rabbinin huzuruna çıkaran ibadet; iki. Üçüncüsü zekât, para.
Ali Yakup Hoca'nın da ruhu şâd olsun; onu da analım.
"Karayolu ile hacca gittik, Bağdat'ta bir yere geldik." diyor. Ali Yakup Hoca kütüphane müdürü, Bağdat'ta tanıyanları sevenleri çok; misafir etmişler. Biraz da mânevîyatı, tasavvuftan bilgisi filan var.
Zengin gelmiş buna demiş ki;
"Hocam, ben zikri nasıl yapayım? Zikr-i cehrî mi yapayım, zikr-i hafî mi yapıyım? Yüksek sesle mi içimden sessiz sessiz mi Allah Allah diyeyim." diye sormuş. Hoca da rahmetli kendisi anlatıyor:
"Biliyorum adamın eli sıkı, cimri. Sen zikri böyle yapacaksın -parmağıyla para sayma işareti yapıyor- dedim." diyor. İnsanlara göre zikir değişiyor.
Demek ki ilk üç tanesi; Allah'a ve Resûlü'ne inanmak, namazı dosdoğru kılmak, zekâtı vermek. Mali ibadet de çok önemli. Dördüncüsü ramazan orucunu tutmak.
Neden?
Ramazan; müslümanın bir ay mâneviyat eğitimi devresidir, kampa çekilmesidir, askeri eğitimidir. Nefsini tepeleme, nefsine hâkim olma, vicdanını terbiye etme, sabrı öğrenme çalışmasıdır. Ramazan ahlâk ve takvâ ayıdır. Takvânın nasıl kazanılacağının orada yapılan çalışmalarla olduğunu biliyorsunuz.
Efendimiz dört şeyi emretti. Dört şeyi de yasaklamıştı; onlar kolay.
Efendimiz bir de ve en tüeddû li'llâhi humuse mâ ğanimtüm buyurdu. "Harpte aldığınız ganimetlerin -kâfirlerle savaşıyorsunuz, bir düşmanı, farz edelim Bizans'ı yendiniz; ganimet malları alındı, düşmandan kazanıldı, esir alındı- beşte birini beytülmale vermeniz." bu da şart. Müslümanların bir organizasyonu, bütçesi, hazine-i hümâyunu, beytülmali olmalı ki yetimlere baksın, köprüleri, yolları hayrât-ı hasenâtı yapsın. Onun için "Ganimetin beşte birini ödemek vazifesini emrediyorum." diyor. Savaşta gaziler; "Biz bunu kazandık, hepimiz arada bölüşürüz." demeyecek.
İlk önce devletin payı olarak beşte biri ayrılacak.
Va'lemû enne mâ ğanimtüm fe-enne li'llâhi humüsehû ve li'r-resûli. "Ganimet mallarının beşte biri Allah ve Resûlü'ne tahsis edilecek." diye âyet-i kerîmede emredildiğinden Efendimiz de emretmiş.
Gelelim yasakladığı şeylere:
Ve enhâküm 'ani'd-dubbâ'i ve'n-nakîri ve'l-hantemü ve'l-muzeffeti. "Size büyük su kabağından kap yapmayı, ağaçtan oyma kap yapmayı, ziftlenmiş kap yapmayı, içki testisi kullanmayı yasaklarım."
"Bunları yapmayın" diye dört kabı yasaklamış. Birisi ziftli kap; "su sızmasın" diye ziftliyorlarmış; o sıcakta ziftin içine konulan şeyler sıcaklıktan bozuluyor. Kabakta da Arabistan'ın sıcağında su bozuluyor ve müskirat oluyormuş. İçine hurmayı koyuyorlar, sulandırıyorlar; o sıcaklıkta fışkırıyor, içki olarak kullanıyorlarmış. Ekseriyetle müskirat için kullanıldığından bu çeşit kapları; "Müzeffet
ziftlenmiş kabı, ağaçtan oyma kabı, kabaktan yapılma kabı ve şarap küpleri kullanmanızı yasaklarım." diyor. Yani "Sizi sarhoş edecek şeyleri kullanmayın ve bu kapları atın; bundan sonra kullanmayın." demiş oluyor.
Bu hadîs-i şerîf içkiyi yasaklamasının, sarhoşluk verecek şeyleri engellemesinin ifadesi olmuş oluyor, Allahuâlem.
İhfezûhünne. "Benim bu emirlerimi hafızanıza alın, ezberleyin."
Ve ahbirûhünne men verâekum. "Ve bunları gerinizdeki kimselere, gittiğiniz zaman görüşeceğiniz insanlara anlatın."
Demek ki Peygamber Efendimiz'e bir heyet gelmiş, "onlara nasihat olsun" diye toplamış, karşısına almış; "Size dört şeyi emrediyorum, dört şeyi yapmayın diye yasaklıyorum, bunları hatırınızda tutun, gerideki kabilenize gittiğiniz zaman oradaki insanlara da söyleyin." buyuruyor Peygamber Efendimiz.
Tabi biz şu anda o kapları kullanmıyoruz. Ziftli, kabaktan, ağaçtan oyma kap durumları bizim için varit değil, Suudi Arabistan için geçerli. O zaman içki ve müskirat olması bakımından yasaklanmış olan bu şeyler, o zaman için önemliydi. Ama Allah'a ve Resûlü'ne iman, namaz kılmak, zekât vermek, ramazan orucunu tutmak, ganimetin beşte birini devlete ayırmak; bunlar hatırımızda olan şeyler.
Allah hepimizden razı olsun. Esselamü aleyküm ve rahmetullahi ve berekatühü.