Bir Müslümanın şiarıdır yanlışı düzeltmek, hatalıyı tashih etmek veya ortadan kaldırmak. Ancak ondan daha büyük bir iftiharı vardır ki o da yanlışın olmasına daha en baştan müsaade etmemek, o yanlışa gidecek yolları emarelere bile mühlet vermeyecek biçimde kesmek. Buna biz harama yol açacak şey de haramdır diye izah ediyoruz.
İslâmiyet’in getirdiği zekât, sadaka gibi dini bir takım sosyal yardımlaşma kurumları yanında ecdadımızın kendi iç dinamikleri de üzerinde durulması gereken konular vardır. Mesela mahalle halkının birbirine karşı sorumluluğu, esnafın kendi içinde oluşturduğu orta sandıkları ile meslektaşlarının kötü duruma düşmelerinde yardımlaşması, aile içinde çocuğun daha ana karnındayken bir birey olarak haklarının olması, anne ve babanın ölümü ya da çocuğa bakamayacak olduğu durumlarda geliştirilen tebennî (geçici evlatlık) sistemi, boşanma durumunda kadın ve çocuğa nafaka bağlanması ve devletin kontrolü altına alınmaları, iş yapamayacak durumda olan yaşlılar için gerektiğinde yaşlının talebi üzerine çocuklarından nafaka talebinde bulunabilmesi, vakıflar yoluyla yoksullara yardım edilmesi bu iç dinamikler arasında sayılabilir. Bütün bunlar muhtaç duruma düşme ihtimali bulunan potansiyel kişilerin ihtiyaçlarını gidermek için atılan toplumsal adımlardır.
Bugün bile özlemle yad edilen mahalle anlayışı günümüzden oldukça farklıdır. Mahalle halkı birbirlerine karşı sorumlu olup sosyal bir dayanışma içinde yaşamıştır. Mahalleliler çevresinde olup bitenlerden haberdar ve sorumlu olduğu kadar bakıma muhtaç kadınlar, yaşlılar ve çocuklar için de duyarlıdır. Mesela Osmanlı sicillerinde kaydı olan Hüseyin'in kızı Fatma olayı mahallelinin duyarlılığını göstermesi bakımından önemlidir. Bu bahtsız kızın babası taşraya gitmiş, büyük anası Servi Kadın dilenciliğe başlamış olduğundan mahalle ahalisinden birçok kimseler mahkemede, “bu küçük kız, bu dilenci kadının yanında kalırsa harap olur”, diye haber verdiklerinden Fatma mahkeme tarafından annesinden alınarak geçici evlatlık olarak mahallede yaşayan Ayşe Hatun'a teslim etmiştir.
Mahalle halkının birbirine karşı sorumluluğu vakıf geleneğinde de göze çarpmaktadır. Hayır sahiplerinin kurduğu bu vakıflardan, ihtiyaç sahibi kimseler, dul ve yetimler, fakir ulema, sâlih ve fakir Müslümanlar, hakimin seçtiği muhtaç kimseler yararlanmışlardır. Bu tür kişiler bazen vakıf bir evde kira ödemeden oturmuşlar, barınma sebebiyle dilencilik etmekten alıkonulmuşlardır. Bazen bir vakıftan elbise ve giyecek yardımı almışlar asgari ihtiyaçlarını son derece yaygın kurumlardan edinmişlerdir. Bazen de bir vakfın yıllık gelir fazlasına ortak olarak düzenli gelire kavuşturulmuşlardır.
Yine geleneğimizde yemek pişirilmesi ve dağıtımına yönelik vakıflar önemli bir yere sahiptir. Türk toplumunda, halkın yedirilip içirilmesi, fakirlerin doyurulması adeta yerine getirilmesi gereken görevler arasında kabul edilmiştir. Hükümdarlar da ya verdikleri şölenlerle veya kurdukları imaretlerle halkın, özellikle de fakirlerin doyurulmasına görevine katkıda bulunmuşlardır. İslamiyet’in yardımlaşma anlayışının da desteklediği bu özellik, Osmanlı toplumunda son derece gelişmiş, bunun sonucunda da devlet adamları ve halktan zengin kimseler büyük halk mutfakları sayılan imaretler inşa ettirmişlerdir. Bazen imaretlerden, imaret çevresinde yaşayan gelir seviyesi düşük mahalle sakinlerine de yemek gönderilmiştir. İmaret kuramayacak güçte olan vatandaşlar da bu yardımlaşmaya katılmış, belirli gün ve gecelerde yemek pişirilip dağıtılması amacıyla vakıflar kurmuşlardır. Osmanlı toplumunda sosyal dayanışmanın en güzel örneklerinden birini oluşturan yemek pişirilip dağıtılması hizmeti vakfiyelerde, it’am-ı taam adıyla geçer.
Tüm bunlara rağmen çok zor durumda kalan kimseler devletin kontrolü altında dilencilik yapabilmiştir. Öyle ki adeta bir meslek erbabı gibi başlarında devlet ile olan ilişkilerini düzenleyen kethüdaları bulunmaktadır. Bu durum Osmanlı Devleti’nin dilencilere insanlara dua etmeleri belki de psikolojilerinin düzelmesi için çalışan bir hizmet grubu yani “duacı esnafı” gibi yaklaştığını görüyoruz. Tüm bunlara rağmen art niyetli, kolay para kazanma peşinde koşan, halkın dini duygularını istismar eden ve halkı rahatsız eden dilenciler, bulundukları yerden başka yerlere sürgün edilmek zorunda kalmışlardır.
Müslüman Dilendirtmezler Cemiyeti insanları dilencilikten uzak tutmak için kaymakam Tunalı Hilmi Bey'in önderliğinde kurulmuştur. Osmanlı'nın son dönemlerinde Anadolu insanının maruz kaldığı işgaller sırasında yokluğun, açlığın ve işsizliğin hızla yayıldığını ve dilenciliğin büyük boyutlara ulaştığını gören, savaştan, ekonomik sıkıntılardan, yoksulluktan yorgun düşmüş Müslüman halkın dilenmesini izzet-i nefis meselesi yapan, bunu Müslüman onuruna yakıştıramayan vakur insanlar 1913'te Müslüman Dilendirtmezler Cemiyeti'ni kurmuşlardır.
Cemiyetin nizamnamesinde şunlar belirtilmektedir:
Dilendirmezler, işsizliği bahane edinerek dilenciliğe girişmiş, yahut girişecek olanlara iş bulmayı sadakanın en makbulü gibi tutarlar.
Cemiyet, her işsize iş bulmaya borçlu değildir,; Yaşlıca, başlıca, sağlamlıkça, sanatça, işçilikle ve her türlü yaşayışınca göze çarpar bir halde güçlü bulunanlar, cemiyete kat’iyyen sığınamazlar. Cemiyet yalnız bir hastalık, bir felaket, belki de bir talihsizlik yüzünden düşmüş olanlara açıktır.
Köylü dilenciler, dilenciliklerine köylerinde de asla müsaade edilmemek, fakat köylüleri tarafından hallerine göre geçimleri temin edilmek üzere köylerine tard ettirilir. Bakımları köylülerine havale edilir. Yol masrafları da cemiyet tarafından karşılanır. İhtara rağmen dilencikte ısrar edenler devlete ihbar edilerek başka şehirlere sürgün edilir.
Dilendirmezler, gönüllerinde Kat’i bir merhamet, ruhlarında "Müslüman Dilenmez, Dilendirilmez!" emelini taşırlar. Kim ki rast geldiğine sadaka vermekten kendisini alamaz, derakib zaafının kefareti olarak yani acıdığı kimseyi düşkünlükden mutlak surette kurtarmak emeliyle vazifesiyle hükûmete, yahut cemiyete haber verir. Vermezse ikinci bir kefaret karşısında bulunarak cemiyet sandığına derakib bir yıllık zekatını, sadakasını yatıracaktır.
Bir meslek ve geçim yolu kabul edilmemesine, alınan bütün tedbirlere rağmen dilencilik yapmak zorunda olanlar da vardı. Bunlara tıpkı miskinlerde olduğu gibi bir kethüda atanıyordu. Devletin dilenmeye izin verdiği kişiler bu işi gelişigüzel yapamazlardı. Başlarındaki kethüdanın denetimi altındaydılar. Dilenciler kethüdasının görevi dilenciler arasında adaletle hükmetmek, bunlardan konulan kurallara inat ve muhalefet edip, şirret ve şekavet edenlerin bu türlü davranışlarını engellemekti. Geçimlerini kendileri sağlayamadıklarından dolayı dilencilik yapmalarına izin verilen kimselere izin kağıdı verilirdi. Devlet, elinde bu kağıt olmadan dilenen kimselere ve dilencilere başbuğ tayin edilen kimselerin para karşılığında bu kağıdı temin etmelerine izin vermezdi. Ayrıca görevlilerden ellerinde izin kağıdı olup dilenmeye hakkı olanların da engellenerek rencide edilmemeleri istenmiştir. Dilencilerin denetim ve kontrolleri kadıların yönetimi altındaki subaşıların yetkisi dahilindeydi.
Evliya Çelebi de dilencileri esnaf olarak kabul etmekte ve sayılarının yedi bin kişiye ulaştığını belirtmektedir. Hatta eserinde dilencilerin geçit törenlerini “Her birinin bir softan hırkaları, ellerinde çeşitli bayrakları, başlarında latif ve sırmadan sarıkları olduğu halde ‘Ya Fettah’ mübarek ismiyle bütün körler, birbirinin omuzlarına yapışıp, kimi topal, kimi kambur, kimi felçli, kimi saralı, kimi elsiz ve ayaksız, kimi çıplak, kimi eşeğe binmiş bir hengame ile dua edip bir ağızdan ‘Allah Allah, amin’ dedikleri vakit sesleri göğe varırdı. Bu tertip üzere dilencilerin şeyhi Alay Köşkü dibinden geçilen yerde durup padişaha hayır dualar eder, bahşişe mahzar olunca durmayıp giderler” şeklinde anlatmaktadır
Yine seyyahlar şöyle der: “Osmanlı’da yoksul var idiyse bile, Batı’daki mânâsında değildir. Yoksullar imaretlerde, konaklarda bedava yiyen, sadaka kabul eden takım idi. İstanbullu’nun hayat seviyesi Parisli ve Londralı’nınkinden üstündü. İstanbul’da gerçek mânâda hayat mücadelesine bile lüzum yoktu. Her İstanbullu hayatını kazanacağının emniyeti içindeydi.”
“Türklerde açık dilencilik yoktur.”
“Osmanlı ülkesinde az bir dilenci vardır ve onlar da Fransa’daki gibi gelip geçeni rahatsız etmezler.”