Üçler, yediler, kırklar aşkına,
Şehit veren evler-barklar aşkına,
Hak yolcusu temiz ırklar aşkına,
Al canını hemen şu münafığın,
Onu muradına erdirme yâ Rab!
Abdâl, üçler, yediler, kırklar, erler, erenler, Hak erleri, Hak erenler, bu sözlere şiirlerimizde, türkülerimizde, Anadolumuzun tenha köşelerinde karşılaştığımız kabir taşlarında hemen her adımda karşılaşırız. Hatta bu isimlerin verildiği yerleşim yerleri, dağlar, ırmaklar, göller, köprüler, camiler, çeşmeler ve çeşitli binalar vardır, Kırklar çeşmesi, Kırklar meydanı, Üçler kapısı, Üçler çeşmesi, Abdal köprüsü… Kırklardan, yedilerden, beşlerdendi lafızları ise Allah dostlarını anlatırken işittiğimiz tanımlardandır.
Türk tasavvufunda ve folklorunda er - eren kelimeleri “velî” anlamında er ve eren Allah’ın dostluğunu kazanmış, insanlara rehberlik yapabilecek faziletli, fedakâr ve cömert kişileri tanımlamak için kullanılmıştır. Bazan mensup oldukları bölgelere göre “Horasan erenleri, Rum erenleri” gibi ifadelerle anılan bu kişilerin insân-ı kâmil olduğu kabul edilir ve kendilerine büyük bir saygı duyulur.
Yûnus Emre şiirlerinde er ve ereni insanlara yol gösteren, onların ihtiyaçlarını karşılayan ve mutluluğa ermeleri için gayret sarf eden kâmil bir mürşid olarak tasvir eder. Ona göre erenlerin himmeti sıkıntıda kalanların imdadına yetişir. Mübarek nefesleri kendilerine inananların hallerini değiştirir, onlara yeni bir hayat bahşeder, iksir gibi bakırı altın yapar, sohbetleri marifeti arttırır. Onların nuru ile şereflenmek, kendilerinden nasip almak başlı başına bir saadettir. Bu nitelikleri taşıyan er ve eren kâmil insan ve Hakk’a giden yolu tecrübe ile bilen arif bir mürşiddir. Bazan “şah, sultan, ulu, can” gibi unvanlar da verilen erenlere şefkatli, hoşgörülü, fedakâr ve anlayışlı oldukları için “baba, ata” veya “dede” de denilmiştir. Gelenek ve kültürümüzün esas unsurları arasındadırlar.
İnanılır ki Allah, dünyanın cismanî düzenini sağlamaları için bazı insanların çeşitli görevler üstlenmesini takdir ettiği gibi âlemdeki mânevî ve ruhanî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesinde sevdiği bazı kullarını görevlendirmiştir. Herkes tarafından kolayca tanınmadıkları veya gizli olan hakikatlere, sırlara vâkıf olduklarından ricâlü’l-gayb adı verilen bu seçkin kişilerin arasında bir düzen ve bir hiyerarşi vardır.
Abdullah b. Mes’ûd (r.a.)’dan: Rasulullah (a.s.) şöyle buyurduğu sahih kaynaklarda rivayet edilmiş bir hadis şöyledir:
“Allah’ın halk içinde, kalpleri Hz. Âdem (a.s.)’in kalbi üzerinde olan üçyüz, kalpleri Hz. Musa (a.s.)’nın kalbi üzerinde olan kırk, kalpleri Hz. İbrahim (a.s.)’in kalbi üzerinde olan yedi, kalpleri Cebrail (a.s.)’in kalbi üzerinde olan beş, kalpleri Mikâil (a.s.)’in kalbi üzerinde olan üç, kalbi İsrâfil (a.s.)’in kalbi üzerinde olan bir kulu vardır. Bunlardan tek olanı öldüğünde Allah onun yerine üçlerden, üçlerden biri öldüğünde beşlerden, beşlerden biri öldüğünde yedilerden, yedilerden biri öldüğünde kırklardan, kırklardan biri öldüğünde üçyüzlerden, üçyüzlerden biri öldüğünde de halktan birini yerleştirir.…”
Hücvîrî’ye göre ricâlü’l-gayba dair hadislerin sıhhatinde Ehl-i sünnet’in icmâı vardır. Keşfü’l-maĥcûb’da (s. 330) sıralama ahyâr (300 kişi), abdal (büdelâ, kırk kişi), ebrâr (yedi kişi), evtâd (dört kişi), nükabâ (üç kişi), kutub (gavs, bir kişi) şeklindedir.
Hakîm-i Tirmizî'ye göre göre Hz. Peygamber (a.s.)’in vefatından sonra kırk sıddîk ortaya çıkar. Yeryüzü onlarla ayakta durur ve onlar ‘ehl-i beyt’tirler. Onlardan biri öldüğünde onun makamına bir başkası geçer. Bu kırk kişi, bu ümmet in emanıdır. Bunların görevleri âlemdeki manevî ve rûhânî düzenin korunması, hayırların temini, kötülüklerin giderilmesi için çalışmak ve duâ etmektir. Bunlar bir bakıma ‘leşker-i duâ’dır. Peygamberlerden bedel, kişilerdir. Allah’ın yeryüzün kendilerine müsahhar kıldığı, hilâfet sırrına ermiş kimselerdir. Onlar âlimin intizâm sebebidir. Ama kimler oldukları genellikle gizlenmiştir.
Tasavvufta ricâlü’l-gayb arzda ve semada Hak’tan başka yerlerini kimsenin bilmediği, alçak sesle konuşan, utangaç, yeryüzünde vakarla yürüyen, kendilerine rastlayanlara selâm verip geçen ve huşû içinde yaşayan velîler zümresini ifade eder.
Gazzâlî’ye göre Allah’ın öyle kulları vardır ki zamanlarında arzın direkleri (evtâd) olan peygamberlere halef olmuşlardır. Nübüvvet sona erince Allah abdal denilen bu halefler grubunu Resûl-i Ekrem’in yerine ikame etmiştir. Onlar ibadetlerinden dolayı değil ciddi vera‘, samimi niyet, korkaklığa varmayan sabır, zillete düşmeyen tevazu sahibi olup herkese iyilik düşünmelerinden, Allah için nasihat etmelerinden dolayı bu makama ermişlerdir. Otuz kırk kişi civarındaki bu kimseleri Hak seçmiş olup İbrâhim kalbi üzeredirler (İĥyâ, III, 377).
Ricâlullahın birçok sınıfı vardır, bu sınıflardan her biri belirli yetkilere sahiptir ve her birinin bir unvanı mevcuttur. Her bir sınıf varlıktaki ilâhî hakikatlerin ve fiillerin şahıs durumuna gelmiş halidir. Hak bu şahıslar vasıtasıyla âlemde fiillerini icra eder. Zira her bir ilâhî hakikatin tecelli edip fiil haline gelmesi için en yetkin tecelligâh insandır.
Tasavvuf anlayışına göre kutub, ricâl hiyerarşisinin başıdır. Kutubdan sonra vezirleri konumunda olan iki imam (imâmân) gelir. Kutub ve imâmâna üçler denir.
İmâmânı evtâd takip eder. Evtâd âlemin dört yönünde görevlendirilmiş dört velîdir. Evtâdın her biri bir peygamberin kalbi üzeredir ve dört büyük meleğin ruhaniyetinden yardım alır. Abdalın dört evtâd, iki imam ve bir kutub olmak üzere yedi kişi olduğu ifade edilmiştir.
Nücebâ insanları ıslah etmeye, sıkıntılarını gidermeye çalışan, bütün yaratıkların mânevî yüklerini taşımakla mükellef kırk kişidir. Nükabâ Allah’ın bâtın isminin tecellileri olan 300 kişidir. İnsanların bâtınlarına yönelip nefislerde bulunan gizli şeyleri âşikâr hale getirirler.
Ricâlü’l-aded bulunduğu makam ve vazifeleri itibariyle çeşitli şekillerde adlandırılır. Ricâlü’l-feth (keşf erleri) saatler adedince yirmi dört kişidir. İçlerinde gece ya da gündüz herhangi bir saatte kendisine bilgi ve mârifetlerin açıldığı kimseler vardır. Farklı farklı yerlerde bulunur, asla bir araya gelmezler. Bunlardan Yemen’de iki, Şark ülkelerinde dört, Mağrib’de altı kişi vardır. Ricâlü’l-iştiyâk aynı zamanda beş vakit namaz ricâli de (ricâlü’s-salavât) olduğundan beş kişidir; her biri bir namaz vaktine tahsis edilmiştir.
Eren, abdal, veli, Allah dostu gibi kavramların inanç ve kültür dünyamızdan soyutlanarak sadece alevi veya şii inancıyla bütünleştirilmeye çalışılması Anadolu insanını kendi değerlerine yabancılaştırmaya sebep olduğu gibi alevi-sünni birlikteliğine de zarar vermektedir, aşikar birlikteliklerine rağmen.