Anadolu'da, hemen hemen bütün şehirlerde ve köylerde, yol boylarındaki konak yerlerinde ve açık arazilerde, bazen yaşı unutulmuş ulu bir çınarın altında, bazen de birkaç salkım söğütün gölgelediği alanlarda, bir pınar ya da sessiz veya çıngıraklı bir kuyu çevresinde yer alan sayılamayacak kadar çok namazgâhlarımız vardır. Anadolu'da hemen hemen her köyde bir çınar altı vardır ve genellikle kır kahvesi olarak kullanılan bu mekanlar eski namazgahlarımızdır.
Namazgahlar, şehir dışında, kırda ve set üzerinde, mihrap konulmak suretiyle namaz kılınmak için yapılan yere verilen isimdir. Bir kasabanın bütün halkını bir arada bulunduran geniş meydana da bu ad verilmiş eskiden. Bayramlarda ve benzeri hallerde bütün halk burada toplanırdı. Anlayacağınız bugünkü miting alanları vazifesini görmüşler. Bu namazgâhların çoğunda üzerine çıkılıp hutbe okunacak veya konuşulacak bir minber ve mihrap bulunurdu. Yine büyük kervan yolları üzerinde, çoğunlukla konak yerlerinde de namazgâhlar vardı. Buralarda çeşmeler inşa edilir ve namaz kılacak kimseleri güneşten korumak için ağaçlar dikilirdi.
Selçuklular zamanında her şehir ve kasabanın "sultan meydanı", "meydan" denilen birer toplantı yerleri vardı, müsait havalarda buralarda bayram namazı kılınır, bayramlaşılır, Ordu uğurlanır ve karşılanır, yağmur dileği namazı kılınır, açık kürsülerden halka ders, nasihat ve direktif verilirdi. Bu meydanların büyük kitleleri savaşa hazırlamak, onların heyecanlarını kamçılamak hususunda büyük rolleri olurdu.
İslâm tarihindeki ilk mescitlerin çoğu bu tarzda inşa edilmiş. Hz. Peygamber’in Kubâ’da yaptığı ilk mescit ve cuma namazı kılınan Rânûnâ vadisindeki Benî Sâlim Mescidi de (Mescid-i Âtike) böyledir. Resûlullah uzun bir sefere çıktığında dinlendiği yerlerde tespit edilen uygun bir alan temizlenir, etrafına taşlar dizilerek sınırları belirlenir ve burası namazgâh edinilirdi.
"Namazgah", Farsça kökenli "nemaz" kelimesi ile "yer" anlamındaki "gah" edatının birleşiminden meydana gelmiştir. "Namaz kılman ver"ya da kısaca "Namazlık" demektir. Namazgâh taşının önündeki seccadeyi andıran yer, bunun orijinal bir örneğidir. "Namazgâh taşı" ise, hem kıbleyi gösteren hem de açık arazide "sütre", namaz kılan kişinin önünden geçilmek zorunda kalındığı takdirde namazın bozulmasına engel teşkil eden, namazın bozulmamasını temin eden bir tür perde görevi gören ve görünüm itibariyle genellikle mezar taşına benzediğinden halkın çoğunluğu tarafından mezar taşı sanılan kitabelerdir.
Halk arasında "set", "seki", edebiyatta ise "musallâ" ve "makam" kelimeleri ile de ifade edilen namazgahlar, seyahata çıkan yolcularla pikniğe gidenlerin hem dinlenmeleri hem de namazlarını edâ etmeleri için vakfedilmiş hayrat yerlerdir. Namazla iç içe geçmiş bir toplumsal hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır.
Türkiyemizdeki namazgâhların bir kısmı mihraplı-minberli namazgâhlardır. Genellikle şehir surlarının veya yerleşimin hemen dışına ya da büyük meydanlara, çok defa da yüksekçe bir tepeye inşa edilmişlerdir. Bunlar bayram, cuma ve teravih namazlarının kılınabileceği ordugâh tipinde büyük ölçekli namazgâhlardır. Zeminleri çoğunlukla topraktan bir veya birkaç seki ile yükseltilmiş, taş yahut tuğla döşeli, bazen da sıkıştırılmış toprak ya da çimen zeminli, etrafı duvarlarla tecrit edilmiş, kıble yönü daha geniş bir duvarla belirlenmiş, kıble duvarının ortasına bir mihrap eklenmiş, mihrabın genelde sağında taş bir minber, bazen de mihrap duvarının sol köşesine duvarın üzerine çıkmaya mahsus bir merdiven yerleştirilmiştir.
Bu düzenleme, namazgâhlarda kıble duvarının üzerine kadar yükselmeyi sağlaması sebebiyle duvarın üstüne çıkarak ezan okumak ya da vaaz vermek amacıyla minare yahut vaaz kürsüsü görevini karşılamış olurdu. Bu tertibatıyla namazgâh, İslâm’da ilk cami olarak kabul edilen Hz. Peygamber’in evinin avlusu ile aynı düzende tasarlanmıştır.
Bir yüzü mihraplı, bir yüzü çeşmeli örneklere bilhassa menzillerde karşılaşılmaktadır. Mihraplı yüzün önünde bir ya da birkaç kişinin namaz kılabileceği yükseltilmiş bir seki vardır. Bazen çok belirgin olmayan bir sütre ile de çevrelenmiştir. Menzil yollarındaki bu namazgâhlar bugünkü manasıyla içinde bir ibâdet yeri de bulunan benzin istasyonları gibidir. Şimdi nasıl yollardaki benzin istasyonlarında arabalarımızın ikmâlini yapıp, kendimiz de ihtiyaçlarımızı gideriyorsak eski devirlerde yaşayanlar da, at, deve, merkep gibi zamanın nakil vasıtasını, bu da yoksa biçâre ayaklarını burada dinlendirip, yemeğini yer, çeşmeden suyunu içer, çubuğunu çeker, bu arada ibâdetini de aksatmadan yerine getirirdi.
Fevkanî namazgâhlar genellikle meydan çeşmeleri şeklinde düzenlenmiştir. Çeşmenin su haznesinin üzerine ya da yanına taş bir merdivenle çıkılır. Kıble yönünü belirten bir namazgâh taşı ve çeşmenin etrafını saran kısa bir sütreden ibaret mütevazı mekânlardır.
Namazgâhlar daha ziyade yaz mevsimlerinde ve özellikle sıcak aylarda hizmet veren, cuma, teravih ve bayram gibi cemaatin bol olduğu namazlar için vakfedilmiş açık hava ibadetgahlarıdır. Bugünkü İstanbul'daki Kadırga Parkı, Esma Sultan Vakfı hayratındandır ve bu tür namazgahlar için orijinal bir örnektir. Mihrap ve minberi hâlâ ayakta duran İstanbul Beykoz Anadolu Hisarı Namazgâhı da böyle bir örnektir. Namazgâh alanları üzerinde bir yüzü mihrap, öbür yüzü çeşme olan ilginç yapılar da vardır.
Camileri ve mescitleri bol olan bir halkın namazgahlarının bu kadar çok olmasının sebebi ne olabilir? Bunun özel ve güzel sebeplerinden ilki, İslâmiyet'in ilk yıllarında, Medine Devleti'nin temellerinin henüz atıldığı devirlerde, toplu halde ve açık arazilerde kılınan namazların tatlı hatıralarını yâd etmek, canlı tutmak ve "sünneti seniyye"yi sürdürmek gelir.
İkinci sebep, yolcuya ve yolda kalmışa, yani gariplere hizmet kültürünün yaygın olduğu Anadolu geleneğinde yolculuğa çıkan ve yabancısı olduğu açık arazide kıbleyi tayinde güçlüklerle karşılaşan müminlere kıbleyi göstermek arzusudur.
Üçüncüsü ise daha derin bir hassasiyetin ürünüdür: Geleneğimizde şahıs mülkü olan bağ, bahçe, harman, arsa ve arazilerde, namaz kılmak için dahi sahibinden izin almak şartı vardır. Eğer civarda istirahat etmek ve namaz kılmak için vakfedilmiş hayrat bir yer yoksa, yolcuların umuma ait olan yol üzerinde dinlenmesi ve namaz eda etmesi gerekir. Şahıs mülkü arazilerden, sahibinden helallik (izin) almadan yabâni ot devşirmek dahi câiz kabul edilmemiştir. Anadolu ahlakının özü olan tasavvufta bu durum öyle ileri noktalara götürülmüştür ki, serinlemek amacıyla bile evlerin saçaklarının altından geçmek ve ağaçlarının altında oturmak dahi doğru bulunmamıştır. Namazgâhların çokluğunun sebeplerinden biri de, işte bu ve benzeri meseleleri ortadan kaldırmak ve halka gönül huzuru sağlamaktır.
Dördüncü sebep, sıcak yaz aylarında ,cuma, teravih, bayram ve cenaze gibi cemaatin çok olduğu ibadetlerin, ter ve nefes kokularından rahatsız olunmadan serinlik ve ferahlık içinde, açık havada edâ edilmelerini temin etmektir. Beşinci sebep ise, "sâhibul hayrat"ın genele açık özel parklar ve yeşil alanlar vakfetmek suretiyle yaşanılır bir çevre düzeni ortaya koyarak, dini ve medeni hamlelere kendi boyutlarında katkılar sağlamaktır.
Bu katkı o denli ömürlü bir girişimdir ki bugünkü yeşil alanların, park ve bahçelerin pek çoğu vaktiyle kamulaştırılmış vakıf namazgâhlardır. Yazık ki sorumlular kendilerine geniş alanlar açmış ecdadın namazgâh setlerini koruyarak park ve bahçelerin tarihi kökenlerini muhafazada başarılı olamamışlardır.