Elhamdülillâhi Rabbi'l âlemîn. Hamden kesîren, tayyiben mübâreken fîh. Alâ külli hâlin ve fî külli hîn. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih. Ve’s-salâtü ve’s-selâmü alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âlihî ve sahbihî ecmaîn ve men tebiahû bi-ihsânin ilâ yevmid-dîn.
Emmâ ba’d:
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Sözlerin en doğrusu, Allah’ın kelamıdır; Kur’ân-ı Kerîm’dir. Onu okuyup, öğrenip, ezberleyip, mânasını anlayıp, mucibince ömür sürmemiz lazım. O; âlemleri yaratan Allah’ın kelamıdır, emirleridir, yasaklarıdır.
Beşer sözlerinin en kıymetlisi de; hiç şüphesiz ki Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sözleridir. Çünkü Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Allah’ın Resûlü’dür, Hâteme’n-nebbiyyîn’dir. Peygamber Efendimiz peygamberlerin hâtemidir, sonuncusudur. Allah’ın habîbidir.
وَمَا يَنْطِقُ عَنِ الْهَوٰى اِنْ هُوَ اِلَّا وَحْيٌ يُوحٰىۙۜ
Ve-mâ yentıku ani’l-hevâ. İn hüve illâ vahyün yûhâ. [1] “Boşuna konuşmaz; söyledikleri Allah’ın vahyidir, ilhamıdır.” diye Kur’ân-ı Kerîm’de beyan edilmiştir.
Onun için sohbetlerimizde temel konu olarak Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini okuyoruz ki; hem en doğru sözleri konuşmuş olalım, hem de dinimizi öğrenmiş olalım. Çünkü Peygamber Efendimiz, bize dinimizi öğretmek için gönderilmiş bir muallim-i âlâdır; en yüksek mürebbîdir, muallimdir.
Bu maksatla yanımızda gezdirdiğimiz hadis kitaplarından Râmûzü’l-ehâdîs isimli kitabın bir sayfasını yolda gelirken kur’a ile çektik. Çıkmış olan sayfanın birinci hadîs-i şerîfinden itibaren okumaya başlıyoruz:
نَارُكُمْ هٰذِهِ الَّتِي يُوقِدُ بَنُو آدَمَ: جُزْءٌ مِنْ سَبْعِينَ جُزْءًا مِنْ نَارِ جَهَنَّمَ. قِيلَ: يَا رَسُولَ اللهِ، إِنْ كَانَتْ لَكَافِيَةً!. قَالَ: فَإِنَّهَا فُضِّلَتْ عَلَيْهَا بِتِسْعَةٍ وَسِتِّينَ جُزْءًا، كُلُّهُنَّ مِثْلُ حَرِّهَا
Nârüküm hâzihi’lletî yûkıdü benû Âdem cüz’ün min seb’îne cüz’en min nâri cehennem. Kîle: Yâ Resûlallah! İn kânet lekâfiyeh? Kâle: Fe-innehâ fuddılet aleyhâ bi-tis’atin ve sittîne cüz’en küllühünne misli harrihâ. [2]
Bu hadîs-i şerîf, Ebû Hüreyre isimli, çok hadis rivayet eden, Efendimiz’in hadîs-i şerîflerini dinlemeye, yazmaya, ezberlemeye çok özel gayret göstermiş olan meraklı bir sahabinin; hatta Peygamber Efendimiz’in mescidinde yatıp kalkan Ashâb-ı Suffe’den olan, Ebû Hüreyre radıyallahu anh’in rivayet ettiği bir hadîs-i şerîftir.
Ashabın birçok ferdi kendi işleri için hurma bahçelerine, çarşıya, pazara gittiği halde, o Resûlullah Efendimiz’in yanından ayrılmamış, hadîs-i şerîfleri çok duymuş, dinlemiş ve nakletmiştir. En çok hadis rivayet eden sahabe arasındadır.
Onun rivayet ettiği bu hadîs-i şerîf de; meşhur hadis kitapları olan Buhârî’de, Müslim’de, Tirmizî’de, Ahmed b. Hanbel’de ve İmam Mâlik’te vardır.
Biliyorsunuz; İmam Buhârî ile Müslim, hadis ilminde en yüksek itibara mazhar olmuş olan kitapları yazmış kişilerdir. Tirmizî de; hâkezâ altı meşhur hadis kitabından birisinin müellifidir. Ahmed b. Hanbel ise biliyorsunuz Hanbelî mezhebinin imamıdır, önderidir. İmam Mâlik hazretleri de Mâlikî mezhebinin önderidir.
Demek ki iki mezheb imamının, önderinin, kurucusunun; iki meşhur hadis aliminin, bir de İmam Tirmizî’nin rivayet ettiği bir hadîs-i şerîf okumuş oluyoruz.
Bunlar önemli! Çünkü büyüklerimiz Peygamber Efendimiz’den rivayet edilen hadîs-i şerîflerin rivayetinin hangi yollardan geldiğini çok sıkı şekilde takip etmiş, çok iyi irdelemiş, sağlamlaştırmışlardır. Bu, önemli bir husustur.
Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
Nârüküm hâzîhî. “Şu sizin ateşiniz var ya.” Elletî yûkıdü benû Âdem. “İnsanoğlunun tutuşturup yaktığı ateş. Şu dünyada kullandığımız ateş var ya.” Cüz’ün min seb’îne cüz’en min nâri cehennem. “Cehenennemin ateşinin yetmiş bölüğünden bir bölüktür. Cehennem ateşi bundan yetmiş misli daha şiddetli bir ateştir.” Kîle: Yâ Resûlallah! İn kânet lekâfiyeh. “Sahabe-i kirâm dediler ki ‘Cehennem ateşi, şu bizim bildiğimiz dünyadaki ateş gibi bile olsa yeterdi.’”
Harıl harıl yandığı zaman sobadaki ateşleri düşünün; cayır cayır fırınların içini düşünün! O bile olsaydı kâfi idi.
Kâle: Fe-innehâ fuddılet aleyhâ bi-tis’atin ve sittîne cüz’en. “Belki kâfi idi ama cehennemin ateşi bundan altmış dokuz misli daha fazlalaştırılmıştır.” Küllühünne misli harrihâ. “Her birisi bu dünyadaki ateşin misli gibidir.”
Biliyorsunuz, Allah-u Teâlâ hazretleri azîzün züntikam olduğu için; kâfir, müşrik kullar ile günahkâr kulları cezalandırmak üzere cehennemi yaratmıştır. Salih, mü’min kulları mükâfâtlandırmak üzere de cenneti yaratmıştır.
Yine bir hadîs-i şerîfte bildirildiği üzere, Allah-u Teâlâ hazretleri cenneti yarattığı zaman, Cebrâil aleyhisselam’a emir buyurmuş ki:
“Yâ Cebrâil! Cenneti yarattım, git cenneti bir gör bakalım!”
Cebrâil aleyhisselam cenneti görüp geldiği zaman, Allah-u Teâlâ hazretleri sormuş:
“Ey Cebrâil! Cenneti nasıl buldun?”
O da demiş ki:
“Yâ Rabbi! Cenneti o kadar güzel yaratmışsın ki o kadar nimetler var; gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin aklına hayaline gelmeyen öyle güzellikler, öyle lezzetler, öyle zevkler, o kadar hoş şeyler var ki cennetin adını duyan, methini duyan, vasfını duyan insanlar, buraya gelmek için cenneti elde etmek için her türlü fedakârlığı göze alırlar. Her şeyi yaparlar, her çareye başvururlar, cennete girmek için çalışırlar. ‘Çok güzel’ diye duyar; burayı görmeye, buraya girmeye çok gayret eder ve girer.”
Onun üzerine Allah-u Teâlâ hazretleri emir buyurmuş; cennetin etrafı ve yolu insanların hoşlanmayacağı şeylerle çepeçevre kuşatılmış, cennet onların arkasında bırakılmış.
İnsanın hoşuna gitmeyen şeyler nedir?
Yorgunluklardır, sıkıntılardır, üzüntülerdir, korkulardır. İnsan bunlardan hoşlanmaz; korktuğu şeyin, sevmediği şeyin yanına yanaşmaz.
Mesela ibadetler; namaz olsun, oruç olsun, zekât olsun, hac olsun sıkıntılı çalışmalardır. İnsan hacca gitmek için büyük paralar ayırıyor, büyük zahmetlere giriyor. Hacda da çok kalabalık olduğu için itiş kakış, sıkıntı, izdiham oluyor. Hatta bazen ezilenler, ölenler oluyor.
Zekât vermek; insanın kazandığı paradan ayırıp da kırkta birini vermesi kolay değil, herkes yapamıyor. Para vermek biraz fedakârlık istiyor.
Ramazan’da oruç tutmak herkese kolay gelmiyor. Sabahtan akşama kadar aç kalmak zor geliyor.
Allah yolunda kendisini, ailesini, yurdunu, milletini korumak için savaşmak gerekebiliyor. Bu da tatlı, hoş bir şey değil. Çünkü korku var, yaralanmak tehlikesi var, ölmek ihtimali var; hoş olmayan şeyler. Aklen düşündüğünüz zaman yapılması gereken güzel şeyler belki ama hoş değil.
Allah-u Teâlâ hazretleri, cennetin etrafını, önünü ve yolunu böyle hoşa gitmeyecek şeylerle çevrelemiş.
Sonra;
“Yâ Cebrâil! Cennete bir daha git, bak bakalım çevresi nasıl, kendisi nasıl?”
Cebrâil aleyhisselam geldiği zaman, ikinci görüşünden sonra demiş ki:
“Yâ Rabbi, eyvah! Nefse hoş gelmeyecek şeylerden dolayı, herkes hoşlanmadığı şeye yanaşmak istemediğinden, oraya gelemeyecek. Sanırım ki hiç kimse cennete giremez! O hoşa gitmeyecek şeyleri kaç kişi göze alabilir.”
Onun üzerine cehennemi yaratmış. Cebrâil aleyhisselam’ın cehennemi görmesini istemiş. O da gitmiş bakmış ki cehennem müthiş bir yer. Alevler, çeşit çeşit korkunç şeyler; katranlar kaynıyor, zakkumlar, dumanlar, siyah dumanlar vs. tariflere sığmayacak kadar korkunç bir yer.
Bakmış, gelmiş.
Allah-u Teâlâ hazretleri:
“Yâ Cebrâil! Cehennemi nasıl buldun?” diye sorunca;
“Yâ Rabbi! En kötü yer, tasavvur edilebilecek yerlerin en kötüsü. İnsanlar bunu duyarsa bunun korkusundan tir tir titrerler, hiç günah işlemezler, buraya asla düşmezler. Buraya gelmemek için tedbir alırlar, ihtiyat ederler, cehenneme düşmezler.”
Onun üzerine, Allah-u Teâlâ hazretleri emir buyurmuş; cehennemin etrafı da nefse tatlı gelecek lezzetli şeylerle donatılmış. Cehennemin yolu cazibedâr lezzetlerle donatılmış.
Cebrâil aleyhisselam’a:
“Yâ Cebrâil! Bir daha cehennemi ve çevresini gör!” diye emir buyurmuş.
Cebrâil aleyhisselam gitmiş, gelmiş:
“Eyvah yâ Rabbi! O cazibeli, o zevkli, keyifli şeyler dolayısıyla herkes ‘O şeyleri alayım, yapayım.’ derken, korkarım ki herkes cehenneme düşer.” buyurmuş.
Sahih hadîs-i şerîflerde böylece bildiriliyor ki:
حُفَّتِ الْجَنَّةُ بِالْمَكَارِهِ وَحُفَّتِ النَّارُ بِالشَّهَوَاتِ
Huffeti’l-cennetü bi’l-mekârihi ve huffeti’n-nâru bi’ş-şehevât. “Cennetin etrafı nefse hoş gelmeyecek şeylerle çevrilidir Cennetin etrafı da nefsin hoşuna gidecek şeylerle çevrilidir.”
Bu anlatılan şey, bir gerçektir. İnsanın cenneti kazanması için görev yapması gerekiyor, fedakârlık yapması gerekiyor, Allah’ın emirlerini tutması gerekiyor. Bu da herkesin hoşuna gitmiyor.
Cehenneme giden yolda da; şeytanın çağırdığı şeyler de hep zevkli keyifli, şehvetli, istekli, arzulu şeyler ama onlar da sonuç itibariyle insanı cehenneme düşürebiliyor.
Mesela zevkli keyifli nedir?
Tembellik.
Tembellik yapıp başkasının parasıyla puluyla, beleşten, bedavadan haksız kazançla geçinmek. Birçok insan bunu yapıyor; rüşvet alıyor, gasp ediyor, zulmediyor. Parayı alnının teriyle kazanmıyor da, böyle zalim yollarla alıyor.
İçki var; para vererek meyhanelerde vs. yerlerde zevkle, keyifle içiyorlar. Kumar var; “heyecanlı bir oyun” diye adam her şeyini ortaya koyuyor, kumar oynuyor. Daha başka çeşitli şeyler var.
Akıllı olan bir insan, hakîm olan, filozof olan, bilge olan bir insan, düşünen bir insan yaptığı bir işin önünde düşünür, aklını kullanır, tefekkür eder.
“Ben bu işi yapayım mı, yapmayayım mı?” diye düşünür.
Sonucu güzel olacaksa, sonuçta güzel bir kazanç elde edilecekse, o iş yapılır. Ama sonuç felâket olacaksa akıllı insan o işten kaçınır, kendisini tutar.
Mesela kavga edecek; sonuç ya karakolda, ya hapishanede, ya hastanede, ya kabirde bitecek; aklını kullanır, kavgaya yanaşmaz.
Allah insanoğluna cehennemden korunmak ve cenneti kazanmak için “akıl” diye bir nimet vermiştir.
Allah-u Teâlâ hazretleri, hadîs-i kudsîde;
“Yarattığım şeylerin içinde akıldan daha kıymetli bir şey yaratmadım.” buyuruyor.
O halde aklını kullanarak; bir insan olarak, hakîm bir insan olarak, yaptığı her işi yerli yerinde yapan, düşünceli, tedbirli bir insan olarak insanın aklını kullanması lazım.
Çoğumuz aklımızı kullanıyoruz. Sabahleyin erken kalkmak zor gelse de, çalışmak bizi terletse de erken kalkıyoruz, zahmetlere katlanıyoruz, iş yerlerine gidiyoruz, terleye terleye işleri yapıyoruz, ama maaşımızı alıyoruz, yevmiyemizi alıyoruz, yaşıyoruz geçiniyoruz. Geçinmek için o sıkıntıları göze alıyoruz. Bu bir fedakârlıktır, akıl kullanmaktır.
“Boş ver, gitme, yatakta yat!”
İyi, hoş, yatakta yatmak güzel ama akşam çoluk çocuk ne yiyecek? Hani bir iki günlük yiyecek bulsak para bittikten sonra ne yiyecek?
Akıl neyi gerektiriyor?
Çalışmayı gerektiriyor; yapıyoruz.
Öğrenci için bir tarafta top oynamak, sinemaya gitmek var, ama bir tarafta da derslerini çalışırsa sınıfı geçmek, başarmak var; o zahmete katlanıyor.
Demek ki insanlar zaten dünya hayatında da zahmetli bazı işleri yapıyorlar; keyifli bazı işleri de canları istese bile “Bunu yapmamam lazım.” diye yapmıyorlar.
Tabi bu aklı daha iyi bir şekilde kullanıp insanın cenneti kazanması lazım, cehenneme düşmeyecek şekilde kendisini kollaması lazım.
Onun için büyüklerimiz demişlerdir ki;
“İyi müslüman olmak için, akıllı olmak lazım.”
Başarı akıl ile kazanılır, aklı olmayan her türlü hatayı işler.
Akıllı olan insan, cenneti kazanacak tedbirleri alan insandır. Çünkü ebedî saadeti kazanıyor. Akılsız olan insan da; kendisini cehennemden koruyamayan insandır. Çünkü ebedî hüsrana gidiyor da tedbir almıyor.
Aslında bir insanın aklı, cennete gidecek işleri yapmasıyla ölçülür. Cennete gidecek işleri yapıyorsa akıllıdır. Cehenneme gidecek işleri yapıyorsa akıllı değildir.
“Ama üç tane fakülte bitirmiş, şu kadar yüksek mevkii var, bu kadar parası var, pulu var.”
Hayır, o adamın aklı yok! Aklı olsaydı, cehenneme düşecek işlerden kendisini çekerdi. “Sonunda cehennem var.” diye, oraya gitmemeye çalışırdı.
Cehennemin çok şiddetli, dayanılmaz bir azap yeri olduğu bu hadîs-i şerîften anlaşılıyor. Bir tanesi de olsa, dünyadaki ateş gibi bir ateş de olsa, yine insanı azaplandırmak, yakmak ve feryat ettirmek için, yaptığı günahlara bin pişman etmek için yeterliydi. Ama bunun yetmiş kat daha fazlası olması, azabının şiddetli olduğunu gösteriyor.
Allah-u Teâlâ hazretleri cümlemizi cehennemine düşmeyen, cennetine giren, rızasına eren sevdiği kullardan eylesin.
İlk hadîs-i şerîf olarak bu çıktı.
Asıl şey, hayatta bütün dikkat edeceğimiz şey budur: Cenneti kazanmak, cehenneme düşmemek.
Cennet de Allah’ın rızasını kazanınca elde edildiği için büyüklerimiz demişlerdir ki:
الهى انت مقصودى ورضاك مطلوبى
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî. “Yâ Rabbi! Benim amacım sensin, ben senin rızanı kazanmak istiyorum!”
En akıllıca iş, her yaptığı işi Allah’ın rızasına uygun yapmaktır; kolay bir şey. Aklımızı kullanacağız, her yaptığımız işi Allah’ın rızasına uygun olarak yapacağız. Sözümüzü Allah’ın rızasına uygun söyleyeceğiz, davranışımızı Allah’ın rızasına uygun yönde seçeceğiz, tercihimizi Allah’ın rızasını kazanmak için yapacağız.
Basit bir şey! Müslümanlık bir bakıma çok kolay bir şey; her işte Allah’ın rızasını düşünmek.
İbn Mesud radıyallahu anh’ten rivayet olunmuş. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz şöyle buyuruyor ki:
نَحْنُ الْآخِرُونَ وَالْأَوَّلُونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، وَإِنَّ الْـمُكْثرِينَ هُمُ الْأَسْفَلُونَ الْأَقَلُّونَ يَوْمَ الْقِيَامَةِ، إِلَّا مَنْ قَالَ: هٰكَذَا وَهٰكَذَا. وَمَا أُحِبُّ أَنَّ لِي مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَبًا أُنْفِقُهُ فِي سَبِيلِ اللهِ عَزَّ وَجَلَّ [3]
نحن الاَخرون الأولون يوم القيامة
Nahnü’l-âhirûne ve’l-evvelûne yevme’l-kıyâmeh. “Biz ümmetlerin en sonuncularıyız. Peygamberimiz âhir zaman peygamberi, biz de âhir zaman ümmetiyiz. Kıyamete kadar başka peygamber gelmeyecek, biz en sonuncuyuz. Fakat kıyamet gününde en önceyiz. Öncelik bize verilecek, ilk önce biz muamele göreceğiz, biz iltifata mazhar olacağız.”
وإن المكثرين هم الأسفلون الاقلون يوم القيامة
Ve-inne’l-müksirîne hümü’l-esfelûne’l-ekallûne yevme’l-kıyâmeh. “Hiç şüphe yok ki; dünyada malı çok olanlar, kıyamet gününde mertebe bakımından aşağıda olacaklar ve dereceleri az olacak.”
إلا من قال هكذا وهكذا
İllâ men kâle hâkezâ ve hâkezâ. “Ancak ‘Şu malımı şuna verin, şu malımı buna verin.’ diye hayrı yapanlar, parasıyla sevap kazanacak işleri yapanlar müstesna!”
وما أحب أن لى مثل أحد ذهبا
Ve mâ uhibbu enne lî misle uhudin zeheben. “Şu karşıdaki Uhud Dağı kadar altınım olsaydı.”
أنفقه فى سبيل الله عز وجل
Ünfikuhû fî-sebîlillâhi azze ve celle. “Onu Allah yolunda dağıtırdım, sarf ederdim, yanımda tutmazdım.”
Hakikaten Peygamber Efendimiz, ganimet vs. geldiği zaman; -ordu geliyor, ganimet getiriyor- ortaya bir örtü yayardı. ganimetler yığılırdı. Avuç avuç dağıtırdı, bitirirdi.
Gündüz geleni ertesi güne bırakmazdı, gece geleni ertesi geceye bırakmazdı. Sarf ederdi, biriktirmeyi sevmezdi.
Onun için Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem cömertliği tavsiye ediyor. Bir de cömertlik yapmayanların âhirette ceza çekeceklerini, mallarıyla gerekli vazifelerini yapmayanların kötü durumda olacaklarını bildiriyor.
Çevremizdeki işlere bakacak olursak bu işlerin çoğu para ile olur. Hemen yakın çevremize bakalım: Şurada bir daire tutulmuş, biz de toplandık, namaz kıldık, hadis okuyoruz. Bu dairenin bir kirası var. Buraya iki tane güzel mavi halı serilmiş, bu olmasaydı daha basit bir şey serilecekti. Güzel, birisi hayır yapmış, bunu vermiş. Işıklar yanıyor, elektrikler gelmiş. Bazı arkadaşlar kameralarını getirmişler, bunları banta alıyorlar. Bunların her birisi bir para ile oluyor.
Demek ki; İslâm’da bu gibi hayırları yapmak için müslümanların mâlî bir takım fedakârlıklarda bulunmaları gerekiyor.
Ebûbekr-i Sıddîk radıyallahu anh Efendimiz’in müslüman olduğu zaman çok büyük miktarda parası vardı. Fakat hepsini Allah yolunda sarf etti. On binlerce altını vardı; onları Allah yolunda sarfetti.
Osman-ı Zinnûreyn Efendimiz çok büyük paralar sarf etti, ordu teçhiz etti. Daha başka böyle mübarek zenginler var; Allah yolunda mallarını, paralarını sarf edip sevapları kazandılar.
Daha sonraki insanlar camiler yaptırttılar, köyünün çeşmesinin suyunu getirdiler.
Hacca gidenler bilirler; Harun Reşid’in zevcesi Zübeyde Hanım, tâ Taif’in bilmem nerelerinden kanallar kazdırtmış, Arafat, Müzdelife ve Mina’ya kadar su getirtmiştir. “Hacılar rahat etsin, hacıların duasın alayım.” diye o zamanlarda o kadar suyu oralara getirmiş.
Onun için herkes gücünün yettiğince çevresindeki dulları kollamalı, yetimler varsa onları alıp büyütmeli, evlendirmeli, çeşitli hayırlı işlere koşturmalı.
İbn Abbas radıyallahu anh’ten Deylemî’nin rivayetine göre, Peygamber Efendimiz şöyle buyuruyor ki:
نَخْلُ الْجَنَّةِ جُذُوعُهَا ذَهَبٌ أَحْمَرُ، وَكَرْمُهَا زُمُرُّدٌ أَخْضَرُ، وَسَعَفُهَا الْحُلَلُ، وَثَمَرُهَا أَمْثَالُ الْقِلَالِ وَأَلْيَنُ مِنَ الزُّبْدِ، لَيْسَ لَه عَجْمٌ.
Nahlü’l-cenneti cüzûuhâ zehebün ahmer. [4] “Cennetin hurma ağaçlarının dalları kırmızı altındır.”
Ve-kermühâ.
Kerm, “üzüm” demek aslında.
“Cennetin asmalarının üzümleri de yeşil zümrüttendir.”
Nitekim ben, Medine-i Münevvere’nin hurmalıklarını gezerken gördüm, hoşuma gitti. Hurmalar uzun, yüksek ağaçlar; hurmaların altlarında da bağ var. Medine’nin üzümü de çok güzel olur. Çok ince kabuklu, sanki kabuğu yokmuş gibi, ağzına aldığın zaman kurabiye gibi insanın ağzında erir. Çekirdeği azdır, çok güzeldir.
Ve-sa’fühâ’l-muhallel. “Hurmanın yaprakları da ipektendir.” Ve-semerühâ emsâlü’l-kılâl. “Meyveleri de kabak büyüklüğündedir, kocamandır.” Ve elyenü mine’z-zebed. “Kaymaktan daha yumuşaktır.” Leyse lehû ücm. “Çekirdeği de yoktur.”
Bu hadîs-i şerîften cennetin bir köşesinin manzarasını, bazı vasıflarını dinlemiş olduk.
“Cennetin hurmalarının dalları altından, üzümleri zümrütten, yaprakları ipektendir. Meyveleri koskocaman kabak gibi, fakat kaymaktan daha yumuşaktır ve çekirdekleri yoktur.”
Tabi bunlar birer tabirdir. Peygamber Efendimiz daha güzel olarak diyor ki:
“Gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, kimsenin hayaline gelmeyecek nimetler var.”
Daha başka geniş hadîs-i şerîfler var, uzun boylu anlatıyor:
Cennetin elbiseleri ne kadar güzel olacak, cennette insanlar nasıl havada uçacaklar, nasıl istedikleri gelecek, nasıl tûbâ dalları kendi odasına kadar sarkacak. Nasıl meyvelere uzandığı zaman dallar kendisine gelecek, kopardığı zaman yerine yenisi bitecek. Cennet ırmakları akıyor, gölgelikler vs.
Akıllara, hayallere gelmeyecek şeyler. Allah-u Teâlâ hazretleri yerinde, mahallinde aynen görmeyi nasip etsin. Anlatmakla bitecek şeyler değil!
نَزَعَ رَجُلٌ لَمْ يَعْمَلْ خَيْرًا قَطُّ- غُصْنَ شَوْكٍ عَنِ الطَّرِيقِ، إِمَّا كَانَ فِي شَجَرَةٍ فَقَطَعَه فَأَلْقَاهُ، وَإِمَّا كَانَ مَوْضُوعًا فَأَمَاطَهُ، فَشَكَرَ اللهُ لَهُ بِهَا فَأَدْخَلَهُ الْجَنَّةَ
Ebû Dâvud’da ve İbn Hibban’da var. Ebû Hüreyre radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş. Müjdeli bir hadîs-i şerîftir. Tabi cenneti anlatan hadîs-i şerîf şevklendiriyor da, altında da böyle müjdeli hadîs-i şerîf gelince ümidimizi arttırıyor:
Nezea racülün lem ya’mel hayran kattu. [5] “Daha önce hiçbir hayır işlememiş bir adam.” Gusne şevketin ani’t-tarîk. “Dikenli dalı yoldan çekti.” İmmâ kâne fî şeceretin. “Ya bu dal, diken ağacı yola uzanmış, gelen geçene değiyor.” Fe-kataahû fe-elkâhü. “Ya oradan kopardı, kırdı, attı; böylece geçenleri dikenden kurtardı.” Ve-immâ kâne mevdûan fe-emâtahû. “Ya da kırılmış, yere düşmüş; ‘Şimdi bu birisinin ayağına dolaşır.’ diye dalı aldı, attı.”
“İnsanlara dikenleri batmasın.” diye ya uzanmış dalı kırdı, ya yere düşmüş dalı aldı, attı. Ama bu adam hayatında başka hiçbir hayır yapmamış.
Fe-şekkera’llâhu bihâ. “Allah onun bu amelini beğendi, mükâfâtlandırdı, Fe-edhalehü’l-cenneh. “Ve onu cennetine soktu.”
Bu tek bir şahıs olabilir veya bu durum başına gelmiş olan bir şahsı anlatıyor olabilir.
“Adamın birisi vardı, yolda gidiyordu. Öyle pek hayır işlemiş bir insan değildi. Dikenli bir dalı kenara attı. Ya bu dal, ağaçtan sarkmıştı, kırdı bir kenara attı. Ya da yere düşmüştü, kimsenin ayağı takılmasın, diye kenara attı. Allah onun bu yaptığı iyiliği beğendi, razı oldu ve onu cennetime soktu.” diye bir kişinin macerasını anlatmış olabilir.
Ya da; “Böyle yapan bir insanı bile Allah dilerse cennetine sokar.” diye, bir misal olarak söylemiş olabilir.
Buna şaşırmamak lazım, hayret etmemek lazım. Allah-u Teâlâ hazretleri eğer bir insanın bir hayrını kabul ederse bile onu cennete sokabilir.
Onun için Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfinde buyuruyor ki:
“Sakın ha, hiçbir iyiliği küçümsemeyin! ‘Bu küçüktür, az bir iyiliktir.’ demeyin, yapmaya çalışın! Belki Allah ondan sizi affedecek, bilmiyorsunuz ki.”
Ortadaki bir taşı kenara koyuyorsunuz, bir dikenli dalı kenara koyuyorsunuz; belki ondan affeder, belki başka bir şeyden. “Sakın ha, hiçbir iyiliği küçümsemeyin!” diye tembihi kuvvetli yapıyor.
Onun için elimizden geldiğince her türlü hayırları yapmaya gayret etmeliyiz.
Tabi hadîs-i şerîfi böyle tatlı tatlı bitirmek de olabilirdi ama bazen de Allah, bir günahtan dolayı insanı cehenneme atar. “Günahtan da kaçınmaya çok dikkat edilsin.” diye, bunu söyleme ihtiyacını duydum.
Misali var:
Peygamber Efendimiz;
“Kadının birisi, bir kediyi öldürdüğü için cehenneme atıldı.” diye bildiriyor.
Ne yapmış?
Kediyi hapsetmiş. Ya “Yemeği yedi.” diye, ya “Kendisini tırmaladı.” diye, ya “Ortalığı pisletti.” diye.
Hani bazen evin hanımı kediye kızar. Bu da kediyi hapsetmiş.
Peygamber Efendimiz diyor ki:
“Salıvermedi ki kendisi avlansın, karnını doyursun.”
Kedi dışarı çıktı mı, geceleyin bir şeyler avlar, karnını doyurur. Evin sahibi bir şey vermese bile o bahçede bir şeyler bulur; sinek bulur, böcek bulur, çekirge bulur. Süpermarket, kasap olmasa bile o karnını doyurur.
Kapatmış, salıvermemiş, yemek de vermemiş; hayvan orada açlıktan bağıra bağıra ölmüş.
“Onun bu merhametsizliğinden dolayı, Allah onu cehenneme soktu.” diyor.
Kedinin ne kıymeti var?
Şimdi gazeteler şöyle bir haber yazsa;
“Adamın birisi bir kediyi ezdi.” diye idama mahkûm oldu.
Gülersiniz, “Hadi canım, öyle şey olur mu? Kedinin ne kıymeti var ki bundan dolayı bir adam idama mahkûm olsun.” dersiniz.
Ama bak, bir insan bir kediden dolayı cehennemlik oldu.
Neden Cehennemlik oldu?
Merhametsiz olduğu için, o merhametsizliği Allah cezalandırdığı için.
Demek ki Allah bir küçük iyilikten, “Dikenli bir dalı kenara koydu.” diye, bir insanı cennete sokabildiği gibi, küçük gibi görünen bir kötülükten dolayı da cehenneme atabilir.
O halde bizim iki şeye dikkat etmemiz lazım.
Herhangi bir iyiliği küçümsemeyelim; küçüklü, büyüklü her iyiliği yapmaya çalışalım. Herhangi bir günahı da küçümsemeyelim; her türlü büyük küçük günahtan kaçınmaya çalışalım, Aziz ve muhterem kardeşlerim!
Allah-u Teâlâ hazretleri, bizi günahlardan korusun. Azabına giriftar olmaktan, cehenneme düşmekten korusun. Cennetine girenlerden eylesin, cemalini görenlerden eylesin. Şu altın dallı hurma ağaçlarını, zümrüt meyveleri, ipek gibi yaprakları, koca kabak gibi meyveleri, kaymaktan yumuşacık daha tatlı, çekirdeksiz meyveleri yemeyi nasip etsin.
Ağzımız sulandı, yutkunuyoruz; inşaallah orada hep beraber yeriz. Allah dilerse olur.
Allah bizi yolundan ayırmasın; hayırları işletsin, günahlardan uzak eylesin. Yakîn sahibi, kuvvetli, tereddütsüz, sağlam iman sahibi kul eylesin.
El-Fâtiha!
[1] 53/Necm, 3-4.
[2] Buhârî, "Bedü'l-halk", 10, r. 3265; Müslim, "Cennet", r. 30; Tirmizî, "Sifetü cehennem", 7, r. 2589; Dârimî, "Rikâk", 120, r. 2889; Muvatta', "Cehennem", r. 1; Ahmed b. Hanbel, II, 244, r. 7327; Ma'mer, el-Câmi', XI, 423, r. 20897; İbn Hibbân, Sahîh, XVI, 503, r. 7462; Beyhakî, el-Ba's, I, 284, r. 497; Taberânî, Müsnedü'ş-şâmiyyîn, I, 92, r. 134; 97, r. 143; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, XIV, 520, r. 39474; İbnü'l-Mübârek, ez-Zühd ve'r-rekâik, II, 88; Râmûz, 451, r. 1.
[3] Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, III, 228, r. 6283; Râmûz, 451, r. 3.
[4] Beyhakî, el-Ba's, I, 190, r. 283; Deylemî, el-Firdevs, IV, 288, r. 6850; Begavî, Şerhu's-sünne, XV, 221, r. 4384; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, XIV, 462, r. 39272; Râmûz, 451, r. 4.
[5] Ebû Dâvud, "Edeb", 160, r. 5245; İbn Hibbân, Sahîh, II, 298, r. 540; Taberânî, el-Mu'cemü'l-evsat, III, 276, r. 3133; Ali el-Muttakî, Kenzu'l-ummâl, VI, 421, r. 16356; Râmûz, 451, r. 5.