Eûzübillâhimineşşeytânirracîm. Bismillâhirrahmânirrahîm
El-Hamdülillâhi rabbi'l-âlemîne hamden kesîran tayyiben mübâreken fîh. Kemâ yenbeğî li-celâli vechihî ve li-azîmi sultânih.
Ve's-salâtü ve's-selâmü alâ seyyidinâ ve senedinâ ve mededinâ Muhammedini'l Mustafa. Ve alâ âlihî ve sahbihî ve men tebiahû bi ihsânin ilâ yevmi'l cezâ.
Emmâ ba'd:
Aziz, muhterem ve sevgili kardeşlerim!
Çok kıymetli bir âlimin; Ebû Abdirrahman es-Sülemî'nin -rahmetullâhi aleyh ve kaddesallâhu rûhahû- yazmış olduğu çok değerli, mümtaz bir kitap olan Tabakâtu's-sûfiyye’sini okuyoruz. Ebû Abdirrahman es-Sülemî tasavvuf büyüklerinin hayatlarını ve mübarek fikirlerini toplamış, böyle bir eser meydana getirmiş. Ve bu eseri çok kıymetli Mısırlı bir profesör de çok güzel dipnotlar, ilaveler, açıklamalar yaparak neşre hazırlamış. Henüz Türk dilimize tercüme edilmemiş bir kaynak eser olduğu için; tasavvuf konusunda en salahiyetli, en meşhur, en büyük, en kıymetli şahısların sözlerini ve fikirlerini buradan öğrenebiliriz diye bu kitabı okuyoruz.
el-Umûru selâsetün. Emrün bâne leke rüşdühû. Fe't-tebi'hu.'' Ve emrün bâne leke gayyühû fe'ctenibhü ve emrün eşkele aleyke fe-kıf indehû ve kilhü ila'l-lâhi azze ve celle ve'l-yeküni'l-lâhü delîleke vec'al fakrake ileyhi testağni bihî ammen sivâhu.
''Karşılaşabileceğiniz işler üç çeşittir.'' Hayatımızda çeşitli işlerle karşılaşırız. Bunlar üç sınıfta, üç madde halinde toplanabilir:
el-Umûru selâsetün. ''İşler üç çeşittir.''
Emrün bâne leke rüşdühû. ''Birincisi, doğru olduğu sana âşikâr olan iş.''
Namaz kılıyorsun, yanlış mı yapıyorsun? Tereddüde lüzum yok; tamam, âşikâr doğru. Doğru söz söylüyorsun, yalan söylemiyorsun, güzel. Doğru olduğu kesin, tereddüt etmeden bildiğin açık seçik işler.
Fe't-tebi'hu. ''Böyle bir işle karşılaşırsan onu yapmaya devam et, ona tâbi ol, çekinme, çünkü doğru yoldur.'' Dosdoğru o işi yap.
Ve emrün bâne leke gayyühû. ''Bir de sana sapıklığı, yanlışlığı, eğriliği net olan, âşikâr olan iş de olabilir.''
Bunu da tereddütsüz biliyorsun; yalan söylemek, haram yemek, içki içmek fena.
Fe'ctenibhu. ''Ondan da kaçın.''
Kesin olarak iyi ve doğru olduğunu bildiğin şeyi yap, kesin olarak yanlış olduğunu bildiğin, âşikâr olmuş olan şeyi bırak. Veyahut ''İyiliği sana âşikâre olmuş, anlaşılmış olan şeyi yap, kötülüğü sana anlaşılmış olan şeyi yapma.'' demek.
İnceleme sonunda da anlayabilirsin. Bazen doğrudan doğruya kendi ilminle bilmezsin de itimat ettiğin kimselere sorarsın. Onlar, ''Bu yanlıştır.'' derler, o zaman onu yapma, öyle tebeyyün etmiş. Veyahut sorarsın, araştırırsın iyi olduğu anlaşılır, o zaman yaparsın. Ya kesin bilginle anlaşılmış olur ya da müftülere, alimlere, muhtelif kimselere sorarsın öyle anlaşılır. İyi olduğu anlaşıldı mı; tamam yap. Kötü olduğu anlaşıldı mı; onu yapma. Bunların dışında;
Ve emrün eşkele aleyke. ''Bir de bazı işler hakkında kararsız kalırsın o senin için müşkül olur; anlaşılması, mahiyeti hakkında hüküm vermesi güç olabilir. Şüpheli olur.''
Fe-kıf indehû. ''Bu işi yapma, orada dur!'' Ve kilhü ila'l-lâhi azze ve celle. ''Bu işi Allah'a havale et, O'na bırak.'' Ve'l-yeküni'l-lâhu delîleke ''Allah sana yolunu göstersin.''
''Yâ Rabbi! Ben bu işi bilemedim; hayır mı şer mi, sen bana yolumu göster.'' Allah sana yolunu gösterinceye kadar bekle, o işte ona göre hareket edersin. Bazen işler kesin olarak anlaşılmaz. Anlaşılmadığı zaman Allah'a dayan, O'na tevekkül et, Allah'tan sana bir işaret gelinceye kadar o işi işleme. Allah sana yol gösterdiği zaman o işi öyle yaparsın. Allah'a havale et, O'na tevekkül eyle.
Vec'al fakrake ileyhi. ''İhtiyacını Allah'a arz et, fakirliğin, muhtaçlığın O'na olsun.''
''Yâ Rabbi! Ben sana muhtacım, rızkına, yol göstermene, hidayetine muhtacım. Ben senin kulunum, fakirim, âcizim, nâçizim, yoksulum.'' diye ihtiyacını Allah'a çevir, Allah'tan iste.
Testağni bihî ammen sivâhu. ''Böyle yaparsan Allah'tan gayrıdan müstağnî olursun.''
Muhtaçlığını Allah'a arz edip de, Allah'tan istersen, Allah seni başkasından bir şey istemekten müstağnî kılar, yardımını eriştirir. Allah'a böyle dayanana Allah kâfî gelir, başkasından müstağni kılar. Bu, onun tecrübesine dayanan bir şey; " Tevekkül ettin mi Allah yardım eder.'' demek.
Bu söylenen hususlar âyet ve hadislerle sabittir. Mesela Sahîh-i Buhârî ve diğer sahih kitaplarda vardır ki;
el-Harâmu beyyinün ve'l-helâlü beyyinün. ''Haram da helal de bellidir.'' Ve beynehümâ ümûrun müştebihâtün lâ ya'rifuhâ kesîrun mine'n-nâs. ''İkisinin arasında mütereddit kalınacak bir takım şüpheli işler vardır. İnsanların çoğu bunu bilmez.''
''Her hükümdarın girilmesi, tecavüz edilmesi yasaklanmış bir özel mıntıkası vardır. Kim oraya yaklaşırsa içine düşer, belasını bulur.'' Onun için o hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz şüphelilere yaklaşmamayı tavsiye ediyor. Bu mâna da odur. Serî es-Sakatî hazretleri bu hadîs-i şerifi, kendi tecrübesiyle kendi kelimeleriyle yorumlayarak, nasihat olarak söylemiş oluyor.
İkincisi de âyet-i kerîmedir:
Ve men yetevekkel ale'l-lâhi fe-hüve hasbühû. ''Kim Allah'a hakkıyla tevvekkül ederse, Allah ona kâfî gelir.''
Allah'a tevekkül edenin yâveri Hak'tır, Allah ona yardım eder. Tevekkül etmeyi öğrenmeli, âdet haline getirmeliyiz. Millet hiç tevekkül etmiyor; her işi kendisi yapmaya çalışıyor, hiçbir şeyi de yapamıyor. Tevekkül etmeyi öğrenmeli; tedbirini almalı, çalışmasını yapmalı, boynunu bükmeli, Allah'tan dilemeli, Allahu Teâlâ hazretlerinin yardımına muntazır olmalı.
Kâle's-Seriyyü. Serî es-Sakatî hazretleri şöyle buyurmuş:
el-Edebü tercümânu'l-akli. ''Edep aklın tercümanıdır.''
Allahu âlem bundan kastedilen mâna; ''Bir insan akıllıysa edepli olur. O adamın edepli hali onun akıllı olduğunun işaretidir.'' demektir. Akıl kapalı bir kutu olduğundan insanın akıllı mı, deli mi, dîvâne mi olduğu pek belli olmaz. Ama edebi varsa akıllı demektir. Akıl bilinmeyen bir şey. Edebi varsa, ''Bu adamda akıl vardır.'' diye gösteriyor. Emaresi oluyor. O halde biz de edepleri kollamaya, edeplere riayet etmeye çalışmalıyız.
Bizim güzel bir kitabı vardır. Eski harfli bir kitap, manzumdur. Neşretmedik ama herhalde neşretsek iyi olur. Mîzânu'l-irfân. Dervişlik âdâbını manzum olarak çok güzel anlatıyor.
Edeb mea'l-lâh, Allah'a karşı kulluk edebi,
Edeb mea'r-resûl, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem'e karşı ümmetlik edebi,
Edeb mea's-sultân, Sultana karşı tebaalık edebi.
Edeb mea'ş-şeyh, Şeyhe karşı dervişlik edebi gibi şeyleri güzel anlatıyor, bölümleri var.
O kitabı eski yazıyı bilenlere tavsiye ederiz. İnşAllah kendi kendimize de niyet edelim de onu neşredelim; arkadaşlarımız bilsinler okusunlar, bizim Gümüşhânevî dergâhının kitaplarındandır.
Ve bihî kâle's-Seriyyü. Yine aynı rivayet zinciriyle el-Gadâirî'den naklen Serî es-Sakatî'nin bir başka sözü;
Mâ eksere men yesıfu's-sıfate ve ekalle men yüvâfiku fi'lühû sıfatehû.
Bu ef'âl-i teaccübten bir sîgadır.
Mâ eksere men yesıfu's-sıfate. ''Laf söyleyen, çeşitli tasvirlerde bulunan, vasıfları sayıp döken, ağzı kalabalık insan ne kadar çok.'' Ve ekalle men yüvâfiku fi'lühû sıfatehû. ''Ama işi, bu sözüne uygun insan da ne kadar az.''
''Laf söyleyen insan ne kadar çok ama lafı işine uygun düşen insan ne kadar az.''
İslâm'da ve Allah divanında makbul olan, insanın fiilidir, işidir; lafı değildir. Bilip de yapmamak daha büyük vebaldir. Yapmadığı halde o cinstenmiş gibi görünmeye çalışmak da büyük bir sahtekârlıktır. Bir sürü laflar söylüyor, kendisini yüksek perdeden tanıtmaya çalışıyor ama kalbinde zerre kadar hayır yok. Kendisini evliyâullaha en yükseğinden göstermeye çalışıyor ama işin birinci mertebesinden bile haberdar değil. Makâmâttan, mâneviyâttan, tecelliyâttan bir sürü laf söylüyor ama fiili ona uymuyor. Maalesef bu çeşit insanlar olabilir. Halbuki mühim olan işinin, özünün, sözünün bir olması, birbirine uygun olması, işinin söylediğini tutması. O bakımdan bundan şikayet yollu veyahut bu hususa dikkat edip ihvânını, ihlâsa ve a'mâl-i sâlihayı işlemeye teşvik bâbında söylemiştir.
''Laf söyleyen; vasıflar, sıfatlar anlatıp duran insan ne kadar çok ama sözü işine uyan, söylediğini tutan insan ne kadar az.'' deniliyor. Çok konuşmak zaten birçok bakımdan zararlı. Bir insan hakikaten yaptığı bir şeyi söylese bile gösteriş olur, riya olur, sevabı azalır. Bir defa söylese sevabı azalır, birkaç defa söylese riya olduğundan bu sefer iş günaha dönüşür. Onun için iyiliği de söylemek doğru değil. Aslında büyüklerimiz iyiliği de saklamışlar. Kendisinin sahip olmadığı bir şeyi varmış gibi göstermek, sahtekârlıktır. Bilmediği konulardan dem vurmak da cahilliğin bir başka şeklidir. Madem bilmiyorsun sus, bilen konuşsun. Biliyormuş gibi yapıp da halkı, bulunduğun topluluktaki insanları aldatma. O halde sözümüze dikkat edelim, bir. İkincisi başkasına nasihat olarak söylediğimiz şeyleri önce kendimiz uygulayalım da özü sözüne, sözü özüne fiiline uygun insanlar durumuna gelelim.
Ve bihi kâle's-Seriyyü. Yine el Gadâirî'den bir başka rivayet:
Akve'l-kuvveti galebetüke nefseke ve men aceze an-edebi nefsihî kâne an edebi gayrihî a'cezü ve men etâa men fevkahû etâahû men dûnehû.
Akve'l-kuvveti galebetüke nefseke. ''Kuvvetin en üstün derecesi, en büyük kuvvet senin nefsini yenmendir.''
Kuvvetli misin, pehlivan mısın, aslan mısın, kaplan mısın, güçlü müsün, şampiyon musun? Nefsini yeniyorsan şampiyonsun. En büyük kuvvet nefsini yenebilmendir. Yenebiliyorsan gerçekten kuvvetlisin.
Ve men aceze an edebi nefsihî. ''Kim kendi nefsini hizaya sokmaktan âcizse; kendi nefsine hâkim olamıyor, onu zapt edemiyorsa, kendisini terbiye edememişse'' Kâne an edebi gayrihî a'cezü ''Başkasını terbiyeden çok daha âciz olur.''
Kendisine söz geçiremiyor; başkasına hiç söz geçiremez. Kendi nefsini terbiye edememiş; başkasını hiç terbiye edemez.
Bu ifadeyi köşeli parantez içinde vermiş, herhalde bir yerden bulup ''Burada olması gerekir.'' diye eklemiş oluyor.
Ve men etâa men fevkahû etâahû men dûnehû.
''Kim kendisinden mânevî makam, mertebe, rütbe bakımından yukarıda olana itaat ederse'' etâahû men dûnehû ''Kendisinden aşağı olan da kendisine itaat eder.''
Yukarıdakine itaat edene, aşağısındaki itaat eder. Tabii yukarıların en yukarısı da Allahu Teâlâ hazretleridir. Onun için;
Sübhâne rabbiye'l-aliyyi'l-a'le'l-vehhâb diyoruz. Aliyyi'l-a'lâ, ''En yüksekten daha yüksek olan Allahu Teâlâ hazretleridir.''
Men etâallâhe etaâhû küllü şey'in. ''Kim Allah'a itaat ederse her şey ona itaat eder.''
Dağlar, bulutlar, yağmurlar, ay, güneş ona musahhar olur, yani Allahu Teâlâ hazretleri her şeyi emrine verir. Kuşlar avucuna konar, aslanlar kendisine mutî olur, sözünü dinler. O hale gelir.
Tabii daha aşağıdaki büyükler mertebe itibariyle Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, sonra kendisinin mürşidi, sonra babası. Kendisi babasına itaat etmişse evladı da kendisine itaat eder. Kendisi babasına âsi olmuş, üzmüşse kendisi de evladından çekecek demektir. Müridse şeyhine itaat ederse, yarın öbür gün o da mânevî irşat vazifesi aldığı zaman ötekiler de kendisine itaat eder. Şeyhine güzel hizmet etmişse kendisi de güzel hizmete muhatap olur. Bu Allahu Teâlâ hazretlerinin kanunudur. Onun için insan mâ fevkinin yaşça, rütbece, sevapça büyük olan veya kendisinin terbiyesiyle vazifeli olan kimselere itaatte çok ihtimam göstermelidir ki kendisinin seyr ü sülûku tamam olsun; ondan sonra onun hayrını görsün, başkalarına faydalı olması mümkün olabilsin.
Bir tane daha okuyalım. Ve bihî kâle's-Seriyyu. Yine Gadâirî'den aynı rivayet senediyle, men hâfa'l-lâhe hâfehû küllü şey'in ''Kim Allah'tan korkarsa her şey ondan korkar.'' buyurmuş.
Allah'tan korkandan her şey korkar. Bu aynı zamanda bir hadîs-i şerîf mealidir. Bu hususta hadîs-i şerîf de vardır.
Bir de Abdullah b. Ömer radıyallahu anh'ın kıssası vardır. Medine-i Münevvere'de Abdullah b. Ömer radıyallahu anh bakıyor ki bir grup kalabalık insan Medine'nin dışına çıkamıyorlar orada öyle bekleşiyorlar. Selam veriyor diyor ki;
''Burada ne bekliyorsunuz? Yolcu gibisiniz ama bekleşiyorsunuz, yola çıkamıyorsunuz, neden böyle duruyorsunuz?'' Diyorlar ki;
''Yâ Abdullah! Yolumuzun üzerine, karşıya baksana!''
Karşıya bakıyor; bir aslan orada yatmış, duruyor. Haydi gel de aslanın olduğu yere git. Aslan yatıyor, bunlar da yürümekten korkuyorlar, gidemiyorlar.
Abdullah b. Ömer bir onlara bakıyor; bir aslana bakıyor. Râmuzu'l-ehâdîs kitabında bir hadîs-i şerîfin şerhinde vardı bu. Yürüyor, yanına kadar gidiyor. Aslanın kulağından tutuyor. Keçinin falan tutulur kulağından, bu yırtıcı hayvan. Kulağından tutuyor aslanı çekiyor, yerinden kaldırıyor, uzaklaştırıyor. Ondan sonra;
''Hadi buyurun yol serbest, geçin yolunuza gidin.'' diyor.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem hadîs-i şerîfinde buyurmuş;
''Kim Allah'tan gayrı bir şeyden korkarsa, Allah o kimseye o korktuğu şeyi inadına musallat eder.''
Allah'tan gayrı bir şeyden korktuğu için Allah o korktuğu şeyi illâ ona musallat eder. Eğer Âdemoğlu Allah'tan gayrı bir varlıktan korkmasaydı, Allah'tan gayrı hiçbir şey ona zarar veremeyecekti, veremezdi. Bunu bildiği için Abdullah b. Ömer radıyallahu anhümâ Allah'tan korkuyor. Allah'tan gayrı hiçbir şeyden korkmuyor. Aslandan korkmuyor, yürüyor aslanın üzerine gidiyor. Böyle bir insandan bütün her şey korktuğu için de bu sefer aslan ondan korkuyor. Ona saldıramıyor, gürleyemiyor, pençesini savuramıyor. Abdullah b. Ömer radıyallahu anhümâ fiilen Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretlerinin bu husustaki hadîs-i şerîfinin uygulamasını göstermiş oluyor.
Burada da Serî es-Sakatî hazretleri öyle buyurmuş; ''Kim Allah'tan korkarsa her şey ondan korkar.'' Sadece insanlar değil, her şey. İnsanlar, hayvanlar, ''şey'' kelimesinin içine giren bütün varlıklar hepsi ondan korkarlar.
Sonuncuyu okuyoruz ve bitiriyoruz. Lisânüke tercümânü kalbike ve vechüke mir'âtü kalbike yetebeyyenü ale'l-vechi mâ tudmiru'l-kulûb.
''Senin lisanın kalbinin tercümânı olacak.''
Lisanın kalbinin nasıl olduğunu gösterir. Konuşmandan kalbinde, gönlünde ne olduğu anlaşılır. Söylediği sözler insanın içinin yapısını, mahiyetini gösterir. Lisan yani söz, konuşma, konuşulan hususlar kalbinin, gönlünün tercümânıdır.
Ve vechüke. ''Ve senin yüzün,'' Mir'âtü kalbike. ''Kalbinin aynasıdır.''
Görüntüler aynada görünüyor ya onun gibi, yüzüne bakan kalbinin içindeki duyguları görür. İnsanın yüzü kalbinin aynasıdır, dili de kalbinin tercümânıdır, yetebeyyene ale'l-vechi mâ tudmiru'l-kulûb ''Gönüllerin, kalplerin gizlediği şeyler yüzlerde âşikâr olur, görülür.'' Tabii bunu görecek göz lazım.
Bir şeyh efendi varmış, küçücük de bir oğlu veya torunu var, dedesinin yanında otururmuş. Kapıdan birisi girdiği zaman; ''Ah, tilki girdi içeriye.'' dermiş. Bir başkası girdiği zaman; ''Ah, -affedersiniz-, köpek girdi.'' dermiş. Bir başkası girdiği zaman; ''Ah, hınzır girdi içeriye.'' dermiş. Şeyh Efendi; ''Çocuğun eline biraz ekmek verin, herkesin gözü önünde biraz yesin.'' demiş. Vermişler ekmeği, çocuk tabii bilmiyor, yemiş. Artık gelenleri öyle görmemeye başlamış. Neden?
Önce keşfi açıkmış; onların ahlâklarını, sîretlerini görüyor. Sûretlerini görmüyor, sîretlerini görüyor. Bazı insan vardır; yüzü, bedeni insandır ama kalbi itibariyle kendisinde köpekte olan vasıflar vardır, köpek sîretlidir. Bazısı vardır şehvetine düşkündür; hınzır sîretlidir. Bazısı vardır; sahtekârdır tilki sîretlidir.
Onu o sîretiyle mânevî haliyle görüyor. Ama âşikâre ekmek yiyince mâneviyâtta azalma olduğundan keşfi kapanmış, öyle görmemeye başlamış. Şeyh efendi bakmış torununun keşfi açık, işler karışacak; ''Hemen biraz ekmek yedirin de gözü perdelensin, görmesin.'' demiş. Çünkü evliyâullah sırrı saklarlar; belli etmezler, terbiye etmeye çalışırlar. İnsanların herkesin yanında rezil rüsvâ olmasını istemezler. Bazen kendileri cahilliğe vururlar. Bildiği, gördüğü, duyduğu halde bazen duymazlığa, görmezliğe bilmezliğe verirler.
Hâtem-i Esam hazretleri evliyâulahın çok muhterem büyüklerinden birisi, onun menkıbesiyle bitmiş olsun bugünkü konuşmamız. Hâtem-i Esam hazretlerine bir kadıncağız geliyor. Kadıncağız huzura girdiği zaman şeyhin heybetinden utanıp sıkılıyor. Otururken işte olacak bu ya, hiç temenni edilmez ama yellenmiş. Çok çok utanç verici bir durum, kıpkırmızı kesilmiş. Bir ses çıkmış. Kadıncağız orada ölse, Allah canını alsa daha rahat edecek. Şeyh Efendi de duymuş, vaziyeti anlamış.
''Evladım öyle uzakta durma, yakına gel, kulağım iyi duymuyor.'' demiş.
Hanım bu sefer biraz ümitlenmiş; ''Kulağı iyi duymuyorsa benim bu kabahatimi de duymadı mı acaba?'' diye düşünmüş, biraz rahatlamış. Hemen gelmiş, ''Ne söyleyeceksen bağır evladım.'' demiş. Biraz bağırmış, ''Daha bağır, daha bağır!'' demiş. O zaman kadın iyice rahat etmiş; ''Tamam bunun kulakları sağır, küp gibi bangır bangır bağırdığın zaman bile ‘Daha bağır.' diyor, duymuyor.'' Şeyh Efendi o kadıncağız vefat edinceye kadar, o belki duyar, anlar vaziyeti, anlamasın diye sağır numarası yapmış. Sağır değil, zavallı kadıncağız mahcup olmasın diye ölünceye kadar sağır rolü yapmış. Vefat ettikten sonra bırakmış, lüzum kalmadı diye. Onun için lakabı Hâtem-i Esam kalmış, ''Sağır Hâtem'' demek. Sağır değilmiş, çıt derse duyarmış ama o kadın mahcup olmasın diye.
Allahu Teâlâ hazretleri büyüklerin bize nasıl numune olduğunu gösteriyor. O güzel huyları, büyüklerin güzel hallerini okuyoruz. Bizlere de o güzel, sevdiği huylarını nasip eylesin.
Allah-u Teâla Hazretleri cümlenizden razı olsun. Cümlenizi Peygamber Efendimiz'in sevgisine, şefaatine, iltifatına nail eylesin. Peygamber Efendimiz'in has ümmeti olmanızı nasip eylesin. Dünya ve ahiretin her türlü tehlikelerinden koruyup, dünya ve ahiretin her türlü hayırlarına erdirdiği kullarından eylesin. Firdevsi Âlâda Peygamber-i Zişan’ımıza cümlenizi komşu eylesin. Cennet nimetleriyle mütena'ım eylesin.