es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh.
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi, ihsânı, ikrâmı üzerinize olsun.
Kur'ân-ı Kerîm ile ilgili sohbetlerimizde, Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci sûresi olan Sûretü'l-Bakara'nın şu iki ayetini okumuştuk: Elif, lâm, mîm. bir; Zâlike'l-kitâbü lâ raybe fîh, hüden lil-müttakîn. iki...
Ellezîne yü'minûne bi'l-ğaybi ve yukîmûne's-salâte ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn.
Önce itiraf edeyim ki, bir âyet ama içinde o kadar çok izah edecek şey var ki günlerce sohbet edilse hakkıdır; yine de anlatılacak şeyler tükenmez. O kadar çok şeyler...
Geçen haftaki sohbetimizde anlattığımız âyet-i kerîme, Kur'ân-ı Kerîm'in hüden li'l-müttakîn; Müttakî kullar, takvâ ehli olan mü'minler için hidayet kaynağı olduğunu bildiren cümleyle sona ermişti. Bugünkü 3. âyet-i kerîme, ona bağlı olarak ellezîne kelimesiyle başlıyor.
Ellezîne. "Onlar ki, veyahut ki onlar" diye tercüme edilir bir kelimedir. Yani, "O müttakîler ki, onlar ki." Yü'minûne bi'l-ğayb. "Gayba inanırlar." Ve yukîmûne's-salâte. "Ve salâtı ikâme ederler." Ve mimmâ razaknâhüm. "Ve bizim onları rızıklandırdıklarımızdan." Yünfikûn. "İnfak ederler."
Tabii bu tercüme olmadı, kelimelerin yine Arapçalarını söylemiş olduk. Ama kısaca cümlenin yapısı belli olsun diye böyle yaptık, kelimeleri izah edeceğiz.
Ellezîne. "Ki onlar, o müttakî kullar." Yü'minûne bi'l-ğaybi. "Gaybe iman ederler, gaybe inanırlar."
Şimdi burada izah edilecek birinci kelime yü'minûne kelimesi[dir.] Yü'minûne kelimesi, âmene-yü'minü-îmânen fiilinden, if'al bâbından, muzârî sîgasında, gâib müzekker çoğul sîgasıdır, "Onlar inanırlar" demek.
Bu âmene-yü'minü, türemiş fiil; hangi kökten türemiştir?
Emine fiilinden türemiştir. Emine-ye'menü, "emn ü emân, emniyetli olmak, güvenilir, güvenli olmak" mânâsına [gelen] bir kelime, kök. Emine if'al bâbına nakledilince, âmene-yü'minü olunca, yani başına bir elif eklendiği zaman, if'al bâbına geldiği zaman, bir; "emniyet vermek, eman vermek, güvenilir hâle getirmek" mânâsına gelir. Mesela Cenâb-ı Hakk'ın âyet-i kerîmelerde geçen Esmâ-i Hüsnâ'sından birisi el-Mü'min'dir.
el-Mü'min, burada ne demek?
"Eman veren, emniyet veren, güven veren, güvenilir hâle getiren" mânâsına.
Bir de böyle if'al bâbına nakledildiği zaman, "emniyetli olmak, emin olmak, kânî olmak, sayrûret" mânâsına gelebilir. Bunun da mesela, insanın içinin o hususta emin olması [anlamında].
"Emin misin?.."
"Evet, eminim." dediğimiz gibi.
"Sahiden böyle olduğunu biliyor musun, doğru mu, emin misin?"
"Evet, çok kesin biliyorum, doğru..." dediğimiz gibi, "emin olmak" mânâsına geliyor.
Mesela, Yusuf aleyhisselam'ın kardeşleri, Yusuf aleyhisselam'ı alıp kıra hayvanları otlatmağa götürürken babasından izin istiyorlar, "Yusuf'u da ver, onu da götürelim! O da çayırda bizimle beraber gezer, oynar, hoplar, zıplar..." filan diye alıyorlar.
Sonra ne diyorlar?
Ve mâ ente bi-mü'minin lenâ velev künnâ sâdıkîn. "Sen bize inanmış, inanacak, güvenecek değilsin, biz doğru söylesek bile..." mânâsına söylüyorlar. Kur'ân-ı Kerîm'de o âyet-i kerîmede böyle geçiyor.
[Yü'minûne bi'l-ğaybi.] "Gayba inanırlar."
Gayb kelimesinin izahına geçmeden önce bu inanmak yani kalbinin mutmain olması, emin olması mânâsına, mü'minler gayba kânîdirler. Bu yüksek bir sıfattır. Müttakîlerin gayba kânî olmaları, gayb konusunda emin olmaları, ona inanmış olmaları çok yüksek bir sıfattır. Çünkü en basit insanlar sadece gözleriyle gördükleri şeylere inanırlar. Onun için görmedikleri şeyleri de gözlerinin önünde şekillendirmeye mütemâyildirler.
Mesela en ibtidâî kavimler kendi yaradanlarını, gaybını anlayamadıklarından, tasavvur edemediklerinden, karşılarına kendi elleriyle ağaçtan, taştan ve diğer bir malzemeden yaptıkları bir şekil koyarak; "İşte bu bizim rabbimiz, bu bizim ilâhımız, bu bizim mâbudumuz..." diye ille böyle bir görünen bir şey düşünürler. Bu ibtidâîliktir yani basitliktir. İlim ve irfan ilerledikçe, araştırma ve bilgi derinleştikçe, [bilgili] insan o zaman görünmeyen şeylerin de olduğunu anlar ve pek çok şey görünmeyen, daha doğrusu akıl gözüyle veya kalp gözüyle görülen şeyler olur.
İşte mü'minler, o müttakî kullar böyle gayba inanınca tabii bu gayba iman da körü körüne, delilsiz, mesnetsiz, asılsız, esassız bir şey değil. Aklın, muhakemenin sonucu birçok âyet-i kerîmelerde kâfirlerin lâflarına, sözlerine, iddialarına, küfürlerine, şirklerine öyle aklî, öyle mantıklı, öyle güzel cevaplar veriliyor ki, oturtuyor. Cevap veremez duruma getiriyor.
Mesela İbrâhim aleyhisselam ile Nemrud'un münâkaşısında, münazarasında; "Benim Rabb'im hayat verir, yaşatır, vâdesi yeteni öldürür." deyince, Nemrut diyor ki;
Kâle ene uhyî ve ümît. "Ben de yaşatırım, öldürürüm."
İşte şu adamı kesin; bak bunu öldürdüm. Şu adamı da bırakın, kesmeyin; işte bak bunu da yaşatıyorum. Bu hakîkî yaşatmak değil ki, adamlar ortada. Yani İbrahim aleyhisselam'ın karşısında mugâlata yapıyor yani saçmalıyor.
O zaman İbrahim aleyhisselam ne cevap veriyor?
"Benim Rabbim güneşi doğudan doğdurur, batıdan battırır. Haydi bakalım, senin de bir kudretin varsa, sen bu sefer batıdan doğdur! Yani tersine doğdurup batır bakalım!" diyor.
Fe-bühitellezî kefer.
Kâfir o zaman ne oluyor?
"Mebhut oluyor yani ses çıkaramaz oluyor, dili boğazına kaçıyor, itiraz edemiyor."
Yani İslâm, Kur'an ve iman verdiği çok güzel fikirlerle karşı tarafı çökertiyor, susturuyor.
Lev kâne fîhimâ âlihetün illallâhu le-fesedetâ. "Eğer yerlerde, göklerde Cenâb-ı Hak'tan başka daha başka bir tanrı olsa, o zaman güç kaynağı, emir kaynağı, yönetim kaynağı iki tane olunca, o zaman yer gök düzeni bozulurdu, berbat olurdu."
Birisi bir şey söyler, ötekisi başkasını söyler; çarpışma ve bozuşma olurdu. Halbuki öyle değil. Muazzam bir düzen, tıkır tıkır, asırlardır yaratıldığı zamandan beri işliyor. Bu söz ne kadar muazzam bir mantık.
Sonra gelip, eliyle kemikleri böyle ufalayıp da; "Bu toz, toprak hâline gelmiş kemikleri mi diriltecek Allah diyorsun?" diye itiraz edene Yâsin Sûresi'nde;
Kul yuhyîhellezî enşeehâ evvele merrah. "Resûlüm de ki o kâfire; 'Onu ilk başta nasıl yaratmışsa Allah, onu ilk yaratan onu tekrar yaratacak.'"
Ve hüve bi-külli halkın alîm. "O her çeşit yaratmaya kâdirdir." [buyuruluyor.]
Yani yaratmanın, insanların bildiği veya akıl edebildiği bir çeşitle olmadığını, binbir türlü yaratma şekli olduğunu, rubûbiyyetinin, ilminin sonsuzluğunun [gereği], Cenâb-ı Hak Resûlüne bir cevap olarak söylettiriyor, karşı tarafın beli çöküyor, aldığı cevaptan kafası darmadağın oluyor; söyleyecek şey bulamıyor.
Yani mü'minler akılcıdır, mantıkçıdır. İman, akla, mantığa, irfana dayanır. Ve o kadar ilme, irfana, akla, mantığa dayanır ki akıl gözüyle basit insanların göremediği, ilerdeki ince, perdenin arkasındaki gerçekleri de sezerler. Yani bir araştırıcının, bir polis hafiyesinin, dedektif denilen insanın ufacık şeylerden gerçeği bulması gibi bir şey. Tabii o gaybe iman fevkalâde önemli bir husus.
Ben [inceleme] yaptıkça görüyorum, yazılarımda da söyledim, zaman zaman yazdım: Bu insanlar medenîleştikçe, alimleştikçe, bilgisi genişledikçe, o zaman böyle kaba sabalığı, şekilperestliği bırakıyorlar; şeklin ötesinde manevî gerçekleri, elle tutulmayan, gözle görünmeyen hakikatleri de anlıyorlar. Bu yüksek insanların işi... Basit insanlar sadece, "İşte ben gördüğüme inanırım!" diyor.
E pekiyi elektriği görmüyorsun, daha başka pek çok şeyi görmüyorsun. Gözünün sınırı o kadar mahdut ki; gördüğün şey de o şeyin aslı mı, yoksa senin aklına onun aksetmiş olan, duyularından geçmiş bir görüntüsü mü?
O da ayrı bir mesele.
Hâsılı, mü'minlerin gayba inanması çok önemli, çok öğülecek, çok güzel bir husus... Mü'minler işte öyledir. Yani çok derin irfanları ve ilimleri, iz'anları olduğundan onlar o gaybî gerçekleri de görürler ve onlara inanırlar. Bu fevkalâde güzel bir nokta...
Şimdi gelelim bu gayb [kelimesine.] "Gaybe inanırlar." deyince, bu gayb sözünden maksat nedir?
Alimlerimizin bu hususta neler söylediklerini açıklamaya çalışalım. Bir kısmı diyor ki; Ellezîne yü'minûne billâhi. "Allah'a inananlardır." Birincisi "Allah'a inanmak" mânâsına geliyor. Allah'a inanmanın arkasından,ona bağlı olarak meleklerine inanmak, kitaplarına inanmak, geliyor. [Tabii] Allah'ı göremiyor:
Lâ tüdrikühü'l-ebsâr ve hüve yüdrikü'l-ebsâr. "Allah gözleri kavradığı, idrak ettiği halde; gözler Allah'ı idrak edemez, göremez, kavrayamaz, dayanamaz, kör olur, bakamaz!"
Mûsâ aleyhisselam gibi bayılır, bakarken yerlere yıkılır.
Melekler... Bazen görülür, bazen görülmez. Görülmesi de Allah'ın [ikramı,] o da görünmez. Gayb, "görünmeyen" demek. Yani insanın gözüyle gördüğüne "Şehâdeh", görünmeye "Gayb" deniliyor.
Görünmeyenlerin içinde ne var?
O görünmeyen inanılan şeylerin içinde Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığı, meleklerinin varlığı; kitapları, yani kitaplarının Allah tarafından gönderildiği, evvelce indirilmiş kitaplar; şimdi [bizim] görmediğimiz, evvelce yaşamış peygamberler; âhiret günü, cennet, cehennem; Allah'a kavuşmanın hak olduğu, hesabın hak olduğu, öldükten sonra dirilmenin hak olduğu [var.] İşte bunların hepsi gayb... Mü'minler bunlara inanıyorlar.
E bunlar nedir?
Bir kısmı istikbâlde olacak şey; işte akılla, iz'anla, irfanla o anlaşılıyor. Bu çok önemli. Muhbir-i sâdıkın haberiyle anlaşılıyor. Filozoflar da yani kendi mantıklarıyla doğru düşünebilen insanlar da bu kâinâtın kendi kendine olmadığını, yaradanının olduğunu, her mahlûkun mutlaka yaratanı olduğunu, her hareket edenin, hareketin bir muharriki olduğunu, her hâdis'in bir muhdisi olduğunu filozoflar da çeşitli şeylerle [delillerle] ifade ediyorlar.
Bazıları demişler ki: Mâ ğâbe ani'l-ibâdi min emri'l-cenneti ve emri'n-nâri ve mâ zükira fi'l-kur'ân. "Gaybdan maksat, Kur'an-ı Kerim'de, 'İlerde şöyle olacak, böyle olacak, cennet budur, cehennem şudur, âhirette şunlar olacak...' diye [bildirilen] bu şeylere inanmak." kastediliyor [diye açıklamışlar.] İbn Abbas radıyallahu anhümâ buyurmuş ki: Kâle bi-mâ câe minallâh. "Allah'tan ne geldiyse, işte onların hepsi, gelenler [gaybdır." demiş.]
Bazısı demiş ki: el-Kur'ân. "Gayb Kur'an'dır." O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'e gaybdan vahyediliyor. Bütün bu şeylerin hepsi [gaybtır.] Mesela kadere iman da gaybın bir [parçası]; onu da öyle söyleyenler var. İleride ne olacak, başımıza neler gelecek bunları bilmiyoruz. Bunların hepsi bu gayb mânâsının içinde saklı.
Bazı kimseler, Bu yü'minûne bi'l-ğayb'daki gayba inanmaktan maksat, buradaki yü'minûne, yüsaddikûne mânâsına yani tasdik ederler; 'Bunlar haktır, doğrudur, biz bunların doğruluğunu kabul ediyoruz.' mânâsına gelir." demişler.
Bazıları da, yahşevne bi'l-gaybi [demektir]; yani "Bunlar gözlerinin önünde olmadığı halde, onlar havf u haşyetle dindar olurlar. Haşyet mânâsına gelir." diye söylemişler.
Bu hususta A'meş rahmetullahi aleyh'ten bir rivayeti nakletmek istiyorum. Râvî; "Abdullah b. Mes'ud'un yanında oturuyorduk, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in ashâbını hatırladık, zikrettik." diyor. Tabii Peygamber Efendimiz âhirete irtihal etmiş, ashabın çoğu gitmişler. Abdullah b. Mes'ud'un yanında; "Onlar ne mübarek insanlardı, ne kadar yüksek insanlardı. Bizden ne kadar yüksek insanlardı." dedik diyor râvî.
Abdullah b. Mes'ud radıyallahu anh tabii Peygamber Efendimiz'in ashabından mâruf bir zât. Allah şefaatine erdirsin; demiş ki:
İnne emre muhammedin sallallahu aleyhi ve sellem kâne beyyinâ li-men reâhu. "Muhammed-i Mustafâ sallallahu aleyhi ve sellem'in durumu, hâli, peygamberliğinin hak oluşu, onun olağanüstülüğü, güzelliği, Allah'ın peygamberi oluşu onu gören işin aşikâr."
Buna inanmak elbette ıstırârîdir, mecbûrîdir. Mecbûrî olmasa bile kolaydır, elbette öyle olacak.
Vellezî lâ ilâhe ğayruhû. "Kendisinden başka ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki." Mâ âmene ehadün kattu îmânen efdale min îmani bi-ğaybin. "Gayba inanan insanın imanı kadar kimse faziletli bir imana sahip olmadı." dedi ve bizim bu; Elif lâm mîm. Zâlike'l-kitâbü lâ raybe fîh, hüden li'l-müttakîn. Ellezîne yü'minûne bi'l-ğaybi... ilâ kavlihî müflihûn. Yani sayfanın sonuna kadar bu âyetleri okudu." diyor.
Yani işte o Peygamber Efendimiz'i görmediği halde, ashabın çoğunu, Kur'an'ın indiğini, Peygamber Efendimiz'in nice nice mucizeler gösterdiğini görmediği halde iman edenlerin imanının çok faziletli iman olduğunu, böylece Abdullah b. Mes'ud söylemiş oluyor.
Bu tabii kendisinden bir söyleme değil, başka bu hususta bunu kuvvetlendiren rivayetler var. [Ebû Mahyerîz [Muhayrîz] Sahâbe-i kirâmdan Ebû Cumu'a isimli] bir zâta sormuş, demiş ki;
Haddisnâ hadîsen semi'tehû min rasûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem. "Resûlüllah'tan duyduğun bir hadisi bize söyle." O da;
Kâle; ne'am ühaddisüke hadîsen ceyyidâ. "Peki, size bir güzel hadîs-i şerîf nakledeyim, rivayet edeyim." demiş ve Ebû Mahyerîz [Muhayrîz] rivayet ediyor;
Teğaddeynâ me'a rasûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem. "Resûlüllah ile beraber bir sofrada beraberce yemek yedik." Ve me'anâ ebû ubeydetübnü'l-cerrâh. "Yanımızda Aşere-i Mübeşşere'den Ebû Übeyde b. el-Cerrah da vardı." Beraber yemek yedik. Fe-kâle. "Ebû Übeyde Peygamber Efedimiz'e demiş ki;
Yâ rasûlüllah, hel ehadün hayrun minnâ? "Yâ Resûlallah! Bizden daha hayırlı bir insan var mı?" Eslemnâ me'ake. "Seninle beraber, senin yanında müslüman olduk, İslâm'a girdik." Ve câhednâ me'ake. "Ve seninle beraber cihadlara girdik, savaşlara girdik, savaştık. Bizden daha hayırlı insan var mı?" Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Kâle: Ne'am. "Evet, var..." Kavmün min ba'diküm. Veya Kavmün men ba'deküm. "Sizden sonra gelecek olan birtakım insanlar ki." Yü'minûne bî ve lem yerevnî. "Beni görmeden bana inanmışlardır, inanacaklar. İşte onlar sizden daha hayırlı kimseler." demiş oluyor.
Yani ne bakımdan? Sahabeden bir başka insan daha hayırlı olamaz ama ne bakımdan hayırlı?
Gayba iman bakımından [hayırlı.] Resûlüllah'ı görmediği halde, sahabeden sonra geldiği halde, inanıyor ve İslâm'a geliyor ve çalışıyor.
Yine Peygamber Efendimiz'in ashabından Ebû Cumu'a el-Ensârî Kudüs'e, Beytü'l-Makdis'e gelmiş. Orada namaz kılmış; "O zaman yanımızda Recâ ibn-i Hayah [Hayve] isminde bir sahabe radıyallahu anh daha vardı."
Fe-lemmâ ensarafe. "O gideceği sırada." haracnâ me'ahü li-nüşeyyi'ahû. "Uğurlayalım diye onunla beraber çıktık." Fe-lemmâ erâde insirafe. "Tam gideceği gideceği sırada o mübarek sahabi, Allah şefaatine erdirsin, demiş ki;" Kâle inne leküm câizeten ve hakkan. "Sizin bir mükâfata hakkınız var, beni uğurladınız, Allah sizden razı olsun. Sizin üzerimde bir hakkınız var, size bir mükâfat olarak." Ühaddisüküm bi-hadîsin semi'tühû min rasûlillâh. Resûlüllah'tan duyduğum bir hadîs-i şerîfi size söyleyim." demiş.
Yani uğurlamaya gelenlere iltifat ediyor, müjdeli bir haber veriyor.
Kulnâ: Hâti rahimekâllah. "Biz de dedik ki, Hay Allah senden razı olsun, Allah seni rahmetine erdirsin. Haydi bu hadisi söyle, ver bakalım şu mükâfatı bize." dedik, diyor. O da söylüyor.
Kâle künnâ me'a rasûlillâhi sallallahu aleyhi ve sellem. "Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ile beraberdik." Ve me'anâ muaz ibn-i cebel. "Yanımızda Peygamber Efendimiz'in mâruf sahabisi Muaz b. Cebel de vardı." Âşiru aşeretin. "On kişinin onuncusu olarak." Yani o kadar kalabalıklarmış.
Kulnâ: Yâ rasûlallah! Hel min kavmin a'zamu minnâ ecran. "'Bizden ecri, sevabı, mükâfatı, derecesi, mertebesi daha yüksek bir topluluk var mı?' dedik, Peygamber Efendimiz'e sorduk." Âmennâ billâhi ve't-teba'nâke. "Allah'a inandık, yâ Rasûlallah sana tâbi olduk. Bizden daha sevabı büyük insan var mı?" diye sorduk.
Kâle: Mâ yemna'uküm min zâlike ve rasûlüllâhi beyne azhuriküm ye'tîküm bi'l-vahyi mine's-semâi. "Sizin mü'min olmanızı ne engelleyebilir ki! Resûlüllah sizin aranızda, semâdan size vahiy getiriyor, gelen vahyi okuyor. Ne varmış yani!" Bel kavmün ba'deküm ye'tîhim kitâbun min beyni levhayni yü'minûne bihî ve ya'melûne bimâ fîhi ülâike a'zamu minküm ecran. "Bilâkis sizden sonra öyle insanlar gelecek ki, onlara âyet diye, hadis diye, levhaların, iki kitabın kapları arasında yazılar gelecek. Onlar buna inanacaklar ve onun içindeki emirleri, yasakları, farzları, sünnetleri tutacaklar." Ülâike a'zamu minküm ecran. Ülâike a'zamu minküm ecran. "İşte onların sevabı daha fazla olacak." [diye bu sözü] Merrateyni. "İki defa söylemiş."
Demek ki bu da şeyi gösteriyor, Peygamber Efendimiz'e ulaşmadan iman edenlerin bir çeşit gayba imanın misâli olduğunu anlatmak için kitap bunları rivayet ediyor.
Yine Amr b. Şuayb babasından, o da dedesinden rivayet etmiş:
Kâle rasûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem. "Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem bir gün sormuş..."
Bunların hepsi hadis, bu gaybla ilgili bize biraz bilgi veriyor.
Eyyü'l-halkı a'cebü ileyküm îmanen. Peygamber Efendimiz etrafındaki ashâbına sormuş; "Sizin, size göre insanların, halkın hangisi iman bakımından daha şâyân-ı taaccübdür imanına daha çok hayran olunur, daha çok şaşılır, kimdir sizce?" Kâlû: el-Melâikeh. "Cevap olarak demişler ki; 'Melekler, meleklerin imanı...'"
Tabii onların imanı çok kuvvetlidir diye düşünüp, "Meleklerin imanı" demişler. Peygamber Efendimiz böyle etrafına toplanan ashabını o konuya iyice alıştırmak, ısındırmak için bir konuyu soru şeklinde sorardı. Onların da cevaplarını alırdı, ondan sonra gerçeği söylerdi. Böylece herkesin iyice hatırında kalırdı.
Onlar, "İmanı en çok şaşılacak derecede güzel, kuvvetli, en yüksek imanlı olan kimdir?" diye sorunca bu sorunun cevabı [olarak]; "Meleklerin imanı." demişler.
Kâle. "Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;" Ve mâ lehüm lâ yü'minün ve hüm inde rabbihim. "Onlar nasıl olacak da iman etmeyecekler! Rablerinin huzurundalar, yani Rablerini görüp dururken iman etmemek olur mu!? Onlar değil." Kâlû: Fe'n-nebiyyûn. O zaman, soru sorulan ashab bu sefer demişler ki; "O halde peygamberlerin imanları en yüksek."
Kâle. "Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;" Ve mâ lehüm lâ yü'minûn ve'l-vahyü yenzilü aleyhim. "Onlar niye inanmasınlar ki, vahiy kendilerine iniyor, melek kendilerine geliyor. Vahiy gelip dururken inanmazlar mı!?" Kâlû: Fe-nahnü. O zaman ashab demişler ki; "O zaman, en imanı taaccüb edilecek, hayran olunacak, beğenilecek bizleriz." Kâle: Ve mâ leküm lâ tü'minûne ve ene beyne ezhuriküm. "Siz niye inanmayacakmışsınız ki, ben sizin aranızdayım peygamber olarak..."
Tabii artık cevaplar bitti, sahabe-i kirâm ne desinler! "Melekler" dediler, "Değil" dedi Peygamber Efendimiz. "Peygamberler dediler, Peygamber Efendimiz, "Onlar da değil" dedi. "Biziz" dediler, "Siz de değilsiniz" dedi. O zaman tabii beklemişler.
Fe-kâle rasûlüllâh sallallahu aleyhi ve sellem. "Peygamber Efendimiz buyurmuş ki." Elâ inne a'cebe'l-halkı ileyye îmânen. "Bakın dikkat edin, gözünüzü açın ki, mütenebbih olun ki, bana göre, insanların, hattâ mahlûkâtın, halkın, imanca en hayran olunacak, en şaşılacak olanı kimlerdir?" Le-kavmun yekûnûne min ba'diküm. "Sizden sonra gelecek olan mü'min nesillerdir ki, insanlardır ki." Yecidûne suhufen. "Birtakım sayfalar yazılı bulacaklar." Fîhâ kitâbün. "Orada Allah'ın kitabı, emirleri, farzları var." Yü'minûne bimâ fîhâ. "Ona inanacaklar ve amel edecekler. İşte onların imanı, en kuvvetli imandır." diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz böylece, sonradan iman edeceklerin, tam kesin şeyler olmadan, rivayetlere bakarak, kitaplara bakarak bir çeşit gayba inananların imanının sâfiyetine böyle takdirkâr medihlerde bulunmuşlar.
Yine Büdeyle b. Eslem'den rivayet edildiğine göre demiş ki:
Salleytü'z-zuhra evi'l-asra fî mescidi benî hâriseh. "Beni Hârise oymağının mahallesindeki mescidde namaz kılmıştım." Fe's-tekbelnâ mescide ilyâe. "İlyâ Mescidi'ne yönelmiştik..."
İlyâ, Kudüs'ün bir adı. Yani Kudüs tarafına dönmüşler, yani Medine'den kuzeye doğru dönmüşler, namazı kılıyorlarmış.
Fe-salleynâ secdeteyni. "Dört rekâtlı namazın iki rekâtını kıldık." Sümme câenâ men yuhbirunâ enne rasûlallah kad istakbele'l-beyte'l-harâm. "Tam biz namazın içindeyken, iki rekât kılmışken birisi geldi ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in Kudüs tarafına değil de, Mescid-i Haram tarafına yani Mekke tarafına, Medine'ye göre güneye doğru döndüğünü bunlar namazdayken haber vermiş." Ne dediyse...
"Ey mübârekler! Siz kuzeye dönüyorsunuz ama Peygamber Efendimiz kuzeye dönerken Mekke'ye dönmeye başladı, kıble değişti!.." diye herhalde seslenmiş, haber vermiş.
Fe-tehavvele'n-nisâü mekâne'r-ricâl. "Kadınlar, erkeklerin olduğu tarafa doğru kaymışlar." Ve'r-ricâlü mekâne'n-nisâi. "Erkekler de kadınların olduğu tarafa."
Yani kadınlar arkada kılıyorlardı, öbür tarafa geçtiler. Erkekler önde kılıyorlardı, kadınların olduğu tarafa geçtiler ama yönleri bu sefer tabii kuzeye değil güneye dönük oldu. Yani kadınlar namazı arkada kılacak diye yer değiştirdiler.
Fe-salleynâ es-secdeteyni'l-bâkıyeyni ve nahnü müstakbilûne'l-beyte'l-harâm. "Namazın dört rekâtının iki rekâtını da böylece, namazın içindeyken böyle değişiklik yapıp mekânımızı, yönümüzü değiştirip, Mescid-i Haram'a doğru kıldık, tamamladık." diyor.
Bunu niye söylüyor?
Kâle ibrâhim: Fe-haddesenî ricâlün min benî hâriseh enne rasûlallâh sallallahu aleyhi ve sellem hîne beleğahû zâlike kâle: Ülâike kavmün âmenû bil-gayb. "Peygamber Efendimiz'e bu durum nakledilince demiş ki; "İşte onlar gaybe iman eden insanlar..." Yani, "Haber geldi, hemen o habere itimad ederek yönlerini döndürdüler ve Mekke-i Mükerreme'ye doğru namazlarını tamamladılar." demiş oluyor.
Evet, gaybın mânâsını anlatmak için, bu hadîs-i şerîflerden bazı rivayetleri söylemiş olduk. Bir de bu rivayetlerden başka bazı rivayetler var, onları da nakletmek istiyorum.
Birisi yü'minûne bi'l-ğaybi'nin, [gayba imanın] izahı sadedinde diyor ki;
Ve kâle ba'duhüm. İbn Kesir tefsiri, "alimlerden birisi" diyor, isim vermiyor, diyor ki; Yü'minûne bi'l-ğaybi kemâ yü'minûne bi'ş-şehâdeh. mânâsına alıyor. Yani "Âşikârede inandıkları gibi gayıbda da inanırlar." Âyet-i kerîmeyi, bi'l-ğayb'ı böyle izah etmiş. Bu ne demek, bunu biraz açıklayayım.
Biliyorsunuz Bakara sûresi'nin ikinci sayfasında, Elif lâm mim...'in arkasında münâfıkları anlatan âyetler içerisinde bir âyet-i kerîme var, orada buyuruluyor ki;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Ve izâ le-kullezîne âmenû kâlû âmennâ. "Münafıklar mü'minlerin yanına geldikleri zaman onlardan gibi görünürler ve onlara: 'Tamam, biz de inandık, tamam tamam...' derler." Ve izâ halev ilâ şeyâtînihim. "Şeytanlarıyla başbaşa kaldıkları zaman..."
Tabii bu şeytanları kendi görünmeyen şeytanları olabilir, kendilerine küfrü öğreten reisleri, insanların şeytanları olabilir. Bunun izahı ilerde o âyet-i kerîmede gelecek.
"Kendi şeytanları ile yalnız kaldıkları zaman." Kâlû innâ me'aküm. "Biz sizinle beraberiz." İnnemâ nahnü müstehziûn. "Biz müslümanların yanına gidip 'inandık' derken onlarla 'dalga geçiyoruz, alay ediyoruz.' derler."
Şimdi bunlar münafıklar. Burada, Ellezîne yü'minûne bil-gaybi'den maksat, "Yalnız kaldıkları zaman da, herkesin olmadığı yerde de, kimse olmadığı zamanda da onlar imana, İslâm'a uygun hareket ederler." Yani sadece göstermelik, başkalarının gördüğü yerde değil; kimse görmeyen yerde de içleri iman doludur." mânâsına almışlar, böyle anlamış birisi.
Diğer bir rivayet daha var: İnsanlar bir şeyin varlığını bir gözüyle görüyor, "Tamam, gördüm, bu böyle." diye kabul ediyor. Halbuki göz bazen de insanı şaşırtabilir. Görmenin normal, tabii olmasına rağmen, görülen şey şaşırtma olabilir. Bunun fizikte de çeşitli misalleri var. Mesela, suyun içine sokulmuş olan çubuk, baktığın zaman kırık gibi görünür ama sudaki ışınların kırılmasından dolayı kırık gibi görünür. Halbuki sopayı dışarı çıkardığın zaman dümdüzdür, berrak suya soktuğun zaman kırık gibi görünür. O sudaki ışınların kırılmasından. Yani görmekte de bir şeyler olabiliyor, neyse... Bazıları sırf gözüyle görüyorlar, bazıları da kalp gözüyle, kalbiyle, basîretiyle görüyorlar.
İşte bu, ellezîne yü'minûne bi'l-ğayb. "Gayb ile inanırlar"dan çıkartılan bir mânâ da, "Bunlar basîretleriyle, kalp gözleriyle görüp şirkten, küfürden uzaklaşırlar, imanın hakikatlerinin hak olduğunu anlarlar. Böylece basîretleriyle bakıp anlayarak imana gelirler." mânâsını çıkarmışlar.
Her şey, tabii hepsi bu kelimelerin çatısı içine sığabilen izah. Bunların hepsi mümkün olan izahlar.
Ellezîne yü'minûne bi'l-ğaybi [âyetinin açıklaması] böyle.
Ve yukîmûne's-salâte. "Ve namazı ikâme ederler." O müttakîler, bir de namazı ikâme ederler."
Bu namazı ikâme etmek, yukîmûne's-salâte. Yani yusallûne's-salâte. "namazı kılarlar." demiyor, yukîmûne's-salâte diyor.
Ne demek bu namazın ikâmesi? İkâme'nin mânâsı nedir?
Ekâme-yükîmu-ikâmeten, "bir şeyi dik tutmak, dimdik tutmak, doğrultmak" filan mânâsına geliyor. Kâme-yekûmu'dan ekâme-yükîmu, "bir şeyi doğrultmak" mânâsına geliyor.
Tabii imanda bu şeyin doğrultulması, düzeltmek veya tervic ve idâme etmek, yani bir şeyi devam ettirmek veya ihtimamla yapmak, ihtimamla icrâ etmek mânâlarına geliyor.Yani güzel yapmak mânâsına gelebiliyor. Dikmek, namazı böyle dimdik yapmak mânâsına düşünsek, ikâme "doğrultmak" mânâsına geldiğine göre...
Biliyorsunuz hadîs-i şerîfler var; "Namaz dinin direğidir. Kim onu doğrultursa dini doğrultmuş olur; kim onu yıkarsa dini yıkmış olur."
Buradaki direk tabii nasıl anlaşılacak?
Çadır hayatı var, orada, o devirde çöllerde veyahut şehirlerde çadırlı bir yaşam var. Kıllardan dokunmuş olan çadır malzemesi, altına bir sağlam direk sokulup yükseltiliyor. Ondan sonra o çadır öyle ayakta duruyor. Şimdi namazı doğrultmaktan maksat, yani güzelce yaptığı zaman böyle çadırı kaldırmış gibi. Onu yapmayan, sanki çadırın direği kırılmış, çadır aşağı dökülmüş gibi; ikâmeden maksat o mânâ olabilir.
Bir maksat o olabilir, diğer bir [mânâ], devamlı yapmak yani namazı vakitlerine riayet ederek muntazaman müdâvemet etmek. Buna Katâde isimli alim; İkâmetü's-salâh el-muhâfazatü alâ mevâkîtihâ. "Vakitlerine riayet ederek devam etmek, devamlı tutmak" demiş. Tabii, vudûihâ ve rükûihâ ve sücûdihâ. "Abdestine, rükûsuna, secdesine de hakkını vermek" mânâsına.
Tabii abdesti güzel almak, rükûsunu tam yapmak, aceleye getirmemek, secdesini tam yapmak; Kur'ân-ı Kerîm'i güzel okumak, karıştırmamak; teşehhüdünü güzel yapmak, Peygamber Efendimiz'e salât ü selâmını vesairesini, her şeyini hakkını vererek yapmak... İşte namazın ikâmesi bu! Sadece kılınması değil böylece güzel yapılması.
Mütakkîlerin bir vasfı gayba iman etmeleri; ikinci vasıfları da namazı, salâtı ikâme etmeleri. Yani ya doğrultmaları, yani din çadırını ayakta tutan bu ibadeti dosdoğru, dimdik yapıp, din binasını mâmur tutmaları; veya vakitlerine riayet ederek her vaktinde buna devam etmeleri, mülâzemet etmeleri; ya da yaparken güzel yaparak, hakkını vererek, bütün erkânına riayet ederek yapmak.
Bir keresinde Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in gözü önünde bedevînin birisi mescidde namaz kılıyordu. Peygamber Efendimiz, namaz kıldıktan sonra onu çağırdı, dedi ki;
"Sen namazını yeniden kıl, çünkü namazı kılmamış gibi oldun. Namazın kabul olmadı, kılınmış sayılmaz."
Bir daha kıldı.
"Sen namazı yeniden kıl, yine olmadı." dedi.
Yine aynı kıldı. Yani bedevî hızlı kılmaya alışmış. Peygamber Efendimiz dedi ki;
"Böyle olmaz! Namaza durduğun zaman, ayakta durduğun zaman güzel oku, rükûya vardığın zaman her âzan sükûnete ersin, sakin bir şekilde rükûda bir miktar dur. Kalktığın zaman öyle dur, secdede dur. Böyle aceleye getirme!.." diye tarif etti. Bunların hepsi böyle.
Şimdi bu salât kelimesini de izah etmek gerekiyor. Salât kelimesi Arapça'da dua mânâsına geliyor. Mesela: İnnellâhe ve melâiketehû yüsallûne ale'n-nebiy, yâ eyyühellezîne âmenû sallû aleyhi ve sellimû teslîmâ. Burada mesela, "Allah ve melekler Peygamber'e salât ediyor; siz de ey iman edenler ona salât ediniz."
Sonra Peygamber Efendimiz'e bir âyet-i kerîmede Allahu Teâlâ hazretleri emrediyor ki;
Ve salli aleyhim inne salâteke sekenün lehüm. "Onlara dua eyle, senin onlara dua etmen onlar için huzur ve itminan sebebidir."
Demek ki [salâtın] bir mânâsı dua etmek. Ama bu dua etmek mânâsından Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem'in Mîrac'da, meleklerin böyle Allah'a çeşitli şekillerde ibadet etmesini görüp de ondan sonra gelip müslümanlara öğreterek, böyle kıyâmıyla, rükûsuyla, secdesiyle, teşehhüdüyle, dışındaki, içindeki farzlarıyla, vacibleriyle, sünnetleriyle müslümanların edâ ettikleri o mâruf, dinin direği olan ibadet... İşte onu da mü'minler güzelce yaparlar mânâsına.
Bu salât kelimesi dua kökeninden gelmiş olabilir diyenler olduğu gibi; insanın eğilerek bu ibadeti yapması dolayısıyla, insanın bu arka belinin iki tarafına "salveyn" dedikleri için, böyle bir eğilme hareketiyle yapılan ibadet mânâsına oradan geldiğini söyleyenler de var. Bir de salâ; bir şeyi ateşte kızdırıp, mesela bir ıslak odunu ateşte ısıtıp eğriliğini yavaş yavaş doğrultmak, böylece düz hâle getirmek [mânâsına da geliyor.] Mesela kargı yapacaksa veya düz bir işte kullanacak bir çubuk yapacaksa, odunu ateşte kızdırırlardı. Böyle kızarken ısıtarak eğriliğini doğrulturlardı. İşte oradan bu o kökten geliyor mânâsına çeşitli rivayetler var.
En kuvvetli rivayet dua kökünden gelmesi. Mutlak olarak dua mânâsına kullanılırken, sonra "mü'minlerin o mükemmel ibadeti" mânâsına şeriatın lisanında o ibadetin adı olmuş.
Müttakîler bir, gayba iman ederler, işte o demin izah ettiğimiz gibi gaybın çeşitlerine. Bir de namazlarını dosdoğru kılarlar, dosdoğru yaparlar. [Müttakîlerin] ikinci vasfı da bu.
Evet, namaz dinin direğidir. Mü'minlerin ilk vazifesi, en önemli vazifesi, en devamlı vazifelerinden birisi namazdır. Namazsız işler eksik olur. Müttakîlerin ikinci vasıfları bu; üçüncü vasfı;
Ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn. "Ve rızıklandırdıklarımızdan, onlara rızk olarak verdiklerimizden infak ederler."
Bu rızıklandırma ne demek?
"Bir şeyi nasip, kısmet olarak vermek" mânâsına geliyor. Sadece yiyecek mânâsına [değil.] Rızık deyince bizim aklımıza ekmek, peynir, boğazdan geçen şeyler gelir, o mânâya değil, razeka, "bir şeyi birisine nasip, kısmet etmek" mânâsına. Böyle bir şeyi elde ettiği zaman o da rızk oluyor. Böylece sadece yiyecek olan maddeler değil; yenilen, içilen, çeşitli şekilde istifade edilen mal, hattâ Allah'ın kendisine ihsan ettiği evlât, zevce, iş, güç, ilim, irfan... hepsine şâmil olur. Çünkü [rızık,] "nasip olmak, müyesser olmak ve kısmet etmek, nasip olarak vermek" mânâsına geliyor.
Ve mimmâ razaknâhüm. "O müttakîlere nasip olarak, kısmet olarak ayırıp ihsân ettiklerimiz her şeyi." Yünfikûn. "İnfak ederler."
Enfaka-yünfiku-infâk da, "bir şeyi elden çıkartmak, harc ve sarf etmek" mânâsına geliyor. Bu tabii çeşitli şekillerde olur.
İbn Abbas demiş ki; ve mimmâ razaknâhüm yünfikûn. "Mallarının zekâtlarını verirler." [demektir.] Ama bazı [başka] rivayetler var. Yine İbn Abbas'tan bir başka rivayet, İbn Mes'ud ve diğer sahabeden rivayet var; ve mimmâ razeknâhüm yünfikûn demek, nafakatü'r-racüli alâ ehlihî. "Çoluk çocuğuna insanın sarfettiği şeyler" mânâsına. Ve hâzâ kable en tenzile'z-zekâh. "Bu mesele zekât farz olmadan evveldi." diye izah etmişler. Dahhâk rahmetullahi aleyh bunu izah ederken demiş ki; kâneti'n-nafakâtü kurbânen. "Bu böyle masraflar bir hayır olarak Allah'a yaklaşma vesilesi telakkî edilirdi. Yetekarrabûne bihâ ilallâhi alâ kadri meyseretihim ve cühdihim. "Zenginlikleri, cömertlikleri nisbetinde yaptıkça Allah'ın sevabını kazandıklarını, sevap elde edeceğiz diye düşündükleri bağışlardı." Eskiden böyle düşünürlerdi. İşte o "rızıklandırdığımızdan başkalarına verirler" bu geniş mânâyadır.
Bu "Allah'ın verdiği her şeyden başka kulları istifade ettirmek" neye dahildir?
Katâde rahmetullahi aleyh de şöyle buyurmuş; enfikû mimmâ a'tâkümüllâh. "Allah'ın size verdiğinden infak ediniz." Hâzihi'l-emvâl. "İşte bu mallar mülkler." Avârin vedâi'u indeke. "Bunlar senin yanında âriyettir, ödünçtür, emânettir." Yebne âdem yûşikü en tüfârikahâ. "Ey Ademoğlu! Bir zaman gelip muhakkak, muhtemel ki onlardan ayrılacaksın. Elinde fırsat varken bunları harca, sarfet de sevap kazan!" diye böyle açıklamış, bu âyetle ilgili bu sözleri söylemiş.
Demek ki farz zekât mânâsına olabilir. Böyle hayır, hasenât olarak verilen şeyler olabilir. Hepsine şâmil. Müfessirler de hepsine şâmil olduğunu, umûmî anlamda kullanıldığını, farz, sünnet, vacib, hayır, hasenât, maddî, manevî, ilim, irfan, mahlûkâta yapılan iyilik olarak bu ifade hepsini ihtivâ eder." diye buyurmuşlar, böyle izah etmişler.
Demek ki mü'minlerin müttakî olanlarının, Allah'ın medhettiği kulların bu âyet-i kerîmede üç önemli hususiyeti zikredilmiş oluyor. Bu müttakîler, bir, gayba inanırlar, kalp gözleriyle... artık çeşitli manalarını açıkladık. [İki,] namazı dosdoğru kılarlar. Üçüncü vasıfları da, böylece beşerî, maddî, şahsî ibadet olan namazı yapmakla yetinmezler, imanları kuvvetli, icraatları da güzel. Ama bir de mâli ibadetleri de yaparlar, etraflarını ihmal etmezler; kendilerine Allah'ın verdiği her çeşit imkânları başkalarına sunarlar." diye müttakîlerin vasıflarını bu âyet-i kerîmede bunları sıraladı.
Bunlar çok önemli vasıflar. Bu vasıflara biz de,çok dikkat edelim!
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
İmanımızın çok kuvvetli olmasına dikkat edelim, din kitaplarını okuyalım. İmanımızın böyle kuvvetli dereceye gelmesine dikkat edelim.
Tabii iman üzerine söylenecek sözler çok. İman sadece sözle değildir; "Elhamdülillâh, benim kalbim temiz, ben müslümanım" demek yetmez.
Ne olacak?
İşte başta namaz olmak üzere imanına göre icraat olacak. Ondan sonra tabii boşu boşuna kişisel çalışmalardan ibaret, şahsî değil; mü'min topluma da faydalı, başka insanlara da yararlı olmaya gayret edecek. Elindeki imkânları başkalarının istifadesine de sunacak, oralardan da sevaplar kazanacak.
Bu vasıflarla büyük ölçüde müttakîlerin güzel sıfatlarını öğrenmiş olduk. Bundan sonraki dördüncü âyet-i kerîmede müttakîlerin bundan sonraki bazı sıfatlarını daha öğrenmiş olacağız; Allah kısmet ederse...
Tabii her şeyi tam anlatamadık. Bazı şeyler yine kitapların satırları arasında kaldı. Allahu Teâlâ hazretleri size şevk versin, siz de evinizdeki, kütüphanenizdeki tefsir kitaplarını açın, bu bahisleri geniş geniş okuyun! İlminizi, irfanınızı geliştirmeye, ilminize göre amel etmeye gayret edin!
Allahu Teâlâ hazretleri tevfîkını refîk etsin.İmanın tadını ağzınızda iyice duyursun. Ömrünüzü rızâ-yı Bâriye uygun geçirmenizi nasip eylesin. Müttakîlerden olarak cümlenizi cennetiyle, cemâliyle müşerref eylesin...