es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh!
Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Cenâb-ı Hak bol bol lütuflarla, ikramlarla atıyye ve bağışlarla sizleri sevindirsin, dünya ve âhiretin hayırlarına erdirsin.
Kur'ân-ı Kerîm sohbetlerimizden birisine başlayacağız. Sırayla gidiyoruz biliyorsunuz. Bu sohbetimizde, Bakara Sûre-i Şerîfesi'nin 8, 9 ve 10. âyet-i kerîmelerinin açıklamasını yapmak ve bu konuda sohbet etmek istiyorum.
Bakara sûresi biliyorsunuz, Fâtiha sûresinden sonra gelen Kur'ân-ı Kerîm'in ikinci ve en büyük sûresi. Başında mü'minlerin ahvalini anlatan âyetler geldi, izah ettik. Mü'minler iki kısım: Bir kısmı Arapların içinden Peygamber Efendimiz'e iman edip, onun ashâbı olanlar... Bir kısmı da eskiden Ehl-i Kitâb, yahudi veya nasrânî olup, sonra Peygamber Efendimiz'in peygamberliğini anlayıp, tasdik edip ona tâbi olan, böylece hem eskiye hem yeniye inanmak sûretiyle mü'min olan insanlar anlatılıyor.
Ondan sonra, bir de bazı insanların gerçekleri sakladıklarından ve İslâm'ı bile bile inkâr ettiklerinden dolayı artık kalplerinin mühürlendiği ve onların hâlinin fena olduğu, gözlerinin mânevî bakımdan körleştiği, gönüllerinin kapatılıp mühürlendiğini anlatan âyet-i kerîmelerini okuduk. Böylece mü'minlerin iki çeşidiyle, kâfirlerin bir çeşidini görmüş olduk.
Şimdi bu 8, 9 ve 10. âyet-i kerîmeler bir başka çeşit insanları anlatmaya başlıyor. Allahu Teâlâ hazretleri bu 8. âyet-i kerîmede buyuruyor ki;
Ve mine'n-nâsi men yekûlü âmennâ billâhi ve bi'l-yevmi'l-âhiri ve mâ hüm bimü'minîn.. "İnsanlardan bazıları da vardır ki şöyle derler; 'Allah'a ve âhiret gününe inandık biz.' Ama aslında onlar inanmış değillerdir, inanmamışlardır."
Dokuzuncu âyet-i kerîme:
Yuhâdi'ûnallâhe vellezîne âmenû. "Allah'ı ve mü'minleri kandırmak istiyorlar." Onlara hîle, hud'a yaparak böyle kandırmaca yolu denemek istiyorlar.
Ve mâ yahde'ûne illâ enfüsehüm ve mâ yeş'urûn. "Ama farkına varmadıkları halde, bir gerçek var ortada ki, ancak kendilerini kandırıyorlar, kendilerinden başkasını kandıramıyorlar." Allah'ı ve mü'minleri kandırmaları bahis konusu değil. Kendileri kanıyorlar, kendileri aldanıyorlar.
Onuncu âyet-i kerîme:
Fî kulûbihim meradun. "Onların gönüllerinde, kalblerinde hastalık var."
Fe-zâdehümullâhu meradâ. "Allah ceza olarak." Geçtiğimiz sohbetlerde izah ettiğimiz gibi onların hâline uygun ceza olarak, "Onların hastalıklarını arttırmıştır, ziyadeleştirmiştir."
Ve lehüm azâbün elîm. "Ve onlara ahîrette elîm, elem verici, çok şiddetli, çok elem verici, acı verici bir azab vardır."
Bi-mâ kânû yekzibûn. "Yalan söyledikleri için, yalan davrandıkları, özleri sözlerine uymayıp yalan yanlış olduğu için..." buyuruluyor.
Sohbetimi bu üç âyet-i kerîme üzerinde yapacağım.
Bunlar, "inandık" diyen ama aslında inanmamış olan insanlar. Müslümanların arasında "inandık" diye dolaşıp, müslümanları kandırıyorum sananlar. Böyle dedikleri zaman, müslümanların kandığını sanan insanlar, kalplerinde hastalık olan bu insanlar... Ama âhirette bu kötü hareketlerinden, bu yalancılıklarından dolayı elîm, feci bir azaba uğrayacaklar. Bunlara "münâfıklar" deniliyor.
Arapça'da dağın içine kazılan tünele de "nafak" derler. Böyle içeriye kazılıp giden yola, tünele nafak derler. Nâfaka-yünâfiku-münâfakaten-ve nifâkan bu kökten geliyor. Yani içi başka, dışı başka olmak. Dışında hayırlı, iyi gibi görünmek ama içinde kötülüğü gizlemek; saman altından su yürütmek, içten pazarlı olmak mânâsına bir kelime. Nifak ve münâfaka, mufâale bâbının masdarı; yani "münâfık olmak" demek.
Bu münâfık olmak iki kademede... İkisi de fena ama birisi daha fena. Birisi itikâdî münâfıklık... İşte burada, bunların âhirette elim bir azaba uğrayacakları belirtilmiş. Sonra bu münâfıklar hakkında, sadece bu Bakara sûresinin başında şimdi başlayan âyet-i kerîmeler değil, Kur'ân-ı Kerîm'in başka âyetlerinde de geniş bilgiler var. Mesela, Berâetün minellâh diye başlayan Tevbe sûresinde de bu münâfıklar, Medine'deki münâfıklar hakkında âyetler var. Sûre-i Nûr'da bunları anlatan âyetler var. Bir de Kur'ân-ı Kerîm'in sonlarında Münâfıkûn sûresi var.
Allahu Teâlâ hazretleri mü'minlere münâfıkları tanıtmak, onlardan gafil olmamalarını sağlamak için, böyle Kur'ân-ı Kerîm'in çeşitli bölümlerinde münâfıkları bize tarif buyurmuş, anlatmış, ilan eylemiş, bildirmiş.
Bu münâfıklığın bir çeşidi îtikâdî. Yani inanç yönünden münâfıklık. Bu artık iflah olmaz, islah olmaz, tam kâfirlik demek ve âhirette büyük azab görecekler. Hem bu okuduğum 8, 9 ve 10. âyetlerden anlaşılıyor, hem de; İnne'l-münâfikîne fî'd-derki'l-esfeli mine'n-nâr âyet-i kerîmesi var. "Münâfıklar ateşte, cehennemde en aşağı kademede, en aşağı derekede, esfel, en aşağı yerde bulunacaklar." Demek ki cehennemde yanacaklar. Bu îtikâdî bakımdan münâfıklık, şiddetli, koyu, kıpkızıl, kapkara münâfıklık.
Bir de amelî bakımdan münâfıklık var. Yani ameli imanına uygun olamayan insanların münâfıklığı var. Bunlar mü'min insan olduğu, gerçekten içinde bir iman olduğu halde, bu hatalara düşmüş olabilirler. Tevbe ederlerse, Allah tevbelerini kabul edebilir. Onlar hakkında, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz sahih bir hadîs-i şerîfinde buyurmuş ki;
"Münâfığın alâmeti üçtür: "Konuştuğu zaman yalan söyler." Halbuki mü'minin yalan söylememesi lazım! Çünkü her söylenen sözü, her yapılan işi Allah'ın gördüğünü biliyor, Allah'tan korkması lazım! Allah'ın huzurunda, Allah varken, Allah'ın varlığına, birliğine inanıyorken yalan söylememesi lazım!
"Vaad ettiği zaman [sözünde durmaz.] Vaad eder ama bol keseden atar tutar; yapmaz. Vaadinden döner, vaadinden hulfeder, vaadine kulak asmaz, sözünde durmaz.
Ve ize'tümine hâne. "Bir işte kendisine herhangi bir şekilde güvenilse, 'Al, şu sende dursun!' vesaire [dense], güvenci boşa çıkartır." [Kendisine] güvenen kimseye hıyanet eder, hainlik yapar. Yani o güveni sarsar, güvene uygun olmayan bir durum ortaya koyar.
Bu nedir?
İslâm'a, imana, dürüstlüğe, müslümanın hâlisliğine, muhlisliğine sığmayan davranışlar. Bu hadîs-i şerîfte söylenen kötü ameller, kötü işler. Amelî yönden münâfıklar bunları yapan, böyle yaptığı için has müslümanlıktan düşmüş olan, tehlikeye, tehlikeli mıntıkaya düşmüş olan, âkıbetleri fena olabilecek olan müslümanlar. Bu amelî yönden böyle tarif edilen münâfıkça hareketler çok büyük günahlardır.
Allahu Teâlâ hazretleri o kötü amellerin hiçbirine bulaştırmasın...
"Bunların hepsi bir insanda bulunursa, o insan has, halis, katıksız münâfık olur. Bir tanesi bulunursa, münâfıklıktan bir parça bulunmuş olur." diyor.
Demek ki bir insan müslüman olduğu halde atıyor, tutuyor, yalan söylüyor, yalan yere yemin ediyorsa, haa işte bak, bir tarafı çürük... Demek ki tam müslüman değil, münâfıklık var. Onun için sahâbe-i kirâm, "Acaba bir yanlış iş yapar da münâfıkların safına pat diye düşer miyiz?" diye korkarlardı. Hatta Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz'in yanına geldikleri zaman, içleri iman dolardı, huzur dolardı. Sanki meleklerle mecliste oturuyor gibi çok hoş durumlar olurdu. Eve gidince tabii, evde hanım var, çocuklar var, geçim var, tatlı acı olaylar var... O zaman, Peygamber Efendimiz'in yanındaki haller olmayınca, gelip;
"Yâ Resûlallah! Biz münâfık mıyız? Senin yanında durumumuz başka türlü, eve gidince bu güzel hali, senin yanındaki tatlı, zevkli mânevî, derûnî güzelliğimizi koruyamıyoruz." diye hallerini şikayet yoluyla, korkuyla Peygamber Efendimiz'e söylerlerdi. "Acaba münâfıklaşıyor muyum yâ Resûlallah? Acaba bu münâfıklık mıdır?.." filan diye bu münâfıklıktan çekinirlerdi. Amelî münâfıklık...
Tabii amelî münâfıklıkta adam, yani bu tarif ettiğim şekildeki insan bu günahı bırakırsa, tevbe ederse, Allahu Teâlâ hazretlerinin lütfuna erebilir. Ama itikadı bozuk olursa, yani kalbinde iman yok ama mü'min gibi görünüyor. Kendisi inanmış değil ama müslümanların arasında dolaşıyor, camiye giriyor çıkıyor. Hatta küçükken, babam Fatih Müftülüğü'nde görevliyken, bir söz nakletmişti, ben hiç unutmam. O zaman İstanbul'daki camilerin birinde adamın birisi 25-30 yıl imamlık yapmış da, sonra kalkmış kaybolmuş gitmiş. Haber göndermiş veya söylemiş;
"Ben müslüman bile değildim, görevli olarak buraya gelmiştim. Size müslüman değilken sahte bir görünüşle, kimlikle, içinize girip sizi tam tanımak için imamlık yaptım. Benim arkamda kıldığınız namazları ödeyin!" demiş cemaate. Yani neler olabiliyor. İşte bu inanmadığı halde insanın İslâm ülkelerinde, müslümanların arasında mü'min görünmesi olayı demek ki tarihin her devrinde, her ülkede görülebiliyor; dikkat etmek lazım!
Mekke-i Mükerreme'de münâfıklık durumu yoktu. Çünkü kâfirler, müşrikler güçlüydü, Mekke'nin yönetimi ellerindeydi. Hatta Peygamber Efendimiz'in hayatına kasdetmeye kadar işi ileriye vardırmışlardı. İktisadî bakımdan baskılar yapıyorlardı, müslüman olanlara işkence yapıyorlardı. Her türlü şirretlik onların tarafındaydı. O zaman müslümanlar imanını bazen söyleyemiyorlardı, saklıyorlardı. Bazıları da söylediği zaman, türlü türlü işkencelere mâruz kalıyorlardı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Medine-i Münevvere'ye gittiği sırada da, o zaman müslümanlar yeni gelmiş bir misafir topluluk durumundaydı. Medine-i Münevvere'nin eski o zamanki adı peltek se ile Yesrib şehriydi. Yesrib şehrinde iki büyük Arap kabilesi vardı: Evs ve Hazrec kabilesi. Bu Evs ve Hazrec kabilesi yıllarca, yüzyıl kadar süren bir zaman hep birbirleriyle mücadele etmişken sonradan bir anlaşmaya doğru yaklaşmışlar. Rakip iki kabileydi.
Çevrede de bazı yahudi kaleleri, köyleri, toplulukları vardı. Onların bir kısım Benî Kaynuka, Benî Kureyzâ ve Benü'n-Nadîr, dat ile, isimleriyle anılan kabilelerdir, isimlerini duymuşsunuzdur. Bunlardan Benî Kaynuka Hazrec'i tutmuştu. Benü'n-Nadîr ve Benî Kurayza da, zı harfiyle, Evs ile antlaşma yapmış, müttefik olmuştu. Böylece Medine-i Münevvere ve çevresi iki kampa, iki cepheye ayrılmış durumdaydı.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Medine-i Münevvere'ye gelince, Evs Kabilesi'nden, Hazrec Kabilesi'nden müslüman olanlar müslüman oldu. Yahudilerden mesela Abdullah b. Selâm radıyallahu anh gibi yahudi alimlerinden bazıları müslüman oldular. Olan oldu, olmayan olmadı. Ve Abdullah b. Übey b. Selül diye bir kişi vardı. Evs ve Hazrec kabilesi, "Aramızdaki ihtilafı bırakalım, artık bitsin bu çekişme..." diye konuşmuşlar ve bu Abdullah b. Übey b. Selül'ü kendilerine reis seçmeye karar vermişlerdi. Ve o sırada Peygamber Efendimiz gelmiş bulundu.
Bu Abdullah b. Ubey b. Selül münâfıkların reisi diye tanınır. Bu, Bedir harbine kadar müslüman olmadı, müslümanların dışında durumunu seyretti. Fakat Bedir Harbi'nden sonra baktı ki müslümanlar zafer kazandılar. Bu sefer kendisi de; "Tamam, ben de müslüman oluyorum." dedi, o da İslâm'a zâhiren girdi. Müslümanlar kuvvetlendiği için, iş savaşa dökülüp de savaştan müslümanlar zaferle çıktıktan sonra bazıları da Medine-i Münevvere'de kendilerinin durumunu tehlikeli gördüğü için müslüman oldu.
Ve ona tâbi olan, onun takımından olan insanlar da, civardaki Arap kabileleri de; "Biz müslüman olduk!" dediler ama gerçekte müslüman olmuş, iman etmiş değillerdi. Bunlar böyle laf olsun diye, "Biz de inandık, âmennâ ve saddaknâ..." filan diyorlardı ama hareketleri müslümanca bir zihniyete uymuyordu ve zaman zaman da seferlerde, savaşlarda bozgunculukları ortaya çıkıyordu. Bedir harbinde de bu görülmüştü, öteki harblerde de bu münâfıklıkları, yalancılıkları ortaya çıkmıştı.
İşte bunların durumu bilinsin de müslümanlar aldanmasın diye Allahu Teâlâ hazretleri Bakara sûresinin başında, ilk sayfalarda bunlar hakkında 13 kadar âyet-i kerîmede, böylece münâfıkların durumunu bize bildirmiş oluyor.
Bunlar "inandık" diyorlar ama Allah'a ve âhiret gününe inanmış değiller ve Allah'ı ve müslümanları kandırdıklarını sanıyorlar.
Müslümanları kandırdık demeleri şöyle: Yani müslüman olmasalar, müslümanlar diyecekler ki;
"[Ya] müslüman olun, ya da çıkın gidin!" ve sair bir şey diyecekler.
Mallarını, canlarını, durumlarını, mevkilerini müslümanlara karşı korumak için zâhiren, şeklen, "Âmennâ ve saddaknâ, biz müslüman olduk, tasdik ettik." filan diyorlardı ama kendi havalarındaydı. Tavırlarından, konuşmalarından, inen vahiylere, müslümanların karşılaştığı olaylardaki durumlarına bakılırsa, bu çok net, açık seçik bir şekilde görülüyordu. Müslümanları aldatmaları böyle.
Kafalarında demek ki Allah'ı da aldatmak [gibi] öyle bir yanlış bir durum da var. Yuhâdi'ûnallâhe. "Allah'ı da aldatmaya çalışıyorlar." Yani belki böyle işte zahiren "Eşhedü en lâ ilâhe illallâh ve eşhedü enne muhammeden abdühû ve rasûlühü" dersek, vaziyeti âhirette de kurtarır mıyız filan gibi belki ümitler de besliyorlardı.
Münâfıkûn sûresinde âyet-i kerîmede bildiriliyor ki, Peygamber Efendimiz'e geldikleri zaman;
İzâ câekel-münâfikûne. "Yâ Resûlüm! Sana münâfıklar geldikleri zaman."
Kâlû neşhedü inneke le-rasûlüllâh. "Şehadet ederiz ki, 'Sen muhakkak Allah'ın Resûlüsün!'" [derler.]
İnneke le-rasûlüllâh. İnne'yi kullanarak, lâm-ı te'kidle, kuvvetli bir ifadeyle, kendilerinden şüphelenilmesin, kendilerinin sahtekârlığına, münâfıklığına kanaat getirilmesin diye, bir de yeminli, te'kitli; "Bak biz muhakkak inandık sen Allah'ın Resûlüsün!" diye bir de böyle, inneke le-rasûlüllah diyorlardı.
Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki onlar hakkında;
Vallâhu ya'lemu inneke le-rasûlühû. "Evet, Allah biliyor ki sen Allah'ın elçisisin, Allah seni görevlendirdi, tamam, hak peygambersin!" Allah da onların şehadetlerine karşı istihzâ yoluyla buyuruyor ki;
Vallâhu yeşhedü inne'l-münâfikîne le-kâzibûn. "Allah da şehadet eder ki." Onlar şehadet ediyor ya, onların karşısında, "Allah da şehadet eder ki münâfıklar muhakkak yalancılardır." diye, tam onların te'kidli kullanma ifadesine nazîre olarak inneke le-rasûlüllâh dedikleri gibi Allah da şehadet eder ki, inne'l-münâfikîne le-kâzibûn [diye] te'kitle böyle bildiriyor ki Cenâb-ı Hak onların o münâfıklıklarına böylece istihza ile müslümanlara onların durumlarını bildirmiş oluyor.
Münâfıklar böylece Allah'ı da kandıracaklarını, âhirette de vaziyeti belki kurtaracaklarını, dünyada da müslümanlardan kendilerini kurtaracaklarını hesap ederek bu münâfıklıklarını yapıyorlar.
Tabii bu gerçek imana, akla, mantığa sığmaz. Çünkü âlemlerin Rabbi ile böyle münâfıkça muamele olmaz. Her şeyi bilen, allâmü'l-ğuyûb olan Allahu Teâlâ hazretleri böyle edepsiz kulların dünyada ve âhirette belâsını, cezâsını, azabını, ikâbını verir. Akıllıca bir durum değil.
Ve mâ yahde'ûne illâ enfüsehüm ve mâ yeş'urûn. "Bunlar ancak kendilerini aldatıyorlar. Bu akıllıca bir iş değil, akıllı insanın yapacağı bir şey değil."
Bu âyet-i kerîmede;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
Yuhâdi'ûnallâhe vellezîne âmenû ve mâ yahde'ûne illâ enfüsehüm ve mâ yeş'urûn.
Bu ikinci ve mâ yahde'ûne kelimesi bazı kıraatlerde birincide yuhâdi'ûnallâhe diye başladığı gibi ve mâ yuhâdi'ûne illâ enfüsehüm ve mâ yeş'urûn diye [okunan] öyle bir rivayet de var. Kıraat bakımından belki birilerinin ilgisini çeker diye bunu da belirtelim.
Ve onuncu âyet-i kerîme;
Fî kulûbihim marazun. "Bunların gönüllerinde maraz var." Maraz Arapça'da "hastalık" demek. Çoğulu emrâz geliyor. Emrâz-ı zühreviyye, emrâz-ı batınıyye filan [diye] hastahanelerde eskiden bu tâbirler vardı.
Kalblerinde maraz var. Kalb biliyorsunuz gönül demekti. Yani şu insanın et parçası olan, kalbinde herhangi bir kalb hastalığı meselesi değil, gönüllerinde bir hastalık var. Yani kafalarında, şuurlarında; akıl, idrak ve iman aleti olan gönüllerinde hastalık var.
Fe-zâdehümullâhu maradâ. "Ve Allah da onların marazlarını arttırmıştır." Bu Cenâb-ı Hakk'ın ilâhî bir kanunu. el-Cezâu min cinsi'l-amel diye yazılıyor kitaplarda. Cenâb-ı Hak kullarına yaptıklarının, yaptıkları işlerin, amellerin, icraatın tavrına, şekline, vasfına uygun, münasip, ona nazîre olacak şekilde muamele buyuruyor.
Şimdi bunların kalplerinde maraz var, fe-zâdehümullâhu maradâ. Hastalıklı bir kalbleri olduğu için, hastalıklı işler yaptıklarından, cezâ olarak da Cenâb-ı Hak bunların kalplerindeki hastalığı arttırıyor. Ama suç kendilerinde...
Müslümanlarla ilgili âyet-i kerîmelerde de böyle buna benzer şeyler var: el-Cezâu min cinsi'l-amel. Mesela şu âyet-i kerîme;
Vellezînehtedev zâdehüm hüden ve âtâhüm takvâhüm. Doğru yolda gidenlere de Allah hidayetlerini arttırıyor. Eğri yolda gidenin ona cezası olarak eğriliğini arttırıyor; doğru yolda giden, hidayet üzere olanın da hidayetini arttırıyor. Yani kullar kendi kendilerine ediyorlar.
Ve mâ rabbüke bi-zallâmin li'l-abîd. "Ey Resûlüm! Senin Rabbin kullara zulmetmiyor."
Kullar kendi kendilerine yapıyorlar, ne ettilerse onu buluyorlar. Onların kalpleri böyle yamuk olduğundan, Allah da onlara yamukluk olarak ceza veriyor.
İş devam edip gidiyor, sonuç neye varıyor?
Ve lehüm azâbun elîmün bi-mâ kânû yekzibûn. "Sonunda çok acı veren, çok elim, tarifi mümkün olmayan cehennem azabına uğrayacaklar."
Başka bir âyet-i kerîmede de;
İnne'l-münâfikîne fî'd-derki'l-esfeli mine'n-nâr "Münâfıklar cehennemin en esfel, en aşağı yerinde azab görecekler." Yani daha berbat bir yerde...
Bakırköy'de Hz. Ali Efendimiz'le ilgili bir konferans vermiştim. Orada dinleyicilerden birisi geldi, korkuyor;
"Bu münâfıklık alâmeti bende de var mı, bu cehennemde yanacaksak halimiz ne olacak?" filan diye.
Ben o zaman, o soran kardeşe demiştim ki;
"Bak, bu münâfıklık iki ceşittir, kusurun varsa Allah affetsin... Tevbe edersen tevbeni kabul eder." demiştim.
Bunların elim bir azaba, feci bir azaba, çok acı bir azaba uğramaları neden?
Bi-mâ kânû yekzibûn. Buradaki bi'ye bâ-ı mukabele derler. Yani mukabeleyi, karşılığı gösteren takı. Bi-mâ kânû yekzibûn. "Yalan söylemiş olduklarının mukabili, karşılığı olarak..." demek oluyor. Yani kendi yalanlarından dolayı elim bir azaba uğruyorlar.
Başka bir misal verelim bu bi harf-i cerrinin, yani takısının anlaşılması için;
Bismillâhirrahmânirrahîm.
İnnellâheş-terâ mine'l-mü'minîne enfüsehüm ve emvâlehüm bi-enne lehümü'l-cenneh. "Allah müslümanlardan mallarını, canlarını müşteri olup satın almıştır." Bi-enne lehümü'l-cenneh. "Mukabilinde onlara cenneti vermek suretiyle..." Yani, "Cenneti vermek teklifiyle, onlardan canlarını, mallarını hak yolunda kullanmalarını, Allah'ın dinine yardımcı olmalarını taleb ediyor." mânâsına. Bâ ı mukabele.
İşte bunların da yalan söylemelerinden dolayı, yalancı olmalarından, yalan tavırlar sergilemelerinden, mü'min olmadıkları halde mü'min gibi görünmelerinden dolayı elîm, fecî, acı bir azaba uğrayacakları, ama bu azabın da kendi yalan tavırlarından kaynaklandığı belirtilmiş oluyor.
Âyet-i kerîmedeki yekzibûn kelimesi, şeddeli olarak yükezzibûn diye kıraatlar arasında öyle kıraat de var. O da "tekzib etmek" manâsına geliyor. Yalanlamak, kendisine söylenen bir takım sözlere inanmayıp, "Yalan, bunlar doğru değil, inanmıyorum! Yalan bunlar!" demek mânâsına.
Tabii münâfıklar bir de öyle yapmış oluyorlar. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz onlara bütün hakîkatleri, Kur'ân-ı Kerîm'in âyetlerini okuduğu gibi, kendisi hadîs-i şerîfleriyle de dünya ve âhiretin bütün tehlikelerini, insanların ne yapması gerektiğini anlattığı halde; netice itibariyle onu hak peygamber olarak tanımayıp, onun sözlerini doğru saymayıp, yalan sayıp, uydurma sayıp tekzib ettiklerinden, yalan saydıklarından dolayı da, tabii cezalandırılacaklar. Münâfıkların bir durumu da o. Onun için yükezzibûn kıraati de var ama yekzibûn daha doğru; çünkü fiilî yalancılık yapıyorlar, tavır ve halleri yalan.
Allahu Teâlâ hazretleri bizi, mü'min iken ihlaslı mü'min olmaya muvaffak eylesin... Mü'min iken, böyle bir takım kusurlarımızdan dolayı münâfık durumuna düşürmesin... Münâfıklardan bazı sıfatları üstümüze sıçratmasın, bulaştırmasın...
Mesela, neydi bazı sıfatlar: Yalan söylemekti mesela, vaad ettiği zaman vaadinde durmamaktı. Bir çok müslümanda bu var şimdi... Yalan söylemek; maalesef var... Vaad ettiği zaman yerine getirmemek... Ooo! Tonlarla, torbalarla, cepler dolusu, çuval dolusu vaad ama hepsi boş... Yalan söylüyor, yalandan vaad ediyor, vaadini tutmuyor.
Güveniliyor kendisine, ortaklık ediliyor, bir şey emanet ediliyor. Ortağına hıyanet ediyor, kasadan para çalıyor. Emanet edilen şeyi sahibine geriye vermiyor; "Yok öyle bir şey, vermedin, ispat et! Mahkemeye müracaat et!.." vesaire... Malları alıyor, senet veriyor. Sahte senet imzalıyor, sahte adres veriyor, kayboluyor. Yıllar sonra yakalanınca; "Ne olacak ya, öderiz, tamam!" diyor, takside bağlattırıyor. On sene sonra, Türkiye'deki enflasyondan zaten borcu kuşa dönmüş oluyor.
Ankara'da bir tüccar kardeşimiz vardı, bir mal satmıştı. Ondan sonra, dört senede o malın parasını ancak alabildi. Tabii faturada yazılı fiyatı alabildi. Dört senede de enflasyon olduğu için, aslında malın belki dörtte birini bile alamadı. Hem de o kadar geç olduğu halde, asıl değerini alamadı. Yani o parayla gitse, o sattığı maldan bir tane alamaz, yarım tane de alamaz, dörtte bir tane de alamaz. "Keşke satmasaydım, dursaydı, eski model bile olsaydı, bundan daha pahalıya satardım." dedi.
Bunlar tabii böyle toplumun yamuklukları. Tabii toplumun yamuklukları, toplumdaki yamuklardan teşekkül ediyor, meydana çıkıyor. Toplumda İslâm olmayınca, iman olmayınca, ihlâs olmayınca nifak oluyor, münâfıklık oluyor, yalancılık oluyor. Adı müslüman, anası müslüman, babası müslüman, hatta kendisi müslüman, "Ne var ya, işte camiler açık! Ne olmuş yani, isteyen camiye gidiyor." diyor ama [gereğini yapmıyor...]
Müslümanlık öyle sadece isteyenin camiye gitmesi değil; Müslümanlık yekpâre bir düzen, yekpâre bir teşkilat, yekpâre bir hayat anlayışı, yekpâre bir felsefe, yekpâre bir dünya ve âhiret görüşü... Öyle parça parça bir şey değil ki; birazını yapıp birazını yapmamak; akşamdan söz verip sabaha dönmek; haram yemeyip, hamama gidip bohça çalmak gibi; Karagöz oyunlarında, orta oyunlarındaki tekerlemeler gibi, öyle Müslümanlık olmaz!..
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Kendimizi mutlaka bir incelemeliyiz. Kendimizi şöyle bir gözlemeliyiz;
"Nasıl bir müslümanım ben?
Benim müslümanlığım acaba Allah'ın tarif ettği, istediği, taleb ettiği Müslümanlık mı?
Kur'ân-ı Kerîm'de söylenilen Müslümanlık mı?
Peygamber Efendimiz'in tavsiye buyurduğu şekilde mi hareket ediyorum yoksa yirminci yüzyılda zamâne müslümanlığı olarak, kendim müslümanlık sanarak bir hayat tarzı mı düşünmüşüm?
Kendi kendimi mi aldatıyorum?" diye dünya üzerindeki bütün müslümanlar ve özellikle Türkiye'deki müslümanlar kendilerini bir incelemeli! Yani, "Ben bir şey yapıyorum ama bu yaptığımın âyette, hadîs-i şerîfte yeri var mı?.." [diye düşünmeli!]
Bakın, bizim büyüklerimiz, mürşid-i kâmillerimiz, büyük alimlerimiz bizi Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı sarılmaya teşvik ediyor. Peygamber Efendimiz'in hadîs-i şerîflerine sımsıkı sarılmaya, sünnet-i seniyye üzere gitmeye, yürümeye, hayatı öyle geçirmeye tavsiye ediyor, yönlendiriyor. Çünkü öyle yapmadığı zaman niyeti iyi bile olsa insan yanılır, bid'atlara, sapıklıklara düşer; kendini aldatır, çevresini aldatır. Hatta kendisini iyi bir şey yapıyorum sanar, kendisini iyi bir makamda sanır. Hayatının sonuna kadar kendisini aldatır ama âhirette Allah'ın huzuruna vardığı zaman;
"Ey kulum, ben senden şunu istemiştim, yapmamışsın; bunu istemiştim, yapmamışsın! Şunları şunları yapma demiştim, hepsini işlemişsin!.. Şu hâline bak, şu defterinin berbatlığına bak, şu günahlarına bak!.. Haydi cehenneme..."
Hiç ummuyordu ama hiç ummadığı halde [cehenneme gidiyor...] Çünkü Allahu Teâlâ hazretleri her halimizi görüyor, biliyor ve değerlendiriyor.
Biz de aklımız, irfanımız, ilmimiz nisbetinde kendimizi bir değerlendirelim;
Yani samimi bir müslüman mıyız? Kur'an'a uygun mu müslümanlığımız?
"Efendim böyle de yapsan olur, Allah affeder, Allah bağışlar..." vesaire...
"Dur bakalım! Allah bazılarını bağışlayacağını bildirirken, bazılarını azablandıracağını bildiriyor. Kur'ân-ı Kerîm'in neresinde böyle söylenmiş de sen bu yaptğın kabahati, bağışlar diyorsun? Allah'ın affedeceğini neye dayanarak ileri sürüyorsun?" diye insanın kendi kendisine mutlaka bazı yanlış düşüncelerini, kanaatlerini düzeltmek için sorması ve yanlışını anladığı zaman yanlışından dönmesi lazım!
Bunları bilmek lazım! Çok, çok yaygın yanlışlar var. Gazeteler şaşırtıyor, bazı yazarlar şaşırtıyor. Bazı insanlar yalan yanlış şeyler ortaya atıyor. Haramları helâl sayıyorlar, helâl gösteriyorlar, olabilir diye söylüyorlar. Helâlleri veya vazifeleri de, emirleri, farzları da, "Yapılmasa da olur, Allah affeder!" filan diye, insanları onları yapmamakta mâzur gösterecek, tembelliğe sevkedecek ağızlar kullanıyorlar, laflar ortaya atıyorlar. Bunların hiç aslı esası yok!..
İşin doğrusunu nereden öğreneceğiz.
Kur'ân-ı Kerîm'den ve hadîs-i şerîflerden. Onun için Kur'ân-ı Kerîm'e sımsıkı yapışacağız. Hadîs-i şerîflere, Peygamber Efendimiz'in sünnetine sımsıkı yapışacağız. O zaman kimin doğru, kimin eğri yolda olduğu ortaya çıkacak.
Çünkü kimse ben yanlış yoldayım demiyor. Kimse kabahati üstüne almak istemiyor. Kimse benim ayranım ekşi demiyor; en doğru yolda benim diyor. Yani Türkiye'de kaç çeşit insan varsa, ne tipte, ne türde, nasıl yaşayan değişik insan; hepsinin bir felsefesi var, hepsi kendine göre kendi yolunu haklı göstermeye çalışıyor ama hak o değil. Hak Kur'ân-ı Kerîm'de Cenâb-ı Hakk'ın bildirdiği ve Peygamber Efendimiz'in de hadîs-i şerîflerle açıkladığıdır.
Gözünüzü açın, uyanın, intibaha gelin! Bak uyanalım diye Allah bize kitabının başında hem kâfirleri hem münâfıkları anlatıyor. "Kâfirlere kanmayalım, münâfıklara kanmayalım ve münâfıklığa, kâfirliğe kendimiz kaymayalım!" diye kitabın başında bu bilgiler yer alıyor.
Allahu Teâlâ hazretleri, hakkı hak olarak görüp ona uymayı cümlemize nasip eylesin. Bâtılı bâtıl olarak görüp, anlayıp, bâtıldan, yanlıştan, yalandan, boştan, anında, zamanında, iş işten geçmeden dönmeyi nasip etsin.
Çünkü bir gün gelip bunların yanlışlığını herkes anlayacak hayatında ve hayatından sonra ama iş işten geçmiş olacak. Mühim olan iş işten geçmeden önce anlamaktır. Bize düşen tebliğ etmektir.
Allah hepinizden razı olsun.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullahi ve berekâtüh