Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Allahu Teâlâ hazretleri cuma gününün içinde sakladığı hayırları, feyizleri, rahmetleri, nimetleri sizlere bol bol ihsan eylesin, dünya ve âhiret saadetine nâil eylesin. Cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretleri, Ahmed b. Hanbel radıyallahu anh’ın rivayet etmiş olduğu bir hadîs-i şerîfte buyuruyor ki;
ثلاثة من قالهن دخل الجنة من رضى بالله ربًّا وبالإسلام دينًا وبمحمد رسولاً والرابعة لها من الفضل كما بين السماء والأرض وهى الجهاد فى سبيل الله عزوجل
Selâsetün men kâlehünne dehale’l-cennete men radiye billâhi rabben ve bi’l-İslâmi dînen ve bi- Muhammedin resûlen ve’r-râbiatü lehâ mine’l-fadli kemâ beyne’ssemâi ve’l-ardi ve hiye’l-cihâdü fî sebîlillâhi azze ve celle.
Sadaka Resûlullah fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Mübarek metnini okumuş olduğumuz bu hadîs-i şerîfte Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş oluyor ki;
“Üç söz vardır ki...”
Men kâlehünne. “Bu sözleri kim söylerse.”
Dehale’l-cennete. “Cennete girer.”
Demek ki bizim cennete girmemize sebep olacak üç tane güzel sözü size nakledeceğim bu hadîs-i şerîfi size okuyup izah etmekle, cennete girmenize vesile olur inşaallah. Allah hepinizi cennetine dâhil eylesin, cemaliyle müşerref eylesin.
Men radiye bi’llâhi rabben. “Kim Allah’a rab olarak razı olursa.”
Ve bi’l-İslâmi dînen. “Ve İslâm’a din olarak hoşnut ve razı olursa.”
Ve bi-Muhammedin resûlen. “Muhammed’e de Allah elçisi olarak razı olursa... Bunları ifade ederse, söylerse cennete girer.”
Bu sözleri zaten, ezân-ı Muhammediyye okunduğu zaman elimizi açıp ezan duası okuyoruz. Diyoruz ki;
اللهم رب هذه الدعوة التامة والصلاة القائمة آت محمدا الوسيلة والفضيلة، وابعثه مقاما محمودا الذي وعدته
Allahümme rabbe hâzihi’dda’veti’ttâmmeti ve’s-salâtü’l-kâimeti âti Muhammedeni’l-vesîlete ve’l-fazîlete veb’asü makâmen mahmûdeni’llezî veaddehû.
Allahümme rabbe hâzihi’dda’veti’ttâmmeti. “Ey şu tam, mükemmel davetin sahibi olan, bu daveti emreden, bu daveti dinimizin bir esası kılan, bu davetin sahibi olan Mevlam!”
Ve’ssalâtü’l-kâimeti. “-Davete biz icabet edersek camiye gideceğiz, orada cemaatle namazımızı kılacağız- İkame edilecek, güzel güzel kılınacak o namazın sahibi olan Allahım!”
Âti Muhammedeni’l-vesîlete. “Muhammedi’l-Mustafâ’na, o Habîb-i Edîb’in, sevgili kulun, elçin Muhammed’e vesileyi ver.”
Ve’l-fazîlete. “Fazilet ver.” Ve’dderecete’rrefîate. “Yüce derece ver.”
Veb’ashü makâmen mahmûden. “Ona makâm-ı Mahmud’u ki.”
Ellezî veadtehû. “Sen ona vaat eylemişsin, başka hiçbir kula nasip olmayacak en yüksek mertebe cennetteki, o makâm-ı Mahmûd’a ulaştır yâ Rabbi!” diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz için ezanı duyduğumuz zaman dua ediyoruz.
Ezanı duyarken her sözünü tekrar ediyoruz. Müezzin
Allahu Ekber dedikçe
Allahu Ekber diyoruz. Diğer sözleri tekrarladıkça biz de tekrarlıyoruz.
Hayye ale’ssalâh, “Namaza gelin!” dedikçe lâ havle velâ kuvvete illâ billah diyoruz. Allah’tır gücün, kuvvetin sahibi; insana ibadet etme imkânını nasip eden, veren, lütfeden O’dur.
Biz camiye gidiyoruz ama ne sebeple gidiyoruz?
Allah nasip ediyor da ondan gidiyoruz.
Allahu Teâlâ hazretlerinin huzurunda ibadet ediyoruz. “Bu namazın sahibi de sensin yâ Rabbi.”
Ve’ssalâtü’l-kâimeti. “Muhammed-i Mustafâ’ya o makâm-ı Mahmud’u ver.” diye dua ediyoruz.
Sonra da Ebû Bekr-i Sıddîk radıyallahu anh Efendimiz bu hadîs-i şerîfteki sözleri de arkasından eklermiş. Burada da Ahmed b. Hanbel, Hanbelî mezhebinin imamı olan mübarek büyüğümüz, müçtehidlerimizden birisi olan, Hanefî, Şâfiî, Malikî, Hanbelî müçtehid imamlarımızdan birisi. Aynı zamanda büyük bir hadis alimiydi, çok büyük bir hadis kitabı var, Müsned-i Ahmed b. Hanbel diye anılıyor. 30 küsur bin hadîs-i şerîfi içinde toplamış muhteşem bir hadîs-i şerîf koleksiyonu, deryası. O da Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den bunu hadis olarak rivayet etmiş.
Demek ki Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz de bunu hadîs-i şerîf olarak bildiğinden ve bu namazın anlamını, bu namaz için okunan ezanın derinliğini, o davetin yüceliğini bildiği için demek ki arkasından bu sözleri söylüyor.
Bu sözler nedir?
Tekrar o hadîs-i şerîfteki sözlere gelelim.
Kim bu üç sözü söylerse cennete girer. Bu sözleri söylemek lazım. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz de söylüyormuş zaten, biliyoruz. Aşere-i Mübeşşere’den. Hayatında iken daha, ölmeden cennetlik olduğu Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz tarafından kendisine müjdelenmiş olan büyüğümüz; Ebû Bekr-i Sıddîk. Tasavvuf yolumuzun baş tâcı, ilk halkası, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den ona, ondan Selmân-ı Fârisî Efendimiz’e, bir rivayette Hz. Ali Efendimiz’den, bir rivayette Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’den bize gelen bu mübarek yolda büyüğümüz, serverimiz, önderlerimizden birisi. Tabi hadîs-i şerîfleri bildiği için duayı da yerinde öyle güzel yapıyor. Biz de bunu her namaz için, ezan okundukça arkasından okuyalım. Çünkü bu sözler söyleyen için
sebeb-i duhûl-i cennet, cennete girme sebebi olacak.
Men radiye billâhi rabben. “Kim Allah’a rab olarak razı olursa.”
Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk
radiytü billâhi rabben dermiş. Burada “Kim Allah’a rab olarak razı olursa” ifadesi var. Razı olursa. Orada “Ben razı oldum yâ Rabbi.” diye söylermiş. Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz kendisine adapte etmiş oluyor bu hadîs-i şerîfteki güzel cümleleri kendi imanının ifadesi olarak söylemiş oluyor.
Evet, muhterem kardeşlerim, Allahu Teâlâ hazretleri bizim Rabbimiz’dir. Âlemlerin Rabbi’dir. Rab, Arapça’da birkaç mânaya geliyor. En önde gelen, hemen herkesin ilk hatırladığı, Araplar’ın da ilk hatırladığı mâna; rab, “sahip” demek. Onun için, mesela Araplar derler ki;
rabbü’l-mal “malın sahibi”. Bir insan bir mala sahipse ona
rabbü’l-mal derler. Mesela evin hanımefendisi için
rabbetü’ddâr “dârın, evin sahibi, hanımefendisi” mânasına. Bu, sahip mânasına kullanılan bir kelime. Ama bu “rab” kelimesinin arkada daha derin bir mânası var. O da “rab” kelimesi ribâ’dan, yani
rebâ-yerbû-ribâen fiilinden gelen bir kelime. Bu da büyümek, gelişmek mânasına geliyor.
Rabbâ-yürebbî-terbiyeten buradan türemiş ikinci bir mezid mastar; bu da büyütmek, yetiştirmek, geliştirmek fiili oluyor.
Allahu Teâlâ hazretleri Rab, yani bütün varlıkları var eden ve geliştiren...
Bakın, düşünün, biz ne idik ne olduk?
Küçücüktük, hatta bir hücre idik, kocaman bir âlem olduk. İç dünyasıyla, dış dünyasıyla, vücudunun yapısıyla, ruhunun derinliğiyle içimiz bir büyük âlem, dışımız, vücudumuz bir muazzam, muhteşem varlık, çok mükemmel bir yaratık. Küçücük bir şeyden her türlü kabiliyetle donatılmış bir âlem olduk. Bir incir çekirdeğini düşünün, toplu iğne başı kadar, ne kadar küçücük... Bildiğiniz bir misal olmak üzere onu hatırlatıyorum, yani bir incir çekirdeği, yusyuvarlak 1-1.5 mm çapında küçücük bir çekirdek. Bu toprağa düştüğü zaman incir ağacı oluyor, kocaman bir ağaç oluyor.
Bu nasıl oluyor? Bir küçücük tohumun kocaman bir ağaç olması, bir küçücük tohumun kocaman bir insan, varlık, bir canlı olması nasıl oluyor?
Bir büyütmeyle, bir geliştirmeyle, bir oldurma ile meydana geliyor. İşte bu olduran, geliştiren Allahu Teâlâ hazretleri. Yani azken çoğaltıyor. Ama bu çoğalma da böyle bir aynı şeyin sayısının artması tarzında değil. Ben onu şöyle söylüyorum, Allahu Teâlâ hazretlerinin kudretini iyi anlayalım diye.
İnsanoğlunun annesinin rahminde nasıl geliştiğini doktorlar, tabipler anlatırken diyorlar ki; “İlkah olmuş olan bir yumurta derhal bir canlılık emaresi göstermeye başlar, bölünür, bölünür, bölünür… Gittikçe bir hücre iken iki hücre, iki hücre, onlar bölünür, dört hücre... Böyle çoğalır. Bu bir çeşit hücre çoğalması. Hücre bir ilkah olduktan sonra çoğalmaya başlıyor ve bölünme ile çoğalıyor. İşte biyoloji derslerinde canlı hayatı, canlıyı anlatan derste bunları görüyoruz. Mitoz bölünme, amitoz bölünme diye, karyokinez diye çeşitleri var.
Şimdi bir hücre büyüyor. Tamam, büyüsün. İkiye ayrıldı, iki hücre oldu. Aynı karakterde iki hücre. İki hücre büyüdü, dört hücre oldu. Onlar bölündü, sekiz hücre oldu. Bakın, tamam, bu büyümesi de bir şey ama bir hücre kendi içinde büyüyor, ondan sonra bölünüp çoğalıyor, iki tane oluyor, dört tane oluyor, iki katı oluyor daima böyle, çoğalıyor. İyi güzel, çoğalır, çoğalır, çoğalır... Bu da bir şey; az bir şeyin durduğu yerden çoğalması da Allah’ın rububiyetinin, rabliğinin bir tezahürü. Küçücük bir şey çoğalıyor, çok oluyor.
Yere bir tohum ekiyorsunuz, bir filizcik çıkıyor, ucunda bir başak beliriyor; bir tane iken o başağın ucunda olgunlaşan tanelerle yere ekilmiş olan tane kaç misli oluyor. Bu buğdayın kalitesine göre diyorlar ki; “Falanca cins buğday bire şu kadar verir, ötekisi bire bu kadar verir.” Tarlanın da önemi var. “Şu tarla çok verimlidir, bire şu kadar buğday verir, ötekisi bu kadar verir. Bire on, bire elli, bire yüz...” Kur’ân-ı Kerîm’in ifadesiyle bir tohumdan yedi başak, her başakta 100 dane, böylece 700 tane diye insanın a’mâl-i sâlihasının mükâfatını bildirirken âyet-i kerîmede böyle bildirilmiş.
Bu çoğalma da önemli. Bu da muhteşem. Yani durduğu yerde bir taşı koysanız, taş olarak, tuğla olarak kenarda durur; herhangi bir kitabı koysanız bir rafa, kitap olarak durur. Tarlanın hududuna, hudut olsun diye koyduğunuz kocaman taş orada durur; 2, 4, 8, 16, 32, 64… böyle çoğalma olmaz. Bu çoğalma da bir hayatiyet, bir rububiyet tezahürü. Yani Allahu Teâlâ hazretleri geliştiriyor. Fakat bu rububiyetin esrarı ve kudret-i ilâhînin büyüklüğü öyle muhteşem ki o hücreler sonunda ortaya organize olmuş olarak çıkıyor. Yani sadece aynı cins hücreler torbası olarak çıkmıyor. Bir çuval aynı hücre, bir sandık aynı hücre, bir kese aynı hücre tarzında çıkmıyor.
Ne çıkıyor?
Mükemmel, organize olmuş; elli, ayaklı, parmaklı, gözlü, başlı, beyinli, etli, kaslı, kanlı, mükemmel organize olmuş muhteşem bir varlık olarak çıkıyor.
Bu insan varlığına biraz filozofiye, felsefeye, düşünmeye kendisini kaptıran doktorlar, alimler, ârifler, münevver insanlar hayran kalıyorlar. Hayran kalmamak mümkün değil!
Şöyle bir dispanserin duvarına bakıyorsunuz, insan vücudunu asmışlar. “İnsan vücudunun iskelet sistemi” diyorlar... İskelet sistemi kupkuru ama iskelet sistemini de yakından incelediğiniz zaman, o kemiklerin şekilleri, birbirleriyle bağlanması, eklemlerin mükemmelliği, eklemlerin olmasının hikmetleri... Mesela ayak; iki tane uzun kemik, diz kapağından yukarıda, diz kapağından aşağıda iki uzun kemik, ondan sonra uçta çeşit çeşit başka kemikler... El hâkezâ; dirsekten yukarıda, omuzdan dirseğe kadar, dirsekten bileğe kadar kemikler, bilek kemikleri, elin kemikleri... Sonra parmaklar, parmakların eklemleri... Bunların hepsinin çok büyük faydaları var. Biz bu parmaklarla, bunların kıvrılması sayesinde ne hünerler ortaya koyuyoruz. Bir iskelet sistemimiz bile bir şaheser tablo, mühendislik harikası âdetâ... Hani mühendisler böyle şeyleri hesap ederler, yaparlar da onun için “mühendislik” diyorum. Mühendisleri yaratan âlemlerin Rabbi, Ahsenü’l-hâlikîn, Allahu Teâlâ hazretlerinin kudreti... Bir kemik dümdüz değil; girintisi var, çıkıntısı var, deliği var, hikmeti var; deliğinden çünkü sinir geçecek, dışarıya çıkacak. Hepsi planlanmış, muhteşem bir plan var. Tabi bunun üstüne kas dokusu, kasların birbirleriyle çapraz bağlanışı, uçları, kasılması, açılması, bu kemiklerin eklemlerini hareket ettirmek için burada da muhteşem bir hesap var.
Allahu Teâlâ hazretlerinin varlığı iskeletin sisteminden de belli, iskeletin kemiklerinin yapısından, kemiklerin uçlarının yuvarlaklığından, eklemlerin birbirine girmesinden, arasındaki kıkırdak dokudan, aradaki sinirler geçsin diye olan dokular, deliklerden belli.
İşte muhteşem bir plan var.
فَتَبَارَكَ اللَّهُ أَحْسَنُ الْخَالِقِينَ
Tebâreke’llâhu ahsenü’l-hâlikîn.
Ne güzel yaratmış Mevlâmız... Ne ince hesaplarla bu girintiler, çıkıntılar, oyuklar, çukurlar, tepeler yapılmış diye, oradan Allah’ın varlığı belli.
İşte insan vücudunu bu mükemmel hâle getiren, böyle yaratan Allah.
Üstüne kaslar, kasların da yerleşmesi, yapısı, şekli, şemâili...
Nasıl oluşmuş o kas; bir kasılıyor, bir açılıyor. O eklemler hareket etsin diye oraya nasıl yerleştirilmiş... İşte o kemiği bilen âlemlerin Rabbi, kası o kemiği hareket ettirecek şekilde yaratmış, oraya yerleştirmiş. Mükemmel bir yerleştirme, hayran olmamak mümkün değil. Onun üstünde, arasında sinir dokusu, sinir sistemi, hepsi beyne -beyindeki merkezlere- bağlı... Zaten insan beyni muhteşem bir âlem... Sonra bunların hepsinin üstünün bir deri tabakasıyla örtülmesi... İnsan vücudu muhteşem bir şekilde korunmuş. Üstünde kıllar, hava alması...
Bakın derinin delikleri bile büyük bir nimet. Derinin deliğinin olmaması müthiş bir hastalık. Bazı çocuklarda doğuştan derilerinde delik bulunmuyormuş, doktorlar “hemen ölüyor” diyor. Bazı insanların bazı uzuvlarında, bir kısımdaki yerlerde ibret diye Allah gösteriyor; deri delikli değil, oradaki deri sapsarı, hareketsiz, kıpırdayamıyor, nasır gibi duruyor. Bakın deliğinin hikmeti var, kılının hikmeti var. Sonra bir “deri” diyoruz; avucumuzun içi başka türlü, dışı başka türlü, gözümüzün altı başka türlü, yanağımız başka türlü, dış uzuvlarla temas halinde olanlar başka türlü, iç taraf başka türlü...
Tebâreke’llâhu ahsenü’l-hâlikîn.
Hayranlıktan mest oluyoruz seyrettikçe...
İşte Rabbü’l-âlemîn. Rab; yetiştiren, geliştiren.
Allah bizim Rabbimiz ve âlemlerin Rabbi. Bütün âlemleri böyle geliştirmiş, yoktan var eylemiş, bu nizamı ortaya koymuş ve çalıştırıyor. Kâinatın sahibi, rabbi, hâlıkı ve mutasarrıfı; tasarruf ediyor. Sarf ve değişme ve oluşma ve gelişme, olma ve ölme, hepsi Allahu Teâlâ hazretlerinin sanatının eseri, varlığının, birliğinin eseri. Her hareket O’ndan.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billah. “Güç kuvvet Allah’tandır.”
Bütün hareketler Allah’ın varlığının delili. Kâinat kaskatı olurdu, yaratıklardan buz gibi bir kâinat olurdu, yaratılmış olarak bir yerde dursa bile... Hem yaratılmış hem de çalışıyor. Her tarafta bir devamlı dönme, hareket, oluşma, gelişme...
İşte Rab, işte âlemlerin Rabbi, işte bizim Rabbimiz; işte bizi yoktan var eden, küçücük bir hücreyi kocaman, mükemmel, kâinatın baş tâcı olan, eşref-i mahlukât olan insan haline getiren Rab!
Radiytü billâhi. “Yâ Rabbi rab olarak sana razıyım, razı oldum ben de...”
Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimiz’in dediği gibi. Çünkü “Razı olan cennete girer.” diye Efendimiz o yolu açmış, o yolu göstermiş: “Rabb’in rububiyetini bilin, Allah’ın bu yaratmadaki, geliştirmekteki, oluşturmaktaki, büyütmekteki kudretini müşahede edin. Şu muhteşemliğe bakın, şu nimetlere bakın, O’nun rabliğini anlayın ve bunun bir nimet olduğunu bilin ve razı olun.” diye işaret ettiğinden, evet biz de işareti alıyoruz;
Sallallahu aleyke yâ Resûlallah ve sellim teslîmen kesîrâ, “Allah sana salât ü selâm eylesin yâ Resûlallah, ne güzel işaret buyurmuşsun!”
Evet, âlemlerin Rabbi’nin rububiyetini her varlıkta, her olayda, her anda müşahede ediyoruz; razıyız.
Radiytü billâhi rabben. Allah’ın rabliğine razıyız. Çünkü bu rububiyetinin tezahürleriyle nimetlere eriyoruz. O nimetlerle besleniyoruz. Yani rububiyetin mazharı oluyoruz; büyüyoruz, gelişiyoruz. Nimetleri de geliştiren Allah, nimetlerle bizi geliştiren Allah. Binâenaleyh, onun rububiyetinin sofrasından her anda yiyoruz, tabi razıyız.
Radiytü billâhi rabben. Cân-ı gönülden, aşk ile, şevk ile razıyız. Hayranlıkla, sermest olarak razıyız.
Sonra,
ve bi’l-İslâmi dînen. “Din olarak da İslâm’a razı olan cennete girer.”
Dünyayı biliyoruz, Allah’a hamd ü senâlar olsun. Allah tahsiller nasip etti, akıl verdi, fikir verdi, muhakeme kabiliyeti verdi, inceleme imkânı verdi, ilmin aletlerini, vasıtalarını ihsan eyledi. Evler dolusu kitaplarımız var, kütüphanelerimiz var, yazılmış milyonlarca sayfa eserler var. Çoğunu okuduk. Ömrümüz okumakla geçiyor. Herkes az çok bir şeyler okuyor, görüyoruz. İşte dünya, işte insanlar, işte kültürler, işte milletler, işte milletlerin sahip olduğu inançlar; işte İslâm... İslâm öyle bir muhteşem yükselişle yükseliyor ki bu kültürlerin arasında, o kadar güzel ki insan bakmaya doyamaz; mum gibi hayranlığından mest olur, erir. İslâm, ne kadar güzel din! Ne kadar pırıl pırıl, sapasağlam, pür nur, hiçbir şeyi değişmemiş din, İslâm dini... Allahu Teâlâ hazretleri bizi ne güzel bir dine mensup eylemiş.
Bunun aksini düşünelim. Bir nimetin kıymeti, olmadığı zaman anlaşılır sevgili kardeşlerim. Şimdi İslâm olmasa veya İslâm’ın olmadığı bazı yerleri düşünelim.
Eskimolar’ı düşünüyoruz. Tamam, buzlar arasında buzdan kulübe yapıp yaşayan, derileri giyinmiş olan, yuvarlak yüzlü insanlar. Kendilerine mahsus inançları var. Beyaz ayı kutsalmış, onların totemiymiş, tanrısıymış, putuymuş.
Sübhânallah, sübhânallah, sübhânallah...
Ayıya mı tapacak insanoğlu? Yani insanoğlu eşref-i mahlûkat iken ayıya mı tapacak?
Geliyoruz Hindistan’a... Hindistan’da insanlar öküzleri kutsallaştırmışlar, gözlerinde büyütmüşler. Bir yaratık ama zavallı bir yaratık, bizim emrimizde bir yaratık. Biz onu kullanıyoruz; çift sürüyoruz, kesiyoruz, Kayseri’deki kardeşlerimiz pastırma yapıyorlar, dilim dilim kesip yiyoruz veyahut kasaplarda satılıyor, “Sığır eti mi istersiniz? Yağsız tarafından mı istersiniz, köftelik mi istersiniz?” diyorlar, yiyoruz bu zavallıları. Zaten sürat-i intikalleri çok zayıf, başını yavaş yavaş sağa çevirir, sola çevirir, konuşamaz. Sadece bir tek ses çıkartması var. Bunun neresine tapıyorsunuz ey Allah’ın şaşkın kulları?!
Bu yeryüzünde Allah’ın birçok öküze benzeyen yaratığı var. Deve var. Devede pek çok hikmetler var. Bakın deve çöllerde günlerce aç susuz durabiliyor çünkü sırtında deposu var. Ne kadar hikmetli... Ayakları öteki hayvanlar gibi değil, gayet geniş ve sanki minder sarılmış gibi ayaklarına... At gibi değil, geniş ayakları var; kuma bastığı zaman batmayacak gibi... Ne kadar hikmetli yaratılmış... Uzun bacaklı... Çünkü kumlara batmasın diye... Her şeyinde hikmet var. O da güzel bir mahlûk.
Öküz de Allah’ın bir mahlûku, kuzu da mahlûku. Öküzü ötekisinden ayırıp da ona tapınmanın anlamsızlığını, lüzumsuzluğunu, saçmalığını beyan etmek için söylüyorum.
Allah’ın pek çok güzel kuşları var. Tavus kuşu çok güzel bir kuş. Yani nedir, nihayet bir kuş işte, tüyleri güzel olan kuşlardan bir kuş.
Bakıyoruz ki zavallı Hintliler, Allah gözlerini açsın, akıllarını kullanmak nasip etsin de İslâm’a gelsin diyoruz. Zavallı Eskimolar gözlerini açsınlar, öğrensinler, biraz dünyayı tanısınlar, bizim gibi okusunlar başka kültürleri de İslâm’la müşerref olsunlar diye temenni ediyoruz.
Geliyoruz dünyanın medenî denilen milletlerine; Amerikalılar’a, Avrupalılar’a, bunlar da bir başka zavallı... Bunlar da puta tapıyorlar. Bunlar da Allah’ın bir mübarek peygamberini beğenmişler, yüceltmişler, “Bu Tanrı’dır.”
Canım o da öteki insanlar gibi; niye ötekilerden onu ayırıp da ona ayrı bir paye veriyorsun?
İslâm ne güzel söylüyor: O da Allah’ın peygamberlerinden bir mübarek peygamber. Onu da çok seviyoruz. Sevgimiz sonsuz, hürmetimiz sonsuz. İsa aleyhisselam... Arkadaşlarımıza, çevremize baktığımız zaman sevdiğimiz, davranışımızdan belli. İsa adında arkadaşlarımız var. Mesela Yalova’da bir İsa amcamız vardı, Allah mekânını cennet eylesin, hayırlara koşturan, çok hayır sever bir müslüman hacı amcaydı. İsa adı. Seviyoruz çünkü Hz. İsa’yı ama sevmek başka... “Sen Tanrısın!” diye geç karşısına tap. Olmaz öyle şey! Hz. İsa razı gelmez. Peygamber Efendimiz mesela kendisi hakkında bazı çok aşırı hürmet gösterenlere engel oluyordu. Hududu bilmek, çizgiyi bilmek lazım. O da yanlış.
Japonlar, çok alet edevât yapıyor. Japon harikası, çalışkanlıkları güzel... Güneşe tapıyorlar. Bir de hükümdarları “Allah’ın oğlu” diye itikat ediyorlar.
Olmaz! Orada da yanlış.
Yâ Rabbi doğru inanç nerede?
Doğru inanç İslâm’da. Ben İslâm’a din olarak razı oldum. İşte bak, dönüp dolaşıp bütün dünyayı hayalimizde bir kültür turu yapıp incelediğimiz zaman en güzel inancın İslâm olduğunu görüyoruz, “En güzel nizam İslâm’dır.” diyoruz. Tabi razıyız, tabi memnunuz. Ne mutlu bize, yâ Rabbi sana hamd ü senâlar olsun ki bizi müslüman eyledin. Ne mutlu böyle İslâm dinine mensup olarak doğmak...
Ama ne yazık muhterem kardeşlerim, müslüman bir ülkede müslüman doğup da İslâm’ın kadrini, kıymetini bilmemek, ibadetlerini yapmamak, Allah’ın yolunda gitmemek, Allah’ın ahkâmına uymamak. Hatta maalesef, yabancı kültürleri okudukça, gitmek Lenin’i beğenmek, gitmek Avrupalılar’ı, Amerikalılar’ı, filanca filozofu, falanca artisti beğenmek... Onlar birbirlerini, kendilerini süslemesini bilirler. Ehl-i dünya, süslemeleri kof bir süsleme, yaldızın altı berbat, iç taraflarında bir şey yok. Kimisi filozofları beğenir, kimisi sosyalist filozofları beğenir, kimisi klasik filozofları beğenir, Eflatun’un hayranı, Aristo’nun kurbanı... Ne oluyor yani? Hiçbir şey yok. Belki birazcık bir şey var ama beşer nihayet.
Ama İslâm?
İslâm çağlar üstü, kıyamete kadar devam edecek olan bir din. Elhamdülillah, İslâm’a da din olarak razıyız. Buradan da kazandık, elhamdülillah buradan da cennetin yolu görünüyor.
Rabbimiz’in rububiyetine hayranlığımızdan, aşkımızdan, şevkimizden, Allahu Teâlâ hazretlerinin rabliğinden hoşnuduz, razıyız, nimetlerine müteşekkiriz, din olarak da İslâm’a razıyız.
Ve bi-Muhammedin resûlen. “Ve Muhammed’e de Allah’ın elçisi olarak razıyız.”
Ne mutlu bize ki Allah bizi, en sevdiği kulu, eşrefü’l-vera -vera insanlar demek- insanların en şereflisi, ekremü’r-rüsul elçilerin, resûllerin, peygamberlerin en soylusu, en asili olan ve Habibullah olan, Rahmetullah olan, Sâdullah olan, Allah’ın uğuru, bereketi olan, nimeti olan, rahmeti olan, âhir zaman peygamberi Muhammed-i Mustafâ’ya bizi ümmet etmiş; razıyız, çoktan razıyız.
Öbür peygamberler?
Onları da seviyoruz ama onların sözleri, hayatları hakkında bilgiler çok az. Yarım sayfa, bir sayfa bilgi bulsak, onu da yine -mukaddes kitaplardan biraz buluyoruz ama- Kur’an’dan buluyoruz. Ama Peygamber-i Zîşan’ımızın hayatı sahne sahne, sayfa sayfa, gün gün, saat saat tespit edilmiş, her şeyi ortada; bize tam billur gibi berrak bir numune-i imtisal. Hayat işte böyle olur. Yaşamak böyle olur. Hizmet böyle olur. İbadet böyle olur. İnsanları sevmek böyle olur. Güzel ahlâk böyle olur. Her şeyi görüyoruz. Öyle bir peygambere Allah bizi ümmet eylemiş ki her türlü bilgi sünnet-i seniyesinde, sîret-i seniyesinde, hadîs-i şerîflerinde mevcut. Razıyız Muhammed-i Mustafâ’sına, elçi olarak razıyız. Yâ Rabbi sana şükürler olsun ki o sevgili kulun Muhammed-i Mustafâ’nı bize elçi göndermişsin. Sana şükürler olsun ki bizi ona ümmet eylemişsin. Ne mutlu, ne güzel bir durum, ne kadar iyi...
Muhterem kardeşlerim! İnsanlar okuyunca mutlaka münevver olmuyorlar; okumuş cahil kalabiliyorlar. Okumuş ve cahil. Diyor ki bir büyüğümüz;
“Okuma yazma bilmeyen cahil bir millete okuma yazmayı öğretirsen, tahsili öğretirsen, bilgileri verirsen ne olur?
“Okuma yazma bilen tahsilli cahil insanlar olur.”
O kadar. Tahsil insanın bilgisizliğini giderir ama tahsilden başka şeyler lazım veya tahsilin içinde mânevî bir tahsil lazım. Çift taraflı olması lazım. Tam olması lazım. Tahsilin tek kanatlı olmaması lazım. O olmadığı zaman insanlar bir çeşit cahil oluyor, diplomalı cahil oluyor. Avrupa’da doktora yapmış, cahil; üniversitede okuyan profesör olmuş, cahil oluyor; bilmiyor çünkü... Onun için bilmeyenler de Peygamber-i Zîşanımız’a dil uzatıyorlar.
Ama Avrupa’da ve Amerika’da, dünyanın birçok yerlerinde Peygamber Efendimiz’in hayatını inceleyenler görüyorlar, memnun oluyorlar, hayran oluyorlar, müslüman oluyorlar. Yani bizimki cahilliğinden, incelemediğinden... İnceledim sanıyor veyahut, tutuyor Leone Caetani’nin, İslâm düşmanı birisinin yazmış olduğu iftiraları okuyor mesela, oradan “Ha galiba iş böyle.” filan, şaşırıyor, sapıtıyor. Hâlbuki asıl büyük filozoflar “Ya Muhammed, biz sana hayranız!” diye yazmışlar. Batı’nın büyük filozofları dahi, onlar anlamışlar. Bismarcklar, Volterler, büyük filozoflar... Tabi nasipli olanlar var, nasipsiz olanlar var, inceleyen, incelemeyen...
Ama biz Peygamber Efendimiz’in çok az imkanlar ile çok cahil -cahiliye devri yaşayan- bir kavme, çok zor hayat şartları altında, çok büyük müşkülâtla İslâm’ı getirip ne güzel şeyler öğrettiğini ve İslâm’ı cihana nasıl yaydığını ve insanları nasıl terbiye ettiğini, nasıl gönül ehli, ârif, kâmil, zarif, alim, edip, fâzıl insanlar haline getirdiğini; bedevîleri nasıl medenî ettiğini görüyoruz. Çok büyük, muhteşem bir başarı. Onun için tabi Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e de razıyız.
Ahmed b. Hanbel radıyallahu anh’ın rivayet ettiği bu güzel hadîs-i şerîfi...
Niçin güzel?
Hadîs-i şerîflerin hepsi güzel ama bu bize cennete girmeyi öğretti. Allah’ın rab olduğuna razı olursa bir insan ve bunu söylerse, İslâm’ın kendi dini olduğuna razı olursa, müslüman olduğuna razı olursa ve bunu diliyle ifade ederse ve Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna razı olur, Allah’ın elçisi olduğuna memnun olur, razı olur ve onun nimet olduğunu bilir ve bunu diliyle ifade ederse cennete girecek. Cenneti bize gösterdiği için çok mutluyuz.
Allah bizi kendi dini için gayret sarf eden, uğraşan, didinen, çalışan, hayır erbabından, çalışkan müslümanlardan eylesin; cennetiyle, cemaliyle cümlemizi müşerref eylesin.