es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.
Aziz ve sevgili Akradyo dinleyicileri, değerli kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri cümlenizden razı olsun. Cumanız mübarek olsun.
Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh ve kerremallahu vecheh’ten rivayet edilmiş bir hadîs-i şerîfle başlamak istiyorum. Hz. Ali radıyallahu anh Efendimiz’den rivayet edilen hadislere daha başka bir önem veriyorum. Çünkü Hz. Ali Efendimiz’i seven bütün insanların onu candan dinleyeceğini biliyorum. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfi ahlâk ile ilgili bir konuyu anlatıyor. Buyuruyor ki Peygamber Efendimiz:
مَنْ بَهَتَ مُؤْمِنًا أَوْ مُؤْمِنَةً أَوْ قَالَ فِيهِ مَا لَيْسَ فِيهِ، أَقَامَهُ اللهُ عَزَّ وَجَلَّ يَوْمَ الْقِيَامَةِ عَلَى تَلٍّ مِنْ نَارٍ حَتَّى يَخْرُجَ مِمَّا قَالَ فِيهِ
Men behete mü’minen ev mü’mineten ev kâle fîhi mâ leyse fîhi ekâmehu’llahu azze ve celle yevme’l-kıyâmeti alâ tellin mi’n-nârin hattâ yahruce mimmâ kâle fihi.
Sadaka resûllullah, fîmâ kâl ev kemâ kâl.
Bu hadîs-i şerîf bühtan, “iftira etmek” ile ilgili bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Men behete mü’minen ev mü’mineten. “Bir mü’min erkeği veya bir mü’min hanımı iftira ile anan, ona iftira eden.” onun hakkında ev kâle fîhi mâ leyse fîhi. “Onda olmayan bir kusur varmış gibi yalan yere, ‘O şöyledir, böyledir…’ diye konuşan bir kimse…”
Buna ne diyoruz?
“İftira atmak” diyoruz. Yalan yere birisini bir kötü vasıfla yâd etmek. “İftira etmek” bildiğiniz bir kelime. Behede fiili, “bühtan etmek” demek.
Allah bunu cezalandıracak, mü’min de olsa namazlı, niyazlı, imanlı bir mü’min de olsa ama öbür kardeşine; mü’min erkek veya mü’min hanım kardeşine iftira etti; Allah bunu cezalandıracak.
Buradaki kardeşten maksat da din kardeşidir. Bir müslüman erkeğe veya bir müslüman kadına iftira etti bir insan, bu ötekisine zarar veriyor.
Yazık!
Yapmaması lazım, ahlâka uygun değil, birisi onun aleyhinde konuşsa kendisi de hoşlanmaz. Bir ölçü de budur; insan kendisine yapılmasını hoş göreceği şeyleri başkalarına yapmalı, kendisine yapıldığı zaman hoşlanmayacağı şeyi de başkasına yapmamalıdır.
İnsan hiç kitap okumamış olsa, hiç ilmi olmasa bile ahlâkî prensip, ahlâkî esas olarak, kâide olarak bu yeter. “Bunu bana yapsalardı hoşlanmazdım, o halde ben de başkasına yapmayayım, o da hoşlanmaz herhalde.” diye insanın bu kötü davranışı yapmaması gerekiyor.
Ama insanlar boş durmuyorlar, yalan yanlış [konuşuyorlar.] “Kuru iftira” diyoruz; iftiranın bilmiyorum sulusu nasıl olur, kurusu nasıl olur ama “kuru iftira” deniliyor. Asılsız, esassız uydurma laflar… Bunu bazen şahıslar da yapıyor. Türk Ceza Kanunu’nda bir insanın bir suçu basınla işlediği zaman cezalar katlanır. Çünkü onu birçok insan dinliyor, okuyor; cezalar ağırdır.
İlahi kanunda da her halde bir insan hakkında söylenen bir kötülük sadece bir kişi tarafından duyulur da onun kafasını karıştırsa iftira edilen insanla olan güzel münasebetlerine tesir eder, onu bozmaya sebep olursa nihayet zavallı iftiraya uğrayan insan, bir insan kaybetmiş olur. Ama bu basın yoluyla, radyo yoluyla, televizyon yoluyla olursa; binlerce, milyonlarca insan böyle yalan yanlış şeylerden etkilenir de haksız olarak, yanlış olarak birilerine kötü gözle bakarsa, kötü sanırsa, kötü zan beslerse muhakkak ki o zaman suç kat kat daha büyüyordur.
Böyle bir insan ceza görecek, ettiğini bulacak, âhirette Allah bu suçundan dolayı cezalandıracak. “Ama bu başka zaman başka iyilikler yapmış, namaz kılan bir insanmış, hacca da gitmiş, babası da müftüymüş, dedesi de şeyhmiş…” diye bazen böyle söylüyorlar.
Birisiyle tanışıyorsunuz, adam hatalı bir yolda, kötü bir iş yapıyor; “Böyle yapma!” diyorsunuz, münakaşa ediyorsunuz. Sizi biraz çetin ceviz olarak görüyor;
“Bunu alt edemeyeceğim galiba…” [diyor], bu sefer geri adım atmaya başlıyor;
“Zaten benim ailem de iyi müslümandır; ben küçükken amme cüzünde okumuştum; benim dedem de hocaydı, benim akrabam da hacca gitmişti…”
İyi ama onların sevabı onlaradır. Sen onların yanında gitmemişsin, senin de iyi olman gerekiyor.
İşte böyle insanlar ceza görecek; mü’min de olsa ceza görecek. Kâfirse zaten ebedî ceza görecek. Mü’min olmayan insan zaten ebediyen cehennemde yanacak. Bunda şek, şüphe yok. Mü’min de iftira ederse o da cehenneme girecek.
Ne olacak?
Ekâmehu’llahu azze ve celle yevme’l-kıyâmeti alâ tellin mi’n-nâr. “Allah onu kıyamet gününde ateşten bir tepenin üstünde ikâmet ettirir.” Ateşten, ateş yığını olan bir tepenin üzerinde bu iftiracı adam durdurulur.
Hattâ yahruce mimmâ kâle fihi. “O iftira ettiği adamın masum olduğunu itiraf edinceye kadar ve o iftira etmesinin cezasını çekinceye kadar, o ateşten tepenin üstünde cayır cayır azap görür, yanar.” Allahu Teâlâ hazretleri böyle bildiriyor.
Bütün insanlar doğru, düzgün, dürüst, sağlam sözlü, kibar, zarif, ârif, kâmil insanlar olsa böyle olmayacak; ama olmuyor. Olmayınca hem âhirette cezası var hem de dünyada bunun bir cezası olması gerekiyor. İftira basın yoluyla işleniyor, televizyon yoluyla işleniyor.
Bunun cezasını kim verecek?
Eğer kanun vermezse, kanundan kaçma yollarını bulurlarsa veyahut birisi davacı olmadı diye arada kaynar giderse o zaman toplum bunun cezasını vermelidir.
Toplumun cezası nedir?
Toplum, “Sen yalancısın, iftiracısın…” der, bir daha o gazeteyi almaz. O radyoyu dinlemez. Bir daha o televizyon yayınına iltifat etmez.
Amerika’da yüksek tirajlı bir gazete, bir müstehcen fotoğraf yayınlamış. Amerika’nın aile hayatında da hoş karşılanmayan çirkin, müstehcen bir fotoğraf yayınlamış. Kim bilir hangi konudaydı. Diyelim ki Amerika’nın ölçülerine göre mesela tirajı sekiz milyonmuş. Gazetenin ismini unuttum ama olay gerçek bir olay. Ertesi gün gazetenin tirajı üçte bir, dörtte bir, beşte bir nispette düşmüş. Toplum cezalandırıyor.
Nasıl cezalandırıyor?
“Sen benim ahlâkî anlayışıma, terbiyeme uymayan çirkin bir karikatür neşrettin; sevmedim bunu, beğenmedim, almıyorum senin gazeteni…” diyor.
Tiraj düşmüş, tiraj düşünce de tabii bayilerden iadeler fazla geliyor. Gazete sahipleri hemen anlamışlar hatalarını. Özür dilemişler; “Karikatüristi cezalandıracağız, sorumlu yazı işleri müdürünü değiştirdik, değiştireceğiz.” [demişler ama tiraj] değişmemiş. Teveccühünü kesmiş halk, ona olan iltifatını döndürmüş, vazgeçmiş, o gazeteyi almamaya başlamış. Böylece o kurum derhal cezasını bulmuş oluyor.
Eğer toplum faziletleri, ahlâkları, güzel davranışları sever ve desteklerse o zaman faziletleri işleyen, güzel ahlâklı davranan, iyi işleri yapan insanlar çoğalır.
Kadir bilen insanların arasında kadri bilinen insanlar çoğalır. Kadir bilme duygusu çoğalır. Ama adam her türlü yalanı söylüyor, yalan olduğu belli, kanunen ceza yiyor. Sen yalan söylüyorsun diye kanun cezalandırıyor. Millet yine aynı gazeteyi almaya devam ediyor, aynı televizyon yayınını izlemeye devam ediyor. Bu topluma da bir sorumluluk yüklüyor.
Muhtemelen Allah diyecek ki;
“Niye o kötü insanı destekledin? Niye emr-i mâruf, nehy-i münker vazifeni yapmadın? Niye kötü olduğu halde ona iltifatını devam ettirdin? Niye iltifatını kesmedin, teveccühünü bırakmadın?” diye sanıyorum onlara da âhirette sorumluluk olur.Onun için insan sevgisini bile kullanırken sorumluluğunu düşünmeli. Sevilmeyecek bir şeyi severse Allah’ın bunun hesabını soracağını bilmeli, kötülüğü destekliyorsa kötülüğü desteklemesinin de bir cezası olduğunu bilmeli. Bu ahlâki bir konudur.
Bu hadîs-i şerîften çıkacak ders nedir?
Katiyen kimsenin aleyhinde yalan ve iftira söylemememiz lazım. Çoluk çocuğumuzu iftira etmeyecek, yalan söylemeyecek, bühtan etmeyecek; birisinin ar, namus, izzet ve şerefiyle oynamayacak terbiyede yetiştirmemiz lazım.
Tamam, bunlar bizimle ilgili hususlar. Bir de böyle yapan insanlara
emr-i mâruf, nehy-i münker vazifemiz var.
“Yapmayın, etmeyin, ayıptır, günahtır, bak sen bunu yalan söyledin…” dememiz lazım. Bunu da bazı insanlar anlar, bazı insanlar anlamaz.
Deniliyor ki;
“Tükürsen yağmur yağdı sanıyor, yâ Rabbi şükür” diyor.
Duygusuz, vurdumduymaz, yüzü kızarmaz insanlar var. Onlara da maddî bir ceza olmalı ki sonunda bu terbiyesizliğin bu toplumda çok büyük bir aksülamel ile karşılaştığı, çok nahoş karşılandığını anlayacak, yapmayacak. Toplumun terbiyesi budur.
İnsanın bir ana terbiyesi var, bir aile terbiyesi var; bir de toplumun terbiyesi var. Bizim toplumumuzda bazı şeyleri yapmak isteyen kimselere toplum müdahale ederler. Yapma böyle der, engeller; yapamaz, yapmakta cesaret bulamaz. Demek ki bir de böyle bir vazifemiz olduğunu, toplumsal vazifemiz olduğunu unutmayalım.
Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh’ten rivayet edilen bu hadîs-i şerîfi hatırımızda tutalım!
Bir de konuşurken, konuştuğumuz sözlerin kaynağını düşünelim; “Ben bu sözü söylüyorum, filanca hakkında böyle deniliyor ama bu doğru mu, yanlış mı?”
Doğruyu yanlıştan ayıracak da bir meziyetimizin de olması lazım. Peygamber Efendimiz mü’minlerde böyle bir meziyetin olduğunu beyan buyuruyor. Diyor ki:
“Mü’minin ferasetinden korkun, o gerçekleri çok güzel görür. Allah’ın nuruyla bakar, çünkü iyiyi, kötüyü anlar.”
Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bir emir var:
اِنْ جَٓاءَكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَاٍ فَتَبَيَّنُٓوا
İn câeküm fâsikun bi-nebein fetebeyyenû.
“Fasıkın birisi, günahkârın birisi size bir haber getirirse tahkik edin.”
Bakalım bu haber doğru mu, yanlış mı? Bir gazete bir haber yazıyor; doğru mu, yanlış mı?
Yalancı gazeteleri tasfiye etmemiz lazım, ben de açıkça söylüyorum. Bu günlerde çok moda olan her şeyi açıkça söylemek modası var; ben de her şeyi açıkça söyleyeyim. Yalancıları tasfiye etmemiz lazım.
Peki, yüz verirsek buna ne olur?
Bu kötü huy yayılır. Sonunda bu kötü huyun cezasını buna müsamaha edenler de çeker, onlara da bir gün cezası gelir. O bakımdan bu hadîs-i şerîfin mucibince amel olunmasını hassasiyetle rica ediyorum. Bu önemli bir şey.
Bütün kardeşlerim dikkat etsinler! Bir de dinleyen kardeşlerim, dinlemeyen kardeşlerime anlatsınlar, nakletsinler!
“Bak bu işin böyle cezası varmış, aman bir konuyu destekli, mesnetli, delilli, ispatlı olan bir şeyi konuşalım. Bilmediğimiz bir şeyi konuşmayalım.”
Hatta bilmediği şeyi de müslümanın hüsn-i zan etmek vazifesi de var.
Hüsn-i zan ne demek?
İnşallah onun lehine düşünüp o güzeldir, o değildir diye iyiye yormak. Bu da müslümanın vazifesi… Ama çok kesin olarak kötülük ortaya çıkmışsa onu da söylemek lazım.
Bu bir hadîs-i şerîf.
Buradan ikinci bir hadîs-i şerîfe geçmek istiyorum. Bu da anne ve babalarla ve evlenme çağına gelmiş evlatlarla ilgili bir hadîs-i şerîf olacak.
Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ’dan rivayet edilmiş.
Biliyorsunuz Hz. Abbas, Peygamber Efendimiz’in sevgili amcalarından birisiydi. Onun oğlu Abdullah da biraz genç ve delikanlı idi, Peygamber Efendimiz’le beraber hac yapmıştı. Bilgisi, görgüsü çoktu. Bir de şahane güzelliği vardı. Abdullah b. Abbas radıyallahu anh’ın bakıldığı zaman etkisi insanı altına alan çok alımlı, güzel bir çehresi vardı.
Peygamber Efendimiz’in dedelerine de çok benzermiş, hani bazen torunlar dedelerini andırırlar ya, çok benzeyen bir kimseymiş. Peygamber Efendimiz’den o rivayet ediyor.
Bakın bu annelerin babaların sorumluluğunu gösteren bir hadis, size okuyayım, nikâh yaşına gelmiş çocukları da ilgilendiriyor; çocuklar da dinlesinler..
مَنْ بَلَغَ وَلَدُهُ النِّكَاحَ وَعِنْدَهُ مَا يُنْكِحُهُ، فَلَمْ يُنْكِحْهُ، ثُمَّ أَحْدَثَ حَدَثًا، فَالْإِثْمُ عَلَيْهِ
Men belega veleduhu’n-nikâha ve indehû mâ yunkihuhü felem yunkihhu sümme ehdese hadesen fe’l-ismu aleyhi.
Kısa bir hadîs-i şerîf…
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki:
“Kimin çocuğu nikâhlanacak, düğün yapacak, evlenecek yaşa ulaşırsa.” Çocuk büyüdü, evlenecek yaşa geldi.
Ve indehu mâ yunkihuhü. “Babanın elinde de çocuğun düğününü yapacak, onu nikâhlayacak maddî imkân ve mal mülk var.”
Felem yunkihhu. “Ama tehir ediyor, evlendirmiyor, geciktiriyor.”
Sümme ahdese hadesen. Bu arada da çocuk delikanlı ya…
Deli ne demek?
Akılsız demek.
Delikanlı ne demek?
Kanı biraz böyle delişmen, kaynıyor.
Ahdese hadesen, “Bir suç işlerse çocuk, fena bir şey yaparsa. Evlendirilmeyen çocuk, delikanlılığının icabı olan fena bir şey yaparsa.”
Ne kastediliyor, bu fena şey ne demek?
Flört demek, konuşma demek, belki daha kötüsü zina demek olabilir. Böyle bir kötü bir şey yaparsa;
El-ismu aleyhi.Günah kimedir?
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, “Günah, onu evlendirmeyen babayadır.” diyor.
وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى
Ve lâteziru vâziretün vizra uhra. İslâm hukukunda kâide-i umûmiyesi var.
“Kimse kimsenin suçunu yüklenmez. Herkes kendi işlediği suçun cezasını kendi çeker.”
Bunu atasözü olarak dedelerimiz nasıl söylemiş?
“Her koyun kendi bacağından asılır.” diye söylemiş. Evet, suçlu kendisi suçu işlediği zaman onun kendisinin bir cezası vardır; bu kesin…
Kötülük yapan bir delikanlı da, buluğ çağına gelmiş akil ve baliğ olmuş mu?
Evet, akil ve baliğ oldu. Namazı kılması gereken yaşa geldi; tamam, sorumluluk çalışmaya başladı. Bunun işlediği her şeyden ilk sorumluluk kendisinedir. O bir günah kazanmış olacak, defterine yazılacak ama bu çocuğun bu günahı işlemesinin sebebi onu evlendirmekle vazifeli olan ebeveyninin, anne babasının, onu evlendirmemiş olması olduğundan, İslâm’da bir işe sebep olanlar da cezalandırıldığından, anne baba da o günahı işlemiş gibi günaha giriyor.
Adam hacca gitmiş, hacı diye düşünelim. Adam, sakallı diye düşünelim, dindar takvâ ehli bir insan... Adam beş vakit namazını kılmış, adam iyi bir İslâmî hayat sürmüş. İyi ama çocuğunu evlendirmemiş, çocuğu anasına babasına layık olmayan kötü bir iş yapmış. O suçun cezası babaya da geliyor. Baba işlemediği halde, çocuğunu o suçu işleyecek duruma düşürdüğü için o cezayı almış oluyor.
Ben onun için İskenderpaşa’daki vaazlarımda da, Söğütlü Çeşme’deki vaazlarımda da söyledim, yazdım da;
“Bir çocuk yedi yaşına geldiği zaman namazı emredin, on yaşındayken kılmazsa inat ederse zorlayın, dövün.” Peygamber Efendimiz; “O namaza alıştırın akil baliğ olduğu zaman artık sevabı günahı kendisine yazılmaya başlayacak. Ona alışkanlık olarak hazırlayın.” diyordu.
Ben de demiştim ki;
Bakın demek ki çocuklarımıza akil baliğ olmadan önce, yedi yaşından on yaşına kadarki zaman içerisinde, ilkokul çağında; sevapları, günahları hepsini belletmeliyiz. “Şunlar, şunlar, şunlar sevap, vazife, farz; şunlar şunlar, şunlar günah bunları da yapmamak lazım.” diye ondan sonra günaha girmesin diye çocuklara öğretmemiz lazım. Çocuk günaha girdi, evlenecek çağa geldi evlendirilmedi, bir günah işledi. O zaman sorumluluğu anne babaya geliyor.
Burada bazıları diyecek ki;
“Hocam çocuk akil ve baliğ ne zaman oluyor?”
Ortaokul çağında akil ve baliğ oluyor.
“Daha bunun lisesi var, üniversitesi var, askerliği var. Şimdi ben bunu evlendirsem ne olacak?”
Bu bizim toplumumuzun durumu; İslâm’ın emirleri böyle değil. İslâm’ın emirleri çağlar üstü, çağlar boyu, cihanşümul, bütün dünyaya yaygın olan şey.
Mesela ben şahsen kendi çocuğumu okul çağında iken evlendirmeyi kendisine teklif ettim, zorladım ama olmadı. O başka türlü istedi, evlenmesi birkaç yıl gecikti. Ama evladım dedim, ben seni evlendireyim sana da bakarım, eşine de bakarım. Senin evini de sağlarım, geçimini de sağlarım. Korkma evlen diye tavsiye etmiştim.
Nereden tavsiye etmiştim?
Bu hadîs-i şerîfi okuduğum için bana bir sorumluluk gelmesin diye tavsiye etmiştim.
Size de bu konuyu açıyorum. Çünkü sizin sevap kazanmanız benim için önemli. Ben size kılavuzluk eden bir insanım. Sizin bilmeniz gereken, sizin için tehlike olan şeyleri size önceden bildirmem gerekiyor. Bu benim vazifem. İşte bunu da size böylece bildirmiş oluyorum.
Demek ki çocuklarınızı mümkün olduğu kadar erken evlendireceksiniz.
Şimdi bu devirde nasıl oluyor?
Bu devirde bir insan liseyi, üniversiteyi bitiriyor, master, doktora yapıyor, Amerika’ya gidiyor, ihtisasını tamamlıyor geliyor, askerliğini tamamlıyor. Saçlarına kır düşüyor, yaşı kırk yaşına geliyor, ondan sonra evleniyor.
Olmaz! Çok gecikmiş oluyor.
Nasıl olacak?
Mümkün olduğu kadar erken evlenmiş olacak, ciddi bir yuva kurmuş olacak, ondan sonra öbür çalışmaları yapacak.
Benim bir tanıdığım kimse vardı. Üniversiteyi bitirdikten sonra evlendi ama sonra dedi ki;
“Ben bu evliliğin böyle olduğunu bilseydim lisedeyken evlenirdim. Çünkü çok rahat oldum ve çok rahat çalıştım.” diye söyledi.
Bazıları “Bekârlık sultanlıktır.” diyorlar; bazıları da diyorlar;
“Erken evlenmek olmaz, insanın en böyle verimli çağı boşa gitmiş olur.” Avrupalılar böyle diyor. “En şairane çağları, işte bu bekâr geçirdiği çağlarmış…” diyorlar; “Evlenmesin, bekârlık sultanlık.” diyorlar. Ama onlar Avrupalıların sözleri, Peygamber Efendimiz öyle söylemiyor.
Bu hadîs-i şerîfi de anlattıktan sonra sizlere bir de özel bir ibadeti size hatırlatmak istiyorum. Bu özel ibadetle bu konuyu size itmam etmiş olacağım.
Üçüncü konu; özel, kişinin kendisiyle ilgili bir ibadet;
Biliyorsunuz namaz kılmak sevaplı bir ibadet, oruç tutmak iyi bir şey, zekât vermek çok sevaplı, iyi bir şey; zenginler için, hacca gitmek güzel; zikir bir ibadet; Kur’an okumak bir ibadet; ilim öğrenmek ibadet...
Banları biliyorsunuz. Bir de Peygamber Efendimiz’in günlük yaşantı içerisinde bizlere bir tavsiyesi var. Bir insan geceleyin abdest alıp, birkaç rekât namaz kılıp, iki rekât, dört rekât, abdestli olarak yatmalı diye Efendimiz’den çeşitli hadîs-i şerîfler; tavsiyeler var.
Şimdi onlardan, o tavsiyelerden bir tane değil, birkaç tane okuyacağım ki bunun önemini anlayalım. Bu hususa sizleri teşvik etmek istiyorum.
Okuyacağım birinci hadîs-i şerîfi Abdullah b. Ömer radıyallahu anh, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki:
مَنْ بَاتَ طَاهِرًا، بَاتَ فِي شِعَارِهِ مَلَكٌ، ولَا يَسْتَقِرُّ سَاعَةً مِنَ اللَّيْلِ إِلَّا قَالَ الْـمَلَكُ: اللّٰهُمَّ اغْفِرْ لِعَبْدِكَ فُلَانٌ، فَإِنَّهُ بَاتَ طَاهِرًا
Men bâte tâhiren bâte fi şiârihim melekün velâ yestakirrun sâ’aten min leyli illâ kâle’l-melekü, allahumma’ğfir li’abdike fulân fe innehû bâte tâhiran.
Metn-i münîfini, mübarek metnini okuduğumuz bu hadîs-i şerîfin mânası ne?
“Müslümanlardan her kim ki, abdestli olarak yatarsa…” Abdest aldı, yatağa yattı, uyuyacak.
Bâte fi şiârihim melekün. “Onun iç çamaşırı ile vücudu arasında”
şiâr, “iç çamaşırı, içe giyilen çamaşır” demek, “Orada bir melek onunla beraber geceler.”
Ne diyelim?
“Koynunda bir melek geceler” desek herhalde yakışacak, güzel olacak. “Böyle temiz yatanın iç çamaşırında bir melek, koynunda bir melek geceler.”
Velâ yestakirrun sâ’aten min leyli. “Gecenin hiç bir vaktinde bu melek durmaz.”
İllâ kâle’l-melekü, “Bu melek daima der ki:”
Allahumma’ğfir li’abdike fulânün. “Allah’ım şu abdestli yatan, şu benim koynunda bulunduğum şu kulunu mağfiret eyle, bu kulunu affet…”
Fe innehû bâte tâhiran. “Çünkü bu tertemiz, abdestliyken yattı, bunu affı mağfiret eyle yâ Rabbi!..”
“Gecenin bir saniyesinde durmadan, o kul için daima Allah’a böyle dua eder.” Peygamber Efendimiz böyle diyor.
Bundan ne anlıyoruz?
Demek ki geceleyin yatarken taze abdest alacağız, namaz kılacağız iki rekât, dört rekât, abdestli olarak şöyle sağ yanımıza besmele ile yatıp güzel, abdestli bir şekilde uyuyacağız. Bu okumak istediğim birinci hadîs-i şerîf.
Biraz da zihninize perçinlensin diye birkaç rivayeti birden okumak istiyorum.
İkinci hadîs-i şerîf Abdullah b. Abbas radıyallahu anhümâ’dan, demin ki râviden:
مَنْ بَاتَ لَيْلَةً فِي خِفَّةٍ مِنَ الطَّعَامِ وَالشَّرَابِ يُصَلِّي، تَدَارَكَّتْ حَوْلَهُ الْحُورُ الْعِيْنُ حَتَّى يُصْبِحَ
Men bâte leyleten fi hiffetin mina’t-ta’âmi ve’ş-şerâbe yusallî tedâreket havlehu’l-hûru’l-înu hattâ yusbiha.
“Bir kimse geceleyin yatarken şöyle az yemiş olarak, az meşrubat içmiş olarak ve namaz kılmış olarak gecelerse; ibadet edip uyursa…”
Tedâreket havlehu’l-hûru’l-în. “O iri gözlü, uzun kirpikli, o güzelim cennet hurileri sabaha gelinceye kadar etrafında birbirleriyle tokuşurlar, çarpışırlar.”
“Ben bunun yanına yaklaşacağım, ben bunun yanına geleceğim diye birbirleriyle bir izdiham içinde melekler, etrafında sabaha kadar izdihamlı bir şekilde dururlar.” demek oluyor.
Kim bu kimse?
Yatarken az yemek yemiş, az meşrubat içmiş, midesi şişkin değil. Bu da bir önemli husustur. Zamanımızın doktorları da zaten “İnsanın yatarken akşam yemeğini az yemesi sıhhati için çok iyi…” diyor; ama bunu Peygamber Efendimiz o zamandan söylemiş.
Hafifçe yemiş, az içmiş, midesi rahat, midesinde bir izdiham, şişlik yok ve bir de; yusalli, namazı da kılmış bir halde iki rekât, dört rekât ne kadarsa kılmış. Etrafına hûrî kızlar üşüşüyorlar, birbirleriye itişip kakışarak, çarpışarak, ceng ü cidâl mânasında değil de, çok olduklarından. Ne yapsınlar, kendilerine bir yer bulmak için sabaha kadar böyle izdiham içinde bu hûrî kızları olacak. O cennetin hûrî kızları ki onları anlatırken Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Eğer hûrî kızlarından bir tanesi serçe parmağının ucunu şu dünya halkına gösterseydi -işte hûrî kızıyım, işte parmağı, yüzü değil de sadece parmağının ucu- bütün dünya ışıl ışıl aydınlanırdı.”
İşte o hûrî kızları etrafına toplanacak.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Üçüncü hadîs-i şerîfi okuyorum. Enes radıyallahu anh’ten rivayet edilmiş;
مَنْ بَاتَ عَلَى طَهَارَةٍ، ثُمَّ مَاتَ مِنْ لَيْلَتِهِ، مَاتَ شَهِيدًا
Men bâte alâ taharetin sümme mâte min leyletihî mâte şehîdâ.
“Kim temiz olarak, abdestli olarak gecelerse, o gece de eceli gelir de vefat ederse…” Akşamleyin abdestli yatmıştı bu mübarek ama ne yapalım ömrü bu kadarmış, geceleyin ecel geldi vefat etti, abdestli olarak yatmış olduğu gecede vefat ederse…
Mâte şehidâ. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; “Şehit olarak ölmüş olur.”
Hayat önemli, hepimiz yaşıyoruz. Allah afiyetli, sıhhatli, mutlu, huzurlu güzel bir ömür nasip etsin, hepinize, hepimize uzun ömür nasip etsin.
Yaşamak güzel fakat ölüm de çok mühim bir olay. Kimsenin nasıl öleceği belli olmuyor. Kimisi çok ızdırap çekiyor. Peygamber Efendimiz bildirmiş ki; “Ölüm kolay bir olay değil.”
Bir insana elli defa kılıç vurulmuş gibi acı çeker. Bazı vefat eden insanlar, o ölümün çırpıntıları, sekerât-ı mevtin halleri, ızdırapları, insanın kanı çekilip canı çıkarken bazılarına çok zor olacak.
Sonra bir başka nokta var. Şeytan insanın öleceği zaman gelip onu imanını almaya çalışır. Onun kâfir olarak ahirete göçmesi için en son uğraşını, mücadelesini verir, kandırmaya çalışır. Allah’ın varlığını inkâr ettirmeye çalışır, dinden imandan çıkartmaya çalışır.
Şimdi şeytan yanına sokuldu mu, tehlikeli bir mahlûk yanına sokulmuş. Tam o zaman da büyük bir tehlike var, Allah etmesin belki de kandırır, kandırabilir. Şeytan çünkü usta bir mahlûk; kandırabilir. Şeytan yanına gelmesin, imanını almasın, kötü bir hâtime ile suihâtime ile imansız olarak ahirete göçmesin diye insanın her türlü tedbiri alması gerekiyor. Ne türlü fedakârlık yapması gerekiyorsa yapması gerekiyor.
Ama o kadar büyük fedakârlığa, lüzum yok. Peygamber Efendimiz müjde veriyor. Bize yol gösteriyor, gece abdest alarak yatmış olan bir insan geceleyin şehit olarak ölmüş olur. Şeytan yanına gelemez, imanını alamaz, ölümü de bir şehit gibi, öyle mü’min-i kâmil olarak şehit gibi ölür. Şehit ölür dediğine göre abdestli yattığı için âhirette şehit sevabı alacak.
Ben bu hadîs-i şerîfleri okuyunca çok sevindiğim için siz de sevinirsiniz diye bu hadisleri okudum. Ama mürşid-i kâmillerimize, şeyhlerimize, hocalarımıza dua etmeden sözümü bitirmek istemiyorum.
Allah razı olsun, bu mürşid-i kâmillerimiz, hocalarımız; bize bu ilimleri kendileri öğrenip, hadîs-i şerîfleri okuyup, Kur’ân-ı Kerîm ayetlerini okuyup hazmedip, İslâm’ı en derin mânasıyla, en derin noktalarına kadar tetebbu edip, öğrenip de bizi o bilgilerine göre yetiştirdi.
Hassaten bu okuduğum Râmûzü’l-ehâdîs kitabını yazan Gümüşhaneli Ahmed Ziyâedîn Efendimiz. Süleymaniye’de Kanuni Türbesi’nin yanında türbesi olan büyük alim, büyük muhaddis, hadis alimi Gümüşhaneli Efendimiz. Sonra kendisini gördüğümüz, elini öptüğümüz, duasını aldığımız mübarek Mehmed Zahid Kotku Efendimiz, Ankara’da hakkında cami var, adına İstanbul’da camiler var, mektepler var. Onlara dua ediyoruz.
Neden?
Çünkü bunları bize onlar öğrettiler. Biz kitaplarda okumadan önce âdet olarak bu mübarek zatların hayatlarında bunları gördük, onlardan bu tavsiyeleri aldık, şimdi hadisleri okuyoruz da onların bize ne kadar güzel yollar gösterdiğini anlamış oluyoruz. Onu anladığımız için onlara minnettarlığımız var.
İçinde size şimdi bu hadis dersini verdiğim Şakran’daki hacı kardeşimizin evine de hocamız gelmiş, burada, odasında namaz kılmış, ondan da bir haz duyduğum için o büyüklerimizi o bakımdan da anmak istiyorum.
Allah makamlarını âlâ eylesin. Cennette yüksek makamlar ihsan eylesin. Şefaatlerine, himmetlerine, teveccühlerine cümlemizi nâil eylesin. Bize ne kadar sevaplı şeyler öğretmişler. Ben de bu cuma sohbetinde onlardan öğrendiğimi size nakletmiş oldum, üç tane delil olarak, hadis okuyarak.
Bundan sonra demek ki geceleyin yatarken, bir güzel kişisel âdetiniz olsun. Bu, kendinize mahsus sevap kazanmak için bir itiyadınız oluyor. Abdest alacaksınız, abdestinizi tazeleyeceksiniz. İki rekât, dört rekât namaz kılacaksınız, besmeleyle şöyle yatağa yatacaksınız.
Ne faydası var?
Etrafınıza hûrî kızları toplanacak. İzdihamlı bir şekilde, birbirleriyle itişe kakışa bu Allah’ın mübarek kulu diyerek, sizin yanınızda olmak isteyerek hûrî kızları toplanacak. Bir melek sizin koynunuzda geceleyecek.
“Yâ Rabbi! Bu abdestli yattı, tertemiz bir kul, bunu affı mağfiret eyle.” diye sabaha kadar durmadan size dua edecek. O gece ecel gelirse şehit olarak vefat edeceksiniz. Bunu adet edindiğiniz zaman inşaallah bir zaman gelir yine böyle abdestli bir vakitte ölüm geldiği zaman böyle abdestliyken olmuş olur.
“Hasta olup da insan abdest alamamış olsa?” diye bir soru geldi aklıma. Hasta da, kanıyor da her tarafı, abdesti tutmuyor da yatakta olduğundan böyle abdest alamadı. Geceleyin böyle yatamadı ama o gece öldü.
Onlar hakkında müjde var. Hastalar hakkında müjde var. Peygamber Efendimiz bildiriyor, Allahu Teâlâ hazretleri meleklerine der ki:
“Benim bu hasta kulum sıhhatliyken neler yapıyorsa şimdi hasta olduğu için yapamıyor ama yapmış gibi onun defterine o sevapları yazın.”
Allahu Teâlâ hazretleri âdet edinilmiş olan şeyleri, hastalık ve mazeret sebebiyle yapamayan insanlara yapmış gibi sevap veriyor.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri!
Sanıyorum sizin yüzünüzü güldürecek, sevindirecek müjdeli birkaç hadis sizlere nakledebildim.
Allah bu güzel günün hayrından, bereketinden, manevî mükâfatlarından cümlenizi istifade ettirsin. Cümlenizi rahmetine gark eylesin, rahmet deryasına daldırsın. Rahmet suyuyla yıkayıp pırıl pırıl nurlu müslümanlar eylesin. İki cihan saadetine mazhar eylesin. Sevdiklerinizle beraber cennetiyle, cemaliyle müşerref eylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû.