es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumanız mübarek olsun. Allah hepinizden razı olsun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in rahima’llâhu diye başlayan hadîs-i şerîflerinden birkaç tanesini size okumak istiyorum.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîflerinden bir tanesi şöyle:
Hz. Âişe validemiz rivayet eylemiş.
Hz. Âişe anamız radıyallahu teâlâ anhâ İslâm’ı çok iyi bilen, birçok konularda derin bilgi sahibi olduğu için yaşlı sahabîlerin dahi gelip kendisine soru sordukları ashâbın yedi fakih[inden] -dini çok iyi bilen, fetva veren, fetvaya muktedir isimlerinden- birisi.
Hz. Âişe anamız radıyallahu teâlâ anhâ rivayet ediyor ki;
رَحِمَ اللهُ امْرَأً كَفَّ لِسَانَهُ عَنْ أَعْرَاضِ الْـمُسْلِمِينَ. لَا تَحِلُّ شَفَاعَتِي لِطَعَّانٍ وَلَا لِلَعَّانٍ
Rahima’llâhu’mre’en keffe lisânehû an a’râdi’l-müslimîn. Lâ tahillu şefâatî li-ta’ânin ve lâ li-la’ânin.
Bu hadîs-i şerîfin kelimelerini izah edeyim:
Rahima’llâhu, Arapça dua siygası, dua maksadıyla söylenmiş bir cümle; “Allah rahmetine erdirsin, rahmetine mazhar eylesin.” Mâzi siygasıyla ama dua mânasına.
Hepiniz duymuşsunuzdur: Arapça’da bazı kelimeler, mesela sahâbe-i kirâm konuşulduğu zaman, ismi geçtiği zaman radıyallahu anh diyoruz. Aslında radiye, lugatı tam açıp baktığınız okuduğunuz zaman mâzi siygasıdır. Radıyallahu anh, “razı oldu” demektir. Ama Araplar mâzi siygasını dua mânasında kullanırlar, ona “inşâî mânası” derler. Öteki mânasıyla kullanırlarsa ona “ihbârî mânası” derler.
Buradaki
rahima’llah da “Allah rahmet etti.” demek. Zaten ibarenin devam edişinden de dua mânasına geldiği anlaşılıyor. “Allah rahmet etti.” mânasına değil de, “rahmet eylesin” mânasına kullanılıyor. Arapça’da mâzi siygaları dua makamında kullanılır diye, bunu da öğrenmiş oluyorsunuz.
Burada Peygamber Efendimiz dua buyurmuş:
Rahima’llâhu’mre’en. İmre’, Arapça’da “erkek kişi” demek. Eğer hanım olursa imre’eten derler; bunun müennesi, sonuna te harfi gelmiş şekli. Kâtip, “erkek yazar”; kâtibe, “yazı işleriyle meşgul olan hanım kişi” demek olduğu gibi... Muallim, “öğreten kimse”; muallime, “hanım öğretici”; mürebbi, “terbiye eden”; mürebbiye, “hanım terbiye edici” gibi...
İmre’, imru’un Arapça’da “kişi” demek. Müennesi
imre’etün, yani “kadın” demek. Ama daha önceki konuşmalarımda da geçmişti; “kişi” deyince artık erkek de kadın da, genç de yaşlı da, hepsi umumî olarak kastedilmiş oluyor.
Rahima’llâhu’mre’en. İmre’ kelimesinin ilk harfi de hemze-i vasıldır, kendinden önceki kelimeye bağlanır. Onun için hemze-i vasıl arada kaldığı zaman okunmaz.
“Allah şu kişiye rahmetini ihsan eylesin, rahmetine o kimseyi daldırsın, rahmetini kazanmış kimselerden eylesin.”
Kim?
Keffe lisânehû an a’râdi’l-müslimîn. “Müslümanların ırzlarından dilini çeken kişiye Allah rahmet eylesin, rahmetine mazhar eylesin, rahmetine erdirdiği kimselerden eylesin.”
A’râdi’l-müslimîn, “müslümanların ırzları” demek. Yani “namusu, haysiyeti” demek.
İnsan lisanıyla birisine sataşırsa, kötü söz söylerse, hakaret ederse onun şerefine, haysiyetine söz söylemiş olur, gölge düşürmüş olur, taan etmiş olur, sataşmış olur, saldırmış olur. Bu, lisanla işlenen günahlardan birisidir.
İnsanlar çeşitli günahlar işleyebiliyor. Bunlardan kimisi gözle işleniyor, kimisi dille işleniyor, kimisi diğer âzâsı ile; eliyle, ayağıyla, kulağıyla ve sâir âzâsıyla işlenebiliyor.
Dil, çok günah kazandıran, insanı çok cezalara belalara uğratan, insanın dünyada âhirette başını derde sokan bir uzvu. Dilini kullanmaya çok dikkat etmesi lazım. Dilini Allah’ın emrettiği bir yolda, helal işlerde kullanması lazım.
Tabii insanın dili, lisanı çok güzel bir âlet, Allah’ın çok büyük bir ikramı. İnsan dili sayesinde başka insanlarla konuşuyor, derdini anlatıyor, çeşit çeşit işlerini görebiliyor.
Ama dil aynı zamanda onu günah yolunda kullanırsa günaha girmesine sebep olabiliyor. Günah yollarından bir tanesi insanın diliyle başkasının haysiyetini kıracak, şerefine leke düşürecek, üzecek, onu küçük düşürecek birtakım laflar söylemesidir. Bundan sakınması lazım.
“Irz” deyince biz daha başka cinsel suçları düşünüyoruz. Burada o mânaya değil; “haysiyeti, şerefi” demek.
“Müslümanların haysiyetine, şerefine sataşmaktan, onları kötülemekten dilini tutan kimseye Allah rahmet eylesin.”
Sevgili, muhterem Akra dinleyicilerim!
İnsanlar bu konuşma vasfı olan dillerini, lisanlarını -çok kere- bir araya geldiklerinde maalesef günah işleyecek şekilde, gıybette, dedikoduda, onu bunu çekiştirmekte kullanırlar.
Gıybet ne demekti?
Gıybet de önemli suçlardan, günahlardan birisi. Kişinin o toplantıda bulunmayan bir kimsenin arkasından, aleyhinden kötülüklerini söylemesidir. Kötülükleri olsa bile söylemek İslâm’da yasak. Gıyabında o yokken, arkasından onun kötülüklerini söylemek İslâm’da yasak.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerine diyorlar ki;
“Yâ Resûlallah, iyi ama ya söylediğimiz kusur o kişide varsa, doğru söylüyorsak?..”
“Olsun, doğru da söyleseniz gıybettir, günahtır. Zaten doğru olmayan bir sözü söyleseniz, adamcağızın olmayan bir [kusurunu] olmadığı halde varmış gibi söylerseniz o iftira olur.”
İftira da günah. İnsan onu da yapmayacak. Masum, hiç suçu olmayan kimseye iftira ediyor. “Şöyle yaptı, böyle yaptı...” Hani “kuru iftira” diyoruz, “Allah kuru iftiradan saklasın.” diyoruz. Bu zaten günah, elbette günah...
Ama olan bir şeyini çekiştirmeyi de dinimiz yasaklıyor. Onun aleyhinde konuşmayı yasaklıyor. Buna da “gıybet” diyoruz.
Herkes biliyor da, yine de insanlar bir araya geldi mi birbirlerini gıybet ediyorlar. O toplantıda olmayan, bulunmayan birisinin aleyhinde konuşuyorlar. Bu alışkanlık...
Biraz da şeytan insana günah olan şeyleri allar pullar, tatlı gösterir, teşvik eder, yaptırtır. İnsanlar biraz da gıybeti, dedikoduyu seviyor.
Dikkat ederseniz radyolarda konuşmacılar vardır, gazetelerde sütun yazarları vardır; dedikodu sütunudur. Sosyete dedikodusu; neler olmuş, neler kalmış, sosyeteden kim evlenmiş, kim boşanmış, kim kavga etmiş, kim barışmış... İnsanoğlu da bu dedikodu sütunlarını zevkle okuyor. “Dur bakalım falanca artistin ne maceralar başından geçmiş?..” diye takip ediyor, istiyor, okuyor da onun için gazeteler onun dedikodusu için bir bölüm ayırıyorlar, bir sütun açıyorlar, bir de “dedikodu sütunu” diyorlar. Ama dedikodu günah, İslâm’da yasak olan bir şey.
Niçin yasak?
Her şeyin sebebini, hikmetini de düşünmemiz lazım. “İbadetlerin, Allah’ın emirlerinin sebebi ne? Acaba ne sebeple emredilmiş? Hikmeti ne?” Bunu araştırmak lazım.
Hikmet, “bir işi yerli yerince, usûlünce, doğru, güzel yapmak” demek.
Allah’ın her işi hikmetlidir, her emri hikmetlidir, her yasağı hikmetlidir. Bir sebebi vardır.
İçki yasak.
Neden?
İnsanın aklını başından alıyor; olmadık rezalet, kepazelik sarhoşluk anında yapılabiliyor.
Neden?
Aklı başından gittiği için. Onun için İslâm içkiyi yasaklamış.
Gıybetin yasak olmasının sebebi nedir?
O gıybeti yapılan kimse kötüleniyor, sevilmiyor. O duyduğu zaman gıybeti yapan kimseye darılıyor. Toplumda geçimler bozuluyor, dostluklar zedeleniyor, insanlar birbirlerine küsüyor. Halbuki İslâm’da küsmek haram! Kişinin bir başka kimseye üç günden fazla dargın durması yasak. Kalp kırmak yasak. Böylece toplumun yapısı bozuluyor. Toplum çatlıyor. İnsanlar birbirlerinden uzaklaşıyorlar. Toplumun içtimâî yapısı bozuluyor. Bozucu bir şey olduğundan, kötü bir şey olduğundan İslâm bunu yasaklamış.
Bu biraz da şeytanın teşvik ettiği, biraz da tatlı bir günah olduğundan... Zaten günahların çoğu tatlıdır; tatlı tatlı yapılır. İnsan güle güle günah işler, ağlaya ağlaya âhirette cezasını çeker. Günahların tatlılığına aldırmamak lazım. Zehiri balla beraber, tatlı şekerle beraber yutturup da insanı zehirledikleri gibidir. Şeytan insana günahı tatlı tatlı gösterip yaptırır.
[İnsanın] dilini tutması lazım. İftira etmeyecek, yalan söylemeyecek.
Dille başkalarının haysiyetlerini zedelemek başka nasıl olur?
Küfür etmek olur, ağır hakaretler olur, kötü sözler söylemek olur.
Bazı insanlar asabî, sinirli oluyorlar.
“Karşımdaki adamın ben aleyhinde konuşmuyorum, yüzüne söylemekten çekinmem, dobra dobra söylerim!”
İyi söyle bakalım... Açıyor ağzını, yumuyor gözünü; öyle ağır laflar söylüyor ki... Kavga çıksa kavgadan da korkmuyor. “Kavga çıkarsa ben onu yenerim, ben ondan daha kuvvetliyim!” gibi bir düşünceyle söylüyor. Ama söylediği sözler teraziye konulduğu zaman adaletli, doğru, haklı değil.
Bazı insanlar kendisini haklı sanıyor, böyle tipler var; kendisinin her yaptığı şeyin çok iyi olduğunu sanan ve bu hususta ısrarlı olan kimseler var. Karşısındakinden korkmadığı için öyle laflar söylüyor ki dinleyen üzülüyor. Bu da haysiyetine, ırzına sataşmadır, yüzüne karşı sataşmadır.
Yokken konuşsa, aleyhinde gıybet dedikodu yapsa o da bir çeşit sataşmadır. İftira etse o da bir çeşit diliyle sataşmadır. Yalan söylese o da zararlı... Dille yapılan günahların böyle çeşitleri var.
“Müslümanların haysiyetlerine, onur -onur dışarıdan gelme bir kelime- [ve] şereflerine sataşmaktan kendisini tutabilen, frenleyebilen, ‘Bu günahtır!’ diye yapmayan kula Allah rahmet etsin.” diye Peygamber Efendimiz’in duası var.
Dedik ya, bu cuma gününde Peygamber Efendimiz’in dua ettiği bazı tip insanlardan, bazı cins olaylardan bahsedeceğiz diye, işte onlardan birisi: Allah Resûlü, duası makbul olan Peygamber-i Zîşânımız Muhammed-i Mustafâ sallallahu teâlâ aleyhi ve sellem Efendimiz dua ediyor.
Kime?
Müslümanların haysiyetlerine, şereflerine, ırzlarına dil uzatmaktan kendisini tutan, alıkoyan, bunu yapmaktan kaçınan bir kişiye Allah’tan rahmet diliyor. “Allah onu rahmetine erdirsin.” diyor.
Sonra, aynı konunun devamı olarak buyuruyor ki;
Lâ tahillu şefâatî. “Benim şefaatim helal olmaz...”
“Benim şefaatime eremez. Ben ona şefaat etmem.”
Kim?
Li-ta’ân. “Taan edene, taan etme işini çokça yapan...”
Ve lâ li-la’ân. “Lanet eden kimse...”
“Laneti çok yapan kimseye benim şefaatim helal olmaz.”
“Benim şefaatim helal olmaz.” ne demek?
“Ben böyle bir kimseye şefaat etmeyeceğim.” demek.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerine Allahu Teâlâ hazretleri âhirette şefaat lütfunda bulunacak;
“Ey benim Habîbim, ey Muhammed-i Mustafâm! Sana şefaat hakkını verdim. Şefaat eyle!” diyecek.
Peygamber Efendimiz de bazı kimseler hakkındaki dileklerini, af isteklerini Allahu Teâlâ hazretlerine bildirecek. Allah da onun şefaatini kabul edecek.
Bu sebepten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin sıfatlarından birisi nedir?
eş-Şâfi’. “Şefaat edici.”
Sonu aynlı.
eş-Şâfî dersek onun mânası şifadan gelir. O değil.
eş-Şafi’. “Şefaat eden.”
Bir sıfatı da
el-Müşeffa’; şefaati kabul olunan, şefaat hakkı kendisine bahşedilip “Hadi şefaat et, şefaatini kabul edeceğim.” diye şefaat hakkı ve selâhiyeti ve imkânı verilen kimse.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz müjdelemiş:
“Ben bana inanan, bağlanan ümmetime şefaat edeceğim.”
İnsan düşünür; “Gece gündüz ibadet eden, namaz kılan, oruç tutan mübarek müslümanlar; Peygamber Efendimiz onlara şefaat edecek. Acaba yüzü kara, kusurlu, eksikli, bîçâre, düşmüş, hataları işlemiş öteki müslümanlar ne olacak acaba?” diye insanın aklına gelir.
Peygamber Efendimiz onlar hakkında da müjdelemiş:
شَفَاعَتِي لِاَهْلِ الْكَبَائِرِ مِنْ اُمَّتِي
Şefâatî li-ehli’l-kebâiri min ümmetî. “Benim şefaatim ümmetimin büyük günah işlemiş olanlarına dahi olacak.”
Demek ki Ümmet-i Muhammed’e Peygamber Efendimiz şefaat edecek. Âbid, zâhid, hâlis, muhlis, salih müslümanlara elbette şefaat edecek. Ama bir de günahkârlara bile şefaat edecek. Hata günah işlemiş bile olsa; “Yâ Rabbi! Bu benim ümmetimdir. Yâ Rabbi! Bunu afv u mağfiret eyle!” diye divân-ı ilâhîde secde ederek Allahu Teâlâ hazretlerinden onun affedilmesini isteyecek.
Ama Peygamber Efendimiz bazı kimseleri -şefaat etmeyecek- şefaatinden hariç tutacak. Bunu bilmek lazım. İnsan günah işleyebilir ama bazı günahları işleyenlere şefaat eylemeyeceğini Peygamber Efendimiz önceden bildiriyor. Onlar şefaate mazhar olmayacak.
Onlardan birisi kim?
Lâ tahillu şefâatî. “Benim şefaatim helal olmaz.”
Li-ta’ân. “Taan edenlere...”
Ta’ân, fa’âl vezninde mübalağa siygasıdır; çok taan eden. Bazı insanlar ona buna çok sataşır. Taan etmek, “saldırmak, sataşmak” demek. Ona buna çok sataşır, onu bunu üzer, kalbini kırar, aleyhinde laflar sözler söyler. Herkes onun dilinden korkar, “Aman Allah saklasın! Allah şunun hışmına uğratmasın!” diye...
Çok taan eden kimseye Peygamber Efendimiz şefaat eylemeyecek.
Neden?
Çok taan ediyor, ortalığı karıştırıyor, cemiyetin huzurunu bozuyor.
Başka?
Ve lâ li-la’ân. La’ân da, “laneti çok yapan” demek.
Bazı insanlar maalesef dilini, kalbini, kafasını güzel terbiye etmemiş. Bu biraz aileden de geliyor. Aile terbiyesi, aile görgüsü, toplum, çevresindeki insanlar böyle şeyleri çocukluğunda insanın kafasına farkına varmadan yerleştiriyorlar. Bazı insanlar çok lanet edicidir. “Allah kahretsin! Allah belasını versin! Allah mahveylesin! İki gözü çıksın! Gözleri kör olsun!...” Halkın kızdığı zaman, ağzını açıp gözünü yumduğu zaman birisinin aleyhinde neler söylediğini düşünün...
Tabii birisinin aleyhinde böyle korkunç şeyleri istemek nedir?
Lanet etmektir. Feci şeyleri “onun başına gelsin” diye istemek. Bu da doğru değil.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’e dediler ki;
“Müslümanlara zulmeden şu kâfirleri, müşrikleri lanet et de Allah kahretsin.”
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
“Ben lanetçi bir peygamber olarak gönderilmedim, rahmet peygamberi olarak gönderildim.” dedi.
“Yâ Rabbi! Benim kavmimi affet. Çünkü onlar henüz daha İslâm’ın ne olduğunu bilmiyorlar; benim senin hak Resûlün olduğumu tam iyi anlayamadılar da bu hatalı davranışları ondan oluyor. Sen bunları bağışla.” diye dua etti.
Müslümanlar zulme uğradıkça, haksızlık gördükçe, işkence gördükçe beddua etmedi, lanet etmedi.
Kendisi lanet etmediği gibi, kendisinin güzel huyları herkesin iyiliğini istemesi dolayısıyla lanet etmeme tarzında olduğu gibi, bizim de lanet edici kimse olmamamızı tavsiye buyuruyor.
Ve bu hadîs-i şerîfte tehdit var:
“Lanetçi, laneti çok yapan kimseye benim şefaatim helal olmaz. Yani şefaat etmeyeceğim.”
O halde müslüman olarak, Peygamber Efendimiz’in ümmeti olarak dilimize sahip olacağız. Sağa sola dilimizle sataşmayacağız. Dilimizle lanet etmeyeceğiz, sağımıza solumuza kötü kötü sözler, beddualar yağdırmayacağız.
Böyle yaparsak, dilimizi müslümanların haysiyetlerinden, şereflerinden, onları zedelemekten uzak tutarsak, alıkoyabilirsek o zaman Allah’ın rahmetine erelim, diye Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz dua eylemiş.
Böyle dua ettiği ikinci tip-cins insanları gösteren bir başka hadîs-i şerîfini okuyalım.
رَحِمَ اللهُ عَبْدًا تَكَلَّمَ فَغَنِمَ، أَوْ سَكَتَ فَسَلِمَ.
Rahima’llâhu abden tekelleme fe-ğanime ev sekete fe-selime.
Bu da çok kısa bir hadîs-i şerîf. İnsan Arapça bilmese bile hemen ezberleyebilir. Veyahut zaten insanın yanında kalem defter varsa böyle konuşmaları hemen yazabilir.
Ben hepinize tavsiye ediyorum. Üniversitede ders verirken de tavsiye ederdim:
Çağdaş bir insanın, münevver bir insanın yanında ne olması lazım?
Kağıt olması lazım, bir.
Kalem olması lazım, iki.
Kâğıt, kalem; küçük bir şey. Göğüs cebinde, kalbinin üstündeki küçük üst cebinde, kolayca hemen elini uzatıp alabileceği cebinde veya iç cebi de olabilir... Artık defteri nereye koyacaksanız, o sizin hürriyetiniz, ben ona karışmayayım. Ama dikkat ederseniz o göğüs cebine, üst cebine ne koyuyorlar?
Mendil koyuyorlar.
Neden?
İnsan birden bir hapşırır veya birden üstüne bir şey dökülür; mendilin çok çabuk hemen ele geçmesi lazım. Cebinde olursa, derinde olursa, cebi kalabalık olursa; arayacak da, mendilini bulacak da üstüne döküleni silecek veya hemen hapşırmadan önce mendili alacak, ağzını burnunu kapatacak da etrafa hapşırdığı zaman, öksürdüğü zaman bir şeyler ağzından burnundan saçılmayacak...
Mendil nereye konuluyor?
Yakışıklı güzel bir şekilde, hoşa gidecek bir şekilde hemen göğüs cebine konuluyor; hatta mendilin ucu da dışarıya çıkartılıyor. Oraya süs olarak konuluyor ama aslında süs değil; bir görevi var, vazifesi var, ondan oraya konuluyor.
Neden?
Çok aniden birden burnunuz kaşındı, hapşıracaksınız, az kaldı; hemen ucundan mendili çekeceksiniz, ağzınıza burnunuza kapatacaksınız; nâhoş bir şey olmasın, karşınızdakinin yüzüne, masadaysanız tabağına vesairesine sizin hapşırdığınız, öksürdüğünüz zaman bir şeyler sıçramasın diye... İnsanın burnunu kapatması lazım. Acil, mühim bir yerde, kısa zamanda ulaşabileceği bir yerde bir mendil konuluyor. Güzel...
O mendil süs mendili de değil; kullanılabilen, vazifesi olan bir mendil. Orada süs olarak duracaksa; ben işe yaramayan, mahiyeti unutulmuş olan alışkanlıkları sevmiyorum. Oraya mendil konuluyor, dikiliyor, mendil orada duruyor; olmaz. Hiç çıkmayacak, orada duracak; olmaz. Kullanılabilen bir mendil olmalı orada da, hemen ucu da dışarıda; eli ıslak bile olsa elbisesine değmeden ucundan hemen çekip ağzını burnunu tutacak, silebilecek bir şey...
Onun gibi, münevver bir insanın yazlık da olsa, üzerinde gömlekle bile geziyor olsa, ceketi de olmasa küçük bir defteri olmalı, küçük bir kalemi olmalı. Bazen defterlerin arka tarafına kalem sokma yeri yapıyorlar; defter kalem ikisi bir arada oluyor, o daha güzel. Küçük bir şey...
Neden?
Hemen not almak için... Kısa zamanda, kalem de yanında, unutmadan hemen yazıya geçirmek için.
Telefon numarası olur, güzel bir söz olur, şiir olur, hatırına gelen bir fikir olur... Böyle bir defteri olması lazım.
Buna ne diyoruz?
“Hafıza defteri” diyoruz. Hani insanın hafızasına güvenmediği zaman, “Hatırımda kalmaz belki, aman şunu hemen yazayım!” diye anında not alıp yazacağı bir defteri olması lazım.
Tabii bu gibi şeylere çok önem veren insan defteri biraz daha büyük tutabilir, iç cebine koyabilir; daha rahat, teferruatlı şeyler yazacak bir şekilde olabilir.
İşte bu da öyle küçücük cümle, küçük bir hadîs-i şerîf; kelimeleri az ama mânası son derece güzel.
Efendimiz dua ediyor:
Rahima’llâhu abden. “Allah şu kula rahmet eylesin...”
“Rahmetine mazhar eylesin, rahmetine gark eylesin, rahmetine erdirdiği kullardan eylesin şu kulu ki...”
Tekelleme fe-ğanime. “Konuştu ve kendisine ganimet sağladı.”
Konuştuğu zaman güzel, faydalı, sevaplı şeyler söyledi. Bu sözlerinden dolayı Allah’tan mükâfat aldı, sevap kazandı. Defter-i a’mâlinin hayır sayfasına çok çok sevaplar yazıldı. Ne mutlu böyle bir kimseye...
“Konuşup sevap kazanana ne mutlu!”
Bir de;
Ev sekete fe-selime. “Yahut da sustu, böylece selamette kaldı.”
Susmak nedir?
İbadettir. Sükût ibadettir.
Sükûtun ibadet olduğunu bilip lüzumsuz konuşmaktansa sükût etmeyi, sükûtumuz esnasında da çok sevaplı bir ibadet olan tefekkür eylemeyi unutmayalım diye zaman zaman sizlere hadîs-i şerîflerin arasında hatırlatıyorum. İnsan ya sükût edecek ya da hayır söyleyecekse o zaman konuşacak.
İnsan sükût ettiği zaman ne oluyor?
Birtakım günahlardan sâlim oluyor, selâmette oluyor. Sükût ettiği zaman günah çalışmıyor; gıybet yok, dedikodu yok, yalan yok, kalp kırmak yok, iftira yok, zararlı bir konuşma yok, yalan yanlış yok, toplumun yapısını bozan, insanları küstüren, darıltan, üzen şeyler yok. O zaman insanın kendisi selâmette oluyor, rahat etmiş oluyor. O da güzel bir şey...
Ya konuşacak, konuştuğu zaman sevap kazanacak; ya da susacak, sustuğu zaman selâmette olacak.
“Ya konuşup sevap kazanan ya da susup selâmette olan kula Allah rahmetini ihsan eylesin. O kulu rahmetine erdirsin.” diye, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz dua ediyor.
Biz de o halde konuşmamızın önemli olduğunu düşünelim, sevaplı bir şeyi söyleyeceksek ağzımızı açıp konuşalım, düşündükten sonra konuşmaya karar verip öyle konuşalım; yahut da susalım.
Susunca bir şey kaybediyor muyuz?
Hayır, susunca insan sevap kazanıyor, kaybetmiyor, iyi oluyor.
Şeyh Sâdi’nin Gülistan’ında güzel sözler vardır. Bir şeyi insan nasihat olarak söylediği zaman bunun enini boyunu, hududunu da söylemeli. Nasreddin Hoca’nın çocuğu gibi; söylenen şeyleri yapıyor ama yaptığı zaman tersini yapıyor, sonunda zarar oluyor. Veyahut Keloğlan’ın masalında[ki gibi]; kendisine tavsiye edilen şeyi yapıyor ama yersiz kullandığı için yine başı derde giriyor. Yerli yerinde kullanmak da önemli.
Sükût edeceğiz; hayrı söylemekte sükût edersek o da yanlış olur. Konuşacağız; ama konuşmanın zararlı olduğu yerde konuşursak yine yanlış oluyor. Konuşmanın da sükûtun da zamanını bilmek, yerini bilmek, gerektiği zaman bunları kullanmak lazım; bu da çok önemli! Konuşmanın ve sükûtun zamanını bilmek...
Şeyh Sâdi Gülistan’da diyor ki;
“İki şey insanın kafasını kızdırır, insan sinirlenir:
Bir; konuşulacak yerde susmak.
İki; susulacak yerde konuşmak.”
Konuşulacak yerde susmak. Mesela adam karşısındakine nasihat edecek, etmiyor. Çocuğuna söyleyecek, söylemiyor. Veyahut şahitlik edecek, etmiyor. Bir haksızlığı engelleyecek; “Adam konuş da engelle...” Veyahut bir konuda fikrini söyleyecek, “Ben şu kanaatteyim.” diyecek, “Bunu böyle yapmayın.” diyecek, yapmıyor. Bu, insanı kızdırır.
Konuşulacak yerde konuşmak lazım, susmamak lazım. Susulacak yerde susmak lazım, konuşmamak lazım.
Hoca efendi çıkmış kürsüde vaaz veriyor; cemaat yan yana oturmuşlar, birbirleriyle konuşuyor.
Orası konuşma yeri değil; dinleme yeri. Konuşacaksan caminin dışında konuşursun, sonra konuşursun.
Kur’ân-ı Kerîm okunuyor, iki kişi yan yana gelmiş; “Nasılsın, iyi misin? Çoluk çocuk nasıl?..”
Olmaz. Allah’ın kelâmı konuşuluyor.
Veyahut konferans veriliyor veyahut diyelim ki ilâhi okunuyor, çok kıymetli sanatkârlar çıkmışlar; bu burada gelmiş çoluk çocuğuyla, çocuğu dizine almış, konuşuyor.
Olmaz. Nezaketsizlik. Salondaki öteki insanlar başını çevirip bakıyorlar, rahatsız oluyorlar.
Her şeyin zamanını bilmek de önemli.
Demek ki konuşulacak zamanda konuşup sevap kazanmaya çalışmalıyız. Zamanını iyi düşünmeliyiz, yerli yerinde olmasına dikkat etmeliyiz. Ya da susup selâmette olmalıyız. Böyle yapınca da Peygamber Efendimiz dua ediyor.
Bir hadîs-i şerîf daha okuyacağım.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in böyle dua ettiği kimselerden birisi...
Yine Hz. Âişe validemiz rivayet eylemiş.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
رَحِمَ اللهُ امْرَأً اكْتَسَبَ طِيبًا [طَيِّبًا]، وَأَنْفَقَ قَصْدًا، وَقَدَّمَ فَضْلًا لِيَوْمِ فَقْرِهِ وَحَاجَتِهِ
Rahima’llâhu’mre’en iktesebe tayyiben ve enfaka kasden ve kaddeme fadlen li-yevmi fakrihî ve hâcetihî.
Bu da kısa bir hadîs-i şerîf. Bunu da -Peygamber Efendimiz bu hadîs-i şerîfte kime dua etmiş diye- kısaca açıklayalım:
Rahima’llâhu’mre’en iktesebe tayyibâ ve enfeka kasdâ. “Helal kazanan adama Allah rahmet eylesin, o adamı Allah rahmetine erdirsin.”
Tabii “adam” diyoruz ama “adam, kadın, çocuk, büyük [küçük] hepsi dahil” diye söylemiştik.
İktesebe tayyiben. Tayyib, “güzel, iyi” demek.
Kesb de, “kazanmak” demek.
“Helalinden iyi mal kazanmak.”
İnsan çarşıya pazara çıkar, alış veriş yapar, kazanır; satış yapar, ticaret yapar, esnaflık yapar, işportacılık yapar, büro açar, kazanır. Ama kazançlar iki çeşittir: Ya helal kazançtır... Ne mutlu helal kazananlara, helal yiyenlere! Ya da haram kazançtır... Eyvah! O çok fena! Çünkü insan haram lokma yedi mi, haram kazanıp da haram yedi mi, çoluk çocuğuna yedirdi mi... Peygamber Efendimiz bildiriyor ki;
“Haramla meydana gelmiş olan bir et parçasına, bir lokmaya, bir hücreye ancak cehennem ateşi yakışır.”
Yani “O kişi cehenneme atılacak, o haramın cezasını çekinceye kadar yanacak.” demek.
Helalinden kazanmak çok önemli!
“Peki ben bir dükkân açtım, helal kazanayım diye... Helal bir sermaye koydum, helal bir mal satıyorum. Haram mal satmıyorum...”
Çünkü bazen satılan malın İslâm’da satılmaması gerektiğinden, haram olduğundan oradan da insan günaha girer.
“Bakkal dükkânı açtım, içki satıyorum hocam.”
İslâm’da içki satmak haramdır. Onun kazancı da haramdır. Sen ticaret yaptığın halde haram kazanıyorsun. Kendi paranla kendine âhirette bela hazırlıyorsun. Haram şey satamazsın. Başkasına zararlı şey satamazsın.
“Doğudan gizli yollarla esrar getirmişler, ben onu satıyorum. Küçücük bir miktar... Kasımpaşa’nın bilmem ne mahallesinde gelen geçene satıyorum, çok para kazanıyorum.”
İyi ama sattığın şey zararlı, yiyen insan mahvoluyor.
“Efendim içki o kadar zararlı değil...”
İçki de zararlı. Zararının az olması haramlığını kaldırmıyor.
“Efendim bunun alkol miktarı az...”
Az olması da haramlığını kaldırmıyor.
“Efendim bunda alkol %4 miktarında...”
Olsun.
Bazıları da kıvırttırmak için, kendisini mazur göstermek için diyor ki;
“Meyvelerin çürüklerinde bile alkolleşme oluyor; elmada, erikte, şurada burada...”
Sen şimdi onu bırak; elma, erik yediği zaman sarhoş olan bir insan gördün mü?
Mühim olan, yediği içtiği şeyin insanı sarhoş etmesidir.
“Ben yemiyorum içmiyorum da esrar kokluyorum, oradan kafamı buluyorum. Veyahut tiner kokluyorum, kafamı oradan buluyorum.”
Bazısı da ayakkabı yapıştırıcısından bile [çekiyormuş.] Halbuki kanser yapıyor. Onu kokluyormuş, sarhoşlanıyormuş, kafasını öyle buluyormuş. Çeşit çeşit... Şeytanın işleri çok.
Demek ki satılan şeyin helal olması lazım. Haram şey satılırsa satıcı haram yemiş oluyor, kazancı haram olmuş oluyor.
Başka nasıl haram olur?
Satarken müşteriyi aldatırsa haram olur. Helal mal satıyor ama aldatıyor. Ölçüyü tartıyı eksik yapıyor; oradan ticareti haram olur.
Başka?
Yalan dolan söyleyerek kandırır; “çok iyi mal” der, “Avrupa” der, “birinci sınıf” der, “katıksız” der... Halbuki öyle değildir. Yalan söylediği için kazancı haram olur.
Kazancın haram olmaması için; bir insanın kazancının her şeyinin tertemiz olması için ticaret yaparken, kazanırken dikkat etmesi lazım.
Peki memur? Memur kazancını nasıl helal edecek?
Vazifesini tam yaparak.
Vazifesine zamanında gelmezse, mesâi saatine riâyet etmezse, mesâi saatinde gazete okursa, spor-toto doldurursa, bilmece çözerse, sohbet ederse; memur maaşını hak etmediği zaman, işçi çalışması gerektiği saatte dalga geçtiği zaman o da maaşını, yevmiyesini haramlaştırmış oluyor.
İşte bunlar hatırıma gelen haram kazanma şekilleri...
Böyle yapmayıp da her bakımdan tertemiz helalinden kazanırsa bir insan, Peygamber Efendimiz buna dua ediyor.
Ama devam ediyor;
Ve enfaka kasden. “Kazandığından infak da edecek...”
Müslümanlar kazandığından hayır yapıyorlar. Müslümanların mâlî ibadetleri var. Sadaka veriyor, zekât veriyor. Kazancının bir kısmını başka insanların sevinmesi için, ihtiyacının gitmesi için başka insanların hayrına kullanıyor. Bu da bizim dinimizin önemli bir yönüdür. İslâm’da namaz gibi bedenî ibadetler olduğu gibi zekât ve sadaka gibi mâlî ibadetler de vardır. İnsan kazancının bir kısmını infak edecek, hayra sarf edecek, hayır yollarına harcayacak; zekât, sadaka, hayır hasenât yapacak.
Burada Peygamber Efendimiz ne buyurmuş?
Ve enfaka kasden. “Kazancını ölçülü bir şekilde infak ediyor, itidalli bir şekilde harcıyor.”
Tabii bu “infak etmek” bazen zekât ve sadakadan daha geniş bir mâna da ihtivâ eder. “Ailesine infak etmek, kendi evinin ihtiyaçlarına infak etmek” mânasına da gelebilir. “Evin nafakası” diyoruz, o mânaya da gelebilir.
Kazancını israf etmeden harcaması lazım.
“Hocam sana ne! Ben kazandım. İstediğim gibi har vurup harman savururum. İstersem paraların uçlarını birbirlerine toplu iğne ile tuttururum, kibriti yakarım, cayır cayır paraları yakarım. Ben kazanmadım mı? Sen karışamazsın!” diyemez.
Veya;
“Ben kazandım, bu camı kırıyorum! İstersem yeniden takarım!”
Böyle diyemez.
İslâm’da zarar vermek yoktur; eşyanın da bir korunması durumu var. Zarara zararla mukabele etmek yoktur. Ve israf yoktur. Yani haddinden fazla yoktur. Haddinden fazla yemek yemeyecek, haddinden fazla harcamayacak, haddinden fazla, aşırı müsriflik yapmayacak. Bu mânaya da gelebilir.
Demek ki helalinden kazanan, ölçülü harcayan, mâlî ibadetlerini yapan kimseye Peygamber Efendimiz dua etmiş oluyor.
Ama bu hadisin son cümlesini de okuyalım:
Ve kaddeme fadlen li-yevmi fakrihî ve hâcetihî. “Muhtaç olduğu, ihtiyaç içine düşeceği gün için şimdiden bir şeyler gönderen, malının fazlasını âhirete gönderen kimseye Allah rahmet etsin.”
Biz bu dünyada yaşıyoruz. Âhiret gelecek; önümüzde, ileride... Bu ilerideki âhirete şimdiden buradan bir şeyler hazırlamamız bize emrediliyor.
يَٓا اَيُّهَا الَّذ۪ينَ اٰمَنُوا اتَّقُوا اللّٰهَ وَلْتَنْظُرْ نَفْسٌ مَا قَدَّمَتْ لِغَدٍۚ
Yâ eyyühe’llezîne âmenu’t-teku’llâhe ve’l-tenzur nefsün mâ kaddemet li-ğadin.
“Ey insanlar! Allah’tan korkun, sakının, çekinin! Âhirete dünyadan neler hazırladığınıza, neler gönderdiğinize herkes dikkat etsin!” diye emir var.
Ben âhirete ne gönderiyorum? Siz âhirete ne gönderiyorsunuz?
Amellerimizi gönderiyoruz. Âhirete icraatımız gidiyor. Hayır yapmışsak âhirete hayır gidiyor; kötü işler yapmışsak âhirete kötü işler gidiyor.
Onun için, insanın şimdiden âhirete neler gönderdiğine dikkat etmesi lazım.
Kaddeme fadlen li-yevmi fakrihî ve hâcetihî. “Kazancının fazlasını, geliri birikmiş, zenginlemiş; bunu âhiretteki fakirliği için, ihtiyaç duyacağı gün, hâcet içinde olacağı gün için şimdiden âhirete gönderen kimseye de Allah rahmetini nasip etsin.” demek, ne demek oluyor?
Bir, insan helalinden kazandı; iki, itidalli bir şekilde harcadı; üç, kazancının fazlasıyla âhirete yarayacak hayır hasenât yaptı mı tamam; “Helalinden kazanan, ölçülü harcayan ve âhiretteki muhtaç duruma düşeceği, ihtiyaç duyacağı, fakirlik çekeceği zamana dünyadan malının kazancının fazlasını gönderen kimseye Allah rahmetini ihsan eylesin.” diye Peygamber Efendimiz böyle bir kişiye de dua ediyor.
Bu çerçevede şunu anlıyoruz ki; çalışmak çok güzel bir şeydir.
اَلْكاَسِبُ حَبِيبُ اللهِ
el-Kâsibu habîbullah.
Allah çalışan kimseyi sever. Çünkü bir üretim yapıyor, bir ticaret yapıyor, bir iş yapıyor, kimseye muhtaç olmadan kazancını sağlıyor ve yük olmuyor. Yük olmadığı gibi -tabii kendisi bir şey kazandığı için- başkasına da faydalı duruma geliyor.
Helalinden kazana[cak]. Harcarken müsrif olmayacak, savurup atmayacak, savurganlık yapmayacak, lüzumsuz yerlere para harcamayacak. Ölçülü bir şekilde zekâtını, mâlî vazifelerini yapacak. Bir de kazancının fazlasıyla âhiretteki fakirlik ve ihtiyaç günü için şimdiden âhirete bir şeyler gönderecek.
Âhirette mahkeme-i kübrânın kurulduğu o Arasat meydanında insanlar çok muhtaç duruma düşecekler, çok ihtiyaç içine düşecekler. Herkes kendisini kurtaracak çareler arayacak. “Ah ben ne yapıp da cennete gireyim? Ne yapabilirim, nereden ne bulup cennete girebilirim? Cehenneme düşmemek için ne yapmam lazım?” diye herkes çare arayacak, sebep araştıracak. “Dünyadan falancadan benim hakkım vardı, gidip onu alayım, mizanıma o konulsun da cehennemden kurtulayım. Hakkımı alayım da mizanımın sevap hanesine konulsun da ben de cennetliklerin arasına katılayım.” gibi bir telaş içinde olacak. Herkes bir ihtiyaç içinde olacak. Herkes sevap arayacak, hak arayacak, hakkını bulmaya çalışacak... Karı koca, kardeşler, akrabalar, arkadaşlar, hepsi birbirine düşman gibi herkes herkesten hakkını isteyecek. Ancak müttakî kulların ahbaplığı hariç; onlar âhirette birbirlerine cömert, birbirlerini kollayıcı, birbirlerine karşı müşfik olacaklar, o ayrı...
Herkesin ihtiyacının çok olduğu gün; işte orada insana ne fayda edecek?
Bu dünyadayken yaptığı hayırlar fayda edecek. Bu dünyada zekât vermiş, hayır vermiş, o âhirete gitmiş oluyor, âhirette onu karşısında bulacak. O zamanki fakirliğinde, hâceti durumunda o dünyada yapmış olduğu hayır onun yüzünü güldürecek, mizanına konulacak, cennete girmesine, cehennemden kurtulmasına sebep olacak.
İşte bunu kastederek Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
“Helalinden kazanan, ölçülü, israf etmeden harcayan ve âhiretteki o çok muhtaç duruma düşeceği, mahkeme-i kübrânın kurulacağı hesap gününe şimdiden malının fazlasıyla hayır yapıp sevap gönderen kula Allah rahmet eylesin, rahmetini ihsan eylesin.” diyor.
Demek ki Peygamber Efendimiz çalışanı seviyor; çalışınca, çalışmanın sonunda elde ettiği kazancı nasıl kullanması gerektiğini de kısa sözlerle özlü bir şekilde bize anlatıyor. Kazancımızı israf etmeden harcayacağız. Zekâtımızı, sadakamızı vereceğiz. Ama şatafat, israf yok. Ondan sonra da âhirette işimize yarasın diye hayır hasenât yapacağız.
Sevgili Akra dinleyicileri!
Evet, size bu Cuma konuşmamda Peygamber Efendimiz’in dua ettiği kimseleri “Allah rahmetine erdirsin.”, “Allah’ın rahmetine mazhar olsun.”, “Rahmet-i Rahmân’a kavuşup yüzü gülsün.” diye dua ettiği insanları söylemiş oldum, hatırlatmış oldum.
Biz de bu duaya mazhar olmaya gayret edelim.
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi Peygamber Efendimiz’in sevgisine, şefaatine, hayır duasına mazhar eylesin. Âhirette yüzü gülenlerden eylesin. Cehennemden âzât olup cennetine Allah’ın lütfuyla keremiyle dâhil ettiği bahtiyar kullardan olmayı Allah cümlemize nasip eylesin. Cümlemizi sevdiklerimizle beraber cennette Peygamber Efendimiz’e komşu eyleyip Allahu Teâlâ hazretlerinin cemâlini görmeyi, selâmına ermeyi de nasip eylesin, şu mübarek cuma günü hürmetine...
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtühû