Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allah sizi dünya ve âhiretin her türlü hayırlarına erdirsin. Ömrünüz gönlünüzce olsun. Allah sizleri âhirette de dileklerinize, taleplerinize, muradlarınıza nâil eylesin.
Size Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden bir demet, o güzelim gül bahçesinden bir buket sunmak istiyorum.
Bu hadîs-i şerîfler alfabetik sırayla; elif, be sırasına göre dizilmiş olduğundan konular değişebiliyor ama bu değişiklik de çiçek demetinde çiçeklerin değişmesi gibi bir şey oluyor, ben seviyorum; herhalde değişik konuları öğrenmiş oldukları için dinleyiciler için de istifadeli olacak diye, onlar da severler diye düşünüyorum.
Okuyacağım birinci hadîs-i şerîf Taberânî’de ve Ebû Dâvud’da var. Râviyesi -râvi; erkek, râviye; hanım oluyor- Esmâ b. Ebû Bekr, Ebû Bekr es-Sıddîk Efendimiz hazretlerinin mübarek kızı Esma Hanım. Hanım olması dolayısıyla sahabiye demek lazım, o rivayet etmiş.
Hanımlar geçince bir söz söylemeden edemeyeceğim.
Bu hadîs-i şerifi bir hanım rivayet etmiş. Esma b. Ebî Bekr olduğu gibi Ayşe b. Ebî Bekr radıyallahu teâlâ anhümâ da var. Bir kızı da Hz. Âişe validemiz. Hanım ama ashabın en bilgililerinden birisi.
Aziz kardeşlerim!
Bununla şunu demek istiyorum: Hanımlar da, sevgili kızlarımız, evlatlarımız da ilmi öğrenirlerse bilgili, görgülü, kendisine bir şey sorulduğu zaman bilen, dünyayı tanıyan insanlar olurlarsa, Hz. Âişe Efendimiz hanımefendi radıyallahu teâlâ anhâ’nın yolunda olmuş olurlar. Esma b. Ebû Bekr radıyallahu teâlâ anhâ’nın yolunda olmuş olurlar. Bu isim; hanımları, hanım kızlarımızı ilim öğrenmeye teşvik edici bir şey.
Peygamber Efendimiz burada namazla ilgili bir hususu anlatıyor, bir tavsiyede bulunuyor:
مَنْ كَانَ مِنْكُنَّ تُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ فَلاَ تَرْفَعْ رَأْسَهَا حَتَّى يَرْفَعَ الرِّجَالُ رُءُوسَهُمْ من ضيق ثياب الرجال
Men kâne minkünne tü’minü billâhi ve’l-yevmi’l-âhiri fe-lâ terfa’ re’sehâ hattâ yerfa’a’r-ricâlü ru’ûsehüm min dîki siyâbi’r-ricâl.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’in mescid-i saadeti, o güzelim mübarek mescidi basitti; çok süslü ziynetli değildi, altını, gümüşü, saltanatı yoktu. Hurma direklerinden, hurma dallarından gölgelendirilmiş bir kumluk, küçük mescid idi. Şimdiki Mescid-i Nebevî’nin Peygamber Efendimiz’in türbesine yakın kısmıydı.
Ravzatün min riyâdi’l-cenneti. Mânevî bakımdan perdeler kalksa Peygamber Efendimiz’in mübarek mescidinin cennet bahçelerinden bir bahçe olduğu görülebilir.
Namaz kılma şekli nasıldı?
Peygamber Efendimiz öne geçerdi. Arkasında beyler, efendiler, erkekler namaza dururlardı; arkasında çocuklar; en geride, caminin arka tarafında da hanım sahabiler -sahabiyeler diyelim, halkımız da alışsın- namaza dururlardı.
Kâtip, erkek; kâtibe, hanım. Mürebbî, erkek; mürebbiye hanım. Muallim, erkek; muallime, hanım. Râvi, erkek; râviye, hanım…
Biraz Arapça bilgisi gelişmiş oluyor.
Önde erkekler, onların arkasında çocuklar, arka tarafta hanım sahabiyeler namaz kılarlardı. Çocuklar da büyüklere hürmeten biraz geride duruyorlar. En önemli yer de Peygamber Efendimiz’in arkası.
Zaten bütün camilerde en önemli yer imamın hemen arkasıdır! Çünkü imam herhangi bir şekilde rahatsızlanacak olursa o, onun yerine geçecek, namazı tamamlayacak. İmam rahatsızlandı, burnu kanadı diye, bir mazereti çıktı diye namaz bozulmaz, namaz durmaz; o geçer, namazı o devam ettirir. Onun için imamın arkasındaki kısmın alim olması lazım, fıkıh bilmesi lazım. Namaz nasıl devam edecek bilmesi lazım, kıraat bilmesi lazım. İmamın yerine geçebilecek bilgilere sahip olması lazım, orası önemli.
Hem de sevap ilk önce imama gelir, imamdan oraya gelir. Sevap bir sağına bir soluna, bir öteki sağına, bir öteki soluna derece derece azalarak veyahut en yüksek burada olduğuna göre, ötekisi biraz daha az olarak böylece dağılır. Arka sıralar, arka sıralar… geriye doğru gider.
Bir boşluk, ondan sonra da hanımlar namaza dururlardı. Sabah namazına da gelirlerdi, bütün namazlarda gelirlerdi.
Hatta bir keresinde Peygamber Efendimiz namazı, sabah namazını âdeti üzere uzunca kıldırdığı halde mutadının hilafına o sabah namazını hemen, çabuk çabuk kıldırmış… İki küçük sûreyle kıldırmış. Demişler ki;
“Yâ Resûlallah! Bu sabah namazını çabuk kıldırdınız, kısa kestiniz?..”
Buyurmuş ki;
“Arkada bir çocukcağızın ağladığını duydum, annesi huzursuz olmasın diye onun için çabuk kıldırdım.”
Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri her şeyi düşünüyor.
Hanımlara hitaben buyuruyor ki;
Men kâne minkünne tü’minü billâhi ve’l-yevmi’l-âhiri. “Sizden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa…”
“İyi inanıyorsa…” demek.
Camide, Peygamber Efendimiz’in karşısında olduğuna göre, hitabına erdiklerine, cemalini gördüklerine göre tabii onlar da müslüman ama Peygamber Efendimiz tekid ediyor, tahrik ediyor. “İnanan insanın böyle yapması lazım. Madem siz inanıyorsunuz, benim söyleyeceğim gibi yapın!..” demek.
“Sizden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa…”
Hepsi inanıyor ama sağlam inanıyorsa, tam, gerçekten inanıyorsa, iyi bir müslüman olmak istiyorsa...
Fe-lâ terfa’ re’sehâ hattâ yerfa’a’r-ricâlü ru’ûsehüm. “Adamlar başlarını kaldırmadan daha önceden onlar arkada başlarını kaldırmasınlar.
Hani rükûya varılıyor, biraz eğiliniyor, secdeye varılıyor; alın, burun, eller, dizler, ayaklar yere konuluyor, secde hâli. İmam Allahu Ekber deyince kalkacaklar, başını kaldıracaklar ama Peygamber Efendimiz diyor ki;
“Erkekler başlarını kaldırmadan, erkekler doğrulmadan siz doğrulmayın, siz daha önceden acele edip doğrulmayın!”
Peygamber Efendimiz sebebini de izah ediyor, bunu ben birtakım şeylere bağlamak istiyorum:
Min dîki siyâbi’r-ricâl. “Adamların elbiselerinin darlığından dolayı, kadınlar başlarını daha önce kaldırmasınlar. Erkekler iyice bir doğrulsunlar, ondan sonra kaldırsınlar.” diyor.
Blue jean pantolon mu giyiyorlardı, daracık streç mi giyiyorlardı, -belki ben adını yanlış söylüyorum- o dar şeyleri mi giyiyorlardı?
Hayır! Yoksulluktan, kumaş bulamadıklarından, kısalığından, tam örtünemediklerinden, sıkı sıkıya sardıklarından dolayı. Zaruretten, mahrumiyetten, fakirlikten dolayı …
Mânevî bakımdan her birisi çok zengin, sultan insanlar ama maddî imkânları çok az. O mübarek insanlar o devirde Efendimiz’in çevresinde günlerce aç kalmışlar, kumaş bulamadıkları için mağara adamları gibi post bürünmüşler. Ama mağara adamları değil mâna adamları; son derece yüksek insanlar ama giyimleri öyle. İçleri mâmur, kalpleri altın gibi, dış görünüşleri öyle.
O sıkıntılardan dolayı hanımlar başlarını erkeklerden sonra kaldırsınlar. Tabii başını kaldırırken önündekine bakmaması lazım, aslında secde mahalline bakması lazım ama gözü öndeki erkeklere erişebilir, onların elbiseleri dar olduğundan, arkadan bakınca mahrem yerleri, avret mahallerini örten kısımlar belli olabilir, onun için geç kaldırsınlar. Arkadakiler gözlerini koruyacaklar.
Bu, hanımlara böyle tavsiye edilmiş, herkes için böyledir. Herkes gözünü koruyacak, daha öndekinin herhangi bir örtülmesi gereken uzvunun, darlığından dolayı aklı oraya takılmasın diye mutlaka tedbir alması lazım, önüne bakması lazım ama iki türlü tedbir.
Bir: Öndeki adam mümkünse elbisesini bol yapacak. Bol giyimli olacak ki herhangi bir şekilde bir mahzur olmasın. Bu öndeki namaz kılan adamın tedbiri. Arkadaki de gözüne sahip olacak, bakmayacak. Biraz daha geç kalkacak, hanımlar için geç kalkmalarını söylüyor. Başkaları için de öyle!
Peki, gözü oraya takılırsa, aklı oraya takılırsa?..
O doğru olmaz, namaza uygun olmaz! Arkadakinin namazı bozulabilir. Bakışlarının uygun olmayan şeyler görmesi, aklının takılması durumunda namazı bozulur. Peygamber Efendimiz bunu talep ediyor, tavsiye buyuruyor.
Bu bizim için çok önemli, bu devir için önemli! Örtünmek de rahatlık da, sıhhat de çok önemli.
Doktorlar diyorlar ki;
“Bir elbise vücudu çorap gibi sımsıkı sararsa, sıkarsa kan dolaşımını etkilediği, zorlaştırdığı için sıhhate aykırıdır!”
Bol elbise daha iyi oluyor, onun için elbiselerin bol olması lazım.
Hem sıhhate uygun hem rahat kıyafetler üretelim. Avrupa’dan gelen Batılılar’ın yaptığı her şeyi şuursuz taklit etmeyelim. Güzel olanı kendimiz bulalım, kendimiz geliştirelim.
Çünkü bizim inancımıza göre namaz kılmamız lazım; namazda rahat olmamız, örtülü olmamız lazım. Arkadakinin gözünün korunması, öndekinin de arkadakine zarar vermeyecek güzel bir kılıkla giyinmesi lazım.
Bana hep sorarlar, burada yeri gelmişken;
“İslâm belli bir kıyafeti emretmiş mi? Hanımlara çarşafı emretmiş mi? Beylere ‘İlle şu şekilde giyineceksiniz!..’ diye belirli bir kıyafet emretmiş mi?”
Hayır! Fıkıh kitaplarında deniliyor ki örtünmek emredilmiş ama örtünmenin belirli bir, tek bir şekilde olması, tek şekil -üniforma diyorlar- [olması belirtilmemiş.]
Üniforma ne demek?
Üni: ‘Tek’ demek.
Forma: ‘Şekil’ demek.
Tek şekilli değil! Her yöreye göre, her iklime göre -soğuk yerlerde başka, sıcak yörelerde başka olabilir- ama örtünmesi lazım gelen yerleri bütün müslümanlar örtünecek. Beyler de örtecek, hanımlar da örtecek.
Gezdiğimiz yerlerde görüyoruz: Beyler çok kısa kıyafet giymiş, göbek meydanda, dizin üstü meydanda hatta çok [küçük kıyafetler giyiyorlar.]
Slip mi diyorlar?
Deniz kenarında vs. küçücük, üçgen şeklinde bir şeyler giymiş olabiliyorlar. Nerede olursa olsun hamamda bile olsa müslüman erkeğin de örtünmesi gereken yeri göbeği ile dizinin altı arasıdır! Bu aranın güzelce örtülmesi lazım.
Onun için mesela Bursa’nın eski, Türk hamamlarını düşünün!
Oraların kıyafeti neydi?
Peştemal. Peştemal çok güzel, çok rahattır! Sofra örtüsü gibi bir kumaşı alıyorsunuz. Belinize bir ayağınızı açarak sardınız mı, belinizi de bir-iki defa kıvırdınız mı kayış bile istemez. İnsan tepeden tırnağa çok güzel örtünmüş olur. Belinden ta dizinin altına kadar güzelce örtünmüş olur. Eskiden hamamlarda bile böyle örtünülürdü. Şimdi galiba buna riayet etmiyorlarmış da mayo ile hamamın havuzuna falan giriyorlarmış veyahut şort diyorlar.
Short: İngilizce’de ‘kısa’ demek biliyorsunuz.
Şort da bize göre gerçekten mânası gibi kısadır, çünkü dizin üstündedir. Bizde dizin altında olması lazım.
Onun için bazı akıllı kardeşlerimiz buluşlarını geliştirmişler, ortaya kendi zevklerine göre mesela bir deniz kıyafeti koymuşlar.
Allah’ın emrine uygun, örtülmesi gereken yerleri tam örten, bol, rahat, uzun ve çok da güzel…
Erkek de örtünecek!
Bazı kardeşlerimizin, vatandaşlarımızın İslâm konusundaki bilgileri eksik olabiliyor. Dünyevî tahsili yapıyorlar hatta Avrupa’ya, Amerika’ya gitmiş oluyorlar. Biraz da onların giyimlerini kuşamlarını taklit ediyorlar, onlar tabiî gelmeye başlıyor. Hâlbuki biz kendi kültürü, medeniyeti, örfü, ahlâkı, âdâbı olan yüksek bir milletiz. Japonlar’ın kıyafetinin farklı olduğu gibi bizim kıyafetimizin de kendimize göre farklı olması lazım, öyle yapmıyorlar.
Sanıyorlar ki erkek açılabilir de kadın kapanacak!
Hayır! Erkeğin de kapanması lazım, hanım da kapanması lazım; hanımın daha çok kapanması lazım! Ben kapanıyorum da diyebilir. Size kapanmakta ölçüleri anlatmak istiyorum:
“Hocam, ben hanım olarak kapanıyorum ama dar giyebilir miyim? Külot-çorap giyebilir miyim?”
Çorap gibi ayağa giyilip, bele kadar çıkan sımsıkı...
Giyemez! Giyerse bile üstünde etek olması lazım. Çünkü vücudunu belli eden bir kıyafet, kıyafet sayılmıyor! Bol olması gerekiyor; uzvunun, âzâsının, şeklinin belli olmaması lazım.
“Peki hocam, bol olsun ama tülden yaptırayım, tülden kat kat olsun...”
Hayır, altı göründüğü zaman da olmaz! Altı da görünmeyecek. Şeffaf olmayacak, altı görünmeyecek. Sımsıkı olup aşağısını belli etmeyecek ve hanımlar topuklarına kadar, bileklerine kadar ellerinde, boyunlarına kadar başlarında ve bir de yüzleri hariç başlarını, saçlarını örtecekler. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’in emri böyle;
Velâ yu’dine ziynetehünne. “Ziynetlerini ortaya çıkartmasınlar, örtsünler!”
Saç ziynettir. Saçı, bir hanımın şahane ziynetidir. Bukle bukle, örgü örgü saçları ziynettir. Şeriat, fıkıh böyle diyor. Onun için bu ziynetini de örtmesi lazım, diye başörtü kullanıyorlar. Dinî inançtan dolayı; Allah’ın emri olduğundan, Peygamber Efendimiz böyle buyurduğundan, fıkıh kitapları böyle yazdığından baş örtülüyor.
Onun için başörtüsüne kimsenin karşı çıkmaması lazım! Ne baronun karşı çıkması lazım, ne üniversite senatosunun karşı çıkması lazım, ne dairenin karşı çıkması lazım!..
Neden?
Dinî inancı. Dinî inancına göre giyinmek, dininin ahkâmını yerine getirmek herkesin hakkı olduğuna göre…
Başkasına zararlı bir şey değil, hatta başkası için daha faydalı.
Demek ki İslâm’da örtünmek hem erkeklere var hem kadınlara var. Örtünmek erkeklere göbeğinden dizine kadar. Tabii daha fazla örtündükçe daha iyi ama mecburî kısım bu kadar. Hanımlara; el, yüz ve ayaklar hariç her tarafını güzel, bol bir kıyafetle örtmesi dinî vazifesi, görevi oluyor. Buna da kimsenin karşı çıkmaması lazım! Ben de Peygamber Efendimiz’in -demin okuduğum- hadîs-i şerîflerinin başındaki kelimeleri kullanayım. Diyeyim ki;
Sizden kim Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsa, bir müslümanın; bir müslüman hanımın, bir müslüman beyin dinî inancından dolayı giyindiği kıyafete yan bakmasın, karşı çıkmasın, onu üzmesin, onu vazifesini yapmaktan alıkoymasın!
Mesela avukat; dindar, başörtülü gelecek.
“Başını aç, öyle gel!”
Olmaz! Dinî inancı.
“O zaman avukatlığı yapmayacak!”
Koca Hukuk Fakültesi’ndeki dört senelik tahsili boşa gidecek. Bir kıymeti heba etmiş oluyoruz. Okumuş bir evladımızı hizmet yapmaktan alıkoymuş oluyoruz.
Erkekler de giyinecek, hanımlar da giyinecek; rahat kıyafetler giyecekler. Hem sıhhî olacak, hem rahat olacak hem dinî bakımdan sevaplı olacak. Onun için kardeşlerime dar kıyafetleri giymemelerini tavsiye ediyorum. Dar kıyafet dolayısıyla namazda sıkıntı olur. Bakın bu hadîs-i şerîfte;
Min dîki siyâbi’r-ricâl. “Erkeklerin elbiselerinin darlığından dolayı kadınlar başlarını sonra kaldırsınlar.” diyor.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem dar kıyafeti istemiyor.
Gayet rahat kıyafet giyeceğiz. Hani diyelim ki ata binecek olsak özengiye ayağımızı attığımız zaman bir sıçrayışta çevik bir hareketle atın üzerine çıkabilmeliyiz. Bacağımızı attığımız zaman cart diye bir ses çıkıp da pantolonumuz ikiye ayrılmamalı. Namaz kılacağımız zaman diz çökerken cart diye bir ses çıkıp dizimizden veya arkamızdan pantolon yırtılmamalı, patlamamalı. Rahat bir kıyafet olmalı.
Rahat kıyafet kan dolaşımını sağladığı, soğuğu ve sıcağı da engellediği için doktorlar da bunu tavsiye ediyorlar. Hava sıcaksa bol olunca sıcaklık geçmiyor, hava soğuksa bol olunca vücut ile bol kumaş arasındaki ısınmış havadan dolayı vücut yine korunuyor.
Ben bir taraftan da hem hanım tesettür giyimi üreten kardeşlerime hem erkek kıyafetleri üreten kardeşlerime bizim İslâmî ahlâkımıza, âdâbımıza, İslâm’ın ahkâmına uygun kıyafetleri üretmesini de hatırlatıyorum, tavsiye ediyorum. Onlar da güzel, kendi zekâlarını kullansınlar, buluş yapsınlar, güzel kıyafetler ortaya koysunlar.
Mesela sevdiğim kıyafetlerden bir tanesi; çok üsten kırmalı, pantolon ama rahat.
Dikkat ederseniz bazı insanlar namaz kılarken, eğilirken, kalkarken, rükûdan sonra secdeye varırken pantolonunu çekmek zorunda kalır.
Neden?
Pantolon bir yerlere takılıyor da eliyle dizinin üzerinden çekme yapıyor, ancak öylece eğilebiliyor.
Lüzum yok! Çok pileli, şalvar tipine doğru bir pantolon çok rahat oluyor.
Gençler de istediği gibi hareket etsin, bisiklete binsin. Şimdi at yok ama bisiklet var, motosiklet var. Veya delikanlı oyun oynayacak, top oynayacak, hoplayacak, zıplayacak, vuracak. Birden cart diye bir ses çıkıp da beyaz donla halkın karşısında kalmasın! Üretenler de böyle güzel kıyafetler üretsinler, diye temenni ediyorum.
Birinci hadîs-i şerifim bu, kıyafetle ilgili oldu. Moda demiyorum çünkü hep yabancı kelimeleri kullanmamaya çalışıyorum ya.
Moda ne demek?
Şekil demek.
Moodın; Almanca moda, herhalde Fransızca’da, Almanca’da, İngilizce’de kullanılan bir terim.
Mod, şekil.
Şekil kelimesi varken ben onu neden kullanayım?!
Kıyafet şekilleri derim, yeni kıyafet şekilleri derim! Onu kullanmam!
Neden kullanmıyorsun hocam, bu dikkat niye?
Türkçe’miz elimizden gidiyor. Çarşıya, pazara çıktığımızda dükkânların isimlerine baktığımız zaman Türkçe isimler yok, İngilizce, Fransızca, Almanca; Türkçe’de olmayan harflerle. Türkçe’nin resmî elifbâsında mesela x harfi yok ama x harfi ile filan yazılar... Bizim o kadar kendi medeniyetimizde, tarihimizden nice nice güzel isimler bulunabilir. Onu bulmuyorlar, onu kullanmıyorlar.
Bizim Yunan’dan, Alman’dan, Fransız’dan, İtalyan’dan aşağı kalır bir tarafımız mı var?
O kadar zengin bir tarihimiz var ki… Kanûnî sergisi dünyayı fethetti, Kanûnî’den asırlarca sonra Kanûnî’nin devrinin eserleri Avrupa’nın müzelerinde dolaştı, herkes hayran kaldı. Bizim medeniyetimizi herkes inceliyor. Kıyafetimizi, yemeğimizi, davranışımızı herkes beğeniyor. Biz kendi elimizdeki hazinelerin farkında değiliz. Böyle şey olur mu? O halde kendimize gelmemiz lazım!
Bizim, Edebiyat Fakültesi’nde bir Alman hocamız vardı [Helmut Ritter]. Bir yabancının sözü tarafgir olmadığı için, bîtaraf olduğu, tarafsız, tam dengeli olabileceği için, bizim lehimize söylediği bir söz önemli.
O Alman profesörü meşhur bir profesördü. Avrupa’da tanınmış bir insandı, ülkemizde de yıllarca kalmıştı. Arapça, Farsça, Osmanlıca biliyordu, birçok Batı dilini biliyordu. Yunanca, Latince, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İngilizce, Rusça… Benim bildiğim bunlar, belki daha başka diller de biliyordu.
Bu Alman Profesör Arapça’yı da şiveleriyle, lehçeleriyle biliyordu hatta bize bir ara Suriye Lehçesi’ni de okutmaya başlamıştı. Halk konuşmasını da, ağızları, şiveleri, lehçeleri de takip edecek bilgili bir insandı.
İsmini de söyleyeyim, Helmut Ritter diye birisiydi.
Üç sözünü söyleyeyim:
Eskiden yaşamış çok mübarek İsmail Sâib Sencer isminde bir hocaefendi vardı; büyük bir alim, eserleri de var, Beyazıt Umumi Kütüphanesi’nin müdürlüğünü yapmış.
Zamanında, bizim Helmut Ritter isimli Alman asıllı profesör gitmiş, onda ders okumak istemiş. “Bana ilminizden öğretiniz, ben sizin talebeniz olayım…” demiş. İsmail Saib Hoca da;
“Ben müslüman olmayana ders vermem!” demiş.
Bunlar da; Oscar Rescher ve Helmut Ritter, ikisi müslüman olmuşlar. Oscar Rescher, Osman Reşher olmuş.
Birincisi:
Bir gün ders sırasında bir konu geçmişti de bizim Helmut Ritter isimli hocamız;
“Ben de Şâfiîyim.” demişti.
Ben bir irkilmiştim çünkü onu Alman olarak biliyorum. Artık, hakikaten Şâfiî olduysa faydasını görmüştür. Ama sırf ilim öğreneyim, ondan da bilgim artsın, onun istediği şeyi zahiren yapayım ama aslında olduğum gibi kalayım… diye düşünmüşse tabii âhirette hesabını verecek.
Helmut Ritter isminde Alman profesör, bir kere bize “Ben Şâfiîyim. Benim hocam İsmail Sâib Sencer, Şâfiî idi, ben de onun mezhebindenim, ben de Şâfiîyim.” deyivermişti. Ben de şaşırmıştım.
İkinci şaşırdığım nokta:
“Sizin diliniz ondokuzuncu yüzyılın sonunda yirminci yüzyılın başında şâheser bir dil olmuştu!..” demişti.
Bir dilin şâheserliği nereden anlaşılır? Bir dil ne zaman bir şâheser dil olur, hangi dil en şâheserdir?
İçinizdeki duyguları o dille karşı tarafa zorlanmadan, çok rahat anlatabiliyorsanız, karşı taraf da yanlış anlamadan güzel anlayabiliyorsa o dil iyi araç, iyi bir dil! Karşı tarafa her şeyi anlatabiliyor. Gelişmiş bir dil! Her dilde bu gelişmişlik olmadığı için kelimeyi bulamazsınız, yabancı kelime kullanmak zorunda kalırsınız.
“Sizin diliniz çok gelişmiş bir dil idi, her türlü fikri ve duyguyu ifade edebilecek zenginlikte idi. Siz bu dilin kıymetini bilmediniz; kısalttınız, kestiniz, kırptınız, biçtiniz!..” dedi.
Kuşa döndürmek var ya, hani birisi leyleği beğenmemiş. “Bu ne biçim kuş?” demiş; hart diye gagasını kesmiş, bacaklarını kesmiş…
“Şimdi kuşa benzedin.” demiş.
Gagası uzun, bacakları uzun ama gagasının uzunluğunun hikmeti var, bacağının uzunluğunun hikmeti var...
Çok faydalı, çok lüzumlu şeyleri kırp kırp kesip de bir şeyi mahvedenlere “Onu kuşa döndürdü!” derler. Bu anlattığım şeyde “Şimdi kuşa benzedin!” dediği gibi. Aslında yanlış bir şey yapıyor. Allah onu uzun bacaklı yapmış, çünkü bataklıklarda yürüyebilecek ve batmayacak. Uzun gagalı yapmış çünkü suyun içerisine gagasını daldıracak, avını yakalayabilecek... Yaşam ortamına uygun bir hılkatte yaratmış. İlel-i gâiye dediğimiz şey var. Allah her mahlûku, her uzvu gayesine uygun bir biçimde yaratıyor. Kuşun şekli, balığın şekli havada suda gitmeye uygun, filan gibi.
Bunlar derin derin, uzun uzun, ayrı ayrı konular.
O demişti ki; “Sizin çok güzel bir diliniz vardı, siz bu dilin kıymetini bilmediniz, kuşa döndürdünüz! Kırptınız biçtiniz, kırptınız biçtiniz...”
İyi kırptık biçtik!
Niye kırptılar biçtiler?
“İşte dilimizde Arapça, Farsça kelime kalmasın!”
İyi ama biz Araplar’a da hâkim olmuşuz, İranlılar’a da hâkim olmuşuz! İran; Büyük Selçuklu Devleti’nin merkeziymiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun eyaletiymiş. Tarihimizden bunlar birer antika.
Topkapı Sarayı’ndaki bütün antika eserler eskidir, bunları atalım mı?
Atılır mı?!
Bunlar tarihî antika, kelimeleri de kullanmalıydık! Kullanmamışız, atmışız.
Peki, atınca ne oldu?
Dil fakirledi.
Dil fakirleşince ne oldu?
İnsan yabancı kelimeleri kullanmak zorunda kaldı. Çünkü o düşündüğü şeyi ifade edebilecek Türkçe kelime bulamayınca bu sefer İngilizce’den, Fransızca’dan, Latince’den, Almanca’dan almaya başladık. Çünkü ihtiyaç var.
Ötekisini atmayacaktı, atınca ihtiyaç oldu; ortada kaldı, boşluk kaldı. O boşluk boş kalmıyor, yabancı kelime ile doluyor.
Bu sefer bizim dilcilerimiz “Yabancı Kelimelerle Mücadele” dediler ama onu pek samimi yapmıyorlar, isteksiz isteksiz yapıyorlar! Dilimiz bir sürü yabancı kelime doldu. Ben bunun ne kadar feci boyutlara vardığını son zamanlarda yabancı kelime kullanmayayım diye çok dikkat etmeye başladığım zaman anlıyorum.
Yabancı, nihayet bir Alman ama bak dilimizi sevmişti, yani “Siz o dilinizi mahvettiniz!..” diye bize acıyor.
Üçüncü söylediği:
Biz bir kitabı, Araplar’ın çok edebî bir eserini okuyorduk. Zor bir eser, Avrupalılar böyle eserlere klasik diyorlar. Çok klasik, çok ağır, çok bilimsel bir eseri okuyorduk.
Tabii tercemede zorluklar vardı; asistan var, doçent var yüksek sınıftan birkaç talebe var, ben varım. Hep beraber o kitabı okuyoruz.
İmam Sibeveyh’in; dilbilgisi ilminin en üstün zirvesi olan Sibeveyh’in el-Kitâb isimli meşhur eserini okuyoruz. Çok müthiş bir eser, çok büyük bir eser!
Orada takıldığımız beyitler, fıkralar, bölümler oluyor. Orada bizim asistan gözümün önünde bir yere bakıyordu. Tabii biz o zaman talebeydik, asistan bizim hocamız. O bir yerden bakıp pat hemen o zor metnin tercemesini söylüyordu.
Bizim Helmut Ritter dayanamadı:
“Yahu sen nereden faydalanıyorsun? Bu kitabın Türkçe tercemesi yok ki…”
Mehmed Zihni Efendi’nin Arap dili ile ilgili
el-Muktedab diye bir kitabı var. Arap dilbilgisiyle ilgili kıymetli birkaç eseri var, oralarda bunları terceme etmiş, aşağılara dipnotlara koymuş, Meğer oradan okuyormuş. Asistan o zaman, onu söyleyince, Helmut Ritter dedi ki;
“Siz sizin yetiştirdiğiniz alimlerinizin kıymetini bilmiyorsunuz! Sizin kendi alimlerinizin kadrini, kıymetini bilmiyorsunuz! Bu Mehmed Zihni Efendi çok büyük, çok muhterem bir şahıs, çok büyük bir alim. Ben buna çok derinden hayranım...”
Mehmed Zihni Efendi kim?
Osmanlılar’ın son devrinde yetişmiş en büyük alimlerinden biri.
Avrupalı kıymetini biliyor, bizim öyle şeylerden haberimiz yok!
Aziz ve muhterem kardeşlerim!
“Moda” dememek, “elbise şekli” demek için biraz dilbilgisi fikirlerini söyledik. Biraz da elbiselerle ilgili, kıyafetle ilgili sözler söylemiş olduk ama faydalı şeyler söyledik.
Sıhhate uygun, kendi örfümüze, dinimize, inancımıza uygun, namazımızı bozmamaya yarayan güzel şeyler öğrendik. Âdab öğrendik: Demek ki karşı taraftaki biraz kusurlu bile olsa insan gözünü kapatacak!
Gözün kapağı var, ne kadar güzel!
Bazıları bunları şakayla ifade ediyorlar. İki gözün kapakları var, alttan üstten kapanabiliyor. Dilin de kapağı var, dudaklar. O da kapanabiliyor.
Bu neyi gösteriyor?
Göz bazı kereler kapanacak, bazı şeyler görünmeyecek. Görülmemesi gereken şeyler karşına geldi mi görmemek için gözünü kapatacaksın! Söylenmemesi gereken bir söz aklına geldi mi, dudaklarını kapatacaksın, söylemeyeceksin!
İnsanların en çok günah kazandıkları uzuvlardan birisi dildir; söyler, günaha girer. Hâlbuki dudakları var; kapatsın, söylemesin, günaha girmesin.
Bir de, bir müslüman maalesef bakıştan günaha girebilir. Durduğu yerden harama baktığı, nâmahreme baktığı için günaha girebilir. Onun da kapakları var, kapatsın bakmasın veyahut başı önde yürüsün.
Olur mu? Erkek utangaç bir kız gibi başı önde yürür mü?
Yürürse sevap olur. Zaten bizim tasavvufî yolumuzda prensiplerden bir tanesi, gözü ayak parmaklarının ucunda, gözü ayaklarında yürümek prensibi vardır.
Nazar ber-kadem; Bakış ayak üzerinde, kaidesi vardır. Tabii bu da bir edep.
Bunları öğrenmiş olduk, anlatmış olduk.
Bunlar birer bilgi, birer ilim. İlim öğrenmek ne kadar güzel!
Tabii ilmin çeşitleri var, sonsuz konuları var. İlim bir derin, engin umman gibidir, ucu kenarı yok. Git git, yüz yüz bitiremezsin, dibine dalamazsın, dibi derin, yüzeyi engin; ilim de böyle! Ama insan, bir konuşmada birkaç konu, bir günde birkaç konu öğrene öğrene bilgileri çoğalttığı zaman iyi olur.
Bu bilgileri çoğaltmakta bilgili, görgülü bir insan olmak var.
Peki, başka ne var?
İbn Ömer radıyallahu anhümâ’dan bir hadîs-i şerif.
من كان فى طلب العلم كانت الجنة فى طلبه ومن كان فى طلب المعصية كانت النار فى طلبه
Men kâne fi talebi’l-ilm kâneti’l-cennetü fi talebihî. Ve men kâne fi talebi’l-ma’siyeti, kâneti’n-nâru fî talebihî.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem ne kadar güzel ifade buyuruyor!
Men kâne fi talebi’l-ilm kâneti’l-cennetü fî talebihî. “Kim ilim isteğinde bulunursa, ilim talebinde bulunursa, bir ilim öğreneyim de, yani ilmin peşine düşerse cennet de onun talebinde bulunur, onun peşine düşer.”
“Gel bana, gel sen cennetlik ol.” der.
Demek ki ilme çalışan, cennetlik olacak ama cennet onun peşine düşüyor. Ne kadar güzel bir şey! Sen ilmin peşine düştüğün zaman, “İlim öğreneyim; Kur’an öğreneyim, hadis, tefsir öğreneyim, itikadı öğreneyim, âdab, ahlâk öğreneyim, güzel güzel huylar öğreneyim, yapayım uygulayayım. Kötü huyları öğreneyim ve onları yapmayayım…” diye ilim peşine bu sefer sen durduğun yerde dursan bile cennet seni istemeye başlıyor, senin peşine düşüyor, cennet seni istiyor.
Cennet kimden ister?
Herhalde Allahu Teâlâ hazretlerinden ister. “Yâ Rabbi bu kulun ilmi istiyor, onu cennetine sok, ben onu istiyorum.” der.
Burada öyle denmiyor, ifade kısa:
“Kim ilim isteğinde, ilim talebinde bulunursa cennet de onun talebinde bulunur. İlmi isteyeni cennet ister. İlme çalışan sonunda cennetlik olur.” mânasında bir söz, güzel. Buradan ilim öğrenmenin ne kadar sevaplı olduğunu, insanı sonunda cennete götüreceğini anlamış olduk. O halde ne yapacağız? Demek ki kız da olsa erkek de olsa, büyük de olsa küçük de olsa, ev hanımı da olsa iş güç sahibi de, bir evin reisi, beyefendi de olsa, yaşlı da olsa, işi çok da olsa… ilim öğrenmeye çalışacak. İlim öğrenmek insanın cennetlik olmasına sebep oluyor. Peygamber Efendimiz buyuruyor;
Ve men kâne fî talebi’l-ma’siyeti, kâneti’n-nâru fî talebihî. “Kim de günah talebinde bulunursa; günahın peşine düşerse, bir günahı işlemek için onu isteyerek, onun tahakkuku için gayretlerini yoğunlaştırır, günahın peşine düşerse, günah yapmak isteğinde, gayretinde ve eyleminde olursa; o zaman cehennem de onun talebinde olur.”
Cehennem de onu ister.
“Yâ Rabbi! Şu kulun bu günahı işliyor, senin haram kıldığın günahları yapıyor; zulüm yapıyor, haksızlık yapıyor, hırsızlık yapıyor, rüşvet alıyor, gadrediyor veya yalan söylüyor…”
Mâsiyet; günah demek, aslında isyan demek.
Mâsiyet, mastar-ı mîmî. İsyân’dan, asâ kökünden. Buna mastar-ı mîmî derler; isyan demek.
İsyan: Allah bir şeyi emretmiş, yapmıyor. İsyan bayrağını açmış, “Yapmayacağım!” diyor. Allah bir şeyi “Yapmayın!” demiş, “Yapacağım!” diyor. “Yapın!” demiş, “Yapmayacağım!” diyor. Yani Allah’a isyan ediyor.
“Kim isyanın isteğinde, isyanın peşinde olursa cehennem de onun peşinde olur, cehennem de onu ister.”
İsyan eden cehenneme gider, demek.
O halde bizim İslâm hakkındaki bilgimiz ne kadar az olursa olsun gayet kolay! Demek ki ilim öğrenmek istersek cennetlik olacağız, günah işlersek cehennemlik olacağız.
İlim öğrenelim, dinimizi öğrenelim günahın peşine düşmeyelim. Günahlı işlerden kaçalım.
Şimdi ben size bir şey teklif ediyorum:
Evimizin görünen güzel bir yerinde -hanım görsün, çocuklar, bey görsün; herkesin görebileceği bir yerde- “Günahlar!” diye bir liste…
“Yalan söylemek günah! Hırsızlık yapmak günah! Zulüm etmek günah! Gönül yıkmak, insan üzmek günah!” vs.
Aşağıya doğru 10, 20, 30, 40, 50… bir liste yapılsa…
“Bakın çocuklar! Bunlar günahlar; bunları küçük yaşta öğrenin, yapmayın.”
Çocuk ilkokulda bile olsa öğrensin.
Yalan söylemeyecek. Öğretmenine yalan söylemeyecek.
“Öğretmenim; hastaydım, okula ondan gelmedim.”
Yalan! Annesiyle gezmeye gitti. Annesi dedi ki;
“Hadi ben seni de götüreyim, öğretmenine böyle söylersin…”
Yalana alıştırıyor.
“Öğretmenim, çok hastaydım da doktor geldi…”
Yalan! Üç günlüğüne gezmeye gittiler, geldiler…
Yalan söylenmeyecek. Günahları yazın, duvarda olsun!
Bir de sevaplı işleri yazın:
“Cuma namazına gitmek sevap! Cuma günü boy abdesti almak, tertemiz yıkanmak, güzel kokular sürünmek sevap! Temiz elbiseler giymek sevap! Camiye erken gitmek sevap! Birisine iyilik yapmak sevap! Sadaka vermek sevap! Geçmişlerimizin kabirlerini ziyaret etmek, onlara okumak sevap! Gönül almak, insan sevindirmek sevap!..”
Bunları da yazmalı, bunları da küçük büyük herkes bilmeli. Çocuklarımız böyle yetişmeli.
Bir liste halinde iyi huyları da kötü huyları da yazmalıyız. Bunları öğrenmek peşinde olduğu zaman cennet onun peşine düşüyor. Belki Allah’tan; “Bunu cennetlik et!” diye istiyor ve insan sonunda cennetlik oluyor. Ama isyanın, günahların peşinde koşarsa o zaman da cehennem insanın peşine düşüyor. Eyvah! Arkadan alevleriyle, ateşleriyle, türlü türlü azaplarıyla, zebanileriyle cehennem onun peşinde!
Düşünün: Siz çok tenha bir yolda giderken çok kötü insanlar; hırsızlar, haydutlar, yol kesiciler, haramiler arkadan gelmeye başlasalar… Etrafa bakınıyorsunuz, yardım edecek bir kimse yoksa nasıl korkarsınız! Yol ıssız, karanlık bastırmış. Onun gibi, cehennem insanın peşine düşerse korkmak lazım.
O halde sevaplı şeylerin, ilmin peşine düşelim de cennet bizim peşimize düşsün. Günahlardan vazgeçelim ki cehennem peşimize takılıp da bizi yutmaya kalkmasın!
Sözüm uzamış bile olsa üçüncü bir hadis okuyacağım.
Bu da hastanelerdeki kardeşlerime, herhangi bir hasta kardeşime hediye olsun.
Taberânî, Ebû Musa el-Eş’ârî radıyallahu anh’ten rivayet etmiş. Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
من كان له عمل يعلمه من خير فشغله عنه مرض أو سفر فإنه يكتب له صالح ما كان يعمل وهو صحيح مقيم
Men kâne lehû amelun ya’lemehû, min hayrin fe-şağalehû anhû maradun ev seferün fe-innehû yuktebu lehû sâlihu mâ kâne ya’melu ve hüve sahîhu mukîm.
Sadaka Resûlullah.
Ne kadar güzel, kısa kısa hadisler ama ne kadar tatlı konular bunlar!
Efendimiz buyuruyor ki;
Men kâne lehû amelun ya’lemehû. “Bir kimsenin âdeti, işlemekte olduğu bir iş, bir âdeti varsa…”
fe-şağalehû anhu maradun ev seferün. “Bu işlediği güzel şeyi hasta olduğu için yapamamış, hastalığı onu meşgul etmiş de yapamamışsa veyahut yolculuğu mâni olmuş da yapamamışsa…
Trende gidiyor, yapamıyor veyahut otobüste yapamadı. Güzel bir ibadetti; bir namazdı, bir güzel bir âdetti…
“Kim güzel bir iş yapıyorken, hastalık veya yolculuk onu yapmaktan engellemişse…”
Fe-innehû yuktebu lehû sâlihu mâ kâne ya’melu ve hüve sahîhu mukîm. “O adam seferde değilken, sıhhatliyken yaptığı bu güzel şeyleri sefer çıktı diye veya hastalandı diye yapamıyor ya, evvelce âdeti üzere yaptığı iyi şeyleri yapmış gibi Allah sevap yazar.”
Burada bir noktaya da dikkatinizi çekmek istiyorum:
Fe-innehû yuktebu lehû sâlihu mâ kâne ya’melu. “Allah, evvelce işlediği güzel işlerin, amellerin sevabını yapılmış gibi yazıyor.”
Bundan ne anlıyorsunuz, ne anlıyoruz?
Bir insanın kötü huyları da varsa;
Diyelim ki Allah saklasın, mesela içki içiyordu. Hasta olduğu, yolcu olduğu, yolda otobüste olduğu için içemiyor filan.
O zaman yolculuktan ve hastalıktan dolayı içemedi ama günahı yazılacak mı?
Yazılmıyor! Bak Allah merhametli, lütufkâr. Yaptığı iyilikleri yapmış gibi yazıyor da, ihtiyatı olan kötülükleri yapmış gibi yazmıyor. Bu da rahmetinden, lütfundan, kereminden oluyor. Bunu da anlamak lazım!
Bir de onları yazsa, “Sıhhati olsaydı bu yine o mendebur işleri yapacaktı, yazın ey meleklerim!” dese tabii yazması haklı olurdu. Çünkü seferde olmasaydı, sıhhatli olsaydı hakikaten o adam onu yapacaktı. Hasta olduğu için, doktor yasakladığı için veya otobüste yolcular razı olmadığı için yapamıyor. Ama işte Allah kötülükleri yazmıyor, o da rahmetinden!
Üç tane hadîs-i şerif oldu. Bir de dördüncüyü okuyacağım, o da çok kısa.
من كان له علم فليتصدق من علمه ومن كان له مال فليتصدق من ماله
Men kâne lehû ilmun fe’l-yetesaddak min ilmihî. Ve men kâne lehû mâlun fe’l-yetesaddak min mâlihî.
Abdullah b. Ömer’den, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz diyor ki;
“Kimin ilmi varsa ilminin sadakasını versin. Kimin de malı varsa o da malının sadakasını versin!”
Buradan ne anlıyoruz?
Malı olan sadaka verecek. Zengin adam fakire sadakasını, zekâtını versin. Malı olan malından bir miktarı yoksullara verecek ama ilmi olan da ilmini anlatmalı.
Öyle hocalar, değerli hocaefendiler var; köşede sus pus oturuyor. Ders yapmıyor, talebe okutmuyor, camide konuşmuyor, İslâm’a hizmet edici herhangi bir çalışma yapmıyor…
Mübarek, o kadar ilmin var; zengine nasıl malının zekâtını vermek mecburiyetse sen de ilmini anlatacaksın! Hele hele bu devirde! İnsanların İslâmî bilgisi az. İslâmî bilgileri az olduğundan yanlış inançları da var. Onun için doğru inancı bilen alimler doğruyu anlatacaklar. Yanlışları da söyleyecekler. “Bak burası yanlış, bunu yapmayın…” diyecekler.
Bugün bana bir emniyet müdürünü anlattılar. Çok ilginç bir misal:
Bu emniyet müdürü arkadaşımızla konuşmuş. Okumuş, tahsilli, yükselmiş, müdür olmuş bir zât. Allah afiyet versin, Allah gerçekleri göstersin.
Arkadaşımıza demiş ki;
“Ben müslümanım.”
Tamam, güzel. Allah Müslümanlığını mübarek etsin.
“Ben inançlı biriyim, müslümanım. İnançlıyım ama öyle o kadar da sofu filan değilim. Babam ölürken anneme vasiyet etti: ‘Sakın başını örtme!’ dedi. Bizde vasiyet çok önemlidir, onun için benim annem de başını örtmüyor.” demiş.
Çünkü babası ölürken vasiyet etmiş!
Muhterem kardeşlerim!
Bakın ne kadar büyük yanlışlık! Babası Allah’ın emrine aykırı bir vasiyette bulunuyor. Allah, “Ey hanımlar, başınızı örtün!” diyor. Babası ölüp giderken hanımına, “Aman hanım! Benden sonra sakın ha örtünme!” diyor. Allah’ın emrine aykırı, bu, Allah’a âsî olmak; isyan! Bu bir yanlışlık! O ölürken o vasiyeti yapan insanın bir cahilliği. Allah akıl fikir versin, cahillikten kurtarsın.
İkinci cahillik:
Müdür bey diyor ki;
“Bizde vasiyet çok önemlidir. Babamın vasiyetine çok sıkı riayet ediyoruz.”
Hayır, yanlış olan vasiyet tutulmaz!
Ona sormak isterdim: Kendisi emniyet müdürü. Mesela babası ona deseydi ki;
“Falanca adama ben çok kızıyordum. Sen de polissin, tabancan var; o adamı öldür, vasiyet ediyorum.”
Öldürecek miydi?
Öldürmezdi. Çünkü kanun adamı; kanunu uygulayan insan; öldürmek olmaz. Haksızlık varsa mahkemeye müracaat edilir vs. İhkâk-ı hak, hakkı bizzat kendisi gidip almak yoktur. Çünkü belki kendisi yanılır.
Demek ki vasiyet her zaman tutulmuyor. Yanlış vasiyet tutulur mu?
İnsan yanlış şeye yemin etti, yanlış yemin uygulanır mı?
Yanlış yemin uygulanmaz! Kefaret, yemin kefareti verilir. Yanlış vasiyet tutulmaz, doğrusu yapılır. Çünkü;
لا طاعة لمخلوق في معصية الخالق
Lâ tâ’ate li-mahlûkin fî ma’siyeti’l-hâlık.
kaidesi vardır. Fıkhın en mühim kaidelerinden birisi.
“Allah’a isyanı emrediyorsa hiç kimseye itaat olmaz!”
“Babam bana ‘Namaz kılma!’ dedi. Kocam bana ‘Namaz kılma!’ dedi…”
İtaat olmaz.
Neden?
Allah’a isyanı emreden bir nüfuzu, mevki makam sahibi bir insanın sözü dinlenmez.
Neden?
En yüksek mevki, makam Allah’ındır da ondan! Allah’ın sözü dinlenecek, Allah’ın sözünün karşısına kimse çıkmayacak. Allah “Namaz kılın!” demiş, o “Kılmayın!” diyor. Olmaz böyle şey, diyecek. Kişi ona göre nereye itaat edeceğini bilecek. Allah’a isyan emredildiği zaman tutulmaz.
İslâm’ın kanunları 1400 yıldır ama bugünün, yirminci yüzyılın insanları mecliste milletvekilleri oturuyorlar, kalkıyorlar, komisyonlardan geçiyor, bir kanun çıkıyor, tasdik ediliyor filan. Resmî Gazete’de neşrediliyor, kanun oluyor.
Ama mesela âmir bir memura kanuna aykırı bir şey emretse memur âmirin sözünü dinlemez, dinlememesi lazım. Dinlerse suçlu olur. Bak bugünkü kanunlar bile doğruyu yapıyor.
Babası yanlış bir şey vasiyet etmiş, dinlemek olur mu?
Annesi yanlış vasiyeti dinledikçe; başını örtmedikçe, o vefat eden kimse kabirde kat kat, tekrar tekrar, yine yine azap görüyor!
Neden?
Sen o vasiyeti ettin de, o kadın senin vasiyetine uygun olarak başını örtmüyor diye. Onu kurtarmanın çaresi, hanımın başını örtmesi.
Bak işte cahillik!
Kültürlü, tahsilli, okumuş insanların da bilgisizlikleri olabiliyor. Çünkü din ayrı bir ilim dalı.
Mesela çiftçi, doktora karışıyor mu? Doktor, kimyacıya karışıyor mu? Kimyacı hukukçuya karışıyor mu?
Ayrı ayrı dallar.
Onun için içinizde alim olanlar ilmini sağa sola anlatsın.
“Hocam ben alim değilim, mütevazı bir müslümanım.”
Sen de bildiğin kadarının alimisin! Duyduğunu anlat, okuduğunu anlat. İyi kitapları oku, derin kitapları, doğru, güzel, mükemmel kitapları oku, doğru bilgileri öğren, bildiğin kadarını anlat!
“Ben bugün böyle bir şey okudum kardeşlerim, gelin boş vakit geçirmeyelim, ben size bildiğimi anlatayım…” deyin.
Hem insan bildiğini anlatınca hafızasında daha iyi kalır, kuvvetlenir. Anlata anlata daha iyi yer eder.
Allahu Teâlâ hazretleri bizleri ilim sahibi etsin, mal sahibi etsin. Zengin de olalım, zengin de olun ama zengin olunca malınızın zekâtını, hayrını hasenâtını yapın. Fakirleri unutmayın, yoksulları, dulları, yetimleri unutmayın; zavallıları unutmayın.
İlim sahibi olun ama ilim sahibi olduğunuz zaman da ilminizi sağa sola söylemeyi unutmayın. Emr-i mâruf yapın, ilim öğretin, talim ve terbiyede bulunun!
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâh!
Cumanız mübarek olsun.
Allah hepinizden razı olsun.