es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Size Hz. Ali Efendimiz radıyallâhu anh’ten rivayet edilmiş olan, Hz. Ali Efendimiz’e hitap eden birkaç hadîs-i şerîfi okumak istiyorum.
Birincisinden başlıyorum:
Hz. Ali Efendimiz’den Hatîb-i Bağdâdî rivayet eylemiş. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyuruyor ki;
ياَ عَلِىُّ ماَ خاَبَ مَنْ اسْتَخاَرَ وَلَا نَدِمَ مَنْ اسْتَشاَرَ ياَ عَلِىُّ عَلَيْكَ بِالدُّلْجَةِ فَإِنَّ الْأَرْضَ تَطْوِى بِاللَّيْلِ ماَ لَا تَطْوِى بِالنَّهاَرِ ياَ عَلِىُّ اُغْدُ بِسْمِ الله فَإِنَّ اللهَ يُباَرِكَ لِأُمَّتِى فِى بُكُورِهاَ
Yâ Aliyyu mâ hâbe men istehâr ve lâ nedime men isteşâr. Yâ Ali aleyke bi’d-dülceti fe-inne’l-arda tatvi bi’l-leyl mâ lâ tatvi bi’n-nehâr. Yâ Ali uğdü bismillah fe-innallâhe yübârikü li-ümmeti fî bükûrihâ.
Üç defa “Yâ Ali!” sözü geçiyor.
Ben de üç hadis okuyacağım, niyetim öyle.
Hz. Ali Efendimiz’e hitaben Peygamber Efendimiz’in tavsiyeleri nelermiş, onları size anlatmaya başlayayım.
Niçin Hz. Ali Efendimiz’le ilgili rivayetleri ve hadîs-i şerîfleri seçtim?
Hz. Ali Efendimiz’i seven insanlar çok, özellikle bazı kardeşlerimiz Alevî diye adlandırılıyor; Hz. Ali’ye bağlı, ona mensup. Ona mensup olan insanlar da sevinsin ve Hz. Ali Efendimiz’in nasıl hareket ettiğini, zihniyetinin, hayatının nasıl olduğunu anlasınlar diye bunları seçiyorum. Zaten Hz. Ali Efendimiz’le ilgili konferanslar da vermiştim.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
Yâ Ali, mâ hâbe men istehâre. “İstihare yapan mahrum olmadı,
hâis ve hâsir olmadı, ziyana uğramadı.”
İstihare; bir şeyin hayırlısını istemek, aramak, talep etmek mânasına geliyor. İnsanın yapacağı işler çeşitlenince hangisi daha hayırlı diye düşünmesi lazım. Bazen karar vermekte zorlanabilir. Bu düşünme ikisi eşit gibi görünen veya çeşitliyse; üç dört tane ise hepsi eşit gibi görünen işlerden bir tanesini seçme tarzında olacak; bazen doğrudan doğruya istihare namazı kılıp, istihare duası yapıp geceleyin Allahu Teâlâ hazretleri rüyada hayırlı olan tarafı göstersin, diye uykuya yatmakla oluyor.
İstihare duası ve istihare namazı kılıp da uykuya yatmak suretiyle uykuda Allah hayırlısını göstersin, diye düşünmek de olabilir. Uyku olmadan da insan bir işin hayırlısını taharri edebilir, arayabilir.
Hayırlısını aramak insana çok büyük sevap kazandırır. Karşısına gelmiş olan çeşitli işlerden hayırlı olanını yapmak istiyor, Allahu Teâlâ hazretlerinden hayırlısını istiyor. “Ben hayırlısını yapayım da Allah bana sevap versin.” diye bu niyetinden dolayı, yaptığı işin mahiyeti sonucu itibariyle istenildiği şeyi sağlamasa bile niyeti iyi olduğu için zaten büyük sevap kazanır.
Her işin hayırlısını aramamız, hayırlısını istememiz lazım, hayırlısını versin diye de Allah’a dua etmek lazım. “Yâ Rabbi ben bazen anlayamıyorum, karar vermekte zorlanıyorum, güçlük çekiyorum. Sen bana hayırlısını nasip et, ben senin kaderine razıyım…” demek lazım.
“İstihare eden hâib ve hâsir olmadı.”
Hâib ve hâsir; yaptığı işte pişman, perişan sonucu ters durumla karşılaşmak mânasına geliyor. Pişman, perişan olmak mânasına geliyor.
Peygamber Efendimiz “İstihare eden pişman ve perişan olmaz,
hâib ve hâsir olmaz.” diyor. O halde istihare etmeliyiz, hayırlısını aramalıyız.
Arkasından bir cümle daha var:
Ve lâ nedime men isteşâre. “İstişare eden de hiç pişman olmaz.”
Nedime, nedâmet masdarından geliyor, istişare eden insan nedamet duymaz.
Demek ki bir istihare var, bir istişare var.
İstişare; o işi iyi bilen kimlerdir diye düşünüp, o kimselere gidip yapacağı işi “Ben şöyle bir iş yapmak istiyorum. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir?” diye sormak.
Padişahlar bile divanlarını toplarlardı; vezirler, sadrazamlar, şeyhülislâmlar…
“Düşmanla şimdi savaşacağız! Nasıl savaşalım, nereye doğru gidelim, nasıl cephe alalım?..”
İstişare; insanlarla, bilen, umur görmüş tecrübeli insanlara; ehline, erbabına işi sormak istişare demek, meşveret yapmak, danışmak mânasına geliyor. Bunlar danışan kimse ve de iyi bilen insanlara soran kimse; Allah bereket de verir. Kur’ân-ı Kerîm’de Allah şûrâyı emretmiştir, Peygamber Efendimiz’e bile meşveret yapmayı emretmiş.
وَشَاوِرْهُمْ فِي الْأَمْرِ
Ve şâvirhüm fi’l-emr.
“Sen peygambersin ama gene de istişare et, danış ki bu âdet olsun! Peygamber böyle yaptı diye ümmet-i Muhammed de böyle yapagelsin.” diye Allah istişareyi Peygamber Efendimiz’e bile tavsiye ediyor.
Neden “Peygamber Efendimiz’e bile” diyorum?
Ona Allah vahiyle her şeyi gösterdiği halde yine danışarak yapma usulünü yerleştirmek bakımından Peygamber Efendimiz’e istişareyi tavsiye ediyor.
İnsan şahsen herhangi bir atılım, herhangi bir iş yapacağı zaman ne yapacak?
Bu dinî iş de olabilir, dünyevî iş de olabilir, evlilik de olabilir, dükkân açmak da olabilir. Herhangi bir teşebbüsünde, o işi iyi bildiği kimselere danışacak, istişare yapacak, meşveret yapacak; bu kelimeleri biliyorsunuz, şûrâ kelimesini biliyorsunuz.
Bir de istihare var; hayırlı olanı düşünmek araştırmak; bu şahsen de olur: “Acaba hangisi daha hayırlı?” diye düşünmek. Bir de özel istihare namazı kılıp, istihare duasını yapıp, Bismillâhirrahmânirrahîm uykuya yatıp, uykuda “Allah bana hayırlısını göstersin…” diye olabilir. Bu da hadîs-i şerîfte var.
Acaba istihare mi önemlidir istişare mi önemlidir?
Evliyâullah büyüklerimiz, alimlerimiz “İstişare daha önemlidir!” demiş. Yaşayan insanlarla oturup, kalkıp, konuşup -tabi, bunların arasında din alimleri, müftü efendiler, bilginler de olur- konuşmak daha iyidir.
Neden?
Çünkü rüya esrarengizdir!
İnsanlar niçin rüya görüyor?
Çeşitli sebeplerden görebiliyor. Bazen nefsanî rüya görür; aç yattığı zaman yemek gördüğü gibi arzuları rüyasına akseder. Bazen şeytanî rüya görür; şeytan insanı üzmek, sapıtmak, şaşırtmak için rüyasına girer, o da korkunç birtakım rüyalar olur. Bazen Rahmanî olur, bazen melekler tarafından ilham olunur.
Bir de doğrudan doğruya herkes rüyanın asıl mânasını kavrayamıyor, anlayamıyor. Kur’ân-ı Kerîm’de -biliyorsunuz- Yusuf aleyhisselam zindanda iken arkadaşı diyor ki;
“Ben rüya gördüm.”
“Nasıl rüya gördün?”
“Başımın üstünde bir tepsi taşıyormuşum. Tepsinin içinde de ekmekler varmış. Kuşlar konmuş tepsideki o ekmeklerden yiyor.”
Böyle bir rüyayı siz duysanız bundan ne mâna çıkartırdınız?
Hani başının üstünde tepsi, güzel; ekmek var, bereketli; kuşlar yiyor, oh ne güzel… Hayır hasenât oluyor gibi... İnsan rüyanın olaylarının yorumlamasını bir türlü yapar ama Yusuf aleyhisselam diyor ki;
“Sen asılacaksın, öldürüleceksin ve başının etini kuşlar yiyecek!”
Ve sonra öyle oluyor.
Rüyanın anlaşılması, rüyanın yorulması, tabiri de zor oluğundan istişare daha önde geliyor. Peygamber Efendimiz;
“Ey Ali! İstihare eden hâib ve hâsir, pişman ve perişan olmadı; istişare eden sonunda hiç nedamet duymaz.”
İyi olur. Bu gibi davranışlara hem Allah sevap verir hem de işin sonu isabetli olur. Çünkü bu usulle, danışılarak yapılmış oluyor. Aynı hadîs-i şerîfin devamında buyurmuş ki;
Yâ Ali, aleyke bi’d-dülce. “Ey Ali! Sana gecenin son zamanını tavsiye ederim.”
Fe-inne’l-arda tatvi bi’l-leyli mâ lâ tatvi bi’n-nehâr. “Çünkü yeryüzü gündüz katlanmadığı kadar geceleyin rahatlar, fazla bir şekilde katlanabilir.”
Buradan anlaşılıyor ki Hz. Ali Efendimiz’e verilen vazife yolculukmuş. Belki askerî bir yolculuk, belki emrinde askerler var.
Peygamber Efendimiz askerleri gönderirken nasihat ederdi, hatta uğurlardı; yaya olarak yürürdü, dua ederek uğurlardı.
Peygamber Efendimiz Hz. Ali radıyallâhu anh Efendimiz’e ne demiş oluyor?
“Gecenin sonuna doğru istifade et, o vakitte yürü, git!” diyor.
Neden?
İnsan gündüzki faaliyetlerinden ötürü gecenin ilk vaktinde uykulu olur, yorgun olur. Uyusun, tamam. Arapça’da gecenin son vaktine
dülce derler. Dülce zamanında, seher vakti gibi, gecenin son zamanlarında, daha imsak kesilmeden önce... O diyarlarda hava hem serindir hem de insan kimseye görünmeden seyahat eder; çünkü karanlıktır, gecedir.
“Yâ Ali! Sana geceyi tavsiye ederim.” diyor.
Biliyorsunuz o vakitlerde ibadet etmek de sevaptır. Ama bir insan Peygamber Efendimiz’in emriyle bir sefere çıkmışsa zaten attığı her adımda nice sevaplar kazanıyor.
“Sana gecenin sonunda yürümeyi tavsiye ederim, çünkü geceleyin daha iyi yürünür.” demiş oluyor.
“Yeryüzü geceleyin katlanır, geceleyin gündüz katlanmadığı kadar çok mükemmel bir şekilde katlanır.”
Yol alınabilir, demek istiyor. Onun için gece yolculuğunu tavsiye ediyor. Serin, güneş daha çıkmamış, etraf cayır cayır yanmıyor, görünmüyor; orada karanlıkta sessizce gidiyor.
Yâ Ali, uğdü bismillah. “Ey Ali! Bismillah ile erkenden yolculuğa çık.”
Peygamber Efendimiz; hadi bakalım yolun açık olsun, gibi demiş oluyor.
Fe-innallâhe yübârike li-ümmeti fî bükûrihâ. Ğuduvven ğuduvve’l-âsâr, bunlar zaman isimleri.
Ğuduv, erken vakit demek.
“Yâ Ali! Bismillah diyerek Allah’ın ismiyle erken hareket et.” diye onu da tavsiye ediyor.
Fe-innallâhe yübâriku li-ümmeti fî bükûrihâ. “Çünkü Rabbim, Allahu Teâlâ hazretleri erken vakitleri ümmetime bereketli kılmıştır.”
Günün erken vakti müslüman için önemlidir. Erken vaktinde iş yapmaya bakmalıdır, dükkânını açmaya, işini yürütmeye, dersini çalışmaya bakmalıdır, hanım ev işlerini erkenden yapıp bitirmelidir. Erkenden bitirdi mi tamam. Ondan sonra rahat eder. Erken vaktinde bereket vardır.
Onun için biz müslümanların günlük programlarında, günlük yaşamlarında sabah namazında kalkmak vardır. Sabah namazından sonra işrak vaktine kadar, güneş daha yeni doğarken dualar ederek, tesbihler çekerek, ibadet ederek vakti değerlendirmek; Allah’a iltica ederek, niyaz ederek güne başlamak vardır. Efendimiz’in âdeti böyledir. Ondan sonra da çok erken vakitte erkenden işlere koyulmak!
Bu eski âdet köylerde böyleydi. Tarlasına gidecek insan daha erken vakitte tarlasına varmış olurdu, epeyce de iş yapmış olurdu. Erkence de bitirir; çarşıya, pazara, panayıra giden insan da erken giderdi. Sabah namazından sonra tezgâhlar açılırdı, herkes alışverişini yapardı. Öyle ki öğle vaktine doğru işler bitmiş olurdu. Akşamleyin de herkes köyüne, Arabistan’da ise kabilesine dönmüş olsun diye... Böyle olması uygun da olurdu. Allah erken başlanan işlere bir de mânevî bakımdan hayır, bolluk, bereket veriyor. Bu hadîs-i şerîften çok çok güzel bilgiler almış olduk.
Biz de öyle yapacağız.
Ne yapacağız?
İstihare yapacağız. Önümüze gelen işlerin hayırlı olanını bulmaya, anlamaya, yapmaya çalışacağız; çünkü o zaman çok sevap var. İstihare duası yapacağız, istihare namazı kılıp, gece uykuya yatıp tereddütlü olduğumuz konulardan hangisi daha hayırlıdır, diye rüyadan işaret almaya da gayret edeceğiz. Ama istişare diye de bir müessese, bir usul var; istişare edeceğiz. İyi bilen, akıllı uslu, gün görmüş tecrübeli, sevimli, alim, fâzıl, kâmil kimselere, o işi iyi bilen ustalara, mütehassıslara yapacağımız işi soracağız.
İstişare ve istihareyi öğrenin, hayatınızda tatbik edin!
Bir de yolculuklar… Suudi Arabistan’ın hâlini oraya gidenler bilirler. Şimdi mükeyyifler, çeşitli aletler var. Eskiden onların hiç birisi yoktu, arabalar yoktu. Arabaların içinde, iklim, havayı soğutan cihazları açıyorsunuz; Araplar mükeyyif diyorlar, Avrupalılar klima cihazı diyor. Çatır çatır, dışarıda her taraf sıcaktan kaynasa bile arabanın içinde serin serin gidebiliyorsunuz, eskiden öyle değildi. Onun için gecenin dinlendikten sonraki vaktinde kalkıp erken erken, gece vaktinde, sıcak daha bastırmadan, güneş doğmadan, hatta sabah namazının vakti girmeden hareket etmeyi, seyahat etmeyi, seyahati öyle yapmayı Efendimiz tavsiye ediyor.
İsrâ ve mirac mucizesi münasebetiyle siz de duymuşsunuzdur, anlatılmıştır.
Arapça’da
isrâ ne demek?
Geceleyin seyahat etmek demek.
سُبْحَانَ الَّذِي أَسْرَى بِعَبْدِهِ لَيْلًا
Sübhânellezî esrâ bi-abdihî leylen…
Âyet-i kerîmesinin izahında, hani Peygamber Efendimiz Mekke’den Kudüs-ü Şerîf’e kadar geceleyin seyahat ettirildi, ilâhî vasıtalarla götürüldü. Oradan da miraca çıktı ya oradan da hatırlarsınız; gece yolculuğu yapmak.
Bu tatlı ve güzel bir yolculuktur. Yıldızların altında, püfür püfür tatlı rüzgârlar eserken çok nefis olur. Peygamber Efendimiz bunu tavsiye ediyor. Bir de işe erken başlamayı, güne erken başlamayı tavsiye ediyor.
Bu devirde bazı insanlar ne yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar?
Geceleyin poker oynuyorlar, toplantı yapıyorlar. Dans, balo oluyor, çay oluyor vs. Geceyi harcıyorlar. Uykusuz, haramlıkta, sigara dumanları arasında geceyi harcıyorlar; sabaha doğru perişan bir şekilde evlerine gidiyorlar, yatıyorlar. Müdür de olsa, memur da olsa, patron da olsa perişan bir şekilde uykuya dalıyor; onda, on birde, öğleye doğru kalkıyor.
Bu Türkiye’de İslâmî örfe, âdete aykırı bir durum haline gelmiş oldu. Erkenden çarşıya gitseniz bütün dükkânları kapalı görürsünüz; çünkü gece hayatı, gece eğlenceleri var. İnsanlar şimdi gecesini harcıyor, asıl sabahın bereketli zamanlarını maalesef kaçırıyor.
Biz ne yapalım?
Biz erken hareket edelim. Eğer esnaf isek bizim dükkânımız erkenden açılmış olsun. Gelen bizi bulsun, alışverişi biz yapalım. Bereket var, Allah bereket veriyor; o zamanı, o faaliyeti mübarek kılmış. Biz erkenden işimizi bitirelim de akşam namazından önce de evimize döneriz. Erken kapayalım, evimize dönelim. Akşam namazı vaktinde evde olmak iyidir. Çünkü oruçlu ise orucunu açacak, namazını kılar, ondan sonra orucunu açar.
Bizim rahmetli validemiz sabahleyin başımıza gelirdi, bizlere anlatırdı.
“Aman çocuklar! Erken kalkın, namazınızı vaktinde kılın!” derdi. Rahmetli annem; “Melekler gelirlermiş küçük çocuklara bile; ‘Kalkmadı; güneş üstüne doğdu, namaz vaktinde uyanmadı, uyudu kaldı. Onların kısmetlerini veremiyorlar, çünkü kalkmadı; bereketten mahrum kaldılar. Onların kısmetlerini götürürler, erken kalkan hıristiyan çocuklara verirler!” derdi.
Biz de kıskanırdık, içimiz kıvrılırdı.
“Vay! Kalkmazsak bizim kısmetler hıristiyan çocuklara, gayrimüslim çocukların erken kalkanlarına verilecek!” diye yataktan bismillâhirrahmânirrahim, hop kalkardık.
Rahmetli validemiz nereden duyduysa duymuş ama görüyorsunuz Avrupa’yı Amerika’yı. Giden kardeşlerimiz daha çok, artık onların hayatları çok meçhul değil. Çok erken kalkarlar.
Ben bir ara altı ay Almanya’da bulundum da çocuğum ilkokula gidiyordu. Emin olun servis arabasına, hizmet arabasına karanlıkta binerdi. İlkokulun birinci sınıfındaki çocuk ortalık kapkaranlık iken ilkokula giderdi. Düşünebiliyor musunuz ne kadar erken kalkıyorlar, nasıl harıl harıl çalışıyorlar?! Tabi çalışınca, erken kalkmayan müslümanların kısmetleri, bereketleri de onlara gidiyor. Kanun, Allah’ın kanunu böyle! O halde biz de erken kalkalım ve erken hareket edelim.
Hz. Ali Efendimiz’e Peygamber Efendimiz tarafından yapılmış nasihat. Onun da bize rivayetiyle bu güzel şeyleri öğrenmiş olduk.
Peygamber Efendimiz Hz. Ali Efendimiz’e bir de dua tavsiye etmiş. İkinci olarak onu okuyacağım. Bunu yanınızda kâğıt-kalem olur da yazarsanız, bu duayı okursanız istifade edersiniz:
ياَ عَلِيُّ أَلَا اُعَلِّمُكَ دُعاَءً تَدْعُو بِهِ لَوْ كاَنَ عَلَيْكَ مِثْلَ عَدَدِ الذَّرِّ ذُنوُباً لَغُفِرَتْ لَكَ مَعَ أَنَّهُ مَغْفوُرٌ لَكَ قُلْ اَللَّهُمَّ لاَ إِلَهَ إِلاَّ أَنْتَ الْحَلِيمُ الْكَرِيمُ تَباَرَكْتَ سُبْحاَنَكَ رَبِّ الْعَرْشِ الْعَظِيم
Yâ Aliyyu! Elâ uallimüke duâen ted’û bi hî lev kâne aleyke misle adedi’z-zerri zünûben le ğufiret leke me’a ennehû mağfûrun leke kul Allahümme lâ ilâhe illâ ente’l-halîmu’l-kerîm tebârekte sübhâneke rabbi’l-arşi’l-azîm.
Ne kadar kısa!
Ben kelimelerini biraz izah edeyim. O arada kaleminizle bu güzel duayı kâğıda besmeleyle yazmış olursunuz.
Peygamber Efendimiz ne buyurmuş?
Yâ Aliyyu! Elâ uallimüke duâen? “Ey Ali! Ben sana bir dua öğreteyim mi ki…”
Ted’û bihî. “Onunla el açıp dua etsen… Ben öğreteyim de sen onunla dua et. Senin öğrenip de onunla dua edeceğin bir duayı sana öğreteyim mi?”
Bu duayı öğretecek ama niçin öğretiyor?
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Lev kâne aleyke misle adedi’z-zerri zünûben. “Senin üzerinde zerreler adedince günah olsa bile…”
Le-ğufiret leke. “Bu duayı okursan bu günahlar mağfiret olunacak. Zerreler adedince günahın olsa bile bu duayı okudun mu affolunacak!”
Ama bir de iltifat buyuruyor. Hz. Ali Efendimiz’in hâlini söylüyor:
Me’a ennehû mağfûrun leke. “Zaten Allah seni affetmiştir.”
Hz. Ali Efendimiz küçüklüğünde İslâm’a girmiş. Küçükken çocukluğunda İslâm’a girmek, İslâm’ı yaşamak çok önemli. Hz. Ali Efendimiz çocukken müslüman oldu. Tertemiz olarak büyüdü, Allah’ın arslanı olarak büyüdü ama küçükken de bir cahiliyet çağı idrak etmeden gafillik, cahillik, çocukluk, delikanlılık, hata, günah, isyan bir şey yapmadan İslâm içinde neşv ü nemâ buldu, gelişti ve büyüdü.
Peygamber Efendimiz hadîs-i şeriflerinde buyuruyor ki:
“Bir insan küçükten itibaren, gençliğinden müslüman olarak yetişirse meleklerden üstün olur!”
“Allah meleklere ibadet ehli, günah işlemeden yetişmiş gençleri gösterir, onları över, onlarla övünür.” diye hadîs-i şerîfler var.
Onun için çocuklarımızı küçük yaşta müslüman olarak yetiştirmemiz lazım. Hiç günahlara bulaşmadan hata, kusur, isyan vs. yapmadan gençlikleri, delikanlılıkları geçsin, ibadetleri ihmal etmeden büyüsünler, küçüklükten beri hayatları pırıl pırıl, hayatlarının hiçbir noktasında eksik olmadan geçmiş olsun.
Sevgili Akra dinleyicileri!
Biz çocuklarımızı geç eğitiyoruz. Çocuklar geç kalıyor. Çocuklar daha çocuktur, diye onların üzerine fazla eğilmiyoruz; ilkokul bitiyor, ortaokul bitiyor sonra “Hadi bunları müslüman yetiştirmeye çalışalım.” diyoruz ama o zamana kadar birçok alışkanlıkları kazanmış olduğu için onlardan kurtarmak zor oluyor.
Bir de büluğ çağına erdiği zaman, melekler sevaplarını günahlarını yazmaya başladığı için artık defterlerine bir sürü günah yazılmış oluyor. Vebal altında kalıyorlar, sorumluluk çağından önce onların hazırlanmaları lazım.
Yedi yaşından, ilkokula girdiği çağdan itibaren, birinci sınıftan itibaren namaz kılması lazım. Üçüncü sınıftan sonra babası artık biraz serteleyecek: “Niye kılmıyorsun bakayım sen? Allah’ın kulu değil misin?!” demesi lazım. İslâm’ın emri bu.
12 yaşında, ilkokul bittiği zamanda âkil ve bâliğ oluyor; çocuk âkil ve bâliğ olunca da sevaplar günahlar yazılmaya başlanıyor. Ondan önce sevaplı ibadetleri, günahları, hataları, kusurları çocuğa öğretmek lazım; ana hatlarıyla, özet olarak, teferruata boğmadan bilgileri kısaca öğretmek lazım.
“Evladım, söyle bakayım hırsızlık ne?”
“Hırsızlık büyük günah babacığım…”
“Söyle bakayım evladım, yalan söylemek ne?”
“Yalan söylemek büyük günah babacığım...”
“Söyle bakalım evladım, insan namaz kılsa da kılmasa da olur mu? Günde beş vakit çok geliyorsa bir vakte indirse olur mu?”
“Olmaz babacığım, Allahu Teâlâ hazretleri namazı müslümana günde beş vakit vazife eylemiş; namaz dinin direğidir, mü’minin miracıdır, namaz farzdır, çok sevaplıdır, çok kıymetlidir. Bir insanın evinin önünde akan nehir gibidir, pırıl pırıl, şırıl şırıl tertemiz bir nehir gibi, oraya giren insanın tozu toprağı, teri, kiri pası kalır mı? Kalmaz, namaz onun gibidir babacığım, namazı kılmak lazım...”
Bak çocuk güzel öğrenmiş, küçük yaşta öğrenmiş; namazı farz biliyor, yalanı günahı biliyor...
Bunun gibi ana hatlarıyla öğretmemiz lazım. Hz. Ali Efendimiz öyle yetişmiş, öyle büyümüştü. Onun için Peygamber Efendimiz burada buyuruyor ki;
“Senin zerreler adedince günahın olsa bu duayı ettin mi mağfiret olunur, o günahlar silinir. Mağfiret olunursun. Zaten günahların yok, zaten günahların affedilmiş ama gene bu duayı öğren!” diyor. Bu Hz. Ali Efendimiz’e bir iltifat. Peygamber Efendimiz onun ne kadar iyi bir müslüman olduğunu böylece ifade etmiş oluyor.
Gelelim duaya.
Dua ne?
Kul. “De.” diyor.
Kul, “De. Söyle!” mânasında emir.
Dua ne?
Allahümme lâ ilâhe illâ ente’l-halîmu’l-hakîm.
Arapça’da
Allahümme çok önemli bir hitap şeklidir. “Ey benim Allah’ım, Rabbim!” demek ama Araplar bu sözü çok korka korka, çok hürmet ede ede kullanırlardı. Önemli bir söz!
Allahümme. “Ey benim Allah’ım!”
Lâ ilâhe illâ ente. “Senden başka ilâh yok, tapılacak sadece sen varsın. Yaratan sensin, ibadet edilmeye layık, şayeste olan sensin. Ancak sana ibadet edilir, senden başka ilâh yok!”
el-Halîmu’l-hakîm. “Halîmsin, hikmet sahibisin.”
Allahu Teâlâ hazretleri hilm sahibidir, hemen kızmaz, gazap etmez; hikmet sahibidir, yaptığı her işi hikmetle yapar.
İnsan “Halîmsin.” demekle, “Yâ Rabbi! Bana halîm davran…” demiş oluyor.
Hikmet; bir şeyi yerli yerince, usulünce, sağlam ve kusursuz, güzel yapmak demek. “Allahu Teâlâ hazretleri hikmet sahibidir, halîmdir.” diye duada onu söyleyerek O’nun birliğiyle başlamış oluyor.
Allahümme lâ ilâhe illâ ente’l-halîmu’l-hakîm.
Görüyorsunuz duada “Hemen şunu istiyorum.” demiyor. Allahu Teâlâ hazretlerini methediyor, Allahu Teâlâ hazretlerine medh ü senâda bulunuyor.
Tebârekte. “Sen mübarek oldun yâ Rabbi. Her şeyin hayırlı ve kutlu!
Sübhâneke. “Seni her türlü hatadan, kusurdan, eksiklikten, yanlışlıktan münezzeh bilirim. Senin hiç hatan kusurun bahis konusu olmaz, acizliğin olmaz.”
Rabbi’l-arşi’l-azîm. “Ulu arşın sahibisin.”
Allahu Teâlâ hazretleri Arş-ı âzam’ın sahibidir.
Arş-ı âzam nedir?
Allahu Teâlâ hazretlerinin Arş’ı öyle bir büyük yaratık, arş Allah’ın yarattığı öyle bir şey ki bu semaları ve yeryüzünü Allah’ın kürsüsü kuşatıyor.
Allah’ın kürsüsü…
Vesia kürsiyyü hü’s-semâvâti ve’l-ard. Ne kadar büyük anlayın! Kürsü bütün bu semaları ve arzı kuşatıyor ama Arş-ı âzam’ın yanında kürsü son derece küçük kalıyor. Deryada bir damla gibi kalıyor, o kadar küçük kalıyor. Arş-ı âzam o kadar büyük!
Arş, Arapça’da taht demek. Allahu Teâlâ hazretlerinin saltanatının tahtı mânasına.
Ama mahiyeti nasıl?
Allah bilir. İnsan ne görebilir, ne kavrayabilir, ne büyüklüğünü hakkıyla anlayabilir. Arş-ı âzam; o en büyük Arş, onu söylüyor.
Tebârekte sübhâneke. “Seni tenzih ederim, sen Arş-ı azîmin Rabbisin, sahibisin!” demiş oluyor.
Dikkat ederseniz bu duada kutlu birtakım sözler var ama bir istek yok gibi.
“Yâ Rabbi! Bana şunu yap, bunu yap…” demiyor.
Bir insan Allah’ı kutlu sözler kullanarak, kutlu sözlerle över över ama hiç bir şey istemezse Allahu Teâlâ hazretleri onu istediğinden âlâsına kavuşturur, ona istediğinden âlâsını verir! İnsan hakkını vererek, kelimeleri güzel kullanarak Allah’ı methettiği zaman çok büyük lütuflara, ilâhî lütuflara mahzar oluyor. Burada da o durum var:
Lâ ilâhe illâ ente’l-halîmu’l-hakîm tebârekte sübhâneke rabbi’l-arşi’l-azîm. “Sen Arş-ı azîm sahibisin, her türlü noksandan münezzehsin, her türlü bereketin sahibisin, bereketi vericisin, kutlusun. Yâ Rabbi! Hikmet sahibisin, halîmsin, senden başka ilâh yok!”
Bu sözler Allahu Teâlâ hazretlerinin şânına övgülerdir. Ama bu övgüleri söyleyince Allah seviyor, bir kulun günahları zerreler adedince bile olsa affediyor. O halde afv u mağfiret olunmak için bu duayı ezberleyelim Hz. Ali Efendimiz’den rivayet edilmiş. Hz. Ali Efendimiz’e Peygamber Efendimiz’in tavsiye ettiği bir dua.
Üçüncü hadîs-i şerîfe gelelim.
İbn Asâkir Hz. Ali Efendimiz’den rivayet etmiş, o da büyük bir alim. Bu da biraz derin mânaları ihtiva ediyor, kısa cümlelerin altında derin mânalar var. Okuyalım:
ياَ عَلِىُّ إِنَّ الْإِسْلاَمَ عُرْياَنٌ لِباَسُهُ التَّقْوَى وَرِياَشُهُ الْهُدَى وَزِينَتُهُ الْحَياَءُ وَعِماَدُهُ الْوَرَعُ وَمَلَاكُهُ الْعَمَلُ الصَّالِحُ وَأَساَسُ الْإِسْلَامِ حُبِّى وَحُبُّ أَهْلِ بَيْتِى
Yâ Ali! İnne’l-İslâme uryânün libâsühü’t-takvâ ve riyâşühü’l-hüdâ ve zînetühü’l-hayâ ve imâdühü’l-verâ’ ve melâkühü’l-amelü’s-sâlih ve esâsü’l-İslâmi hubbî ve hubbu ehl-i beytî.
Peygamber Efendimiz “Yâ Ali!” diye hitap ediyor, özel olarak Hz. Ali Efendimiz’e bir hitap ve nasihat, ondan ona büyük şeref geliyor.
İnne’l-İslâme uryânün. “İslâm, insanın müslüman olması çıplak bir olaydır.”
Üryan ne demek?
Elbisesiz, çıplak.
Çırılçıplak bir olaydır.
“Ben müslüman oldum; Allah’ın varlığına inanıyorum, Peygamber Efendimiz’in peygamber olduğuna inanıyorum.”
Tamam, bu çıplak, yalın bir inanç.
Çıplak bir insan nasıl ayıp olursa, bakılmazsa, o da sakınırsa kendisine bakılmasını istemese, utanır, sıkılırsa sadece müslüman olmak da yetmez; çıplak insan gibidir.
Libâsühü’t-takvâ. “İslâm’ın, Müslümanlığın kemali, güzel olması için insanın takvâ sahibi olması lazım.”
Üryan, çıplak bir insanın elbise giydiği zaman rahatladığı gibi; hele elbisesi güzelse daha rahatladığı, övündüğü gibi… Bu çıplak olan İslâm’ı çıplak bırakmamak lazım, takvâ elbisesini üstüne giymek lazım. İnsan müslüman olmalı ama takvâlı müslüman olmalı.
Takvâlı müslüman ne demek? Takvâ ne demek?
İnsanı Allah’ın kahrına, gazabına uğratacak şeylerden haramlardan, günahlardan sakınıp çekinmek demek.
Müslümanın, mü’minin zihniyeti nasıl olacak?
“Aman Allah sevmez! Allah’ın kahrına gazabına uğrarım, cehenneme atılabilirim, âhirette hesaba çekilebilirim, başım derde girer…” diye haramlardan, günahlardan sakınacak. Mesela zulüm yapmıyor, hırsızlık, haksızlık yapmıyor, rüşvet almıyor; her işine dikkat ediyor. “Aman ben istemem!” diyor. Bulduğunu teslim ediyor.
Size bizim köyümüzden bir haber:
Dedem bir çeşmeyi çok severmiş. Yol yapılınca çeşme toprak altında kalmış. Ben dedim ki;
“Hadi kazalım, kaynağını bulalım. Oraya yeniden bir çeşme yapalım. Suyu tatlıymış. Köylü içsin; sevap olsun, hayır olsun.”
İki tane işçi çalışırken, kazmayı vururken bir eski sigara tablası, tütün tablası bulmuşlar. Bir parmak kalınlığında, el kadar bir şey oluyor. Eskiden tütün konulurdu, kâğıt konulurdu. Tütünü sararlardı, içerlerdi.
Sigara tiryakilerini Allah kurtarsın, teşvik etmek istemiyorum. Çok tehlikeli bir alışkanlık, sonunda çeşitli hastalıklar çıkıyor.
Kazarken sigara tablası bulmuş, eline almış ama tabla madenî, toprağın altında kaldığı için hepsi çürümüş. Eline alır almaz dağılınca şangır… Yerlere 38 tane altın, İngilizler’in altını, Osmanlılar’ın altını, tarihî değeri olan 38 altın!..
Demek ki kim bilir kaç yıl önce adamın birisi sigara tablasına koymuş. Kuşağına mı koydu, cebine mi koydu, atla mı gidiyordu, yaya mı gidiyordu?.. Demek ki oralarda düşürmüş. Belki de gömdü, ama gömse herhalde biraz daha başka tedbir alır. Anlaşılan oralarda düşürdü; bu köylü bulmuş. Almış, dosdoğru muhtara getirmiş. Muhtar da hükümete teslim etmiş.
Bakın, bu nasıl oluyor?
Temizlikten oluyor!
Sevdim ve ısındım ve acıdım. İhtiyacı olan bir işçiymiş ama götürüp veriyor. Müslümanın takvâlı olması lazım. Yaptığı şeyde her şeyin helal olmasına, güzel olmasına dikkat etmesi lazım.
“İslâm çıplaktır, bunun elbisesi takvâdır.”
Ve riyâşühü’l-hüdâ. “Üst elbiseleri de hüdâdır. Hidayet yolunda yürümek, doğru yolda sağlam bir şekilde yürümektir.”
Elbisenin de üstüne çeşitli, şimdikilerin aksesuar dediği, takılan şeyler olur. Elbise onunla tamam olur veyahut insan mesela bir entari giyer de elbise tamam olur. Üstüne bir de ceket giyer o da şu işe yarar. Bir şey daha giyer, o da bu işe yarar. Bir şey daha giyer, o da bu işe yarar… Yani elbiseler kat kat oluyor.
Bu da İslâm’ın takvâ elbisesi giymiş, İslâm’ın üstüne ikinci bir zarafet katkısı elbiseleridir.
Ve zînetühü’l-hayâ. “İslâm’ın ziyneti de hayâdır.”
İnsan bir elbise giyer, üstüne bir kat elbise giyer. Mesela şimdiki insanlar gömlek giyilirse üstüne ceket giyiyor. Bir de kadınsa yüzük takıyor, bilezik, gerdanlık takıyor. Çeşit çeşit… Göğsüne broş dediğimiz çeşitli kıymetli şeyler takıyor.
Erkekler de tarih boyunca kendilerine göre ziynet bâbında çeşitli şeyler kullanmışlar; kılıç, kemer, tokalı mokalı şeyler kullanmışlar.
Müslüman hayâ sahibi, takvâ sahibi, hidayet sahibi olacak, dosdoğru yolda yürüyecek ve utanç sahibi olacak. Utanmaz, arlanmaz, ar damarı çatlamış... Hani bazı insanlara “Yüzü Fransız köselesi gibi kalın, ne söylesen, yüzüne tükürsen yağmur yağdı sanıyor…” filan derler.
“Sen bu yaptığından utanmıyor musun?”
Gülüyor. Allah Allah! Çok utanılacak şeyi yaptığı halde gülüyor.
Böyle olmaz. Müslüman hayâ sahibi olacak.
Ve imâdühü’l-verâ. “İslâm’ın direği -bu da çok önemli olan bir şey- verâ.”
Verâ‘, ayn harfiyle.
Verâ ne demek?
Şüpheliden bile kaçınmak! Müslüman iyi, o kadar dikkatli, temiz müslüman olacak ki haramlardan günahlardan kaçınacak. Bir de bazı şeyler şüpheli, tereddütlü ise ihtiyaten onlara da yaklaşmayacak. Lokması helal olsun, yaptığı iş sevap olsun diye dikkat edecek. Bu da İslâm’ın direğidir.
Melâkühû el-amelü’s-sâlih. Bir şeyin onunla sağlam olabildiği şeye ne derler?
Melaki derler.
İslâm’ın kıyamı, onunla ayakta durduğu şey de nedir?
el-Âmelü’s-sâlih. “Amelü’s-sâlihtir.”
İnsan kuru kuruya “müslüman” dediği zaman yetmiyor; kuru kuru müslüman demek kâfi değil!
Ne yapacak?
Takvâ sahibi olacak.
Ne yapacak?
Hidayet üzerine yürüyecek.
Ne yapacak?
Hayâ sahibi olacak.
Ne yapacak?
Şüphelilerden bile kaçacak.
Ama İslâm’ın ayakta durması, kıyamı, onun ayakta durduğu en esaslı mesele amel-i sâlihtir. Salih icraatı, iyi icraatı olacak. İcrâsız Müslümanlık olmaz.
“Ben müslümanım. Elhamdülillah kalbim temiz…”
İcraatın ne? Müslümanlara faydalı ne iş yaptın? İnsanlığa, topluma faydalı neyin var? İcraatın ne? İbadetin var mı? Hayrın var mı? Hasenâtın var mı? Sadaka-i câriyen var mı? Sırf kendi nefsin için mi yaşıyorsun yoksa başka insanlara da faydalı bir şeyin var mı? Âhirete yararlı işlerin var mı? Tembel mi duruyorsun çalışkan mısın?..
Müslüman amel-i sâlih sahibi olacak, çalışkan olacak. Bakın Peygamber Efendimiz ne kadar önemli şeylere temas ediyor; bu zamanın insanlarının da çok içine düştükleri hataları böylece biz de mukayese ederek size anlatmış, söylemiş oluyoruz.
“Ben müslümanım.” deyip de durmak yok! Namazlarını kılacak, oruçlarını tutacak, zekâtını verecek, hac vazifesini yapacak, hayır hasenât yapacak ve hayırlı hizmetlere koşturacak.
Sabahtan akşama kahvede oturuyorlar. Maalesef bizim memleketimizde de öyleydi. Sabahtan akşama oturur. Sabahleyin gelir kerevete, kahvenin sandalyesine oturur, boyuna konuşur.
Ne oluyor? Bugün ne yaptın?
Sabahtan akşama konuştun. Bir sürü insan aylak geziyor ama şu tarafta çukur var doldurulmamış, bu tarafta duvar yıkık yapılmamış, şu tarafta çeşitli işler var yapılmamış…
Olmaz! Müslüman çalışacak, sabahtan akşama çalışacak; boş durmayacak.
Rahmetli kayınvalidem hiç boş durmazdı. İlle de bir iş yapardı: Ya mutfakta çalışır, ya dikiş diker, ya bir yün şey söker, yumak yapar yeniden diker, oya yapar… Gözünde gözlüğü, daima çalışırdı; eski insanlar daima çalışkandı. Şimdikiler boş durmaya bayılıyorlar, sabahtan akşama kadar kahvede boş, evde boş, yan gelip yatmayı hiçbir şey yapmamayı seviyorlar.
Hiçbir şey yapmamak korkunç bir hastalık! Çalışacak, sabahtan akşama çalışacak; hiçbir şey yapmamak olur mu?
Yollar bozuk, evler bozuk. Kirli, paslı… Banyoda yapılacak bir sürü iş var, musluklar akıyor, yüz numara hatalı vs... Evinde bir sürü iş var, yapmaz. Kendisinin dışarı işi var, yapmaz. Topluma ait işler var, yapmaz. Mahalleye ait işler var, yapmaz…
Olamaz! Müslüman çalışkan olacak, İslâm çalışmayı emrediyor.
Ve esâsü’l-İslâmi hubbî. “İslâm’ın temeli de müslümanın beni sevmesidir.”
Resûlullah’ın âşıkı olacak. “…Benim sevgimdir, bana muhabbet beslemektir.”
Hubbu ehli beytî. “Benim ehl-i beytimi de sevecek.”
Peygamber Efendimiz’in ehl-i beyti kimlerdir?
Ailesi efradıdır, çocuklarıdır, mübarek zürriyetidir. Hz. Peygamber Efendimiz’in soyundan gelen seyyidler, şerifler, mübarek insanlardır. Peygamber Efendimiz’in izinden giden, onun mânevî ilimlerini tevarüs etmiş, almış, Allah’ın dinine hizmet etmekte olan mürşid-i kâmillerdir, alimlerdir, fâzıl insanlardır. İşte onları da sevmek dinin esasıdır!
“Sevgi olacak; Resûlullah’a sevgi olacak, bir müslümanın alimlere, mürşid-i kâmillere, Peygamber Efendimiz’in mübarek sülalesine karşı sevgisi, muhabbeti olacak; bu da İslâm’ın temelidir.” diyor.
Bu hadîs-i şerîfi iyice hatırınızda tutun.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz;
“İslâm çıplaktır. Bunun elbisesi takvâdır. Üst elbisesi hidayettir. Süsü, ziyneti hayâdır. Direği verâ sahibi olmaktır. Kıyamı salih amel işlemektir ve temeli, esası da beni sevmektir, ehl-i beytimi sevmektir.” buyuruyor.
O halde biz ne yapacağız?
Takvâ ehli müslüman olacağız. Haramlardan, günahlardan kaçacağız. Hidayet yolu üzerinde yürüyeceğiz, hidayet yolunu terk etmeyeceğiz, yanlış yollara sapmayacağız, gayrimüslimlere benzemeyeceğiz. Kur’an yolundan, Resûlullah’ın yolundan yürüyeceğiz, hayâ sahibi olacağız. Çünkü hayâ İslâm’ın ziyneti. Verâ sahibi olacağız, şüphelilere yanaşmayacağız. “Belki günahtır.” diye ihtiyatlı davranacağız. Amel-i sâlihi, hayr u hasenâtı, ibadeti, taati yapmayı bırakmayacağız, daima çalışacağız. Dünya ve âhiret işlerine, ibadetlerine, hayırlarına çalışacağız, koşturacağız.
Ve Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’i seveceğiz, onun sevgisini gönlümüze yerleştireceğiz, gece gündüz salât u selam edeceğiz, gözyaşı dökeceğiz.
Canım kurban olsun senin yoluna
Adı güzel kendi güzel Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-
diyerek sevgimiz coşacak, taşacak.
Bir de Resûlullah’ın ehl-i beytini, soyunu sopunu, izinden gidenleri, neslinden gelenleri seveceğiz, onlarla bütünleşeceğiz, onların etrafında toplanarak hayırlı faaliyetleri Allah’ın sevgili kullarıyla beraber yapacağız.
Cumanız mübarek olsun, Allah nice mübarek günlere sıhhat afiyetle eriştirsin. Resûlullah Efendimiz’in şefaatine ve âhirette komşuluğuna cümlenizi nâil eylesin.
es-Selâmu aleyküm ve rahmetullâhi ve berakâtüh!