Cumanız mübarek olsun aziz ve sevgili Akra dinleyicileri.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.
Bu cuma gününde sizlere insanın afv u mağfiret olmasına sebep olacak iki konudan bahseden iki hadîs-i şerîf, bir de bazı zikirlerin yapılması ile ilgili iki hadîs-i şerîf okumak istiyorum.
Birinci hadîs-i şerîf İbn Abbas radıyallahu anhümâ’dan. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
مَنْ أَمْسَكَ بِرِكاَبِ أَخِيهِ الْمُسْلِمِ لاَ يَرْجُوهُ وَلاَ يَخاَفُهُ غُفِرَ لَهُ
Men emseke bi-rikabi ehîhi’l-müslimi lâ yercûhu ve lâ yehâfuhû ğufira lehû.
İnsanın Allah celle celâluh tarafından afv u mağfiret edilmesi ile ilgili bir konu. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyuruyor ki;
“Kim müslüman kardeşinin üzengisini tutuverirse.”
Lâ yercûhu ve lâ yehâfuhû. “Ne ondan bir şey ümit ettiği için ne de ondan korktuğu için, sadece müslüman kardeşi, Müslümanlık duygusu, yardım olsun diye. Üzengisini tutuverirse.
” Ğufira lehû. “Mağfiret olunur. Allah onu mağfiret eyler.”
O zamanlara gidelim, o zamanki sahneleri düşünelim, o zamanki toplumun kullandığı araçları, binekleri düşünelim, yaşam dünyasını göz önüne getirmeye çalışalım. İnsanlar fakirse, ya yaya yürüyorlar veyahut da çeşitli bineklere biniyorlar. Mesela zenginse merkep kullanır. Ucuz bir hayvan, daha zenginse at kullanır. Atın kalitelileri, kıymetlileri, süratlileri, değerlileri vardır veya deveye biner. Ata binerken atın üzerine eğer dediğimiz birtakım şeyler konuluyor. İnsan çıplak atın üzerine binmiyor, ata bağlanmış eğer denilen bir şeye biniliyor. Böylece rahat oturabiliyor. Bu eğer, atın karnından ön bacaklarının arkasından bağlanıyor sağlam bir şekilde, eğerin iki tarafında da ayaklarını sokup bastırabilmesi için üzengi dediğimiz halkaya benzer bir şeyler oluyor, halka gibi.
Üzengi hem atın üstündeyken ayaklarıyla kuvvet almaya yarıyor, oturuşunu tanzim etmeye hafif ayağa kalkar gibi yapmaya yarıyor ki yarış yapanların üzengiye dayalı, nasıl oturmadan atın üstünde durduklarını belki televizyonlarda seyretmişsinizdir. Hem atın üzerindeyken hem de aşağıdayken atın üstüne binerken işe yarıyor. Atın üzerine binecek kimse eğerin üzengisine halka gibi olan ayak geçirmeye yarayan parçasına ayağını geçiriyor, öbür ayağını bir kuvvetle, çevik bir hareketle zıplayıp atıp, atın üzerinden öbür tarafına geçirince atın eğerine sıçramış, binmiş oluyor. Üzengi halka gibi bir şey sarkıp sallanan bir şey. Sabit bir yeri yok, bağlı olduğu bir yer var. O bağlı olduğu yerin altında sallanıyor. Sallandığı için de insanın ayağını oraya sokması biraz zor olur. Onun için birisinin tutuvermesi, ona yardım babında faydalı bir şey olur. Üzengiyi tutarsa ayağını süvari, ata binecek olan şahıs kolayca üzenginin içine geçirip öbür ayağını hayvanın üzerinden aşırıp eğerin üzerine oturabilir. Şimdi tarihî ve genelde bu günün sporu, binicilik sporu ile ilgili bir şeyi anlatmış olduk. Bunu şu bakımdan anlatıyorum.
Men emseke bi-rikâbi ehîhi’l-müslimi. “Kim müslüman kardeşinin üzengisini tutuverirse” diyor Peygamber Efendimiz.
Onun için kelimeler anlaşılsın, mesele anlaşılsın diye bu izahatı yaptık. Demek ki bir müslüman atına binmek isterken öteki müslüman kardeşi de onun üzengisini tutmak tarzında bile bir yardımda bulunuverse, küçük bir yardım bu. O yardım etmese o üzengiye er geç ayağını sokacak. Biraz sallanır, tutturamaz ama sonunda halkanın içine ayağını sokar, üzenginin içine. Böylece binmeyi gene başarır. Tek başına da başarır. Her zaman insanın yanında yardımcısı olmaz ama birisinin üzengiyi tutuvermesi kolaylık olur. Çok basit bir şey, çok önemli bir şey değil. Ama biraz da tevazu. Ata binen insana hürmeti sevgiyi ifade ediyor. Üzengiyi tutan insanın da tevazuunu gösteriyor. Ötekisine yardımcı durumunda oluyor. Seyis, hizmetçi gibi oluyor onun tevazuu iyi niyetli mânasına geliyor. Bu nihayet iki müslüman arasında küçük bir yardımdır, sevgiye, ilgiye dayanan bir davranıştır. Peygamber Efendimiz bunu anlatmak istiyor.
Ehîhi, diyor kardeşlik. Kardeşlik iki şey anlaşılabilir. Bir anneden babadan kardeş. Anneden babadan kardeş olunca yardım edecek.
Neden?
Ya abisidir yardım eder, küçüğüne şefkat gösterdiği için yardım eder. Ya da kardeşidir, büyüğü ata biniyor hürmeten ona yardım eder. Ya sevgiden ya hürmetten, saygıdan kaynaklanan bir yardım olacak, kardeş ise. Ama kardeş değil ise lalettayin bir insan ise o da onun müslüman kardeşi. Ehîhi müslimi. “Dinde, aynı inanca bağlı insanlar olarak Allah’ın birliğine inanmış şirkten, küfürden uzak insan olarak bütün müslümanlar birbiriyle itikat yönünden, inanç yönünden aynı oldukları için Allah onları kardeş ettiğini Kur’ân-ı Kerîm’de beyan ediyor.
إِنَّمَا الْمُؤْمِنُونَ إِخْوَةٌ
İnneme’l-mü’minûne ihvetün. “Bütün müslümanlar ancak ve ancak birbirleriyle kardeştir.”
Sadece kardeştir. Başka bir sıfat ile anılmasına lüzum yoktur. Sadece ve sadece kardeştir diye duyuruluyor. O bakımdan bu çok önemli bir husus. Allah’a inanan, Kur’an’a inanan insanlar, Peygamber-i Zîşanımız’ın Peygamberliğine bağlı, ona saygı duyan insanlar hepsi birbiriyle aynı inancın verdiği kuvvetli bir kardeşlikle kardeştirler. Allah kardeş yapmıştır. Bu kardeşlik kan kardeşliğinden de öne geçer. Eğer kan kardeşi ana baba bir kardeşi müslüman değilse. O zaman müslüman kardeşi daha önde olur. Ama anne baba bir kardeşi aynı zamanda müslümansa hem kandan kardeşlik hem imandan kardeşlik olarak o daha kuvvetli oluyor. Burada Peygamber Efendimiz anlatmak istiyor ki kendisiyle bir akrabalık bağı olmayan bir müslüman aynı toplumda yaşadıkları mü’min kardeşlerinden birisi layettayin birisi küçük veya büyük:
Men emseke bi-rikâbi ehîhi’l-müslimi. “Kim müslüman bir kardeşinin üzengisini tutuverirse.”
Ne diye?
Ayağını kolay geçirsin de ata kolay binsin diye.
İnsan birisine bu yardımı yaparken çeşitli sebeplerden yapar. Yağcılık, dalkavukçuluk için yapabilir. Gideyim şuna biraz yardım edeyim de bana bahşiş versin veyahut beni sevsin veya ben onun gözüne gireyim de o da benim işimi görsün veya bana bir memuriyet versin, bir iş versin. Yağcılık ve onun gözüne girmek, yaranmak için yapılır veyahut da adam şiddetlidir, kuvvetlidir, avânesi vardır, ağadır, validir, komutandır, emirdir korkar. Yardım etmesen, “Gel bakayım buraya, sen bana niye yardım etmedin, niye uzaktan bakıyorsun?” Şırak bir kamçı vurabilir mesela, böyle bir zalim insan düşünelim. Öylelerinden de korkar. Bir müslüman kardeşinin üzengisini ondan bir şey ummadığı ve ondan korkmadığı halde tutuverirse, iki ihtimali de Peygamber Efendimiz bertaraf ediyor. Bir şey umduğu için, dalkavukluğundan değil, kendisinden korktuğu için de değil. Aman başımıza bir bela gelmesin diye değil, bela kabilinden şunun üzengisini tutuvereyim de şerrinden kurtulayım gibi bir durum yok. Korkmuyor da, bir şey de ummuyor.
O zaman ne kalıyor?
İhlâsla, hâlisâne, muhlisâne sadece kardeşlikten, sevgiden doğan, imandan gelen bir yakınlıktan dolayı ona yardımcı oluvermek. Bu bir misaldir. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz etrafındakileri eğitirken, terbiye ederken onlara İslâm’ı, imanı öğretirken, Allah’ın rızasının yollarını anlatırken bugün eğitimin, çocuk eğitiminin, talimin, terbiyenin, pedagoji diyorlar ya çocuk eğitimine de, küçük bir çocuğun eğitimi veyahut halkın eğitimi, herkesin, büyük küçük insanların eğitiminde çok güzel ibret almamız gereken usûller kullanılırdı.
Bu eğitim usullerinde hepimizin bildiği hususlar misal vererek, örnek göstererek anlatmak daha kolay anlamayı sağlar. Misali verdiniz mi misal bir şeyin öğretilmesinde kolaylıktır. O misali söylediğiniz zaman, “Tamam, şimdi anladım.” der anlayamamış insan bile. Peygamber Efendimiz etrafındaki toplumu eğitmek için misallerle onların gözünün önüne anlayabilecekleri sahneleri koyarak, hemen kavrayabilecekleri şeylerden bahsederek meseleleri anlatırdı. Bu da onun güzel bir misali. Günlük hayatın bir tablosu. Hemen gözümüzün önüne geliyor. Birisi atına binecek, ötekisi onun üzengisini tutuveriyor. Çok kolay anlaşılan bir şey. Bu üzengiyi tutmakta insan çeşitli duygular taşıyabilir. Onları da sıralıyor Peygamber Efendimiz; bir şey ummuyor, dalkavukluk, yaramazlık değil, korkmuyor.
O geriye zaman ne kalıyor?
Sadece ve sadece sevgi kalıyor. İslâm kardeşliği kalıyor, yardım duygusu, müslümanın müslümanla yardımlaşması, tevazuu gibi güzel duygular kalıyor. Böyle güzel duygularla bir müslüman bir müslümanın sadece üzengisini tutuverir, küçük bir olay. Bir dakika içinde olup bitiveren bir olay. Günlük hayatımızın bin bir tane olayı arasında küçücük bir detay, teferruat bu.
Ama Peygamber Efendimiz ne buyuruyor?
Ğufire lehû. “Mağfiret olunur.”
Allah tarafından afv u mağfiret olunur o müslüman.
Peygamber Efendimiz’in hadîs-i şerîflerinden biliyoruz ki Allah bir insanı bazen böyle bir hareketinden dolayı da mağfiret eder, cennetine sokar. Belli olmaz, küçük bir detaydan dolayı. Allah sever de Allah’a hoş gelirse afv u mağfiret ediverir. Demek ki biz küçük detayları dahi ihmal etmemeliyiz. Küçük bir detaydan dolayı insan Allah’ın mağfiretine mazhar olabildiği gibi kendisinin küçük, detay, teferruat sandığı bir edepsizce hareketten, sözden, şakadan, muziplikten, edepsilikten dolayı da cehenneme ayağı kayar, yuvarlanır gider. Bu hususta da hadîs-i şerîfler var.
Bunlar bize neyi gösteriyor?
Daima edebi muhafaza etmemiz gerektiğini, detayları bile düşünmemizi. Ana fikri aklımızdan hiç gitmeyecek.
Bizim ana fikrimiz ne?
İlâhî ente maksûdî ve rızâke matlûbî.
Bizim temelli bir ana duygumuz bu.
“Yâ Rabbi! Benim maksudum sensin ve ben senin rızanı kazanmak istiyorum.”
Ama hayatımdaki ana hedefim, gayem bu. Ben senin rızanı kazanmak istiyorum. Yeter ki sen benden razı ol, yeter ki “Allah razı olsun.” desinler de sen de benden razı ol. Bizim hayatta ana hedefimiz bu. Allah’ın rızasını kazanmak. İşte bu rızayı kazanmak için pür dikkat yaşamak zorundayız. Onun için tasavvufî yolumuzda bir temel prensip var. Zaman zaman söylüyorum. Aslında bu temel prensipleri uzun uzun anlatmamız lazım ki bu temel esaslar, kaideler, prensipler iyice bilinsin, insanlar teferruatta boğulup da ana fikri kaybetmesin. Bu çok önemli.
Bizim temel fikrimiz nedir? Bize büyüklerimizin nasihati tasavvuf yolunda, mânevî terbiye yolunda, çok dikkat etmemiz gereken kaidelerden birisi nedir?
Farsça bir terim ile ifade edilmiş bunlar tasavvufî yolumuzda.
Hûş der dem prensibi. Hûş, şuur demek. Der dem, yani demde, nefes alırken verirken şuur, hiçbir zaman gafil olmayacak mü'min, derviş veya sûfî hiç gafil olmayacak, hiç uyuklamayacak, hiç gaflete düşmeyecek, hiç kendisini kapıp koyuvermeyecek, salıvermeyecek, daima pür dikkatli olacak, uyanık olacak.
Hangi konuda pür dikkatli olacak?
Allah’ın rızasını kazanmak konusunda. Allah’ın rızasını kazanmak da iki yoldan oluyor.
Bir, Allah’ın sevdiği işleri yapmakla oluyor.
İki, Allah’ın sevmediği işleri yapmamakla. Onlardan dikkatle kaçınmakla oluyor.
Allah’ın sevmediği sözü söylemeyecek, Allah’ın istemediği günahı işlemeyecek, Allah’ın sevmediği zulmü yapmayacak, Allah’ın sevmediği her şeyi yapmamaya dikkat edecek. Günahları, kötülükleri yapmamaya dikkat edecek, iyilikleri de yapmayı kaçırmamaya gayret edecek. İşte bu bir şuur gerektiriyor. Bizim büyüklerimiz diyorlar ki;
“Bak iyi müslüman, Allah’ın sevgili kulu olmak istiyorsan pür dikkatli olacaksın, dikkatli yaşayacaksın, savruk olmayacaksın, dikkatsiz, dağınık, derbeder olmayacaksın. Her zaman şuurlu olacaksın. Nefes alıp verirken dahi Allah’ı düşüneceksin, Allah’ın seni gördüğünü bileceksin, Allah’ın rızasını kazanmak fikrine göre hareket edeceksin, günahlardan kaçınacaksın, sevaplı işleri yapacaksın.”
İşte bu temel prensip içinde biz teferruat gibi görünen şeyi bile kaçırmayacağız, sevaplı ise teferruat gibi görünen bir kötü işi de yapmamaya dikkat edeceğiz, küçük gibi görünse bile.
Bu hadîs-i şerîfteki bir misal. Mü’min kardeşinin üzengisini tutuveriyor, Allah onu mağfiret ediyor. Allah öyledir, Allah’ın kaidesini hadîs-i şerîflerinden biliyoruz. Hoş gelirse, beğenirse, razı olursa bir hasene bile insanın cennete girmesine sebep olur. Bu hususta büyüklerimizin güzel bir sözü var. Allah kulunu afv u mağfiret etmek, onu rahmetine erdirmek için baha istemiyor.
“Ver parasını seni affedeyim, sana cenneti vereyim.”
Baha, bedel, para istemiyor. Rahmetine baha istemiyor. Bahane arıyor. Bir bahane buluyor, afv u mağfiret ediyor. Çünkü Erhamü’r-râhimîn, sonsuz lütfu, nimetleri, merhameti var, çok geniş, bir bahane ediyor, hadi seni bağışladım. Bahane ettiğini anlıyoruz. Mü’minin mü’mini sevip de ona yardımcı olması, tevazu ile üzengisini tutuvermesi onu afv u mağfiret etmesine bahane ediyor.
“Küçük bir şey ne olacak bundan.”
İnsan sabahtan akşama kadar kazma kürek sallıyor, toprak atıyor, ter döküyor da bir yevmiye alıyor.
Böyle küçücük bir üzengi tutmaktan mağfiret olup cennete girmek nasıl oluyor?
Olur, Allahu Teâlâ hazretlerinin kaidesi budur.
Bu neye benzer?
Çocuk imtihana giriyor, öğretmeni onu imtihan ederken yazılı veya sözlü birkaç soru soruyor. Bütün kitabın her tarafını anlattırmıyor, anlattıramaz. Çünkü arkada başka çocuklar da var. Anlattırması mümkün değil. “Bir kaç soru anlat.” diyor, cevap verirse “Hadi evladım çık.” diyor, bir not veriyor. Geçmiş oluyor veyahut da bilemezse “Çık evladım.” diyor, sınıfta kalıyor, imtihanı kaybetmiş oluyor. Örnekleme, küçük bir iki misalle onun bilgisini yokluyor, iki üç soru ile sınıfı geçiriyor veya bırakıyor. İmtihanlar umumiyetle böyle olur.
Allahu Teâlâ hazretleri de bazen bir sorudan, “Tamam, kâfi, çık, seni geçirdim.” demiş oluyor.
Demek ki mü’min mü’mini sevecek. Bu hadîs-i şerîften çıkan ders bu. Mü’min mü’mine yardımcı olacak küçük bir teferruat bile olsa, üzengisini tutuvermek gibi bile olsa. Bunun mânası büyük. Mü’min çünkü o mü’min kardeşini Allah rızası için seviyor. Bir şey umduğundan değil veya korktuğundan değil, tevazuundan, onu sevdiğinden yapıyor. Tevazu da güzeldir, sevgi de çok güzel bir duygudur. Onun için Allah onu mağfiret ediyor. Demek ki biz afv u mağfiret olmak için çeşitli bahaneler ararız. Bahanelerden birisi de Allah bizi af etsin diye isteriz. Af olunmak için mağfiret olalım diye sadaka veriyoruz, namaz kılıyoruz, hacca gidiyoruz, dua ediyoruz, oruç tutuyoruz. Demek ki bazen böyle şeylerden de afv u mağfiret olabiliyormuş. Birbirimizle iyi geçinmeliyiz. Birbirimize korktuğumuzdan veya bir şey umduğumuzdan değil de sevdiğimizden yardımcı olmaya çalışmalıyız. Çok güzel bir hadis-i şerif.
İkinci hadis-i şerif:
Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
مَنْ اَنْظَرَ مُعْسِراً اَوْ وَضَعَ عَنْهُ اَظَلَّهُ الله فِي ظِلِّهِ يَوْمَ لاَ ظِلَّ اِلاَّ ظَلُّ
Men enzara mu’siren ev vada’a anhü ezallehullâhu fî zıllihî yevme lâ zılle illâ zılluhû.
Bu da yine bir müslümanın bir başka müslümana küçük bir davranışı, tavrı, muamelesi.
Men enzara mu’siren.
Mu’sir, “borçtan sıkışmış insan” demek. Borçlu, borcundan dolayı sıkıntıda olan insan demek.
Enzara da
zı harfiyle mühlet vermek demek. Bir borçluya, alacaklısı olan insan mühlet verirse baktı ki borçlu kardeşi çok sıkıştı, hadi biraz daha mühlet vereyim. Ödeyemeyecek zavallı, toplayamamış parayı zamanında, veremeyecek. Tamam, bu sevaplı bir harekettir. Alacaklı gelince alacağını almaya haklıdır. Borçlunun da onu vermesi lazımdır ama bütün iyi niyetlere rağmen bazen borçlu parayı toparlayamaz. Fakircik ev almak için para almıştır, almıştır ama o borç aldığı, o parayı ödeyecek bütün gayretine rağmen de aldığı borcu, parayı toparlayamamıştır, kıpkırmızı olur, üzülür, eyvah borcumu ödeyemedim. Bu durumlar olabilir, ticarette, günlük hayatta olur. Böyle sıkışmış bir insana alacaklısı mümkünse borcu ödemez, ödemeyi biraz uzatırsa;
“Hadi sana iki ay mühlet verdim, iki ay sonra alayım.” derse bir rahatlık olacak. Adam o arada çalışacak, para bulacak, borcunu ödeyecek. Bu ona acımış oluyor. Borçlunun borcunu ötelemiş oluyor. Biraz daha sonra almaya razı olmuş oluyor.
Ev vada’a anhü.
Vada’a, an fiiliyle kullanılınca üzerinden kaldırmak mânasına gelir.
Vada’a koymak demek olduğu halde üzerinden almak, kaldırmak demek. Kim borçlunun müddetini biraz uzatırsa veyahut kaldırırsa borcu, adam veremiyorsa;
“Peki bağışladım, hadi verme benim de çok ihtiyacım yok.” deyiverirse, bu da mümkün.
Alacaklı zengin, durumu müsait, ötekisi fakir, ödemek niyetinde idi ama ödemeye imkânı yok. Zengin onun durumuna bakıyor;
“Hadi iki ay sonra öde, üç ay sonra öde…” diyor.
Bu bir ihtimal veyahut da;
“Hadi ödeme canım, affettim, borcumu sana bağışladım, almıyorum kalsın.”
Böyle olabilir.
Biz Ankara’da ev aldığımız zaman ağabeyime borçlanmıştık. Ağabeyimiz sonra;
“Hadi ödeme Es’ad.” dedi.
Alacaklı, alacağı… “Allah kardeşi kardeş yaratmış.” derler; bizim memlekette öyle tabirdir. Belki bu söz sizde de vardır. Allah kardeşi kardeş yaratmış ama kesesini ayrı yaratmış. Bütçeler farklı. Ben ona borçluysam parasını vermem lazım. Ama o dedi ki:
“Hadi tamam, affettim, bundan sonra verme.”
Böylece borcumu bana bağışlamış oldu.
Kim bir borçlunun mühletini biraz uzatırsa veyahut da borcu affederse, kaldırırsa ne olurmuş?
İkinci taraftan Peygamber Efendimiz bildiriyor.
Ezallehullâhu fî zıllihî yevme lâ zılle illâ zılluhû. “Kendisinin gölgesinden başka gölgenin olmadığı günde Allah onun gölgesinde gölgelendirir.”
Bu gölge meselesi önemli. Gün meselesi de önemli.
Bugün hangi gündür?
Gölgenin olmadığı gün, mahşer günüdür. İnsanlar mahşer yerinde toplanacaklar güneş tepelerine yaklaştırılacak, çok sıcak olacak. O kadar sıcak olacak ki beyinleri sıcaktan kaynayacak, terler yerlerde yetmiş arşın aşağı kadar toprağı ıslatacak, ter dökecekler. Terler bazısının bileği, ayak bileğinin hizasına kadar yeri dolduracak, kimisinin dizi hizasına kadar dolduracak, kimisinin beline, kimisinin boynuna gelecek, kimisinin kulakları hizasına ve ağzının, ağzını gemleyecek gibi ağzı hizasına ter yükselecek. Bu da böyle terin çok olması güneşin altında, böyle ter deryasına gark olmak, belenmek, dünyadaki yaşamındaki kusurlarından, günahlarından dolayıdır. Çok günah işlemişse mahşer yerinde beklerken bile çok ter döker, kusuru azsa teri az olur. Hayır hasenât yapmışsa, sadaka, zekât vermişse, zekâtı, sadakası başına gölge olacak. Bulut gelmiş gibi. Herkesin güneşten cayır cayır yandığı, buram buram terlediği bir zamanda gölgeli, bulutun gölgesinde gölgelenmek.
Peygamber Efendimiz’in başının üstünde bir bulut gezerdi. O sıcak Hicaz’ın güneşinin altında Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem bir bulutla gölgelenirdi. Güneş onu cayır cayır yakıp ısıtmazdı, Peygamber Efendimiz bulutla gölgelenirdi.
Eyyühe’l-muzallel bi’l-ğamâm.“Ey bulutla gölgelendirilmiş yüce Peygamber” diye şair ona hitap ediyor.
Âhirette de insan sadakasının, zekâtının gölgesinde olacak.
Bazıları nerede olacak?
Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde olacak. Allahu Teâlâ hazretlerinin Arş-ı Âlâsı’nın gölgesi, mahşer yerinin çok üstünde. Mahşer halkına başını kaldırıp da gökyüzünü seyreder gibi baktığı yerde. Arş’ın gölgesinde o daha güzel. O çok yüksek insanların vasfı. İşte Allah’ın gölgesi dediğimiz gölge Arş-ı Âlâ’nın altı. Çok yüksek insanların, peygamberlerin, şehitlerin, mübarek insanların gölgelendiği, mahşer halkının da aşağıdan yukarıya gıpta ile baktığı insanlar.
Kim bir alıcılı olmasına rağmen borçlusuna borcunun müddetini ötelerse, uzatırsa veyahut borcunu kaldırırsa acıdı;
“Ödeyemeyecek bu zavallıcık, peki hadi affettim borcunu.” derse Allah onu kendisinin gölgesinden başka gölgenin olmadığı günde gölgesinde gölgelendirir. Çok konforlu, mazhariyetli, rahat, güzel bir durumda olur.
Bu da neyi gösteriyor?
Bu hadîs-i şerîfin üzerinde de düşünelim. Yine mü’minin mü’mini sevmesi, imanlı kardeşinin, müslüman kardeşinin sıkıntısını giderecek bir tavır, muamele yapması… O muamele ya borcunu ötelemek ya da affetmek tarzında oluyor. Bu da sevgiden, acımaktan, merhametten olur, zavallıcık ödeyemiyor işte ne yapalım çırpınıyor, parası olmadığı için benden borç aldı. Parayı yine toparlayamadığı için borcunu da ödeyemiyor diye böyle bir jest. Bu da sevgiden, merhametten olduğu için sevgi ve merhamet duygularını da Allah çok sevdiğinden. Allah merhametli insanı çok sever. Mü’minlerin birbirlerini sevmesini de çok sever. İki müslüman birbirini Allah rızası için severse onlar da Arş-ı Âlâ’nın gölgesinde gölgelenecek. O başka bir hadîs-i şerîf ama bu arada onu da söyleyelim. Madem Arş’ın gölgesinden bahsettik mahşer gününde.
Arş’ın gölgesinde gölgelenecek insanlardan bir grubu da kimlerdir?
Birbirini Allah için sevenlerdir. Allah için dost olanlardır, âhiret kardeşi olanlardır. Onun için kardeşlik de, sevgi de, merhamet de önemli iki güzel duyguyu, davranışı böylece anlatan hadîs-i şerîfleri size söylemiş oldum.
Kalbimizi sevgi ile merhamet ile dolduralım. Allah rızası için gönül kazanmaya çalışalım. Aferin Yunus’a, mübareğin kabri nurla dolsun. Ne demiş bu hususta şiirlerinde?
Ben gelmedim davi için
Benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir
Gönüller yapmağa geldim. Ben buraya sevgi için gelmişim. Mü’min kardeşine karşı sevgi, Peygamber Efendimiz’e karşı sevgi, Allahu Teâlâ hazretlerine karşı sevgi.
“Benim işim sevgi” diyor Yunus Emre. Bir de dostun evi gönüllerdir, Allah insanın gönlünde yer aldığından, mü’minin kalbinde Allahu Teâlâ hazretlerine iman ve sevgi olduğundan, kalbinde Allah olduğundan o da gönül yapmayı, insanı sevdirmeyi prensip edinmiş. Aşk olsun Yunus Emre’ye rahimehullah rahmeten vâsıan. Dedelerimizin zaten bildiği, uyguladığı şeyler, edebiyata soktuğu, hayatlarında yaşadığı, Osmanlı’nın, ecdadımızın muhteşem ahlâkı. Müslüman ahlâkı bu. Bunları unutmayalım.
مَن اُنْعِمَ عَلَيْه نِعْمَةٌ فَلْيَحْمَدِ الله وَ مَنِ اسْتَبْطَاَ الرِّزْقَ فَلْيَسْتَغْفِرِ الله وَ مَنْ اَحْزَنَهُ اَمْرٌ فَلْيَقُلْ لا حَوْلَ و لا قُوَّةَ اِلاَّ بِالله
Men ün’ime aleyhi ni’metün fe’l-yahmedillah ve men’istebdâ’r-rızka fe’l-yestağfirillâh ve men ahzenehû emrün fe’l-yekul lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Hz. Ali Efendimiz’den rivayet ediliyor. Yine Hz. Ali Efendimiz’den insanlara da müjdeler olsun, onlar da can kulağıyla dinlesin diye ben seviniyorum. Hz. Ali Efendimiz’in ismi nerede geçse râvi olarak, bu hoşuma gidiyor. Hz. Ali Efendimiz radıyallahu anh’ın rivayet ettiği hadîs-i şerîfte Peygamber Efendimiz buyurmuş;
Men ün’ime aleyhi ni’metün. “Kime Allah bir nimet ikram, ihsan ettiyse, kim bir nimet-i İlâhîye mazhar olduysa, kendisine nimet bağış olunduysa.”
Fe’l-yahmedillah. “Allah’a hamdetsin!”
Elhamdülillah desin, bak nimete mazhar olmuş, Allah’a hamdetsin. Çünkü Allah’ın en sevdiği kullar hamdi çok yapan kullardır. Verdiği nimetleri bilip, Allah’tan geldiğini idrak edip, Allah’ı sevip Allah’a şükredip hamdedenleri Allah çok seviyor. Onun için kime bir nimet ihsan olunmuşsa, ikram olunmuşsa
fe’l-yahmedillah. “Allah’a hamdetsin.”
Elhamdülillah Allah’ın üzerinizde nice, nice sonsuz sayısız nimetleri var.
Ve men’istebdâ’r-rızka fe’l-yestağfirillâh. “Kim rızkının geciktiği duygusuna kapıldıysa.”
“Eyvah benim rızkım gelmedi, kazancım yok, akşama ne yiyeceğim, bugün alışveriş yapamadım, eve ne götüreceğim?”
Bazı insan bu duygulara düşüyor. [Mehmed Zahid] Hocamızla seyahate giderdik, misafir olurduk eve, o evin sahibi gelir benim kulağıma derdi ki:
“Dükkânda hiç hareket yok, müşteri gelmiyor, piyasanın durumu çok fenâ, günlerdir bir kuruşluk alışveriş yapamıyoruz.” der.
Biz de misafir gitmişiz, Hocaefendimiz var, biz varız, misafiriyiz. Ama ev sahibinin dükkânında hareket yok, alışveriş yok. Çok rastladım, çok oldu bu olaylar. Akşam gelir yüzü gülerek;
“Elhamdülillah.”
Ne oldu?
Buzdolabı sattık, bir bisiklet, bir şunu sattık, bir bunu sattık, çok güzel bir kazanç oldu.
Neden?
İşte Allah misafirin rızkını gönderiyor. Allah rızkını gönderiyor, eve misafir geldi bereket gelir, misafirin de rızkı gelir, ev sahibi de o rızıktan istifade eder. Herkese bir ferahlık gelir.
Ama ilk başta ne yapıyordu?
Sabahleyin “Eyvah paramız yok, pulumuz yok, ne olacak?” diyordu, sonra geldi. İnsan bazen böyle telaşlanıyor. Kim rızkının biraz geciktiği gibi bir duyguya kapılırsa, rızık gecikmez zamanında gelir. Yazılan rızık gelir ama insanoğlu onu bazen “gelmedi, gelmeyecek galiba” filan diye gelmeyecek sanır, korkar, telaşlanır. Bazen de gelmeyebilir. Kesilir rızık.
Neden kesilir?
İşlenen günahtan rızık kesilir, pislikten rızık kesilir, bereket kaçar. Hatta evin pisliğinden, pasaklılığından dolayı bile rızık kesilir. Onun için evin de tertemiz, pırıl pırıl olması lazım. Üstün başın, elbisenin de temiz olması lazım. İslâm bu. Kesilebilir.
Böyle bir şey sezen bir insan ne yapsın?
Fe’l-yestağfirillâh. 'Estağfirullah el-Azim' desin. “Yâ Rabbi, kusurum varsa beni affet, mağfiret eyle bu günahı işlemişsem bilerek, bilmeyerek, beni bağışla yâ Rabbi, affını, mağfiretini talep ediyorum diye istiğfar eylesin.”
Peygamber Efendimiz istiğfarı çok söylememizi bize tavsiye ediyor. Bunu da bu arada bastırarak söyleyeyim. Ben zaten bütün kardeşlerime “tesbihleri çekeceksiniz” diye vazife verirken, bunu söylüyorum.
100 defa
estağfirullah. Niye 100 tane dedin hocam?
Bana 100 tane
elhamdülillah çek dedin her gün, niye dedin?
Hadîs-i şerîflerden anlıyorum da onun için söylüyorum.
Fe’l-yestağfirullâh, Allah’a böyle istiğfar etsin.
Başka hadisler de var. Peygamber Efendimiz bile kendisi
estağfirullah derdi.
Allahümmağfirlî derdi. Hepsi aynı kapıya çıkıyor. Aynı mânayı taşıyor. Beni mağfiret et yâ Rabbi, günahlarımı ört, bağışla, sil demek. Belki günah işlemiştir de rızkı ondan kesiliyordur, bereket ondan kaçmıştır. Günahı bıraksın, tevbe ve istiğfar etsin. Bu da önemli.
Keşke zamanınız olsaydı da bunu da uzun uzun anlatsaydım. Belki bir başka zaman da uzun uzun anlatayım. Günah işlediği zaman nasıl bereketi kaçtığını anlatayım. Tevbe ve istiğfar edince nasıl rızkının bollaştığını, bereketin geldiğini anlatayım. Ama bunu bu kadar bilin buradan. Estağfirullah diyeceksiniz.
Ve men ahzenehû emrün fe’l-yekul lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. “Kimi bir iş, bir olay üzerse, mahzun ederse, bir işten dolayı mahzun olan kimse de
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh desin.”
Ne demek
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh, denilmesi istenilen mübarek cümlenin mânası ne?
Bunun mânası;
“Bütün güç ve kuvvet Allah’ın elindedir. O ne isterse öyle yapar. Kaderden dolayıdır bu olan. Bu olayı, bu tatsız, hüzün verici olayı da izale etmek gene Allah’ın şânındandır. Allah ona kâdirdir. Ben O’na dayanıyorum, O afv u mağfiret eder.” demiş oluyor insan. İşte bu mânasını bilerek söylemesi mü’mine çok kâr getirir. Peygamber Efendimiz tavsiye ediyor.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh desin.
Bizi günlük olaylarımızda, çevremizde, kendimizle, yakınlarımızla ilgili oluşmuş olan başımıza gelen çeşitli olaylardan dolayı çeşitli üzüntüler kaplar. Mahzun oluruz, üzülürüz.
“Hay Allah bizim çocuk hastalandı.”
“Hay Allah arabanın şurası arızalandı.”
“Hay Allah mahsul tarlada şöyle oldu, böyle oldu.”
Bir şeyler olur. Üzülürüz, böyle olumsuz şeyler olduğu zaman, mahzun oluruz.
Ne diyecekmişiz o zaman?
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Bu hem kadere imanı ifade ediyor hem de iyiliği Allah’ın verdiğini ifade ediyor. Allah’tan istemeyi de ifade ediyor. Hem kadere iman duygusundan dolayı kalbin huzura ermesini sağlıyor hem de “Bu üzüntüyü izale edecek de sensin yâ Rabbi, sen izale ediver, güç kuvvet sende!” demiş oluyor insan bu sözü söyleyince. Allah’a yalvarmış oluyor. “Bu şu anda böyle ama Allah bunu kaldırır.” demiş oluyor. Bu çok önemli bir cümledir. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh sözü. Bunu çok söyleyin. Ama mânasını tada tada söyleyin. Biliyorsunuz lâ ilâhe illallâh söylüyoruz. İmanımızın gereği Allah’tan başka ilâh yok. Biz kâfir, müşrik değiliz, taşa, haça, insana, maddeye, paraya, şöhrete tapmıyoruz vesaire, vesaire. Allah’ın varlığına birliğine inanmışız, O’na kulluk ediyoruz. Lâ ilâhe ilallah bu. Bu âşikâre tevhiddir.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. “Güç kuvvet sadece Allah’ındır ve Allah’tan başkasında güç ve kuvvet yoktur.” “Ne dilerse Allah’ın dediği olur. Binalaneyh ben O’nun sevdiği kulu olursam kimse bana zarar veremez, her türlü hayırda Allah bana verir.” demek.
İbrahim aleyhisselam’ı yakmak için ne kadar büyük ateşler yaktılar da yakamadılar. Firavun nasıl ordusuyla Musa aleyhisselam’ı öldürmek için kovaladı da öldüremedi. Kendisi boğuldu, helak oldu. Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ın peygamberlerin mâcerâlarından misalleri bunlar. Onun için lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ı çok söyleyin, üzüldüğünüz zamanlar ne olur üzüntüleriniz vardır her zaman. Kimisinin işi ters gider, kimisinin başına bazı üzücü olaylar gelebilir.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh diyeceğiz.
Dördüncü hadîs-i şerîf de yine bu konu ile ilgili, bunun için ikisi bir takım teşkil ediyor.
مَنْ أَنْعَمَ الله عَلَيْهِ نِعْمَةً فَأَراَدَ بَقاَءَهاَ فَلْيُكْثِرْ مِنْ لاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إلَّا بِاللهِ
Men en’amellâhu aleyhi ni’meten fe-erâde bekâehâ fe’l-yüksir min lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh.
Burada da işin müspet, olumlu tarafını ifade ediyor Peygamber Efendimiz.
“Allah kime bir nimet ihsan etmişse.”
Birinci hadîs-i şerîfte “Kime bir hüzünlü, üzücü olay gelmişse…” demişti. Burada da olumlu yönünden anlatıyor.
“Allah kime bir nimet ihsan etmişse…”
Bir kazanç kazandı, bir güzel şeye sahip oldu, bir şeye sevindi, bir nimete mazhar oldu.
Fe-erâde bekâehâ. “Bu işin devamını arzu ediyorsa, eğer nimet üzerimden kaçmasın, gitmesin, bâkî kalsın, bu ihsan, lütf-i İlâhî elden kaçmasın, diye istiyorsa, Allah ona bir nimet vermiş, bu nimet kaçmasın üzerimde daim olsun, kaybolmasın, gitmesin diye istiyorsa.”
Fe’l-yüksir min lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. “O da
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh sözünü çok söylesin.”
Demek ki
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh hem insan mahzun olduğu zaman söylenen söz hem de bir nimete mazhar olduğu zaman ve o nimetin devamını sağlayacak olan bir söz.
Burada bir başka mânevî hakikati daha Peygamber Efendimiz bize öğretmiş oluyor. İnsanlara nimetler gelir ama insanlar kusur işlerse nimet elinden alınır. Sen edepsizsin, nimetin kıymetini bilemedin, Allah’a şükredemedin, o halde bu elinden gitsin de gör bakalım edepsizliğinin, terbiyesizliğinin, idraksizliğinin, nimetin kadrini bilmemenin cezasını çek, diye Allah o nimeti elinden alıverir.
Kıymeti bilinmeyen nimet ne olurmuş?
Elden alınırmış.
O zaman ne yapacağız?
Nimetin kıymetini bileceğiz, nimeti veren Mün’im-i Hakîkî’ye, Allah’a hamd edeceğiz. Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh çok söyleyeceğiz. Birden, büyük bir kazanç sağladınız, birden, yeni ev sahibi oluverdiniz, birden, güzel bir iş size ihsan olunuverdi, Allah güzel bir çocuk ihsan etti. İstiyorsunuz ki bu devlet, bu nimet elden kaçmasın, çocuk yaşasın, maaş eksilmesin, insan işten atılmasın, neyse… Herkesin başına çeşitli sevindirici nimetler geliyor, her zaman nimetler yağıyor.
Bunların kaçması nereden olur?
Günah işlediği zaman ve kadrini, kıymetini bilmediği zaman, şükrünü edâ etmediği zaman olur.
Bir insan bunun devamını istiyorsa ne diyecek?
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh diyecek.
O ne demek?
Güç ve kuvvet sadece Allah’tadır. Bunu veren Allah’tır. Çünkü güç kuvvet O’ndadır. Bu nimeti bana gönderen O’dur. Nimeti devam ettirecek olan da O’dur.
O halde l
â havle ve lâ kuvvete illâ billâh duygusunu içinde canlı tutan insanı Allah seviyor. Nimetin kendisinden olduğunu, onu devam ettirecek de kendisi olduğunu bildiği için bu gizli tevhid
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh. İnsanın içinde olan hakikî tevhid
lâ ilâhe illallah’ın daha ince bir seviyesi, merhalesi, kademesi, derecesi olmuş oluyor, onu söylemiş oluyor. Nimet de daimî oluyor. O halde Allahu Teâlâ hazretleri üzerimize nimetleri daimî eylesin diye lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh çok söyleyelim. Çünkü bu söz, kelime, cümle, Araplar kelime der, biz kelimeyi tek sözde kullanıyoruz, cümle dememiz lazım. Bu ibare. Bu cümleyi çok çok söylemeliyiz.
Lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’ı çok çok çekmeliyiz. Elimize aldık mı bir güzel teşbih; evet aldık,
lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh da lâ ilâhe illallah da, estağfirullah da çok çok söylemeliyiz ki böyle bu güzel şeylere sahip olabilelim. Allahu Teâlâ hazretleri hepimizi İslâm’ı iyi bilen kullarından eylesin.
Görüyorsunuz İslâm’ı bildikçe insanın neşesi artıyor. Ümidi yükseliyor, imanı kuvvetleniyor, ilim çok güzel bir şey. İslâm çok büyük bir şey. Hadîs-i şerîfleri okudukça İslâm’ın ne kadar büyük bir nimet olduğunu görüyoruz.
Onun için Allah bizim ilmimizi, irfanımızı arttırsın, nimetlerimizi arttırsın, şükrümüzü, hamdimizi güzel yapmayı da nasip eylesin. Şükrümüzü de, hamdimizi de arttırsın, her gününüz mübarek olsun, hayırlı olsun, mutlu olsun. Allahu Teâlâ hazretleri sizleri hem dünyada hem âhirette bahtiyar eylesin. Dünyada sıhhat, afiyet, huzur ile yaşamayı nasip eylesin, Âhirette de cennetiyle, Cemâli’yle müşerref eylesin. Peygamber Efendimiz’e komşu eylesin, Firdevs-i Âlâ’da Rıdvân-ı Ekberi’ne vâsıl eylesin. Cemâli’ni gören, selamına mazhar olan kullarından eylesin cümlenizi.
Esselâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh.