es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allah cümlenizden razı olsun, cumanız mübarek olsun. Ömrünüz muradınızca, Allah’ın rızasına uygun geçsin. Allahu Teâlâ hazretleri rızasını, sevgisini kazanıp huzuruna sevdiği, razı olduğu kullar olarak varmanızı nasip eylesin.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin, Enes radıyallahu anh’ten rivayet edilen bu hadîs-i şerîfini İmam Buhârî hazretleri rahmetullahi aleyh kitabına almış, yazmış. Özbekistan’da kabrini ziyaret etmiştik, en büyük hadis âlimlerinden. Sahih-i Buhârî’si Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da neşredilmiştir. Bütün kardeşlerime okumalarını, dikkatle, ellerine kalem alarak, altlarını çizerek okumalarını tavsiye ederek bu hadîs-i şerîfi okuyorum.
Sohbetimin birinci hadis-i şerifi olarak. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri buyurmuşlar ki;
مَنْ أَرْضَى وَالِدَيْهِ، فَقَدْ أَرْضَى اللّٰهَ؛ وَمَنْ أَسْخَطَ وَالِدَيْهِ، فَقَدْ أَسْخَطَ اللّٰهَ
Men erdâ vâlideyhi fekad erdallâhe ve men eshata vâlideyhi fekad eshata’llâh.
Sadaka Resûlullah, fî mâ kâl, ev kemâ kâl.
Tabi râvisi kuvvetli olunca, sahih hadîs-i şerîflerden olunca daha büyük bir rahatlıkla, bastıra bastıra söylememiz mümkün oluyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz bu hadîs-i şerîfinde buyurmuşlar ki;
“Anne-babasını, vâlideynini...”
Anne ve babaya vâlideyn denilir. Arapça’da ikil sigasıyla, tesniye sigasıyla. Anneye vâlide, babaya vâlid; ikisine birden vâlideyn denilir.
Men erdà vâlideyhi. “Kim anne-babasını razı ve hoşnut ederse, memnun ederse, sevindirirse, kendisini onlara sevdirirse.” Fekad erda’llâh. “Allah’ı hoşnut ve razı etmiş olur.”
Bakın, dinimiz anne-babaya hürmeti ne kadar mühim bir mevkiye çıkarıyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ne kadar önemle ifade buyuruyor, ne kadar kesin tavsiye buyuruyor. Kâinatın hâlikı, âlemlerin Rabbi, Yaradanımız Allahu Teâlâ hazretlerini razı etmek ne kadar önemli. Zaten ömrümüzün onun için geçmesi gerekiyor, geçmeli.
İlâhî ente maksûdî ve rıdâke matlûbî demeliyiz.
Anne babasını razı eden, anne-babasını hoşnut eden, sevindiren, memnun eden, kendisini onlara sevdiren, duasını alan, Allah’ı razı ediyor. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz ne kadar güzel, ne kadar kolay, ne kadar somut bir yol gösteriyor.
“Allah’ın rızasını kazanmak için ne yapmam lazım?” diye soran bir insana söyleyeceğimiz çok sözler var:
Kur’ân-ı Kerîm’i öğren, Kur’an-ı Kerîm’in ahkâmını iyice uygula! Allah’ın emirlerini tut, yasaklarından kaçın! Habib-i Edîbi’ne ittibâ et, Peygamber Efendimiz’in sünnetine sımsıkı sarıl, Peygamber Efendimiz’in yolundan yürü! Ahlâkını güzelleştir, haramlardan, günahlardan uzak dur. Kötü huyları bırak, iyi huylarla ibadet ve taat üzere çalış!
Uzun uzun, doğru olarak nasihatlerde bulunmamız mümkün. Ama Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz; “Anne babasını razı eden, Allah’ı razı etmiş olur.” diye çok kısa bir somut yol gösteriyor.
Anne babasına hizmet etsin evlat; elini öpsün, ayağını öpsün, alnını öpsün, kaşını, gözünü öpsün, ne yapacaksa yapsın. Para harcasın, hizmetine koşsun, havlusunu tutsun, terliğini çevirsin, tatlı sözler söylesin. Emrini tutsun, kendisinin hoşuna gitmese bile, “Peki babacığım, peki anneciğim!” desin, böylece Allah’ın rızasını kazansın. Ne kadar somut, ne kadar güzel bir şey!
Zaten her zaman vurguluyorum, söylüyorum:
“Anne-babasına yetişip de, -büyüdüğü zaman, aklı başına geldiği bir çağda anne-babası sağsa- onlara hizmet imkânını yakalamışsa bir insan...”
Hani bazen annesi babası küçükken ölüyor. Bazı kimseler anne babasını tanıyamıyor, anne babasının cemalini görmekten mahrum büyüyorlar. Hizmet etme imkânından mahrum oluyorlar. Ama yetişmişse, işte annesi, babası karşısında, işte o onların evladı, hepsi sağ salim, Allah uzun ömür versin; hizmet etme imkânı var...
“Eğer anne babasının ikisine yahut birisine...”
Biri önce ölmüş de ötekisi sağ.
“Birisine yetişmiş de, bir insan cenneti kazanamamışsa ona yazıklar olsun, burnu yerde sürtsün; ne kadar kaabiliyetsiz, ne kadar fırsatları kaçıran, ne kadar ahmak, ne kadar gevşek bir evlatmış!” diye Peygamber Efendimiz’in ikazları var, hadîs-i şerîfleri var.
Onun için, aziz ve sevgili kardeşlerim!
Anne ve babamız sağsa anne ve babamıza hürmeti bir fırsat, bir ganimet bilmeliyiz. Çok büyük bir ganimet, çok büyük bir devlet ve saadet bilmeliyiz.
Tabi anne babanın hizmeti bahis konusu olunca... İnsanın anne-babası bazen dinî inançlarının karşısında olabilirler. Mesela onu küfre çekmek isteyebilirler. Anne baba kâfirse evlatların müslüman olmasına engel olmak isterler. Şimdi Almanya’da, İngiltere’de arkadaşlarımızı ziyaret ediyoruz; bu gibi durumlar var. İngiliz çocuğu, müslüman olacak ama anne babası razı olmuyor veya Alman çocuğu müslüman olacak, anne babası razı olmuyor. Eğer onlar seni küfre sokmaya, küfürde tutmaya çalışırlarsa o zaman onlara itaat olmaz.
Âyet-i kerimede;
وَاِنْ جَاهَدَاكَ عَلٰٓى اَنْ تُشْرِكَ ب۪ي مَا لَيْسَ لَكَ بِه۪ عِلْمٌ فَلَا تُطِعْهُمَا
Ve in câhedâke en tüşrike bî mâ leyse leke bihî ilmün fe lâ tuti’hümâ. “Eğer onlar seni, hakkında bilgin olmayan bir şeyi körü körüne bana ortak koşman için zorlarlarsa, onlara itaat etme!” buyuruluyor.
Neden?
Çünkü, anne babanın insan üzerinde hakkı var ama Allah’ın hakkı sonsuz, mukayese edilmez. Allah’ı darıltıp da anne baba hoşnut edilmez. Allah’ı hoşnut etmek önemlidir, o önde gelir.
Hani kanun olduğu zaman bir insanın keyfi, zevki bahis konusu olmuyor. Kanuna uyuluyor, kanunî mevzuat yerine getiriliyor.
Allahu Teâlâ hazretlerine karşı olan anne babalara yapılacak en büyük itaat, en büyük iyilik, onları İslâm’a çekmeye çalışmaktır, onlara doğruyu anlatmaktır veya hiç olmazsa;
“Anneciğim, babacığım! Ben sizi seviyorum, siz beni yetiştirdiniz, büyüttünüz; ama siz benim Rabbime asî olmamı istiyorsunuz. Rabbimin emrini tutmamamı istiyorsunuz. Böyle bir şey olamaz, lütfen beni böyle bir zorlamayla karşı karşıya bırakmayın.” demek lazım!
Mus’ab b. Umeyr radıyallahu anh’i çok seviyorum. -Allah şefaatine erdirsin, cennette buluştursun cümlemizi.- Bir evin bir tek oğlu, zengin de bir çocuk. En güzel elbiseleri giyen, en güzel şekilde yaşayan bir zengin çocuğu iken müslüman olunca, annesi naz yaptı, hatırını ortaya koydu, ağladı, sızladı; eski müşrikliğe, Kureyş’in putperestliğine dönmesini istedi:
“Dönmezsen şöyle yaparım, böyle yaparım. Kendime kıyarım.” dedi.
Daha neler söylediyse Musab b. Umeyr dedi ki;
“Kaç tane canın olsa, kaç türlü şey yapsan yine İslâm’dan, imandan, Resûlullah’a ittibâ etmekten vazgeçemem anneciğim!” dedi, kararlı bir şekilde durdu.
Peygamber Efendimiz’in çok sevdiği bir mübarek kişiydi; onu Medine-i Münevvere’ye gönderdi. Nice insanların İslâm’a girmesine vesile oldu.
Demek ki anne-baba eğer dinden, imandan nasipsizlerse onları imana çekmeye çalışırsınız. O zaman onlara günahta itaat olmaz. Hani dinimizde çok umumî bir kuraldır, kâidedir; Allah’a isyan emredildi mi emreden kim olursa olsun itaat uygun olmaz. Çünkü Allah, en büyüktür.
Allahu ekber, “Allah en büyük!” Çünkü Allah, kâinatın Rabbi. Çünkü Allah hepimizi yarattı, bize emir vereni de yarattı. Bize emir veren de, ona uymak zorunda. Eğer bir insana babası küfrü emretse, anası küfrü, günahı emretse; kocası hanımına, “Ben ailenin reisiyim!” diye emretse veyahut hocası talebesine emretse veyahut bir müdür, bir amir, bir başkan, bir emir komuta sahibi kişi astına, aşağısındakine:
“Şu günahı, şu kanunsuzluğu, şu yanlışlığı işle!” diye emretse o zaman tabi itaat edilmez. Bu bir umumî esas olarak burada hatırlatılmalı.
“Ben ne yapayım? Annem müslüman değil, babam müslüman değil. Onlar benim müslüman olmama, namaz kılmama, örtünmeme müsaade etmiyorlar.” filan derse böyle bir şey mazeret olamaz. Onu belirtmek istiyorum, bu bir.
Ve men eshata vâlideyhi fekad eshata’llâh. “Anne ve babasını, yani müslüman, mütedeyyin anne babasını kızdıran da Allah’ı kızdırmış olur, Allah’ın gazabına uğrar.”
Anne-babasının rızasızlığını, bedduasını, lanetini alan bir kimse iflah olmaz. İşi ters gider, hayatı kayar, başına felaketler yağar, çok fena olur. Onun için anne babasını kızdırmamaya, onların gönlünü hoş etmeye çalışmalıdır.
Tabi burada bir şeyi söylemek istiyorum aziz ve muhterem kardeşlerim!
Türkiye’de bir şey çok eksik, çok az biliniyor ve uygulanıyor gibi geliyor bana. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz mü’minlere anne ve babalarından ve kendi nefislerinden daha yakın, daha önde ve daha önemli konumda idi. Canlarından da kıymetli idi, anne ve babalarından da kıymetli idi. Bir müslümanın Peygamber Efendimiz’i annesinden babasından, kendisinden, bütün insanlardan, çoluk çocuğundan, eşinden, dostundan daha çok sevmesi dininin tabi bir gereğidir ve sahih hadîs-i şerîflerde böyle olmazsa imanının tam olmadığı belirtiliyor.
Şimdi bunu iyice belirttikten sonra, bunun sebebini düşünecek olursak; niye Resûlullah’ı annesinden babasından da daha çok sevmeli?
Çünkü anne baba küfrü istiyor, küfürde, şirkte kalmasını istiyor; Resûlullah imana gelmesini istiyor. Allah göndermiş; elbette Resûlulah’a tâbi olacak ve Resûllullah’ın izinden gidecek, Resûllullah’ın sözünü tutacak, sünnetine uyacak. Resûllullah’ı sevecek, çünkü Allah’ın resûlü, çünkü onu Allah gönderdi. Çünkü Allah onu sevdi, çünkü Allah onu görevlendirdi. Çünkü Allah, ona itaat etmeyi mü’minlere emretti.
Peki, biz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in çağına yetişmedik, 1400 yıl sonra, şu sıralarda yaşıyoruz. Aradan bu kadar zaman geçmiş. Bizim için durum ne?
Bizim için de dinimizi bize öğreten, Kur’an’ı öğreten, ihlâsı öğreten, hakiki imanı, gerçek imanı, buram buram, burcu burcu, tertemiz, ışıl ışıl parıldayan, hoş kokusu etrafa yayılan tam imanı öğreten mürşid-i kâmilerimiz nedir? Hocalarımız, rahmetullahi aleyhim ecmaîn evliyâullah büyüklerimiz nedir?
Onlar da Peygamber Efendimiz’in vekilleri olduğu için onları da tabii anne babadan çok sevmek lazım.
Tabii çocuğun Allah’ın emrini dinlemesi, Allah’ın emrini söyleyen kişiyi dinlemesi, Allah sevgisinin bir bölümüdür, bir parçasıdır.
Allah’ı seven, Allah’ın ahkâmını sever, Allah’ın emrini, yasağını, buyruğunu sever, haramını, helâlini tam öğrenip uygular. Onları anlatan, kendisini Allah’a götüren, Allah sevgisine, mârifetullaha, muhabbetullaha erdiren mürşid-i kâmillerini, evliyâullah büyüklerini de sever. Onlar da anne babadan önde gelirler.
Neden?
Kendilerinin nüfuz kazanması için söylenmiş bir söz mü bu?
Hayır!
İslâm’ın sağlam olarak bilinmesi ve uygulanması için. Madem insan müslümandır, o halde İslâm’ı uygulayacak. O halde İslâm’ın emirlerini söyleyen hocasını baş tacı edecek. Öyle bir hoca, bir mürşid-i kâmil, bir hak sözü söyleyen, hakkı öğreten, Kur’an’ı, imanı, İslâm’ı öğreten kimse insan için annesinden babasından önde gelir, önde gelmiştir.
Farsça’da bir atasözü vardır, eski bir tarihî büyüğün mezar taşına altın ile yazılmış “Cevr-i üstaz bih ki, mihr-i peder.” meşhur bir söz olarak Farsça kitaplarına girmiştir:
“Hocanın baskısı, ‘Dersi çalışsın, bilgiyi öğrensin.’ diye talebeyi sıkıştırması, babanın merhametinden, sevgisinden, kucağına alıp hoplatmasından daha iyidir. Hocanın cevri, babanın mihr-ü vefâsından, sevgisinden daha önde gelir.” diye buyrulmuş.
Tabi bunların hepsinin sınırları var, hiçbir şey aşırı değil. “Hocayı sevecek.” diye, bu sefer anne-babasının hakkını çiğnemek gibi bir tarafı da yok.
İşin hudutlarını bilmek fıkıhtır. İslâm’da bir hükmün sınırı nereye kadardır, nerede biter; onu bilmek, incelikleri öğrenmek, dinin inceliklerini öğrenmek önemlidir. Dinde bu ilme “fıkıh ilmi” denir. Tabi her şeyi hudutlarıyla bilmek lazım ki şuraya kadar tarla senin, orayı ekersin, oranın meyvesini yersin. Şuradan sonrası başkasının, oraya elini uzatmazsın ki haram olur.
Hudutları bilmek lazım, sınırları çiğnememek lazım. Kuralları tam uygulamak, kuralların da sınırını bilmek lazım. Yeşil ışık yandığı zaman gitmek, kırmızı yanınca da durmak lazım. “Ayağımın altında gaz pedalı, elimde direksiyon var.” diye, dere tepe dümdüz, ışık tanımadan gitmek de olmaz. Onun için hudutları söylememiz gerekiyor.
Evlatlara, anne-babalarına sevgiyi, hürmeti ve hizmeti tavsiye ediyoruz. Böylece İslâm, bu emirleriyle aile içi muhabbetini sağlamış oluyor. Bir de çocuğun âhiret saadetini, cennetlik olmasını sağlamış oluyor.
Onun için yakınlarınızdan, tanıdıklarınızdan anasıyla babasıyla küsüşmüş, bozuşmuş, miras yüzünden veya bir hiç yüzünden veya mühim bir şey yüzünden.
Ne yani, anne-baba sevgisi yanında dünya malının, metaının, menfaatinin mühimi ne olacak?
Herhangi bir sebeple küsüşmüş olan varsa, onlara nasihat edin:
“Yapmayın, etmeyin! Bak, hadîs-i şerîf böyle. Sakın ha, ahiretinizi mahveylemeyin! Anne-babanıza sevgi ve hürmetinizi ifade edin, ufak tefek meseleleri büyütmeyin!” diye söylemek lazım.
Yine size okuduğum hadîs-i şerîf kitabının bazı sayfalarından karşıma geldiği için altını çizdiğim başka bir hadîs-i şerîf var.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş:
“Büyük ağabey baba yerinedir, baba gibidir.”
Şimdi ben burada bakıyorum, herkes birbirine adıyla hitap ediyor; yadırgıyorum. Babasına da adıyla hitap ediyor, abisine de adıyla hitap ediyor.
Halbuki biz, yaşça büyük olan kardeşimize “ağabey” diyoruz ki bu kelimeyi biraz açıklayacak olursak tahlil edecek olursak “ağa” ve “bey” kelimelerinden meydana geliyor. Kendisinden büyük kardeşine “kardeşim” demiyor, “kardeş” demiyor, Arapçası ahî demiyor, birâder-i men demiyor; ağabey diyor.
Bizim örfümüzde, terbiyemizde ağalık da, beylik de çok yüksek unvanlar, içtimâî unvanlar. Bir insan “bey” oldu mu, mesela Osmanlı Beyi, Karamanoğlu Beyi. Çok büyük bir unvan, sultan gibi bir şey. Bizim edebimiz böyle. Yaşça biraz büyük olduğunda, hatta “İkizlerden önce doğanı, ötekisinin abisidir.” derler.
Ağabeye de hürmet lazım! Ağabeyin sözü de, hatırı da önemli. Dünya malı önemsiz. Ufak tefek şeyler; “Öyle dedi, böyle dedi, malı çok aldı, az aldı, taksim şöyle oldu, böyle oldu, yan baktı, kaş kaldırdı, kaş çattı, gözünü döndürdü...”
Bunlar şeytanın insanı körüklemesi. Aile muhabbetini bozmak için şeytanların çalışması. Müslüman, müslümanın kardeşidir.
Büyük ağabey de ağa-bey, unvan bakımından “ağa ve bey” gibidir; ona elbette hürmet edecek. Hele babası vefat etmişse küçük kardeşlerin ağabeyin sözünü dinlemesi lazım.
Hakikaten bizim ülkemizde de bazen böyle olaylarla karşılaşıyoruz. Bakıyoruz, bir büyük ağabey, yaşça büyük kardeş; -tabi kısaltarak ağabey abi olmuş.- bir büyük ağabey ne yapmış oluyor?
Öteki kardeşlerinin hepsine bakıyor, okutuyor, yetiştiriyor, büyütüyor, geçimini sağlıyor, yuvasını kuruyor, evlendiriyor; malını mülkünü, çeyizini çimenini hazırlıyor. “Tamam, kız kardeşimi evlendirdim.” diye rahat ediyor. Hatta ağabey olduğu için kendisi evlenmesini geciktiriyor; “Evvela kardeşlerimi kayırayım, kurtarayım.” diyor.
İslâm ne kadar güzel! İslâm terbiyesi bizim örfümüzün, âdetimizin içine ne kadar işlemiş. Elhamdülillâh...
İngiltere’deki kardeşimiz İngiliz kızla evlenmiş, İngiliz kayınpederi, kayınvalidesi var. İngiliz dilinin özelliğine göre birbirlerine hitap ediş şekillerine bakınca, ismiyle hitap edince, bizde ayıptır tabi, ismi söylenmez. “Ahmet, Ali, Veli kalk, gel, git...” Yaşça büyüğüne ismi söylenmez, unvanı söylenir. Babasına isim söylenmez, söylerse herkes şaşırır, kızar:
“Senin askerlik arkadaşın mı, bu ne laubalilik?” derler.
İslâm’da bizim dedelerimiz çok derin bilgileri elde ettiklerinden, en büyük hadis kitaplarını, en büyük fıkıh kitaplarını, en büyük tefsir kitaplarını onların yazdığını biliyoruz. Tarih biliyor, cümle İslâm âlemi biliyor. İslâm’ı çok iyi öğrendiklerinden, halkı da çok güzel yetiştirmişler.
Halk öyle müslüman olmuş ki ben tatlı bir latife olarak şuna benzetiyorum: Hanımlar tatlıyı hazırlarlar, öbür tarafına da şerbetini hazırlarlar. Ondan sonra bu hazırladıkları hamuru, tatlının içine koyarlar. Eğer hamur tatlıyı içine almazsa sunduğunuz zaman yiyen bir ısırır:
“Tatlısı bunun içine işlememiş, bir yeri hamur kalmış!” diye yüzünü buruşturur.
Ama bazen de tatlı, hamurun bütün iliklerine kadar işliyor. O zaman;
“Ooo, elinize sağlık, pek tatlı olmuş, pek güzel olmuş.” diye yapanı methediyoruz.
İslâm terbiyesi bizim halkımızın hücrelerine işlemiştir de onun için ağabeyine hürmet eder. Ağabeyinin, babasının yanında sigara tiryakisi bile olsa sigara içmez. Ayakta durur, “Otur.” demeyince oturmaz. Hizmete hemen ilk önce fırlar, kalkar, koşturur. Hizmeti bir devlet ve nimet bilir, saadet bilir. Bu tarafını da hatırlatıyoruz.
Büyük olan kardeşe hürmet de hadîs-i şerîlerde tavsiye edilmiş bir husus.
Sevgili ve değerli Akra dinleyicileri,
Böylece “anne babayı memnun etmek” derken, bu alanın birkaç hududunu da belirtmiş olduk. Hudut çizgilerini ve hudut işaretlerini de açıklamış olduk. Bunlar da önemli açıklamalardı. Hepsini beraber düşünmek lazım. Hepimiz, sağsa annelerimizin, babalarımızın gönlünü almaya koşturmalı, seferber olmalıyız.
Ya vefat ettilerse?
O zaman da vazifelerimiz var. Anne ve baba vefat ettiği zaman yapılacak hizmetlerin başında, onların ruhuna dualar etmek, hatimler indirmek, Kur’ân-ı Kerîm’ler, Mevlid’ler okutmak; hayır hasenât yapmak, kurbanlar kesmek gibi şeyler gelir.
İnsan vefat etmiş anne babasının ruhu için hangi hayrı yaparsa; -sadaka verse, bir hayır yapsa, çeşme yaptırsa, kurban kesse, hacca gitse sevabı anne babaya gider, hiçbir şey eksilmeden çocuk da sevap alır. Bölüşülmez.
Aynı sevabı çocuk da alır; onun namına gittiği büyüğü, annesiyse annesi, babasıysa babası de alır. Mesela onların namına hacca gitmişse çocuk da hac sevabı alır, anne babası da hac sevabı alır. Peygamber Efendimiz kesin olarak, açıkça bunu beyan ediyor.
Demek ki vefat etmişlerse onların namına hayır yapağız. Okul yaptırır, çeşme yaptırır, köprü yaptırır, yol yaptırır, sadaka verir, kurban keser vesaire…
Ayrıca kabrini ziyaret edeceğiz, ruhuna hatimler indireceğiz, hayır ile yâd edeceğiz; bu da bir şey.
Hadîs-i şerîflerden benim hatırladığım başka bir husus da, anne babanın hatırı için anne babanın ahbaplarına ilgiyi devam ettirmektir:
“Bu, benim babamın en yakın arkadaşıydı. Şunu ziyaret edeyim, elini öpeyim, bir arzusu varsa sorayım!” filan diye anne babanın arkadaşlarını, eski dostlarını da aramak, kayırmak önemlidir.
Onun için anne baba dostlarını, arkadaşlarını arayın, bulun, kollayın.
Çünkü “Kim annesine, babasına kabrinde ziyaret yapmak isterse...”
İstemez mi?
Keşke kabrin bir yolu olsa da, insan tıpış tıpış merdivenlerden inse, içeride nurlu, geniş bir kubbenin altında vefat etmiş olan annesini, babasını dayalı döşeli güzel bir şekilde görse de, ışıklar içinde, hoş kokular içinde ziyaret etse, elini öpse...
“Anne ve babasını kabrinde ziyaret etmek isteyen; onun hayatta kalmış olan yakınlarını, dostlarını, arkadaşlarını ziyaret etsin.” diye Peygamber Efendimiz buyuruyor.
Onun için baba dostlarını, ana dostlarını unutmayın aziz ve sevgili kardeşlerim!
Bu da işin bir zarif, bir güzel, bir ince yönüdür.
Tabi anne babanın vasiyetleri vardır. “Evlâdım, vasiyetnâme bıraktım; şunu yap, bunu yapma!” diye tavsiyeleri vardır. Onları da tutmak lazım!
Biz de anne ve babalar olarak, bizden sonraki evlatlarımıza vasiyet de bırakmalıyız. Yazılı olmalı, hatta “Vasiyetnâme yatağının, yastığının altında olmalı!” diyorlar. O kadar hazır olmalı. Çünkü ölüm nerede, nasıl, ne zaman gelecek, belli olmaz. Vasiyetnâmesi hazır olmalı.
Vasiyetnâme nasıl başlar?
Evvela besmeleyle başlar, sonra takvâyı tavsiye eder: “Allah’tan kork evladım!” diye başlar.
O halde, annesinin, babasının vasiyetnâmesi yoksa bile ben onlar nâmına hatırlatayım ki evlatlar önce takvâ ehli olsun. Çünkü annesi babası eğer vasiyetnâme yazmaya muvaffak olsaydı, öyle bir şeye ihtiyaç duysaydı, bir hocaya danışıp sorsaydı, öyle başlayacaktı:
“Evladım, sana önce, takvâ ehli olmayı, iyi bir müslüman olmayı, mütedeyyin insan olmayı tavsiye ederim. Aman takvâya sımsıkı sarıl! Ben hayatı yaşadım, bak, geldim gidiyorum. Hayat çok aldatıcıdır. Sakın hayatın aldatıcılığına aldanma, ibadetini, taatini, hayrını hasenâtını geriye koyma!” diye nasihat edecekti.
Onun için siz de bu nasihati yapılmış kabul edip iyi bir müslüman olarak yaşamaya gayret edin.
“Namazı kılmıyorum hocam.”
Aman, annenin babanın hatırı için takvâ ehli bir müslüman ol! Allah’tan kork, namazını kıl, ibadetlerini yap!
“Kusura bakmayın hocam, arada bazı günahlara kaçamak yapıyoruz, kayıyoruz.”
Aman, ben kusura baksam ne olacak, bakmasam ne olacak? Ben, Allah’ın bir âciz, nâçiz kuluyum. Ancak tebliğ ediyorum; elime mikrofonu alırsam camide konuşuyorum, kalemi alırsam yazımı yazıyorum. Ben memnun olsam ne olacak, olmasam ne olacak; Allah memnun olsun. Allah’ı memnun etmeye çalışın! İbadetlerinizi, taatlerinizi asla ve asla ihmal etmeyin!
Her zaman söylediğim beni çok duygulandıran bir hadîs-i şerîf var:
“Eğer bir evlat anne babasına kötülük yapıyorsa...”
Tabi yapmak istemez, anne babasının kemiklerini mezarda sızlatmak istemez, ölmüş anne babasına; “Nasıl yaparım ben bunu?” der.
Ama bir insan günah işlediği zaman, annesinin, babasının kabrinde, mezarda kemikleri sızlıyor, gerçekten ezalanıyor. Çünkü Peygamber Efendimiz böyle buyurmuş. Çünkü bütün bilgiler onlara gidiyor:
“Senin oğlun namaz kılmadı, kumar oynadı, adam dövdü; şu haksızlığı, şu zulmü yaptı, şu edepsizliği işledi. Senin kızın şöyle etti, böyle etti...” diye bilgiler gidiyor.
Onlar da artık gözünden perdeler kalktığı için ah vah ediyorlar:
“Vah bizim kız, vah bizim oğlan, iyi bir müslüman olarak yaşamıyor, mahvolacaklar!” diye çok fena halde üzülüyorlar.
Biliyorsunuz insanlar bir çeşit uykudadır, ölünce uyanacaklar. Öldü mü âhireti görüyor, perdeler kalkıyor. Bu dünyanın aldatıcılığını anlıyor; ondan daha iyi biliyor. Yapılan her yanlışlıktan dolayı; -hani iki kişi müsabaka yapıyor, seyirciler heyecandan hop oturup hop kalıyorlar: “Ah öyle yapma, vah böyle yap!” Bağırıyorlar. “Vur ona, dikkat!” bilmem ne diye, hani stadyumlarda tezahüratları, ikazları hatırlayın- tabi anne baba da kabirde çocuğunu öyle endişeyle seyrediyor.
Bilgiler ona gelince, kötü bilgiler gelirse üzülüyor, iyi haberler gelince evladından memnun oluyor.
Demek ki anne babaya vefanın, iyi evlatlığın bir yönü de, bizzat kendisinin iyi insan olmasıdır. Bir günahkâr sadece kendisi günah yüklenmekle kalmıyor, kabirdeki annesini babasını da üzüyor, ezalandırıyor. Eleme, kedere, yasa gark ediyor. Bunu da hatırlatmış olduk. Anne babayı razı etmek konusunda epeyce şey hatırlamış ve hatırlatmış oldum.
Şimdi bir başka hadîs-i şerîfe geçelim.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz, Hanbelî mezhebinin kurcusu mübarek İmam Ahmed b. Hanbel’in Sehl b. Huneyf’ten rivayet ettiğine göre şöyle buyurmuş:
مَنْ أُذِلَّ عِنْدَهُ مُؤْمِنٌ فَلَمْ يَنْصُرْهُ وَهُوَ قَادِرٌ عَلَى أَنْ يَنْصُرَهُ أَذَلَّهُ اللَّهُ عَلَى رُؤُوسِ الْأَشْهَادِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ
Men üzille indehû mü’minün felem yensurhü, ve hüve yakdiru alâ en yensurahû, ezellehu’llâhu alâ ruûsi’l-eşhâdi yevme’l-kıyâmeh.
Bu ne ile ilgili?
Bir müslüman kardeşe yardımcı olmakla ilgili. Yardımcı olmazsa âhirette başa gelecek sıkıntıyı bildiren bir hadîs-i şerîf.
Peygamber Efendimiz buyurmuş ki;
Men üzille indehû mü’minün felem yensurhü. “Eğer bir kimsenin yanında bir müslüman zelil ediliyorsa, horlanıyorsa, başına çökülmüşse, eza cefa yapılıyorsa, o da ona yardım etmiyorsa...”
Ya sözle taciz edilebilir, ya da fiilen yakası paçası tutulup alaşağı edilip vurulur, dövülür. Böyle şeyler olabiliyor. Hatta bu Ruanda’yı, Orta Afrika’daki olayları anlatan bir kitapta... Bazı gaddar kimseler yakaladıkları esirleri; kollarını, bacaklarını, azalarını keserek öldürüyorlarmış. Hatta zavallılar yalvarıyorlarmış:
“Ne olur bir kurşun sık, öleyim!”
Böyle parça parça kese kese ölmek tabi çok müthiş bir şey olduğundan; “Ne olur bir kurşun sık, öleyim!” diyorlarmış. Böyle işkence olduğu zaman, bir kurşunla ölmek bile bir nimet ve devlet oluyor. Dünyada ne zulümler oluyor. Başka insanların bu zulümleri engellemesi lazım.
Vehüve yakdiru alâ en yensurahû. “O mü’min kardeşine yardım etmeye gücü yettiği halde, kendisinin gözü önünde horlanan bir mü’mine yardım etmeyen bir kimse, çok kötü bir şey yapmış olur.” Ezellehu’llâhu alâ ruûsi’l-eşhâdi yevme’l-kıyâmeh. “Kıyamet gününde de Allah onu şahitlerin başında, huzurunda, gözü önünde hor ve zelîl eder, yere yatırır, mahv u perişan eder.”
Çünkü o da dünyadayken yardım etmedi.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Biliyorsunuz Mekke-i Mükerreme’de, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz peygamber olduktan sonra İslâm çok garibâne, çok mazlumâne gelişti. Peygamber Efendimiz peygamberlik vazifesini yaparken, on üç sene Mekke’de o kadar büyük sıkıntılar çekti ki tarih kitaplarından bu sıkıntıları mutlaka okumalısınız sevgili kardeşlerim!
Size en mühim kitaplardan birisi olarak -Allah razı olsun- Âsım Köksal Hocaefendi’nin İslâm Tarihi kitabını tavsiye ederim. Alın, çoluk çocuk okuyun! Çünkü çok belgeseldir, Ziyâü’l-Hak’tan mükâfât almıştır. Çok güzel bir şekilde yazılmıştır, kaynakları gösterilmiştir.
Ben çok beğeniyorum, dualar ediyorum. O kitabı alın, okuyun. Eskiden Mekke devri bir ciltti, sonra onu genişletti. Okuyun, bakın müslümanlar neler çekmiş! Peygamber Efendimiz neler çekmiş, ne kadar eziyetlere, işkencelere uğramış; bunları anlayın.
Bunları anladığınız zaman, İslâm’ı daha iyi anlayacaksınız, Müslümanlığa daha çok sarılacaksınız. Bu çok önemli bir ders. Bence bütün müslümanlar, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in Mekke devrinde çektiklerini tarih kitaplarından okumalı! En kıymeti tarih kitaplarından, en değerli, en sağlam bilgileri okumalı.
Bazen tercümeyi yapan, kitabı hazırlayan kimseler bu konuda yeteri kadar bilgiye sahip değil. İsimler yanlış yazılmış, başka hatalar yapılmış, tercemeler eksik, kusurlu, hatta yanlış anlaşılacak şekilde yapılmış oluyor.
Onun için eserin çok bilgili, çok yetenekli, çok uzman bir kimse tarafından yazılmış olması fevkalade önemli. İsim vermemin sebebi de eseri okuduğum ve çok memnun olduğum için ve kıymetini bildiğim içindir. Eğer kütüphanenizde İslâm Tarihi varsa, alın birinci cildinden başlayın, okuyun. Nasıl zulme mâruz kaldılar, o müşrikler, o kâfirler o zavallı, masum, mazlum müslümanları, kadınları, çocukları, köleleri nasıl ezdiler? Hatta işkenceyle nasıl öldürdüler? Mızrağı, göğsüne nasıl sapladılar, görün.
Bu durumda, yani müslüman kardeşi böyle zulme mâruz kalmış iken, zulüm görüyor iken, o da onu engellemeye gücü yeterken yardım etmemişse çok büyük suç işliyor.
“Eh biz o zamanda, o zulümlere şahit olmadık, onları yaşamadık.” diyemezsiniz, diyemeyiz sevgili kardeşlerim!
Diyecek, savunacak halimiz yoktur. Biz de bugün dünyanın her yerinde müslümanların nasıl zayıf, nasıl fakir, nasıl muzdarip, nasıl aç, nasıl susuz, nasıl böyle hastalıktan kırılan, nasıl gözlerine sinekler konan, kaburgaları sayılan insanlar olduğunu radyolardan dinliyoruz, televizyonlarda izliyoruz. Gazetelerde, mecmualarda resimlerini görüyoruz.
Dünyanın her yerinde zulme uğrayan mazlum, mağdur müslümanlar var. Bakın Orta Asya’da nice nice bizim gibi aynı dili konuşan, aynı inancı paylaşan, ama yardıma çok ihtiyacı olan; hem eğitim bakımından, hem maddî bakımdan, hem sınaî bakımdan yardıma çok muhtaç nice nice kardeşlerimiz var. İşte ilgilileri oralara gidiyorlar, oralarda iş birliği çareleri arıyorlar. Karşılıklı menfaatleri arayıp bulup dostlukları pekiştirmeye çalışıyorlar.
Bu devirde de, çevremizdeki insanlara karşı çeşit çeşit görevlerimiz var. Bunları yapmazsak Allah sorumlu tutabilir. Dileriz ki Allah sorgu suale uğratmadan, bigayr-i hisâb, sıratı yıldırım gibi geçirip cennetine dâhil eylesin.
Ama görüyorsunuz hadîs-i şerîfler ürkütücü ve korkutucu olabiliyor. Yanında bir müslüman hor, zelil edilmiş, işkence ve zulme mâruz iken, o da ona yardım etmeye güç yetirebilecek durumda iken yardım etmemişse, Allah da onu kıyamet gününde hor ve zelîl eder.
Alâ ruûsil-eşhâdi yevme’l-kıyâmeh. “Kıyamet gününde, gözlemcilerin, bakanların gözü önünde...” demek oluyor.
Bütün mahşer halkının huzurunda hor ve zelîl olur.
Onun için biraz toplumcu, biraz ümmetçi, biraz insancıl, biraz bütün dünyaya yönelik, bütün insanları kucaklayan, geniş, büyük duygulara artık daha fazla önem vermeye yönelmenin zamanı geldiğini düşünüyorum.
Üçüncü hadis-i şerifle sohbetimi tamamlamak istiyorum, aziz ve değerli kardeşlerim!
Bu, mâna bakımından ikinci hadîs-i şerîfi destekleyecek bir hadîs-i şerîf. Dünyanın neresinde yardıma muhtaç insan varsa yardım etmeliyiz, dünyanın neresinde zulüm varsa zulmün karşısına çıkmalıyız, her yere yetişmeliyiz.
Ticaret için nasıl yetişiyoruz?
Yaptığımız bir pamuklu elbiseyi, iç çamaşırını Amerika’da, Kanada’da satıyoruz, Avustralya’ya, Afrika’ya gönderiyoruz da, iman için çalışma bahis konusu olunca niçin geri duralım? Ona da çalışmamız lazım.
Hâkim’in Müstedrek’inde rivayet ettiğine göre Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz buyurmuş ki;
مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمْ أَنْ يُبْقِىَ دِينَهُ وَعِرْضَهُ بِمَالِهِ فَلْيَفْعَلْ.
Meni’stetâa minküm en yübkıye dînehû ve ırdahû bi-mâlihî fe’l-yef’al. “Sizden her kim ki malıyla dinini ve namusunu ibkâ etmek, korumak imkânına sahipse bunu yapsın!”
Bunu biraz açıklayayım:
Meni’stetâa minküm. “Sizden her kimin gücü yeterse...” diyor.
Neye?
En yübkıye dînehû. “Dinini devam ettirmeye, dindarlığını sürdürmeye, dinini korumaya.” Ve ırdahû. “Ve şerefini, namusunu, haysiyetini korumaya, devam ettirmeye, bayrağı yere indirtmemeye kimin gücü yeterse...”
Ne ile?
Bi-mâlihî. “Para vererek, masraf yaparak, mal harcayarak bunu yapmaya gücü yeterse.” Fe’l-yef’al. “Yapsın!”
“Kesenin ağzını açsın, paraları saçsın, harcasın, âhiretini kazansın, dinini kurtarsın; ırzını, namusunu korusun, kurtarsın!”
Türkçe’de ırz deyince sadece bir çeşit suç akla geliyor, ırza geçmek gibi. Fakat ırz, Arapça’da “namus” demektir.
Mesela bir kimseye hakaret etsen, onun haysiyetine dokunacak bir şey yapsan, o da bir çeşit ırza tecavüz oluyor. Bizde anlaşıldığı mânasından daha değişik bir mâna.
Bir insanın haysiyeti var, şerefi var, kıymeti var. Kişisel hakları ve hürriyetleri var. Toplum içinde itibarı var Birisi buna sözle de sataşsa veyahut fiilen de yakalasa, bunu yok etmeye kalksa; ırzına, şerefine, haysiyetine, malına, mülküne şöhretine, şanına leke sürmeye kalksa; tabii bu fena! Bunun yapılmaması için insanın çalışması lazım.
Bir de dinini korumak için mesela insan oruç tutuyor, namaz kılıyor, dindarlığını devam ettiriyor. Zalim, zorba birileri gelmiş, namazını niyazını engelleyecek, orucunu, ibadetini, haccını engelleyecek; İslâm’ı yaşamasını, öğrenmesini, öğretmesini engelleyecek; zikrini, sevaplı çalışmaları yapmasını engelleyecek... Bunun izale edilmesi lazım! Bu bir engeldir.
Bu engelin izale edilmesi için ne gerekiyor?
Çalışma gerekiyor.
Çalışma neye dayanıyor?
Paraya dayanıyor. Bütün hizmetlerin, bütün çalışmaların bir mâlî yönü vardır. İnsan bir evde oturuyor, mâlî yönü nedir?
Kirası. O evde oturabilmek için kirasını verecek, vergilerini verecek. Elektrikten istifade ediyor, sayacın yazdığı parayı ödeyecek. Sudan istifade ediyor, belediyeye su parasını verecek.
O halde insanın da dinini korumak için haysiyetini, namusunu, şerefini, izzetini, itibarını, alın açıklığını korumak için para vermek gerekiyorsa verilecek.
Basit basit misallerle anlatmaya çalışayım: O devirde bazı mütecâviz şairler olurdu. Hiciv yazar, kötüleyici şiir yazar. İnsanların zaten dedikoduya kulak verme tarafı vardır. O şiirleri okur, ezberler, kulaktan kulağa yayılırdı.
“Al şu parayı, kes sesini, sus!” veyahut “Öyle yazma böyle yaz!” denilebilirdi.
Şimdi ben bu yabancı ülkelerin çalışma tarzlarını okuyorum. Bir ülkede bir şey yaptırmak istedikleri zaman, o ülkenin yazarlarına, itibarlı insanlarına kesenin ağzını açıyorlar, paralarını veriyorlar. Ondan sonra istediklerini yaptırıyorlar. Bu, harp etmekten kolay oluyor.
Harp etse, bir attığı bombanın şu kadar milyar değeri var. Bir uçak düşse şu kadar. Bir asker ölse, -tabi artık bir insanın canının parası ölçülemez, ne kadar büyük zarar- öyle yapmıyor, rüşvet vererek, el altından para göndererek, destek yaparak kendi işini götürüyor. Beşinci kol faaliyetlerini, o milleti içeriden yıkmak veya gelişmesini engellemek için parayla, pulla bir şeyler yapıyor.
Düşmanlar İslâm’ın gelişmesini engellemek için, müslümanın huzurunu rahatını bozmak için paralar harcıyorlarsa ki bunlar belgelerle belirlenmiştir, kitaplarda yazılmıştır. Gazeteler bu belgeleri bazen neşrediyorlar, bazen de yayınevleri mühim kitaplar neşrediyorlar. Oralardan herkes okuyor, herkesin bildiği bir şey.
Onlar İslâm aleyhine bu kadar paralar harcıyorlarsa müslümanlar ne güne duruyor?
Onlar da mallarıyla, keseleriyle, paralarıyla, imkânlarıyla İslâm’ı korumaya çalışacaklar.
Bu; ya o şirrete, “Al şu parayı, sus!” demek şeklinde olur, ya da karşılık verecek müesseseleri tesis etmekle olur, yayın yapmakla olur. Radyo yayını, televizyon yayını, gazete yayını, dergi yayını, okul faaliyetleri, eğitim çalışmaları, konferanslar, çeşit çeşit çalışmalar.
İşte bunlar ne ile oluyor?
Masrafla oluyor. Her işin mâlî tarafı oluyor.
Onun için İslâmî hizmetlerin mâlî yönlerini herkes düşünmeli, kesesinin ağzını açmalı; kendi namusunu, haysiyetin, dinini korumalı, çiğnetmemeli. Bu iş parasız olmaz.
Peygamber Efendimiz’in zamanında da Ebûbekr-i Sıddîk gibi, Osman-ı Zinnûreyn gibi, Sa’d b. Ebî Vakkas gibi nice nice sahabenin rıdvanulâhi aleyhim ecmaîn, Allah şefaatlerine erdirsin, nice nice mallarını, paralarını Resûlulah’ın gösterdiği istikamette nasıl harcadıkların biliyoruz. Esirlerin nasıl kölelikten kurtarıldığını, hürriyetlerine kavuşturulduğunu, İslâm ordularının nasıl teçhiz edildiğini, müslümanların açlıktan, yoksulluktan nasıl kurtarılmaya çalışıldığını tarih kitaplarında ibretle okuyoruz, aziz ve sevgili kardeşlerim!
“Sizden biriniz dinini korumak, kurtarmak, geliştirmek için; haysiyetini, namusunu, hürriyetlerini korumak, kurtarmak için, eğer malıyla bir çalışma yapma imkânına, iktidarına sahipse, malı mülkü, parası pulu varsa, bunu yapsın!” dediğine göre Peygamber Efendimiz, bileceğiz ki İslâmî çalışmaların bir bölümü de maddîdir.
Herkes maddî yönden de İslâm’a katkıda bulunmaya çalışacak, parasını hak yola harcayacak, İslâmî hizmetleri yapacak.
Tabi bu İslâmî hizmetin yapılmasını da sınırlar içinde düşünelim. Bazıları çıkıyor; “Ben İslâmî hizmet yapacağım, verin paraları!” diyor; paraları topluyor, ondan sonra paralar o İslâmî hizmetlere gitmeyebiliyor. Tabi paraların İslâmî hizmetlere gitmesini sağlayacak tedbirleri de almak lazım!
Ben bizim camimizin çevresindeki harabe evlerin alınmasını ve camiye katılmasını sağlarken, bunu arkadaşlarıma, cemaatime hedef olarak gösterirken daima söylerdim:
“Gidin bakın, bunları biriniz alın! Bir kişi alabilirse alsın, ondan sonra camiye bağışlasın! En kolay yolu, inşaat yapılırken getirsin bir kamyon demiri, oraya koysun. Bir kamyon tuğlayı getirsin, inşaatı takip etsin veya üç tane ustayı göndersin, akşama kadar çalışsın, parasını kendisi versin!” derdim.
Hayrın amaçlanan hedefe varmasını, amacından sapmamasını, birilerinin cebinde suistimal edilmemesini sağlamak da önemli...
Onun için ben şahsen, tecrübelerime dayanarak kardeşlerime şunu belirtmek istiyorum:
Hayırlarınızı şahsen yapınız! Bizzat takip ederek, yoksulun eline parayı bizzat veriniz! Aracıları mümkün olduğu kadar kaldırınız veyahut büyük hayırlarsa, bazı kimseler iki üç kişi bir araya gelip yapsınlar.
Bir ulusal televizyonumuz yok. Ulusal televizyonu yapmak büyük bir iş. Para toplanacak vesaire. Üç tane zengin toplansın, yapsın! Allah rızası için güç yetirebilecek insan yapsın! İslâmî yayın yapsınlar, İslâm dışı iş yapmasınlar! İslâm’ı korusunlar, imanı öğretecek çalışmalar yapsınlar, sevapları kazansınlar. Resûlullah Efendimiz’in tavsiyesini tutmuş olsunlar, rızasına vasıl olsunlar. Peygamber Efendimiz’in hoşnutluğunu kazansınlar, âhirette komşusu olsunlar.
Kısaca söylemek gerekirse mâlî hayırları yapacaksınız. Bu hayırların amaca uygun yere ulaştığını takip edeceksiniz, mümkünse kendi elinizle amaca, hedefe kadar götüreceksiniz. “Aracılar çoğaldıkça tehlikeler artabilir.” diye ikaz ediyoruz. Hayırları bizzat yapın, böylece hayırları gösteren insanları da zahmetten kurtarmış olursunuz. Bak “Şurada bir hayır yapılacak.” diyoruz, yapıyorsunuz. Elhamdülillah, “Böylece biz de rahat ediyoruz.” demek istiyorum.
Aziz ve sevgili kardeşlerim!
Allahu Teâlâ hazretleri hepimizin hayatını olumlu ve verimli bir tarzda geçirmeyi hepimize nasip etsin. Hepimizin malımızla, canımızla, dilimizle, gönlümüzle, elimizle her çeşit imkân ve müktesebatımızla İslâm’a güzel hizmetler yapmamızı Allah nasip eylesin.
Böylece ne olacak?
Arkada bıraktığımız eserlerle, biz vefat ettikten sonra da sevap kazanmaya devam edeceğiz. Bir insanın arkada bıraktığı hayrâtı hasenâtı onun ikinci ömrüdür, vefattan sonraki ömrüdür. Kişi ölür, eseri kaldıkça, durdukça sevabı ona gelir. İnsan bir ağaç dikse bile, ağacının altında birisi otursa bile, üstüne bir kuş konsa bile, meyvesini gagalasa bile, odununu birisi alıp evinde, ocakta yaksa, ısınsa bile, o ağacı dikene onun sevabı gelir. Vefat etmiş olsa bile defterine sevaplar yazılır, sevabı artar. Âhirette yüzü güler.
Allah hepimizi hayırların kaynakları eylesin, şerlerden uzak eylesin. Islah-ı nefs edip kâmil müslüman olup İslâm’a güzel hizmetler yapmayı nasip eylesin.
Tabi vaatler çok büyük; ümitsizliğe düşmeyin.
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem buyurmuş:
“İslâm; okyanusları geçecek, her tarafa yayılacak, herkes İslâm’ın güzelliğini anlayacak ve cihana bir zaman İslâm hâkim olacak!”
Allah bize o hususta yardımcı olmak şerefini bahşeylesin.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!