es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Cumalarınız hayırlı olsun. Allahu Teâlâ hazretleri bu güzel günün her türlü maddî-mânevî hayırlarına sizleri nâil ve sahip eylesin.
Antalya’dayız. Antalya’nın güzel bir yerinde, bir aile eğitimi toplantısında bulunuyoruz. Fakat hava rüzgârlı ve yağmurlu...
Size birinci hadîs-i şerîfi Ümmü Enes radıyallahu anhâ’dan nakletmek istiyorum.
عن أم أنس أنها قالت : يا رسول الله أوصينى قال اهجرى المعاصى فإنها أفضل الهجرة وحافظى على الفرائض فإنها أفضل الجهاد وأكثرى ذكر الله فإنك لا تأتين الله غدا بشىء أحب إليه من كثرة ذكره
Kâlet: Yâ Resûlallah, evsınî. Kâle: Uhcuri’l-meâsiye fe-innehâ efdalü’l-hicreti ve hâfizi ale’l-ferâizi fe-innehâ efdalü’l-cihâdi ve ekserî min zikrallâhi fe-inneke lâ te’tîne’llâhe bi-şey’in ehabbe ileyhi min kesreti zikrihî.
Sadaka Resûlullah.
“Ey Allah’ın Resûlü, bana nasihatte bulun, tavsiyede bulun.” diye Ümmü Enes radıyallahu anhâ Peygamber Efendimiz’den nasihat istemiş. Peygamber Efendimiz bu sahabiye hanıma nasihat eylemiş. Nasihatleri kısa fakat önemli nasihatler. Onun için bu hadîs-i şerîften başlamak istiyorum.
Peygamber Efendimiz kendisine gelip bir şey soran kimseye onun durumuna göre, isteğine uygun nasihatte bulunurdu. Tabii kişinin kişiliğine göre de nasihat değişebilirdi. Aynı şeyi soranlar, aynı şekilde bir şeyi soranlar başka cevaplar alabilirlerdi. Bu başkalığın sebebi, onun kişiliğinin ötekisinden başka, farklı olması idi.
Peygamber Efendimiz bu soru ve nasihat isteyen kimseye buyuruyor ki;
Uhcuri’l-meâsiye fe-innehâ efdalü’l-hicreti. “İsyanların, günahların hepsinden uzak dur, hicret et, onlara yaklaşma, onlardan uzaklaş. Çünkü bu hicretin en sevaplısıdır, en faziletlisidir.”
Biz şimdi rahat müslümanlarız, elhamdülillah. Allah bizi yaptığımız az ibadetlerle çok mükâfatlandırsın, büyük imtihanlara mâruz bırakmasın. O zamanın müslümanları çok sıkıntılar çekiyorlardı. O zaman müslüman olmak fevkalâde hayat-memat meselesi idi. Hatta etraftaki insanlar o kadar baskı yapabiliyorlardı ki terk-i diyar etmek, hicret etmek, başka yerlere göçmek, yerini yurdunu bırakmak mecburiyeti bile oluyordu. Hatta Peygamber Efendimiz dahi Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret eylemişti. Bu da İslâm tarihinin başlangıcı olmuştu.
Erkeklere hicret, Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret ettiği zaman tavsiye buyurulmuştu, emredilmişti. Bütün müslümanların Efendimiz’in etrafında toplanması, ona hâle olması, halka olması, destek olması, yardımcı olması gerekiyordu. O olayın gelişmesinin gereği bu idi. Onun için hicret etmeyenler büyük vebal altında kalıyorlardı, tehlike altında kalıyorlardı, sevap alamıyorlardı. Hicret edenler de çok büyük sevaplara sahip ve nâil oluyorlardı.
Tabii bu sıkıntılı durum, Mekke’nin fethedilmesi, artık üstünlüğün müslümanlara geçmesiyle, zaferlerin kazanılmasıyla değişti. Ondan sonra Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem “Bundan sonra artık hicret mecburiyeti yoktur. Asıl o zaman gelseydiniz sevaplı olacaktı. Artık o kıymetli zaman geçmiştir, bundan sonra hicret mânevî bir hicrettir. Yani maddeten bir kasabayı, köyü terk edip başka bir yere göçmek değildir; mânevî bir hicrettir. O da günahlardan, haramlardan uzak durmaktır, hicret etmektir.” diye ashabına buyurmuştu.
Burada da kendisine soru soran hanım sahabiye aynı şekilde tavsiye buyurmuş oluyor. Buyuruyor ki;
“Meâsînin hepsinden hicret et.” Meâsî, mâsiyet “isyan” demek, yani aynı kökten, âsâ-ya’sî kökünden geliyor. Allah’ın emrini dinlemeyip günah işlemek Allah’a isyan oluyor. Ya emrini tutmazsa isyan oluyor ya da “yapma” dediği yasağına riayet etmezse isyan oluyor. “Yap” dediğini yapmazsa isyan olur, “yapma” dediğini yaparsa o da isyan olur. Bu tekil olarak mâsiyet deniliyor, isyan etmek. Çoğul olarak mâsiyetin çoğulu meâsî geliyor, “günahlar-isyanlar” demek. Yani Allah’ın emrini tutmayıp ona âsi gelmeler. “Bu çeşitten sayılabilecek her hareketten, davranıştan kaçın, isyanların her çeşidinden uzak dur, hicret eyle ki bu, hicretin en faziletlisidir.”
Hani Peygamber Efendimiz Ebû Bekr-i Sıddîk Efendimizle Mekke’den Medine’ye hicret etti. Ondan önce ashâb-ı kirâm hicret ettiler. Ondan sonra da fırsat bulan hicret etti. Daha önceleri Habeşistan’a, Yemen’e hicret olmuştu. Tabii onlar yerlerini, yurtlarını terk ettikleri, büyük fedakârlıklara katlandıkları, büyük zahmetler çektikleri için çok sevap alıyorlardı. Çünkü ibadetin kıymeti, sevabının çokluğu zahmetinin çokluğuyla oranlı. İbadette ne kadar çok zahmet çekerse, ne kadar çok meşakkat, zorluk olur da onlara tahammül eder de ibadet ederse insan, sevabı o kadar çok oluyor. Ondan büyük sevap alıyorlardı. Ama günahlardan da uzak durmak, çekinmek, sakınmak, onlardan âdetâ hicret etmek, günahların olduğu yerlere yaklaşmamak, o da çok sevap tabii.
Bu hanıma böyle tavsiye buyurmuş Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem. Bu hepimize nasihattir. Hicretin en faziletlisi, mânevî olan bu hicret; günahlardan, haramlardan, Allah’ın sevmediği işlerden uzak durmak. Varsa, yakınındaysa oradan uzaklaşmak.
Tabii maddî hicret de gerekebilir. Düşmanların baskı yaptığı, insana İslâm’ı yaşamasına fırsat vermediği yerlerden İslâm’ın yaşanabileceği, imanın, çoluk çocuğunun korunabileceği yerlere hicret etmek de her devirde gerekebiliyor. Maalesef... Çünkü vicdan hürriyetine, inanç hürriyetine saygısız, mütecâviz, gaddar insanlar olabiliyor.
Biliyorsunuz bir çeşit yasa gark olduk. Kabir ziyaret eden Mostar müslümanlarını, Hırvatlar hücum ettiler, şehit ettiler. Sokağa çıkma yasağı oldu. Büyük zulüm... Yani bütün dünyanın ayağa kalkması lazım. “Utanmıyor musunuz, artık sulh da olmuş! Kabir ziyaretine gidiyor bunlar, yani ortada silahlı bir durum da yok, nedir bu yaptığınız insaniyet dışı vahşet?!” diye her yerden protestoların gelmesi lazım. Ama insanlar maalesef çifte standartlı, kendilerinin yakınlık duyduğu insanlar suç işleyince ses çıkartmıyorlar. Bu da bir vicdansızlık, ahlâksızlık tabii... Ama işte müslümanların imtihanı hiçbir devirde bitmiyor, öyle şeylerle karşılaşılabiliyor.
Demek ki esas olan, insanın dinini, imanını koruması, günahlardan uzak durması. Peygamber Efendimiz’in o hanımefendiye bir tavsiyesi bu.
İkinci tavsiyesi:
Ve hâfızî ale’l-ferâizi fe-innehâ efdalü’l-cihâdi. “Farzlara, Allah’ın emretmiş olduğu, insanın boynuna farz olan vazifelere, ibadetlere, işlere devam et, onlara sımsıkı sarıl, müdavim ol, onları eksiksiz yap, terk etme. Çünkü bu, cihadın en üstün şeklidir.” buyuruyor.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz burada da yine mânevî bir şeye işaret etmiş oluyor. Mâlum “cihat” denilen olay din düşmanlarıyla, müslümanlara saldıran, mütecâviz, gaddar, insan haklarından nasipsiz, insafsız, merhametsiz, müslümanlara zulmeden kâfirlerle savaşmak gerekebiliyor. Tarih boyunca öyle olmuş. İslâm’ın ilk çıkışında öyle olmuş. Mekke’nin müşrikleri, kâfirler sahâbe-i kirâma, Peygamber Efendimiz’e çok zulümler yapmışlar. Ondan sonra ordularla Medine-i Münevvere’ye hücum etmişler. Ondan sonra Bizanslılar hücum etmiş. Ondan sonra tarih boyunca haçlılar vesaire... Böyle zulümler olmuş. Tabii o zaman müslümanın da kendisini savunma hakkı çıkıyor.
Hani “Usta hırsız ev sahibini bastırır.” derler, bir atasözümüz var. Bir de müslümanları kılıçla, cihatla suçlayanlar var:
“Bunlar kılıç kullanıyor, cihat ediyor.”
Ne yapsın? Şimdi bu Mostarlı müslümanların yerinde, dünyanın herhangi bir yerindeki insan kendisini onların yerine koysun.
Ne yapsın bu zavallılar?
İşte mazlum ve mağdur ve hücuma uğruyorlar ve en mâsum zamanında, en insânî vazifelerini yaptıkları zamanda, ölülerini anmaya, ziyarete gittikleri yerde hücuma uğruyorlar. Zaten savaş esnasında da ölüyü gömerlerken uzaktan nişan alı[nmak suretiyle] kabristanda, mezarlıkta hücuma uğruyorlardı.
Cihat, maddeten bir savaş; şart.
Bunu tenkit edenlerin, İslâm’ı tenkit edenlerin sanki orduları yok mu? Sanki onlar savaşmadılar mı? Sanki onlar din namına, hatta mezhepleri farklı olan insanlara saldırmadılar mı? Kendi ülkelerinde kendi kardeşlerine bile mezhebi farklı diye ne büyük katliamlar yaptılar, tarih biliyor bunları... Bugün dünyanın her yerinde her milletin -mecburen- ordusu var. Çünkü düşmanlar var. Düşmanlar olduğuna göre ordunun olması gerekiyor. Allah düşmanların şerrinden korusun. Bu önemli bir vazife.
Ben hatırlıyorum, kendim askerlik vazifesine gideceğim, kıtaya ilk teslim olacağım zaman öğle yemeği yememiştim. Yiyebilirdim, akşama gidebilirdim. Ama hemen aç karnına yola koyulduk ve hemen teslim olduk, askerlik vazifesine bir saat önce bile olsa biraz daha erken başlamak için.
Neden?
Askerlik sevaplı diye. Sevabını kaçırmayalım, aman bir an önce gidelim, sevabımız çok olsun diye.
Askerlikte herkes nöbetten kaçardı, nöbeti almamaya çalışırlardı, nöbetten kaçmaya çalışırlardı. Biz nöbeti bir fırsat bilirdik. İyi ki nöbet geldi, “Allah rızası için nöbet tutanın gözüne cehennem ateşi değmeyecek.” diye müslüman kardeşler seve seve nöbet tutarlardı. Vazifelerini muntazam, ciddi bir şekilde yapmaya çalışırlardı.
Maddî cihat gerekli. Ordu gerekli. Asker gerekli. Savaş tatlı bir şey değil ama düşman olduğuna göre bazen de saldırınca savaşmak da gerekli olabiliyor. Bu önemli bir görev ve iş.
Fakat bunun mânevî tarafı nedir?
İnsanın nefsini yenip, arzularını yenip, mânileri aşıp Allah’ın emirlerini tutması. Onun için Peygamber Efendimiz buyuruyor ki; farâiza yani “Farîzalara, Allah’ın farz kıldığı vazifelere, ibadetlere müdavemet et, onları muhafaza et, devam eyle, kaçırma, eksiksiz yap, muntazam yap, devamlı yap. Çünkü bu cihadın en üstünü.” buyuruyor.
Arapça’da bir şiir var:
Li-külli şey’in mâniün ve li’l-ilmi mevâniun. “Her şeyin mânisi var ama ilme gelince mâniler kat kat fazlalaşır, yığılır.”
İnsanın ilmi öğrenmesi için artık çalışmasına bir sürü engeller çıkar. Okula gitmesine, hocaya gitmesine, kitabı çalışmasına, dersi öğrenmesine, zahmet çekmesine nefsinden, içeriden, dışarıdan bir sürü mâniler çıkar.
Allah’ın emirlerini tutmak istediği zaman da şeytan telaşlanır, insanın karşısına bir sürü mâniler çıkartır. İçeriden vesvese verir, başka şeyler gösterir.
“Bak onu yapma da şunu yap, bu daha tatlı, daha zevkli, daha keyifli.”
Veyahut istirahati tavsiye eder, veyahut uyumayı tavsiye eder.
“Namaza kalkma. O işi yapma...”
“Şu parayı verme, zekâtını verme, fakir olursun...” diye korkutur.
İbadetleri yaptırmamak için elinden geleni yapar. “Akla karayı seçmek” diyelim, hani Türkçe tabir olarak; elinden geleni yapar. Şeytan akla karayı seçer, ne yapıp yapıp ibadeti, Allah’ın emirlerini yaptırmamaya gayret eder, uğraşır.
Nefis de rahatı sever. İnsanın nefs-i emmâresi, iç benliği, egosu rahatı sever. Onun için o da ibadeti istemez; namazı niyazı, orucu, zekâtı, haccı, umreyi, zikri, cihadı, Allah’ın emirleri neyse... Bakın bu saydığım şeylerin hepsi birer farz. Bunları yapmak istemez, tatlı gelmez. İnsanların kimisi askerden kaçıyor, kimisi namazlarını kılmıyor, kimisi oruçlarını tutmuyor, kimisi hac vazifesini yapmıyor.
Neden?
Zor geliyor, zor gösteriliyor. Biraz zorluğu da var tabii... Ama işte o zorlukları yenmek... Bak “yenmek” diyoruz. Yenmek aslında güreşte veya savaşta olur. Karşı tarafa galip gelmek, yenmek için bir gayret sarf etmek lazım.
Farîzaları yapmak için de birtakım şeyleri yenmek gerekiyor.
Neleri yenmek gerekiyor?
Nefs-i emmâresini yenmek gerekiyor. Kendisini içindeki isteksizlikleri, nefsin şehevâtını yenmek gerekiyor.
Başka neyi yenmek gerekiyor?
Şeytanı yenmek gerekiyor. Şeytanın vesveselerini def etmek gerekiyor. Şeytana kanmamak gerekiyor. Şeytanın cazip cazip ortaya döktüğü engelleri hiçe saymak gerekiyor, Allah’ın emrini tutmak için. Bu da bir uğraş tabii. İnsanın nefsiyle mücadelesi bir savaştır, cihâd-ı ekberdir. Şeytanın içine verdiği vesveselerle, ters arzularla veya iyi şeyleri yapmak konusundaki isteksizlikler ile, geri durmalarla mücadele etmesi lazım. Kendi kendisiyle insanın kalkıp uğraşması, savaşması lazım. İşte bu, cihadın en üstünü oluyor.
“Peki Allah niye böyle biraz tatsız olan, insanın keyfini kaçıran, hoşuna gitmeyen şeyleri emretmiş?”
Böyle bir soru sorulabilir. Hani hep diyoruz ya, her zaman söylüyoruz: “İslâm çok güzel din, çok hikmetli bir din, çok faydalı bir din, çok doğru bir din, tertemiz bir din. İslâm çok güzel...” diyoruz. İşte bak, zahmetler, meşakkâtler var.
Evet, hayatta insanın bazı şeyleri yapması lazım gelir ve bunları yapması biraz zor gelir. Misal verelim: Mesela çocuğun tahsil görmesi, okula gitmesi lazım. Okula gitmek zor gelebilir. Ama okula gittiği zaman tahsilli bir öğrenci olur. Yüksek tahsilini tamamladığı zaman, ihtisasını, doktorasını yaptığı zaman da saygın bir kimse olur. Doçent, profesör olduğu zaman saygın bir kimse olur. Evet, bir zahmet var ama arkasından büyük itibar var ve hayat boyu sürecek çeşitli faydalara kavuşacak. Demek ki meşakkâtli de olsa onu yapacak.
Sonra insana çalışmak zor gelebilir. Ama çalışmak çok faziletli bir şey. İnsanın babası kalkıyor, sabahleyin erkenden gidiyor. Sokaklarda, otobüslerde, minibüslerde bir, işyerine kadar gitmek zahmeti var, bir uğraş; ondan sonra işyerinde akşama kadar ter dökmek, ya elinin hüneri olarak, ya alnının teri olarak ya da zekâsının eseri olarak çalışıp çoluk çocuğu için para kazanmak var. Bu da zor gelebilir. Zor geldiğini şuradan biliyoruz ki insan cumartesi pazar oldu mu “Oh!” diyor, “Bugün keyifli keyifli bir yatayım, istirahat edeyim.” diyor, çoluk çocuğuyla... Her gün erken saatte kalkmışken pazar günü saat 10’u, 11’i buluyor. Yatağında keyif yapıyor, yani safa yapıyor, kalkmıyor, çoluk çocuğuyla oynaşıyor; sevgi, muhabbet, evde tatlı bir şey oluyor. Demek ki çalışmak zor. Ama çalışmadan olmuyor. Çalışmayı biraz da sevmemiz lazım, zor da olsa sevmemiz lazım çünkü çalışmak asil bir şey. Yani kimseye muhtaç olmamak, kimseden dilenmemek, istememek; aksine çalışıp, kazanıp başkasına hayırda ve hasenâtta bulunmak; yoksullara, güçsüzlere, ihtiyarlara, dullara, yetimlere bakmak da çok sevap bir şey.
Demek ki çalışmak da tatsız ama güzel bir şey ve yapıyoruz. Tahsil de zor bir şey ama çoluk çocuğumuzu zorluyoruz. Bazen mesela hastanelerde, gidiyorsunuz iğne yapıyorlar, kan alıyorlar, karar veriyorlar, ameliyat yapıyorlar, kesiyorlar, biçiyorlar... Bunların hepsi tatsız şeyler; yapmayalım, yaptırmayalım. Hayır, yaptıracağız çünkü sıhhatimiz buna bağlı. Bunu yaptırmadığımız zaman daha büyük kötü sonuçlar olacak diye seve seve kendimiz doktora gidiyoruz, en iyi doktoru arıyoruz, en temiz hastaneyi arıyoruz.
Bir arkadaş -Özbekistan’dan gelmiş alim bir kardeşimiz- diyor ki;
“Ben hastane sözünü sevmiyorum, ‘şifahâne’ diyelim. ‘Hastane’ olumsuz bir isimlendirme, ‘şifahâne’ olumlu, yani gidilen yerden şifa alınacak. Oraları hastaların olduğu yer diye düşünmek yerine şifanın kazanıldığı yer diye düşünmek daha iyi.”
Hakikaten de öyle.
Evet, şifahânelere insan isteyerek gidiyor, ameliyatları isteyerek, kendi arzusuyla imza atarak yaptırıyor. Demek ki istenmeyen bazı şeyler... Mesela hepimiz insan haklarına saygılıyız, merhametliyiz, asil bir milletiz, hepimiz insanlara iyilik yapmayı severiz ama aynı zamanda asker bir milletiz, neden? Çünkü lazım, o da istenmeyen bir şey de olsa gerekebiliyor. Savaş da istenmese bile bazen başa gelip çatabiliyor.
Demek ki İslâm hikmetli bir din imiş; her şeyi yerli yerinde olan, yerli yerinde emreden bir din imiş. Güzelliği oradan doğuyor. Yani “İslâm’ın her emri kolay, her emri güzel.” diyemeyiz. Evet, zorları var ama hepsi hikmetli, hepsi mükemmel, hepsi akla mantığa, ilme irfana uygun, hepsi yerli yerinde, hepsi hayata faydalı, insanın yaşamı için gerekli, insanın dünya ve âhiret saadetini sağlamaya yarıyor.
Evet, Peygamber Efendimiz’in bir tavsiyesi: “Günahlardan uzak dur çünkü hicretin en güzeli budur.” buyurmuş. Mânevî bir hicret tavsiye eylemiş. “Allah’ın farzlarını, nefsine zor gelse, şeytan engeller çıkarsa bile yap, onlara müdavemet eyle, gevşeme, tembellik yapma, bırakma çünkü bu, cihadın en üstünüdür.” buyuruyor.
Bu ibadetleri yapmanın cihat olduğunu hiç unutmayalım. Çünkü bazı insanlar ibadetleri yapıyor, yapıyor da sonra bakıyorsunuz bırakıveriyor. Ahali Ramazan’da ne kadar güzel ibadetler yapıyordu. Camilerde [cemaat] mutlaka azalmıştır, yani Ramazan’daki kadar kalabalık değildir.
Neden?
Çünkü insanlar işte sabredemiyor, efdal-i cihad olan, cihadın en üstünü olan ibadete devam işinde nefsini yenip, şeytanı yenip o Ramazan’daki gayreti gösteremiyor.
Buna dikkat edelim. Biz gayretli müslüman olalım. Vefalı müslüman olalım; Allah’a verdiğimiz sözü tutan, sözünde duran mert müslümanlar olalım. İbadetlerimize devam edelim. Cumalarımızı, tesbihlerimizi, zikirlerimizi, Kur’ân-ı Kerîm hatimlerimizi, sadakalarımızı, hayırlarımızı Ramazan’da güzel güzel yaptığımız gibi şimdi de yapalım.
Aziz ve sevgili dinleyiciler.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in üçüncü tavsiyesi:
Ve ekserî min zikrillâhi. Allah’ın zikrini çok çok yapmasını tavsiye buyurmuş. “Allah’ı zikretmeyi çoğalt.” diyor Peygamber Efendimiz.
İzahında, açıklamasında sebebini de şöyle buyuruyor;
Fe-inneke lâ te’tîne’llâhe bi-şey’in ehabbe ileyhi min kesreti zikrihî. “Çünkü sen Allahu Teâlâ hazretlerine, Allah’ın huzuruna O’nu çok zikretmekten daha sevimli bir şey getiremezsin.”
Allah’ın huzuruna götürdüğün hayırlar, ibadetler ve taatlerin içinde Allah’ın en sevdiği, razı olduğu, memnun olduğu, mükâfatlandırdığı, en çok sevap verdiği şey nedir?
Zikrullahtır, Allah’ı zikretmektir.
Ben bu gibi hadîs-i şerîfleri söylediğimiz zaman, karşımıza çıkıp da size anlattığımız zaman çok memnun oluyorum. Çünkü halkımızda İslâmî eğitim yaygın değil. Halkımızın büyük kısmı az İslâmî bilgiye sahip. Bazıları öğreniyor, çoluk çocuğuna öğretiyor, Arapça öğreniyor, âyet-hadis öğreniyor, dinî bilgilerde derinleşiyor. Ama genellikle halkımızın -hani şöyle bir yüzdeleme yapacak olursak- yüzde hesabıyla büyük çoğunluğu İslâmî konularda bilgisi az olduğundan hatalı şeyler yapıyor, hatalı sözler söylüyor. Günah işliyor. Bazen günahları mâzur görüyor, yapılabilir sanıyor. Bazen günahları methediyor. Bazen “günahları yapmayın” diyenlere kızıyor.
“Ya bu kadar da soğukluk olur mu? Şimdi bu lafı söylemenin sırası mı?”
Ama Allah’ın emrini söylüyor, niye soğukluk olsun? Seni cehenneme düşme, cezaya uğrama diye korumaya çalışıyor aslında. Yani bazen doğru söyleyene kızıyorlar, bazen yanlış söyleyeni alkışlıyorlar. Yanlış söyleyenin peşinde gidiyorlar, günahı tercih ediyorlar, sevaplı iş yapmıyorlar.
Bu gibi hadîs-i şerîfler benim hoşuma gidiyor.
Bakın Allahu Teâlâ hazretleri, kendisini zikretmeyi çok seviyor. Allah’ın huzuruna insanoğlunun götürdüğü sevaplı işlerin, ibadetlerin içinde Allah’ın en sevdiği, Allah’ın zikridir. Yani dervişliktir. Yani tasavvuftur.
Görüyorsunuz tasavvuf, hadisleri uygulayan insanların yolu. Bunun bilinmesi önemli. Bu hadisler o bakımdan benim hoşuma gidiyor. Tasavvufa, zikre çatanlara da bunlar tabii bir ikaz oluyor. “Bak öyle yapmayın çünkü Peygamber Efendimiz tavsiye buyurmuş.” diye ortaya çıkıyor.
Bir başka hadîs-i şerîfi hatırladım bunun îzahı sadedinde, onu söyleyeyim. O hadîs-i şerîfi Muaz radıyallahu anh rivâyet etmiş. Tabii ben sadece açıklamasını, Türkçe mealini söylemekle yetineceğim. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e bir kişi sormuş. Demiş ki sorusunda;
Eyyü’l-mücâhidîne a’zamu ecren? “Mücahitler sevap kazanıyor da, nasıl cihat ederse? Mücahitlerin hangisi en çok sevabı alır?”
Hani kendisi cihat edecek, cihada razı, mücahitlerden kendisi ama istiyor ki en güzelini yapsın. “Yani en güzel sevabı, en çok sevabı alan mücahit kimdir?” diye sormuş Peygamber Efendimiz’e. Bu önemli... Peygamber Efendimiz;
Ekserühüm lillâhi tebâreke ve teâlâ zikren. “Allahu Tebâreke ve Teâlâ hazretlerini en çok zikreden mücahit en büyük ecri alır.” buyurmuş.
Mücahit savaşta cihat ediyor ama ötekisinden daha çok sevap alanı hangisi? Allah’ı ötekisinden daha çok zikredeni. Kim daha çok Allah Allah... diyorsa, Allahu Tebâreke ve Teâlâ hazretlerini
-Tebareke ne demek? Teâlâ ne demek?
“Ulu olan, yüce olan Allah” demek.- en çok zikreden daha büyük sevap kazanıyor.
Kişi tabii merakla, belki de konuşmaktan zevk aldığından, Resûlullah Efendimiz’in yüzüne bakmaktan zevk aldığından konuşmayı, sohbeti uzatmak istediğinden yine sormuş;
Fe-eyyü sâlihîne a’zamu ecren? “Salihlerin hangisi en çok sevap kazananıdır?”
Salih, iyi insan, iyi müslüman demek.
İyi müslümanın en çok hangisi daha çok sevap alandır?
Efendimiz yine;
Ekserühüm lillâhi tebâreke ve teâlâ zikren buyurmuş. “Allahu Tebâreke ve Teâlâ hazretlerini, ulu ve yüce Allah’ı en çok zikreden salih kimse daha çok ecirlidir, sevaplıdır, o daha çok sevap alır.” buyurmuş.
Sonra soruları devam ettirmiş o kişi:
Sümme zekere salâte ve zekâte ve’l-hacce ve sadakate diyor, râvi Muaz radıyallahu anh.
Aynı şekilde “Namaz kılanların en üstünü kimdir?” diye sormuş, “Zekât verenlerin en sevaplısı, en çok sevap kazananı kimdir? Hacca gidenin en çok sevap kazananı kimdir? Sadaka, zekât verenlerin, hayır yapanların en çok sevap kazananı kimdir?” diye sormuş, soruları devam ettirmiş. Efendimiz kızmazdı, soru soranların sorularına güzel güzel, tane tane cevap verirdi.
Küllü zâlike ve Resûlullah yekul.
Kişi sorularında bunların hepsini sıralamış, hepsine de Peygamber Efendimiz aynı şekilde cevap vermiş.
Ekserühüm lillâhi tebâreke ve teâlâ zikren. “Onu yaparken en çok Allah’ı zikredeni... Yani namaz kılanların içinde en çok Allah’ı zikredeni, zekât verenlerin içinde en çok zikredeni, haccedenlerin içinde zikri en çok yapanı, sadaka verenlerin içinde zikri en çok yapanı en çok ecir alanıdır.” demiş.
Demek ki namaz kılarken de, zekât verirken de, haccederken de, sadaka verirken de, cihat ederken de, hayatımızı sürerken de, salih bir insan olarak yaşarken de çok zikredeceğiz. Çünkü en çok sevap alan, en çok zikreden oluyor.
Bunları başka sahabiler de dinliyorlar, -rıdvanullahi aleyhim ecmaîn-. Ebû Bekr-i Sıddîk’la Ömer Efendimiz de oradaymış anlaşılan.
Ebû Bekr-i Sıddîk, Ömer radıyallahu anh’a demiş ki;
Yâ Ebâ Hafs zehebe’z-zâkirûne bi-külli hayrin.
Hz. Ömer’in künyesi Ebû Hafs Ömer İbnü’l-Hattâb idi.
“Ey Ebû Hafs!” demiş, Hz. Ömer’e eğilmiş yanına, “Baksana bu cevaplardan anlaşıldığına göre zikredenler her hayırları kazandılar, bütün sevapları onlar aldılar, götürdüler.”
Peygamber Efendimiz de onların konuşmasını duymuş.
Ve kâle Resûlullah: Ecel.
Bunun üzerine Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem “Evet, öyledir tabii.” diye buyurmuş.
Ecel, biz Türkçe’de “ölüm” mânasına kullanıyoruz. Arapça’da ecel, edat olarak “evet, öyledir” mânasına gelen bir kelime aynı zamanda. Peygamber Efendimiz tasdik buyurmuş.
Ümmü Enes radıyallahu anhâ’nın hadîs-i şerîfine göre bugünkü nasihatleri hatırlayalım:
Günahların, isyanların, Allah’a isyan sayılabilecek hareketlerin hepsinden uzak duracağız. Çünkü en faziletli hicret bu. Allah’ın farz kıldığı ibadetleri, emrettiklerini yapmakta, yasak ettiklerinden kaçınmakta da çok dikkatli olacağız. Bunun için karşımıza engeller çıksa da, nefsimiz nazlansa, şeytan vesvese verse, kandırmaya çalışsa da onlarla mücadele edip Allah’ın farzlarını/farîzalarını tutacağız. Bu da cihadın en üstünü çünkü bir mücadele sonunda yapılabiliyor. Ondan sonra da Allah’ı çok zikredeceğiz çünkü Allah’ın huzuruna götüreceğimiz hayır hasenât, ibadet ve taatin içinde zikirden daha kıymetlisi yok. Onun için gece gündüz, oturduğumuz, kalktığımız, yattığımız her yerde, her zaman her vesile ile her işi yaparken daima kalbimiz, dilimiz Allah’ın zikriyle meşgul olacak. Bunu unutmayın.
Zikir, bu kadar sevaplı olmasına rağmen çok da kolay ibadettir. Hani insan hastaysa, felçliyse, yatakta yatıyorsa bile zikredebilir. Yatarken zikretmek yasak değil, yürürken zikretmek yasak değil, çalışırken mesela zikretmek yasak değil. Ben düşünüyorum, bazı insanlar, işçiler, çalışanlar neşeli oluyor. Badanacı geliyor, evi boyuyor, ıslık çalıyor, neşe içinde badana yapıyor. Atölyede bakıyorsunuz kızlar bir iş yapıyorlar, şarkı söylüyorlar. Ya topluca söylüyorlar ya bir tanesi söylüyor, ötekiler dinliyor. Yani herkes bir iş yapıyor, mırıldanıyor; keyfini, zevkini böylece izhar etmiş oluyor. Yaptığı işi de tatlı yapmış oluyor, seve seve çalışmış oluyor.
Müslüman ne yapacak?
Ötekiler şarkı söylerse, ıslık çalarsa müslüman da yürürken, otururken, kalkarken Allah Allah diyecek, zikredecek, sevap kazanacak. Çünkü Allah’ın huzurunda en çok mükâfat kazandıran işlerden birisi, Allah’ı çok zikretmek.
“Peki hocam, Allah bu zikretmeye acaba niye bu kadar mükâfat veriyor?” diyebilir birisi.
Sebebi anlaşılabiliyor mu? Bu hadîs-i şerîfler incelenirse, bunun altında yatan sebepler, hikmetler anlaşılabiliyor mu acaba? Neden böyle tekrar tekrar zikretmeyi Allah emrediyor?
Yani bir defa söylemiyoruz da tekrar tekrar, ekserühüm lillâhi zikren yani Allah’ı çok zikretmek, ekserî min zikrillâh “Allah’ı zikretmeyi çok yap.”, yani peş peşe, çok olması, neden?
Çünkü çok çok söylendiği zaman zikir insanın içinde, şuurunda, şuurunun altında iz bırakıyor ve sonunda zikirden uyanıklık hâsıl oluyor, muhabbet hâsıl oluyor. Bir taraftan insanın dışındaki bir olay olarak sevap hâsıl oluyor. Allah sevap yazıyor, sevabı artıyor. Allah onu zikrediyor, mânevî değişiklikler meydana geliyor.
Zikirle ilgili söylenecek sözler çok ama “İnsanın kendi ruhunda ne meydana geliyor?” diye [soracak] olursak; çok zikretmek suretiyle insanın üst şuuru, alt şuuru Allah fikriyle dopdolu doluyor, mârifetullah, muhabbetullah, aşkullah hâsıl oluyor. O zaman o kişi Mevlânâ hazretleri gibi, Yunus Emre gibi bir insan haline geliyor. Onları düşünün, onlar biliyorsunuz ne kadar sevgi dolu insanlar. İnsan da artık Allah sevgisine kavuşmuş bir insan olunca üstün bir insan oluyor, bilge bir insan oluyor. Herkese sevgiyle bakıyor, her işi sevgiyle yapıyor, herkese iyilik yapıyor. İdeal, yani özlenen, gözlenen, heveslenilen insan seviyesine çıkmış oluyor. İşte o noktaya ulaştıran bir mihaniki/mekanik yol olmuş oluyor. Yani böyle yapınca otomatik olarak kendiliğinden o sonuç hâsıl olduğundan, o sonuca götüren bir iş olduğundan, adım atıldı mı menzil-i maksuduna ulaştığı gibi Allah Allah diye diye de aşkullah, muhabbetullah hâsıl olup kişi Allah’ı seven ve Allah tarafından sevilen bir Allah’ın sevgili kulu, evliyâsı haline geliyor. Onun için bu tavsiye edilmiş.
Allah sizi de sevsin, sizi de sevdiği kulları zümresiyle haşreylesin. Onlardan ayırmasın, onlarla dost eylesin. Hem dünyada hem âhirette sevgi dolu insanlar eylesin. Sevgiye mazhar eylesin. İki cihanda aziz ve bahtiyar eylesin.