es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Hz. Ali Efendimiz’den iki hadîs-i şerîf size nakletmek istiyorum. Ayrıca bunlara bir hadîs-i şerîf daha ilave edeceğim. Birinci hadîs-i şerîf:
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem hazretleri Hz. Ali radıyallahu anh ve keremallâhu vecheh Efendimiz’in naklettiğine göre şöyle buyurmuşlar:
لا فقر أشد من الجهل ولا غنى أعود من العقل ولا عبادة كالتفكر
Lâ fakra eşeddü mine’l-cehli velâ ğınâ a’vedü mine’l-akli velâ ibadete ke’t-tefekküri.
[Cehaletten büyük fakirlik, akıldan faydalı zenginlik, tefekkür gibi ibadet yoktur.]
Bu ezberlenmesi gereken güzel bir hadîs-i şerîf. Muhtelif yerlerde söylendiği zaman, bu hadîs-i şerîfi herkes öğrenmiş olursa iyi olur. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz burada üç cümle ile bizlere çok geniş anlamlı işaretler veriyor. İslâm’ın ne kadar ileri olduğunu, ne kadar yüksek olduğunu, ne kadar akla ve mantığa dayandığını gösteren bir hadîs-i şerîf bu. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
Lâ fakra eşeddü mine’l-cehli. “Cahillikten daha büyük bir fakirlik olamaz.”
Lâ kelimesini lâ ilâhe sözünden de, lâ ilâhe illallah sözünden de halkımız bilir, herkes bilir, bütün müslümanlar bilir, hatta müslüman olmayanlar bile duymuştur; “Hiçbir şey yoktur.” mânasına... Lâ nafiyetü’l-cins derler, yani arkasından gelen kelime hangi mânayı ifade ediyorsa o cinsten hiçbir şey yoktur, mânasına geliyor.
Lâ fakra eşeddü mine’l-cehli. “Cahillikten daha şiddetli, daha fena, daha kötü, daha çirkin bir fakirlik olamaz.”
Peygamber Efendimiz cahilliği çok büyük bir yoksulluk, çok büyük bir noksanlık, çok büyük bir eksiklik, çok büyük bir fakirlik gördüğü için; hatta en büyük yoksulluk, en büyük eksiklik, en büyük noksanlık, en büyük fakirlik gördüğü için böyle buyurmuş.
Lâ fakra. “Hiçbir fakirlik yok.” Eşeddü mine’l-cehli. “Cahillikten daha şiddetli olan.”
Demek ki müslümanlar cahilliğin bu denli, bu kadar ileri derecede karşısında, cahilliği bu kadar zararlı görüyorlar. Cahillikten bu kadar uzak, cahilliği bu kadar karşılarına almışlar. Ne kadar güzel bir şey...
Tabii cahilliği sevmeyen insan cahillikten kurtulmaya çalışır, kurtulur. İlmi öğrenir, ilme sarılır, ilim için gecesini, gündüzünü harcar.
Hakikaten Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den sonra sahâbe-i kirâmın, Ümmet-i Muhammed’in fertlerinin, kişilerinin durumlarına bakacak olursak, bu işareti çok iyi algılamış, anlamış olduklarını görürüz. Hiçbir şey bilmeyen, coğrafî şartlar dolayısıyla da mahrumiyet bölgesi olan bir mıntıkada doğmuş olmasına rağmen, cahil bir halkın arasında, cahiliye devri yaşayan bir halkın arasında doğmuş olmasına rağmen İslâmiyet, Allah’ın lütfuyla, Allah’ın bir ikramı olarak o hiçbir şeye sahip olmayan topluluğa çok büyük yenilikler getirmiş. Ahlâkını, kafasını, yaşayışını, dünyaya bakışını, dünyada çalışma tarzını değiştirmiş. Bakıyorsunuz Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’den az bir zaman sonra müslümanlar büyük imparatorlukları yenmiş ve cihanın üç kıtasına kol salmış bir muazzam devlet haline geliyor. Tabii bu, işin siyasî boyutu, müslümanların siyasî atılımı, siyasetteki uluslararası başarısı.
Ama dışarıda bu başarı olurken toplumda da muazzam değişiklikler oluyor ve toplum da ilim bakımından çok ileri noktaya ilerlemiş, çok büyük gelişme göstermiş. Dünyanın başka kültürleriyle tanışmış olan müslümanlar o kültürleri hazmederek, o kültürleri tanıyıp kendileriyle mukayese ederek ilmi geliştirmişler, ilmî araştırmaları geliştirmişler. Ve dünyanın en büyük alimlerini, cihan durdukça adları anılacak olan alimleri yetiştirmişler. İslâm toplumu içinden böyle büyük alimler yetişmiş. [Onlar] Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz hazretlerinin cehaletten kurtulmak, ilme sahip olmak, alim, fazıl olmak konusundaki işaretini böylece en iyi algılamış ve uygulamışlar. Tarih bunu göstermiş oluyor.
Hakikaten ortaçağın karanlıklarına İslâm’ın çok büyük ışıklar getirdiğini, insan topluluklarını çok geliştirdiğini görüyoruz. Ondan sonra da İslâm’ın Batı’yı medenîleştirdiğini görüyoruz. Batı’da büyük etkiler yaptığını görüyoruz. İnanç yönünden etki yapmış, onların tozlanmış inançlarında bir hareket, değişiklik, kendi kendilerini tenkit meydana getirmiş. Dinde -kendi Hıristiyanlıklarında- reform hareketleri ortaya çıkarmış. Dünya görüşlerinde, medeniyet anlayışlarında çok büyük etkileri olmuş. İlimlerini, irfanlarını geliştirmiş. Böylece Fransızca “Rönesans” diye isimlendirilen bir medeniyet atılımı, hareketi meydana getirmiş.
Bu nereden oluyor?
Müslümanların oralara ilmi, irfanı götürmeleri ve onları cehaletten kurtarmaları. Rönesans ve Reform’un bir tek sebebi var; o toplumların İslâm’la tanışması, İslâm ilimlerinden istifade etmesi, kendi cahilliklerini tashih etmesi, düzeltmesi ve değiştirmesi.
Demek ki Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfini biz de şu anda, şu yüzyılda, bu çağda aynı heyecanla algılamalıyız ve cihanda bizden daha bilgili millet kalmamalı. En bilgili biz olmalıyız. En ileri biz olmalıyız. En medenî biz olmalıyız. En konforlu biz olmalıyız. En ileri aletleri biz yapmalıyız.
Ben bizim arkadaşlara sanki kolay bir şeymiş gibi, latife olsun diye söylüyorum: “Niye boş duruyorsunuz, bir şeyler icat edin.” diyorum. “Bak şimdi ben bir şey icat edeceğim, göreceksiniz.” diye latife yapıyorum.
İnsan daima böyle bir atılım içinde olmalı ve ilmini, irfanını Allah’ın rızasını kazanmak için, dinimiz ilim irfan dini olduğu için artırmaya çalışmalı.
Hadîs-i şerîfin birinci cümlesi bu. Tabii rivâyet eden de Hz. Ali Efendimiz olduğu için; benim huyumu biliyorsunuz, böylece Sünnî kardeşlerime bir işaret vermiş olduğum gibi Hz. Ali’yi seven, “Aleviyim” diyen kardeşlerimize de Hz. Ali Efendimiz’den bir işaret vermiş oluyorum.
Evet, fakirlik çok büyük bir yoksulluk ve noksanlıktır, bütün müslümanlar ondan kurtulmaya çalışacak.
Velâ ğınâ a’vedü mine’l-akli. “Akıldan daha faydalı bir zenginlik de olamaz.” diyor Peygamber Efendimiz.
Bu cümlede biraz aklı methediyor. İnsanın en büyük zenginliği aklıdır. Allah insana akıl diye bir nimet vermiş, bu akıl nimetiyle çevresindeki varlıkları fark ediyor, inceliyor, aklını kullanıyor. Hem çevresini, dünyayı, fezayı tanıyor, hem görünen varlıkları daha iyi tanıyor, hem görünmeyen âlemlere ait bilgisini tefekkür yoluyla, aklını kullanarak geliştiriyor. Sosyal ilimler dediğimiz beşerî ilimlerde, insanî ilimlerde gelişme gösteriyor veyahut matematik gibi soyut ilimlerde başarı gösteriyor.
Allah insana akıldan daha büyük bir nimet vermemiştir ve akıldan daha kıymetli bir yaratık yaratmamıştır. İnsanın o akla sahip olması da en büyük zenginliğidir. Bir insan köylü çocuğu olabilir, bizim Anadolumuz’da bunun misali çok. Çoban olabilir, misali var. İşçi çocuğu olabilir, fakir mahalleden yetişmiş olabilir ama akıllı olunca, aklını kullanınca, edepli, terbiyeli olunca, çalışıp çabalayınca bakıyorsunuz sınıfında birinci oluyor, takdir alıyor, iftihar alıyor. Ondan sonra bakıyorsunuz devletin açtığı imtihanları kazanıyor, dış ülkelere gidiyor, o ülkelerde üstün başarı kazanıyor. Deniliyor ki; “Bir çobanken atom alimi olmuş filanca. Bir işçi çocuğu iken büyük ödül almış falanca.” diye adımızı dünyaya duyuruyor, Allah razı olsun.
Demek ki bir insan fakir olabilir. Tabii zenginliği Allah istediğine veriyor. Herkes zengin olmak istiyor ama herkes zengin olamıyor. Bazısı, işte alnının teriyle yaşayan, elinin emeğiyle kazanan veya toprağa ektiğiyle yaşayan bir insan oluyor. Çocuğu da yoksul oluyor, devletin yardımıyla, konu komşunun desteğiyle okuyor veya hiç desteksiz mahrumiyetler içinde mum ışığı yakarak okuyor. Ama sonunda çok büyük bir insan oluyor. Misalleri çok. Bakıyoruz bizim başımızdaki, çevremizdeki büyük insanlara; köylü çocuğu, olabiliyor; işçi çocuğu, olabiliyor.
Bu ne oluyor?
Demek ki akıl en büyük zenginlik. Akıllı oldu mu insan bütün zenginlikleri kazanabiliyor. Yani sıfırdan başlıyor, Allah’ın lütfuyla büyük sermaye sahibi oluyor, büyük sanayici oluyor, birçok kuruluşların sahibi oluyor, birçok fabrikalar açıyor, birçok işçi çalıştırıyor. Tabii işçinin kadrini, kıymetini, acısını, ıstırabını da bildiği için işçilere de yardımcı oluyor. Güzel şeyler...
Demek ki insan üzülmemeli, şu andaki maddî imkânlarının az olduğuna esef edip kendisini, mâneviyâtını bozmamalı, çalışmaya devam etmeli. Aklı varsa aklı sayesinde inşaallah, akıl en büyük zenginliktir, nelere sahip olur... Bir zaman gelir, Allah ona neler nasip eder, neler...
İslâm’ın akla ne kadar önem verdiğini, aslında paranın çok önemli olmadığını, hele hele para alın emeği ile kazanılmamış da miras yoluyla veya kolay yoldan, bedavadan kazanılmışsa insana bir şey getirmediğini, asıl kıymetli olan varlığın akıl olduğunu bu hadîs-i şerîfle Hz. Peygamber Efendimiz söylemiş oluyor, Hz. Ali Efendimiz de nakletmiş oluyor. Onun da bize kadar bu bilginin ulaşmasında emeği geçmiş oluyor. Tabii bu da çok önemli.
Demek ki cahillikten kurtulmaya çalışacağız. Akla önem vereceğiz. Aklı geliştirmeye çalışacağız.
Çocuklarımızın akıllı çocuklar olarak yetiştirilmesine de çok dikkat etmeliyiz. Hani çocuk küçüktür diye [onu] höcülerle korkutup, akıl dışı şeylerle onu toplumdan, tabiatten, gerçeklerden uzak yetiştirmemeli. Her şeyi akıllı akıllı anlatmalı, çocuk tabiî olarak her şeyi tanımalı. Ondan sonra ona aklını kullanma fırsatı verilmeli. Bazı sorumluluklar verilmeli, “Hadi bakalım şu işi yap, bakalım nasıl yapacaksın...” diye. Yani Allah’ın ona vermiş olduğu akıl meziyetini kullanmasında ona yardımcı olmalı. Çocuklarımızı da böyle yetiştirmeye gayret etmeliyiz.
Peygamber Efendimiz’in, biliyorsunuz çocuklara öğretilecek şeyler konusunda tavsiyeleri var. “Ok atmayı, yüzmeyi, yazı yazmayı öğretin.” diyor. “Kur’ân-ı Kerîm ve Resûlullah sevgisiyle çocuklarınızı yetiştirin.” diyor. Bunların hepsi, ona dünyada ve âhirette lazım olacak bilgileri onlara vermemiz gerektiğini gösteren işaretler.
Peygamber Efendimiz’in bu birinci hadîs-i şerîfindeki üçüncü cümleciği de duvarlara yazılacak kadar güzel bir söz:
Velâ ibadete ke’t-tefekküri. “Tefekkür etmek kadar sevabı çok olan, kıymetli olan bir ibadet bulunmaz.”
Güzel yazılar yazan, ödüller alan kıymetli bir hattat kardeşim bana haber göndermiş, “Hocamız levhaya yazılabilecek küçük ibareler tespit ederse bizlere bildirsin, biz de onları yazı haline getirelim.” diye. Bence işte bakın; lâ ibâdete ke’t-tefekkür. “Tefekkür etmek gibi, düşünmek gibi sevaplı bir ibadet bulunmaz. Onun kadar kıymetlisi olmaz. Tefekkür gibi ibadet yoktur, en sevaplısı odur.” diye çok güzel bir şey. Hem kısa hem de anlamı büyük, hem de insanı her şeyin, her başarının kaynağı olan düşünmeye sevk eden bir cümle.
Biz ibadet deyince hemen aklımıza namaz, oruç, hac, tesbih, zikir gelir. Bunlar doğru tabii, bunlar gerçekten birer güzel, faydalı ibadet. Her zaman da hatırlatıyorum kardeşlerime; ibadetleri bunlardan ibaret sanmayın, sadece bunlar ibadettir de başka şey ibadet değildir sanmayın diye söylüyorum. Mesela şaşılacak konulardan birisi; sükutun da ibadet olduğunu her zaman söylüyorum. Demek ki insan ya hayır söyleyecek ya da susacak. Çünkü tefekkür etmek için biraz da bir susulan ortam lazım. Yani herkes bangır bangır bağırır, konuşur, her kafadan bir ses çıkarsa, orada insanın aklını başına toplayıp da tefekkür etmesi de kolay olmaz. Demek ki sükut da ibadettir. Çünkü sükut ettiği zaman günah işlememiş oluyor, lüzumsuz veya kendisini günaha sokacak söz söylememiş oluyor. Düşünmenin de ibadet olduğunu insanların bilmesi lazım. Demekk ki bizim de koltuğa oturup, rahat bir yere oturup, gözümüzü kapatıp bazı meseleleri enine boyuna, derin, derin, derin, derin düşünmemiz lazım. Çünkü bu bir ibadet.
Neleri düşüneceğiz? Her şeyi düşünebiliriz de en çok neleri düşünmeliyiz?
Bir kere Allah’ın kudretini düşünmeliyiz. Mârifetullaha ermemize sebep olacak hususları düşünmeliyiz. Yani Allahu Teâlâ hazretlerinin büyüklüğünü düşünmeliyiz. Yaratıklarındaki hikmetleri düşünmeliyiz. Yarın mahkeme-i kübrâda hesaba çekileceğimizi düşünmeliyiz. Bu dünyanın bir imtihan yeri olduğunu düşünmeliyiz. Yapacağımız işlerin doğru olmasını düşünmeliyiz. İnsan bu dünyada paldır küldür, çevresinin etkisiyle, gazetelerin yaygarasıyla bir şeyi doğru sanır, yapar. Ama dur bakalım; âhirette, mahkeme-i kübrâda Allahu Teâlâ hazretleri ona nasıl muamele edecek? Onu düşünsün bakalım. “Ben mahkeme-i kübrâda, Allah’ın huzurunda böyle yaptığımı nasıl savunabilirim? Allah bana şöyle derse ben nasıl cevap veririm?” diye onu düşünmek... İşte bunlar güzel düşünceler. Dünyanın fâni olduğunu düşünmek, cennetin güzelliklerini düşünmek, cehennemin nasıl tehlikeli, cezalarla dolu bir azap yeri olarak Allah tarafından hazırlandığını düşünmek… Çok çeşitli düşünme şeyleri var, bunların hepsi faydalı. İşini düşünmek. Yaptığı işi önceden planlamak, sonunda pişman olmayacak şekilde yapmak...
Bunların hepsi -Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz’in bu hadîs-i şerîfi- son derece çağdaş, hatta çağların üstünde, hatta çağımızdan ileri ne kadar güzel cümleler oldu. Cahillikten sakınacağız, aklımızı kullanacağız, aklın büyük bir zenginlik olduğunu bileceğiz ve tefekküre önem vereceğiz. Tefekkürün bir ibadet olduğunu bileceğiz.
Tabii eğitilmemiş bir insan tefekkürü de muntazam yapamaz.
Onun için en iyi yol nedir?
Mütefekkirlerin, mübarek, yüksek tefekkür ehli insanların kitaplarını okumak.
Mesela kendi kültürümüzden en büyük tanınmış insanlar kimdir?
İlk önce kendi ilim irfan hayatımızdan, medeniyetimizden olanları tanımalıyız. Bazıları benim bu sözlerimden hemen diyecekler “Tamam, büyük mütefekkir falanca adam.” Dur bakalım, o falanca adam bizim kültürümüzden değil, bizim dinimizden değil, bizim ilmimizi, irfanımızı anlamış, kavramış bir insan değil. Yani insan Allah’ın varlığını tanıyamadıktan sonra, müşrik olduktan sonra, kâfir olduktan sonra, o ne kadar düşünse eksik düşünür. İlk önce sen imanlıların alimlerini, fazıllarını düşün. Müslüman olmuş bir Amerikalı diyor ki;
“Siz İslâm âleminin yetiştirdiği büyük dâhilerin eserlerini okuyun. Onların eserleri çok önemli. İslâm âlemi yetiştirdiği en büyük dâhileri, en büyük zekaları din adamı yapmış. Onlar da din konusunda çok mükemmel eserler yazmışlar. Ben onları okuyorum, siz de okuyun.” diye müslümanlara, müslüman olmuş olan bir Batılı, Amerikalı tavsiye ediyor. “Ben de şu günlerde İmam Şâtıbî hazretlerinin eserlerini okuyorum.” diyor.
Ben güldüm kendi kendime... “Türkiye’de İmam Şâtıbî’yi kaç kişi tanır?! Onun ne kadar büyük zât olduğunu, ne kadar büyük dâhi olduğunu kaç kişi bilir?!” diye düşündüm. Bizim kendi büyük alimlerimizin eserleri Türkçe’ye çevrilmemiş. Yunan mitolojisi, masalları, uyduruk kaydırık, akla mantığa sığmaz şeyler çevrilmiş. Ta eski çağların abuk sabuk, çürümüş, eskimiş fikirleri çevrilmiş de benim kendi dinimin, imanımın en büyük eserleri, benim ilmimin, irfanımın mahsullerini anlatan mükemmel eserler çevrilmemiş.
Hatırlıyorum, De Gaulle isimli Fransız reisicumhuru Türkiye’ye geldi, tabii bir heyecan Fransız reisi cumhuru geliyor diye... Adam ilk önce Galatasaray Lisesi’ne gitti, Fransızlar’ın bizim ülkemizde açtıkları bir okul olduğu için, Fransızca tedrisat yapmış olduğu için. Hemen orada bir sözü var;
“Siz Osmanlılar, Katib Çelebi gibi bir alim yetiştirmiş bir milletsiniz.” diyor.
Katib Çelebi kim? Katib Çelebi’nin güzelliği, kıymeti ne? Çağdaş bir başka ülkenin reisicumhurunun hayranlığını çeken tarafı ne?
Millet bunu bilmiyor. Artistlerin, futbolcuların isimlerini biliyor, lüzumsuz birçok şeyi biliyor ama kendi ilminin, irfanının en büyük şahsiyetlerini bilmiyor. Evet, Mevlânâ’yı bilenler var, çok şükür, Yunus’u bilenler var ama bizim kültür, medeniyet, ilim irfan tarihimizde sadece onlar yok ki... Nice muazzam eserler var, onlar daha Türkçe’ye kazandırılmamış. Bizim şahıslarımız onları daha okuyup anlamamış, tanımamış. Mesela [Muhammed] İkbal, gelmiş, şimdi benim konuşma yaptığım Münih’te -Münih Üniversitesi’nde- doktora yapmış. Felsefe doktorası yapmış ama İslâmî bilgileri de kendi ülkesinde güzelce almış. Pakistan’ın en büyük şairi olmuş. Hem Şark’ı biliyor hem Garb’ı biliyor. Yani Batı’dan söz açılsa herkesten daha güzel konuşabiliyor. Zaaflarıyla, eksikleriyle anlatabiliyor. Şimdi Batı’nın eksikliklerini anlatan Batılılar da çok. Onlar da Şark eserlerini, İslâmî eserleri inceledikleri zaman eksikliklerini görüyorlar, hatalarını anlıyorlar, müslüman oluyorlar. Bugün Almanya’da müslüman olan bir sürü Alman var. Harıl harıl İslâm için çalışan bir sürü Alman var.
Biz o eski büyüklerimizin eserlerini okuyacağız, anlayacağız. O zaman tefekkürümüz daha güzel bir mecrada, doğru bir yörüngede seyreder. Hatalı iş yapmayız.
Şimdi bu devrin en büyük kusuru, ülkemizde en büyük kusur; bazı aydınların sırf yabancı kültürle yetişmiş olması. Annesi, babası “iyi yetişsin” diyor, onu bir koleje veriyor, yabancı bir dili öğreniyor. Ben de eskiden bir şey sanırdım, Fransızca biliyorlar, İngilizce biliyorlar, Almanca biliyorlar diye. Sonra elhamdülillah üniversitelerde hepsini tanıdık. Avrupalı profesörleri de tanıdık, onların da ne kadar profesör olduğunu, elhamdülillah onları da görmemiz mümkün oldu. Yok bir şey, yani eksik...
Onların da yaptıkları nedir?
Yunan ve Roma klasiklerini kendi dillerine çevirmişler, kendi adamları da onlar üzerinde çalışmış. Ama temeller yanlış, çürük, sulu, cıvık, çamurlu... Çürük temel üstüne sağlam bina yapılmaz ki.
İslâm öyle değil. İslâm konuştuğu zaman sapasağlam konuşuyor.
Hindistan’da, hıristiyan papazlarıyla -tabii birkaç dil bilen, birkaç doktora yapmış, Batı’nın tahsilini almış adamlar- bizim müslüman alimler din konularında münazara yapmışlar. Bizimkiler çatır çatır yenmiş, geçmiş, ezmiş, gitmiş. Ondan sonra papazlar karar almışlar; “Bir daha müslümanlarla halkın karşısında açık bir münazara hiç yapmayalım. Çünkü rezil rüsva oluyoruz, mahcup oluyoruz. Allah’ın üç olmadığı anlaşılıyor, Allah’ın oğlu olmadığı anlaşılıyor...” diye mahcup olmuşlar.
Onun için çoğunuz belki bunu anlarsınız ama anlamayanlara da bir ihtar zarureti hâsıl oldu. “Ben tefekkür ediyorum.” diye, “Ben aklımı kullanıyorum.” diye sırf Batı’yı alırsanız, Batılı kadar bile olamazsınız. Çünkü Batılı hiç olmazsa kendi kültürü içinde tutarlı oluyor, eksiğini, kusurunu biliyor, tefekkürü sağlam oluyor da hatasını anlayıp, İslâm’ı beğenip müslüman olabiliyor. Ama bizim ülkemizde yetişip de kendi köklerinden uzak yetişmiş olan bir insan ne oluyor?
İşte şimdi bizim son zamanlarda, basında gördüğümüz demokrasi düşmanı, ilim düşmanı, insan hakları düşmanı, din düşmanı, laikliği yanlış anlayan, demokrasiyi yanlış anlayan insanlar oluyor.
Neden?
Kafası yamuk, temeli yok. Kendi ilmine irfanına dayanmamış, dışarıdakini de tam alamamış; ne kadar alsa eksik oluyor, Avrupalı kadar Avrupalı olamıyor. Her yönden eksik kalıyor. Buna dikkat edeceğiz. Yani kendi özümüze, kültürümüze, sağlam temellerimize dayalı olacağız. Hiç korkmayalım. Öyle olduğumuz zaman... Bizim büyüklerimiz tefekkürün en yüksek seviyesine çıkmışlar. Bugün Mevlânâlar’ı, Yunuslar’ı cümle cihan halkı seviyor. Bizim temellerimiz sağlam elhamdülillah...
Şimdi Hz. Ali Efendimiz’den diğer bir hadis-i şerife, böylece bu güzel ve güncel konudan sonra ikinci hadîs-i şerîfe geçiyorum.
İkinci hadîs-i şerîfe geçiyorum. Peygamber Efendimiz yine Deylemî’nin Hz. Ali radıyallahu anh’ten rivâyet ettiğine göre buyurmuş ki;
لا قول إلا بعمل ولا قول ولا عمل إلا بنية ولا قول ولا عمل ولا نية إلا بإحياء السنة
Lâ kavle illâ bi-amelin velâ kavle velâ amele illâ bi-niyyetin velâ kavle velâ amele velâ niyete illâ bi ihyâi’s-sünneti.
[Amelsiz sözün, niyetsiz söz ve amelin, sünnete uygun olmayan söz, amel ve niyetin bir kıymeti yoktur.]
Bu hadîs-i şerîf çok çok önemli bir dinî esası anlatacak. Peygamber Efendimiz yine lâ nâfiyetü’l-cins denilen, “hiçbir şey yoktur” mânasına gelen lâ ile buyurmuş ki;
Lâ kavle. “Hiçbir söz yoktur.” İllâ bi-amelin. “Ancak sözünü insan tutarsa.”
İyi bir şey söylüyor, kıymeti yoktur; ancak sözünü uygularsa, o iyi şeyi ameline, icraatına intikal ettirirse o zaman kıymeti var. İslâm’da mesela yalan söylememek iyidir. “Yalan söylemeyin.” diyor birisi ama yalan söylüyor. Demek ki uygulamasına, icraatına geçirmemiş. O zaman o sözün kıymeti yoktur demek.
Lâ kavle illâ bi-amelin. İcraatına geçirmedikçe güzel bir sözü kuru kuruya söylemenin faydası yoktur, sevabı yoktur, öyle bir söz değer taşımaz, sevap kazandırmaz.
Sonra devam ediyor Efendimiz:
Ve lâ kavle ve lâ amele illâ bi-niyetin.
Tamam, güzel söz, bir de uygulama var ama o da yetmez; niyet güzel olacak. Niyet güzel olmayınca iyi bir şey yapmak insana yine sevap kazandırmaz.
Mesela çarpıcı bir misal olsun diye ne diyelim?
Adam “Namaz kılmak iyidir.” diyor, camiye geliyor, namaz kılıyor fakat camiden çıkarken -farz edelim- birisinin ayakkabısını alıyor, gidiyor veyahut camide biraz geç kalıyor, duvardaki antika levhayı çalıp götürüyor. Abdest aldı, “Namaz güzeldir.” dedi, Kur’an okudu, namaz kıldı diye bu sevap kazanır mı? Niyeti kötüydü, camiye girmekteki, abdest almaktaki, namaz kılmaktaki asıl maksadı o değildi. Asıl maksadı camiye girmekti, kimsenin dikkatini çekmemekti, hırsızlık yapmaktı; halıyı çalmaktı, antika levhayı çalmaktı. Bu çarpıcı, biraz uç bir misal ama sözü söyleyip yapmak da yetmez, niyetinin halis olması lazım, iyi olması lazım.
Halis olmayan, yani katışıklı olan, bozuk olan niyet nasıl olur?
İnsan iyi bir sözü, iyi bir işi kötü bir niyetle yaparsa kötü olur. Allah rızası için yapmaz da menfaat için yaparsa, Allah rızası için yapmaz da birisini kandırmak için yaparsa, Allah rızası için yapmaz da mesela bir memuriyete geçmek, bir makam elde etmek, bir şey kazanmak için yaparsa olmaz.
Ve lâ kavle ve lâ amele ve lâ niyete illâ bi sünneti.
İşte en can alacak cümleciğine geldik hadîs-i şerîfin:
“Söz ve o sözü uygulamak ve niyetin iyi olması da yetmez. Yapılan işin Peygamber Efendimiz’in öğretisine, sünnet-i seniyyesine, hayatına, tavsiyelerine uygun olması lazım.”
Dinimizin en önemli kaynaklarından birisi, Peygamber Efendimiz’in sünnet-i seniyyesidir. Kur’ân-ı Kerîm elimizde. Kur’ân-ı Kerîm 600 sayfalık bir kitap ama İslâm dininin ahkâmı binlerce sayfa.
Bu nereden çıkacak? Diğer teferruat nereden çıkıyor?
Peygamber Efendimiz’in 23 senelik İslâm’ı insanlara anlatmasından, öğretmesinden, kendisinin uygulamasından çıkıyor.
Kendisine Kur’an inmiş olan Peygamber Efendimiz bu konuyu nasıl anlamış, nasıl uygulamış, bu önemli değil mi?
Son derece önemli. İşte ona dikkat etmek gerekiyor. Sünnet bu.
Peygamber Efendimiz’in sünnetini hiçe sayarsa, dikkate almazsa, öğrenmezse, dinlemezse bir insan, İslâm’da doğru düzgün bir bilgi sahibi olamaz.
“Efendim işte Kur’ân-ı Kerîm’de böyle yazıyor.”
Kur’ân-ı Kerîm’i sen anlayamazsın ki. Kur’ân-ı Kerîm Peygamber Efendimiz’e indi. Bakalım Peygamber Efendimiz bu âyet inince ne yapmış, sen ona dikkat et.
“Efendim Kur’ân-ı Kerîm’de şu kelime şu mânaya geliyor da bu mânaya gelmez de...”
Sen bak bakalım, Peygamber Efendimiz onu nasıl uygulamış.
İşte burada büyük yanılgı oluyor. Bir kere “aydınım” diyen insanlar yanılıyor. İkincisi böyle dini iyi bilmeyen, yarım din bilgini insanlar var. Yani dinle ilgili bir mesleği var, çıkıyor televizyon programında, açıkoturumda konuşuyor ama yanlış çünkü hadîs-i şerîfe aykırı, çünkü hadîs-i şerîfi bilmiyor. Bir de kalkıyor, diyor ki;
“Ben hadîs-i şerîfi tanımam.”
Sen hadîs-i şerîfi tanımazsan, delilleri kabul etmiyorsun demektir. Yani cinayetin aydınlanması için ipuçlarına önem vermiyorsun demektir. Polis memuru oturduğu masadan, hırsızı böyle kafadan atarak mı buluyor? Yoksa parmak uçlarını, bir saç parçasını, bir kırıntıyı, bir tahta parçasını icabında değerlendirerek, bir kanı laboratuvarda tahlilini yaparak mı sonuca varıyorlar? Deliller konuşuyor. İşte İslâm’da hadîs-i şerîfler delillerdir. O bakımdan önemli.
Bir de burada diyorlar ki;
“Ne mâlum o hadîs-i şerîfin Peygamber Efendimiz tarafından söylenmiş olduğu?”
Doğru, bu endişe bizim din alimlerimizin en büyük endişesiydi. kıllının aklına gelen bir şey değil ki bu; Peygamber Efendimiz’in zamanında daha bahis konusu olan bir şey, Peygamber Efendimiz’in bildirdiği bir husus, “Aman buna dikkat edin!” diye ikaz ettiği husus. Din büyükleri de buna son derece dikkat etmişler. Söylenen sözlerin Peygamber Efendimiz tarafından söylenmiş olduğunun tahkikini, incelemesini yapmışlar. Onun için bir hadis ilmi var, bir de hadisin doğru mu, yanlış mı, sağlam mı, çürük mü olduğunu anlatan, hadisin işte bu istenilen tarafını inceleyen ilimler var. Râvilerini inceliyor, muhteviyâtını inceliyor, kelimelerini inceliyor, sebeb-i vürûd-u hadîsi inceliyor. Yani öyle kuru kuruya yapmamışlar. Alimler bir hadis üzerine sayfalarca yazılar yazmışlar; hatta o hadis daha iyi anlaşılsın diye müstakil risâleler telif etmişler. Onun için o da zaten bizim sözümüz, onların bir itiraz mercii değil. Zaten alimlerimiz hadîs-i şerîflerin öyle olanlarını derleyip toplayıp asıl kaynak olarak kullanmışlar.
Diyanet İşleri tarafından neşredilen Sahîh-i Buhârî kitabı nedir?
İmam Buhârî hazretlerinin şu kadar yüz bin hadîs-i şerîf içinden en sahih diye -Sahih ne demek? Sıhhatli, sağlam demek.- sahih hadisleri toplayıp ortaya koyduğu eser demek. Sahîh-i Buhârî, İmam Buharî hazretlerinin sahih hadisleri seçip içine koyduğu çok önemli kitabı demek.
Diyorlar ki;
“Sıhhatli hadislerin bazılarına şu alim itiraz etmiş, bu alim itiraz etmiş.”
Allah selamet versin, İlâhiyat mezunu felsefeci profesör kardeşimiz vardı...
İtiraz etmiş, ne olmuş?
Karşı taraftaki diyor ki;
“Tam sıhhatli hadis, hiç kimsenin itiraz etmediği sıhhatli hadis şu kadar az.”
Diyor ki cevap olarak;
“Peygamber Efendimiz 23 sene yaşamış. Etrafındaki insanlar ağzının içine bakmışlar. Tıraş olduğu zaman saçlarını hatıra diye saklamışlar. Her şeyini candan pür-dikkat takip etmişler. Yani 23 senede hiç mi Resûlullah’ın sözlerini hatırda tutmamışlar? Bu kadar insanın söylediği sözler, hiç mi Resûlullah’ın yaptığı işler değil?!” diye cevap verdi, susturdu.
Bizim İslâm kültürümüz öyle çürük bir kültür değil. İslâm ilimleri, çok sağlam alimlerin çok sağlam çalışmalarla ortaya koyduğu, çok sağlam bilgiler. Onun için o kitapları okumak lazım. Herkesin sünnet-i seniyyeye sımsıkı sarılması lazım ve İslâm alimlerinin sözlerine de cân u gönülden itimat etmesi lazım. Çünkü gerçekten çok büyük insanlar. Yirminci yüzyıldaki insanların dahi takdir edeceği insanlar.
Şimdi sohbetimiz tamam olsun diye üçüncü hadîs-i şerîfi okumak istiyorum. Bu da Ebû Saîd el-Hudrî hazretlerinden rivayet edilmiş. Peygamber Efendimiz buyuruyor ki;
لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ مَنَّانٌ وَلاَ عَاقٌّ وَلاَ مُدْمِن خمر ولا مؤمن بسحر ولا قتات
[Verdiğini başa kakan kimse, ana-babasına karşı gelen evlat, içkiye bağımlısı, sihre inanan kimse ve laf taşıyarak başkalarını arasını bozan kimse cennete giremez.]
Lâ yedhulu’l-cennete mennânun velâ âkkun velâ müdmini hamrin velâ mü’minin bi-sihrin velâ kattâtün.
Peygamber Efendimiz diyor ki; “Şunlar, şunlar, şunlar, şunlar cennete girmeyecek.”
Şimdi onların kimler olduğunu sıralayalım. Muhakkak böyle değildir dinleyenlerimiz ama belki tanıdıklarına söyleyeceği sözler olabilir.
Cennete girmeyecek insanlar:
Bir; mennân.
Mennân ne demek?
Minnet edip yaptığı iyiliği başa kakan kimseler. Yani bir iyilik yapıyor ama iyilik yaptığı kimsenin canını çıkartıyor, ciğerini söküyor, bin kere pişman ediyor, üzüyor, ağlatıyor, yaptığı iyiliği başa kakıyor. Mennân, minnet eden kimse yaptığı hayrın sevabını alamaz, sevabı havaya gider, boşa gider, üstelik günaha girer.
Çünkü ne yaptı?
İyilik yaptığı kimseyi üzdü.
Kur’ân-ı Kerîm’de Allahu Teâlâ hazretleri buyuruyor ki;
لَا تُبْطِلُوا صَدَقَاتِكُم بِالْمَنِّ وَالْأَذَى
Lâ tubtilû sadakâtiküm bi’l-menni ve’l-ezâ.
Bak menn, işte bu mennânın yaptığı iş.
“Eza ederek, minnet ederek, başa kakarak, mennânlık yaparak yaptığınız sadakaları, zekâtları batıl hale getirmeyin, iptal ettirmeyin, sevabınızı elden kaçırmayın, kendinizi sevapsız bırakmayın.” diye bu âyet-i kerîmeleri bildiriyor.
Demek ki biz müslümanlar iyilik yaptık mı, iyilik yaptığımız insanı üzmemeye, iyiliği kibarca yapmaya, zarif bir şekilde yapmaya çok dikkat etmemiz gerekiyor. Yani başa kakıcı olmamaya dikkat etmemiz gerekiyor.
Bir hikâye hatırladım.
Meşhur Neyzen Tevfik, mutekid bir insanmış, inançlı bir insanmış. Sanatı da çok güzel, ney üflüyor. Çok yüksek bir kabiliyeti var. Çok da fukarâcıkmış. Mehmed Âkif -rahmetli- onu evine ziyarete gidermiş. Evi perişan, bekar kendisi. Birisi iyilik yapmak istemiş ama doğrudan doğruya götürüp eline para verse olmayacak. Bir gün gitmiş elinde artık kaç altın varsa, arkasından “Efendim yere düşürdünüz, buyurun, şunu alın.” demiş. Almış tabii, “Yere ne düşürdüm?” diye. “Cebinizden yere düşürdünüz.” demiş ve almış, bakmış ki altın, birkaç tane altın lira avucunda duruyor. “Ben yere bir şey düşürmedim, bu sizin kalbinizdir.” demiş.
Böyle zarif bir şekilde altın vermesine karşılık “altın kalplisiniz, sizin kalbiniz altın gibi tertemiz kıymetli” demek istemiş.
Bir, başa kakıcı olmamak lazım. Cennete başa kakıcı girmeyecek.
Sonra?
Velâ âkkun.
Ayn, elif, kaf, kaf harfi şeddeli.
Âkk ne demek?
Ukûk kelimesinden, mastarından ism-i fâil bu. Ana babasına âsi olan demek.
İslâm’da insanın anne ve babasına hürmet etmesi çok önemli, fevkalâde mühim. İnsanın annesine, babasına çok hürmetkâr olması, hizmet etmesi, gönlünü alması lazım. Kendisini onlara sevdirmeye çalışması lazım. Emrini tutması, âsi olmaması, karşı gelmemesi lazım.
Karşı gelirse, dinlemezse...
Ne zaman dinlemiyor?
Biraz büyüdü mü, palazlandı mı, delikanlı oldu mu, önce annesini dinlememeye başlıyor.
“Evladım oraya gitme.”
“Sen karışma!”
“Evladım şunu yapma.”
“Sus!” vesaire. Tabii arkasından nokta nokta bazen ağır sözler, bazen ağır hareketler.
“Evladım içki içme...”
“Yok, para ver!” filan.
Biraz daha kabadayılaşınca, büyüyünce bu sefer babasına da karşı gelmeye başlıyor. Babası ihtiyarlayınca veyahut kendisi babasını yenecek duruma gelince de karşı geliyor.
Allah böyle kimseleri sevmiyor. Çünkü Allah yapılan iyiliğin karşılıksız bırakılmasını sevmiyor. Anne ve babanın insanın üzerinde çok büyük hakkı olduğundan, evladın da anne babasına İslâm’a göre çok hürmetkâr olması lazım, hizmet etmesi lazım, gönlünü alması lazım. Kendisini sevdirmeye, onların duasını kazanmaya çalışması lazım.
“Cennet anaların ayakları altındadır.” ne demek?
Anneye, babaya çok hürmet ederse cennete öyle girer demek.
Üzmemek lazım, âsi olmamak lazım. Bunu da anlıyoruz. Zaten annemizi, babamızı severiz. Onlara hizmeti canımıza minnet biliriz. Ama etraftan söyleyeceğimiz kimseler varsa “Aman etmeyin.” diye söyleyelim.
Sonra?
Ve lâ müdmini hamrin.
Müdmin-i hamrin içkiye müdmin olan demek.
Müdmin ne demek?
İdmanlı, yani devamlı olan. İçkiye devam eden, içkiye müptela olan, ayyaş olan, sarhoş olan kimse de cennete girmeyecek.
Maalesef yirminci yüzyılda medeniyet ilerledi ama insanlar kendisini zehirleyen, sıhhatini bozan, karaciğerini mahveden bu içkiden vazgeçemiyor.
Amerika’da bir ara içkiyi, alkolü yasaklamışlar ama tutturamamışlar. Yani Amerika, bu Batı, 1930’lu yıllarda “İçki yasaktır!” diye bir ara yasaklamış, tutturamamış. Hepsi içkiye devam etmişler.
Neden?
Bu şaraba yakınlık onların biraz da şaraplı ekmekle başlıyor, papazla kilisede başlıyor. Dinlerinde bu yasak olmadığı için dinî bir destek olmadığından maalesef içkiyi çok içiyorlar.
Bizim bir güzel tarafımız var; bizde içki haram. İçki haram olduğu için dindar bir kimseye diyebiliriz ki;
“İçki Allah’ın sevmediği bir şey.”
İşte bu hadîs-i şerîfi söyleyebiliriz.
“Bak, içkiye devam eden kimse cennete girmeyecek.”
O da kendisinin ayağını denk alır. Ama Batılı böyle düşünmüyor. Batılı, sarhoş olmayacak kadar içti mi ziyanı yok sanıyor. Halbuki bizde çoğu sarhoş eden şeyin azı da haramdır, damlası da haramdır, yalaması da haramdır; hatta satması haramdır, taşıması haramdır, sunması haramdır, imali haramdır, her şeyi haramdır. İşte bu hususa da şimdi dikkat etmek lazım.
Tabii bizim ülkemizde de Batı’nın kötü âdetleri yayılmaya başladı. Kötü âdetlerinden birisi bu içkidir, uyuşturucudur. Çocuklar birayı gazoz gibi içiyorlar. Bira her yerde satılıyor. Bakkallarda ekmeğin, peynirin yanında satılıyor. Elde edilmesi kolay; karneye bağlı değil, vesaireye bağlı değil. Tamirci çocukları öğleyin yemek yerken yanında gazoz yerine içki alıyor. Çarşıda pazarda satıcılık yapan adam fasulye, patlıcan, biber satarken içkiyi önüne koymuş, oradan yudumluyor, öyle satıyor. Tabii yaygınlaştı. O halde bizim de bunun doğru olmadığını, zararlı olduğunu, günah olduğunu, Allah’ın rızasına aykırı olduğunu, kişinin böyle yaparsa cehenneme gideceğini, cennete girmeyeceğini anlatmamız lazım.
Ve lâ mü’minin bi-sihrin. “Sihre inanan insan da cennete girmeyecek.”
Bakın, İslâm sihre inanmayı reddediyor, sihre bir tesir atfetmeyi reddediyor ve “Sihre inanan kimse cennete girmeyecek.” diye bildiriyor. Allah uyanıklık versin. Bir de bazı insanlar gerçekleri görmüyor. Hakikatler ortada ama hakikatlerin sonucunu çıkartamıyor. İki artı iki eşit, buraya kadar tamam, eşitini yapamıyor. İki artı iki eşit dört, iki, iki daha dört eder. Dördü çıkartamıyor. İki artı ikiyi görüyor, sonucu “dört” diyemiyor, maalesef. Sihre inanmanın, yıldız falına inanmanın çağdışılık olduğunu, ilk çağlardan kalma bir batıl âdet olduğunu biliyor, gazetesine alıyor, kendisini ilerici sanıyor. Allah ıslah etsin.
Ve lâ kattâtin. “Kattât da cennete girmeyecek.”
Kaf, te, elif, te: Kattât. Kattât da söz taşıyan insan demek.
Ara bozmak için birisinin lafını ötekisine, fıs fıs fıs dedikodu ile söyleyip bu söz getirdiği insanı ötekisine düşman eden, berikisini ötekisine müzevirleyen insan demek. Bu da cennete girmeyecek.
Neden?
İnsanların arasını bozuyor. İyileri dargın ediyor. Dostları düşman ediyor, küstürüyor. Toplumu parçalıyor. Onun için Allah onu da sevmiyor.
Bu sayılan sıfatların kötü olduğunu bildiğimiz için yapmamaya gayret etmeliyiz.
Acaba kattâtlığı yapıyor mu yapmıyor mu?
Eğer sen Ali’nin sözünü Ali’nin olmadığı yerde Veli’ye “Ali sana şöyle dedi.” diye söylüyorsan, onun sözünü ona, onun sözünü ona naklediyorsan yapıyorsun işte... Yapmaman lazım. Ağzını tutman lazım. Sır saklaman lazım. Birisinin sözünü ötekisine söylememen lazım.
Bunlar; yaptığı iyiliği başa kakan, ana babasına âsi olan, içkiye devam eden, müptela olan, ayyaş sarhoş olan, sihre inanan, laf taşıyıp da arabozan cennete girmeyecek.
“Cennete girmeyecek” ne demek?
Mü’minse, “Lâ ilâhe illallah diyen cennete girecek.” diye hadîs-i şerîfler var, nasıl girmeyecek cennete? Cehennemde tımar edilmeden, cezasını çekmeden, belasını bulmadan cennete girmeyecek demek. Mü’minse cennete girer ama bunların cezasını çeker.
Ne kadar çeker?
Yüz binlerce yıl cehennemde cayır cayır yanarak çeker.
Onun için bu üçüncü hadîs-i şerîf biraz tuzlu, biberli, acılı oldu ama o da lazım arada. Onun için bu gibi kötü huylara sahip olmayalım. Çocuklarımızı böyle yetiştirmemeye dikkat edelim. Çevremizdeki insanlardan bu kötülüklere müptela olanlar varsa onları da ikaz edelim.
“Kardeşim sen müslüman değil misin?”
“Elhamdülillah müslümanım.”
“Tamam, müslümansan bu yasak, bu haram.” diye söyleyelim, biz de sevap kazanalım. Çünkü bir insan bir bilgiyi öğrenirse öğrendiği için sevap kazanır, bir de gider başkalarına anlatırsa İslâm’ı yaydığı, İslâm’ın emirlerini başkalarına öğrettiği için sevap kazanır.
Aziz ve sevgili Akra dinleyicileri,
Allahu Teâlâ hazretleri sizi hem iyi salih müslüman eylesin hem de başkalarının iyiliği için çalışan canlı, faal -yani aktif diyorlar- atılgan müslüman eylesin. Cumanız mübarek olsun.
es-Selâmü aleyküm ve rahmetullâhi ve berekâtüh!